Başaran: Gücümüz ve tecrübemiz var faşist iktidarı yeneceğiz

Kadın Meclisi Sözcümüz Ayşe Acar Başaran'ın JinNews'e verdiği röportaj:

Türkiye’deki siyasi atmosferi kadınlar açısında değerlendiren HDP Kadın Meclisi Sözcüsü Ayşe Acar Başaran, geçtiğimiz yılın kadın mücadelesinin ve kazanımlarının hedef haline getirildiği bir yıl olduğunu vurgulayarak, “Umutluyuz, bu faşist iktidarı yeneceğimize ve yerine kadın özgürlükçü, demokratik bir sistem kuracağımıza inanıyoruz” dedi.

Türkiye’de erkek iktidarın söylemlerinin doğurduğu militarizm ve cinsiyetçilik sonucunda, kadına yönelik şiddet ile çocuk istismarında artış yaşanırken, cezasızlık politikaları çerçevesinde yılın ilk 10 ayında 253 kadın katledildi, 150 kadın şüpheli şekilde yaşamı yitirdi. Kadın katliamlarına karşı iktidar tarafından herhangi bir yasal düzenleme yapılmazken, kadın kazanımlarına daha fazla saldırıldı. Bunun son örneği ise Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile feshedilen İstanbul Sözleşmesi oldu. İstanbul Sözleşmesi’nin feshine karşı mücadele veren kadınlar yine Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından hedef alındı.

Halkların Demokratik Partisi (HDP) Kadın Meclisi Sözcüsü Ayşe Acar Başaran ile 25 Kasım Uluslararası Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü’ne doğru giderken, Türkiye’de artan kadın katliamları, siyasi atmosfer, derinleşen militarizm ve yükselen kadın mücadelesini konuştuk.

Erkek egemen zihniyetin anlayışını, kadının yaşam alanlarına sirayet etmeye çalıştığı bir yılı nasıl tariflemek istersiniz?

Erkek egemenliği bin yıllardır var olan bir mesele, yeni bir mesele değil. Son süreçte erkek egemenliğini geliştiren, örgütleyen ve daha fazla açığa çıkan etkenler söz konusu. Kadınlar eve kapatılmaya çalışıldı, aile içerisine hapsedilmeye çalışıldı. Kapitalist düzen, kadın bedenini metalaştırmayla birlikte ufak özgürlükler verirken, o metalaştırmayı meşrulaştıran bir sistem haline geldi. Dünyada pandemi süreçlerinin konuşulduğu dönemde Türkiye de pandemiden kaynaklı kısıtlamaların ilan edileceğini duyurduğunda bizler, ‘kriz ve savaş dönemlerinde kadına dönük şiddetin artacağı, toplumsal rollerin daha da kesinleşeceği, kadın kazanımlarının hedef alınacağı, kadın özgürlüğünün kenara atılacağından’ söz ettik. Pandemi de kadınlar açısından tam da böyle bir süreç yaşandı. Türkiye’de kadına yönelik şiddetin arttığı, kadın kazanımlarının hedef alındığı ve kadının toplumsal cinsiyet rollerine sıkıştırılmaya çalışıldığı bir yılı geride bıraktık.

Bütün bu süreç içerisinde kadınları örgütlü ortamlardan uzaklaştırdılar. Bir araya gelmek, ortak yaşamı kurmak ‘risk’ olarak tariflendirildi. Mesafeye ‘fiziki denilmedi sosyal’ denildi. Sadece ‘fiziki mesafe değil sosyal mesafe koyun aranıza, bir araya gelmeyin’ yaklaşımı sergilendi. Çalışan kadınların birçoğu bu süreçte ‘yarar’ dayatmasıyla işlerinden uzaklaşmak zorunda kaldılar. Daha çok çocuk, yaşlı bakımına yöneltildiler. Ev içerisinde toplumsal rollere hızlıca büründürüldüler. Şiddetin en fazla yaşandığı evlerin içerisinde tamamen korumasız bir hale getirildiler. Rejimin de kendini kurumsallaştırmaya çalıştığı süreçte pandemi bir fırsat oldu. Kadınlar dayatmaları kabul etmeyerek, yine sokaklarda, bulundukları alanlarda mücadele ettiler. OHAL döneminde de ilk sokağa çıkanlar nasıl kadınlar olduysa, pandemi sürecinde de ilk sokağa çıkanlar kadınlar oldu. İktidarın, pandemide koruma adı altında geliştirdiği tedbirleri, ilk ifşa eden ve kadın kazanımlarına yönelimi protesto eden de kadınlar oldu. Bir taraftan mücadelenin geliştirildiği bir taraftan da yönelimlerin arttığı bir yılı geride bıraktık.

Bu yıl Meclis, kadınlar açısından kazanımların bertaraf edilmeye ve yok sayılmaya çalışıldığı bir yıl olarak geçti. Erkeğin ısrarı karşısında Meclis’te nasıl bir kadın mücadelesi sergilendi? Siyasetin bir yılı kadınlar açısından nasıl ilerledi?

Bu süreç kadınların hedef haline getirildiği bir süreçti. 2016 yılından bu yana Türkiye’de rejimin değiştirilmesi, tekçi rejimin kurumsallaştırılmasına paralel olarak merkezden yerele, uzun süredir kadın kazanımları hedef alınıyordu. En son halka, kadınların hepsinin ortak refleks verdiği İstanbul Sözleşmesi’ydi. Bu süreç bir anda gelmedi, bir anda iktidar İstanbul Sözleşmesi’ne yönelmedi. 2016 darbe teşebbüsü ve OHAL’den sonra her gece yayınlanan KHK’lerin içeriğine baktığımızda bile nasıl bir süreç yürütüldüğünü görebiliriz. KHK’lerin neredeyse tümünde kadın kazanımlarını hedef alan kararlar alındı. Belediyelere kayyımlar atandı. Kayyımlarla birlikte, kadın kurumları, destek birimleri, kolektif yaşamı örgütleyebilecekleri birimler lağvedildi. KHK’lerle kadın ve çocuk kurumu kapatıldı. Bu süre içerisinde nafaka tartışması bir anda ortaya çıkarıldı. Meclis’e bir infaz kanunu geldi. İnfaz kanunu pandemi tedbirleri kapsamında ifade edildi. Birtakım düzenlemeler yapılması üzerine ortaya çıkan tartışmanın sonucunda yeniden kadınları ve çocukları hedef alacak düzenlemeler yapıldı. Çete, mafya ve çocuğa karşı suç işleyenler, aksi iddia edilse bile üstü örtülmüş bir şekilde dışarıya salındı.

Erkekler çıktı, yeniden suç işlediler. Kadınları yaralamışlarsa kadınları katlettiler. Ceza kanununda kadına yönelik suç ‘özel’ olarak düzenlenmedi. Bu kişiler serbest bırakıldı, infazlar ertelendi ve kadınlar hedef alındı. Bu kanun içerisinde ‘istismar’ düzenlemesi geçirilmeye çalışıldı. Küçük yaşta kız çocuklarının evlendirilmeleri adı altında kazanımlar hedef alındı. Gelinen noktada en son adım İstanbul Sözleşmesi oldu. Meclis artık bu tekçi rejimin noterlik görevini gören hale getirildi. Demokratik tahammüllerin geliştirildiği, müzakerelerin yapıldığı, kadın perspektifinin yansıtılmaya çalışıldığı bir atmosfer yok. Tek adam, bu ülke için neye ihtiyaç duyuyorsa önüne koyuyor. Erkekler gelip ‘biz mağduruz’ diyorlar, hemen bir düzenleme yapmaya başlıyorlar. İstanbul Sözleşmesi kadınları koruyordu. Erkeklerin belki suç işleme oranını yüzde yüz düşürmüyordu ama uluslararası bir baskı unsuruydu. Halka halka yürütülen bir süreçti.

Meclis’te kadınlara dair yine bir düzenleme yok. Bütçe görüşmeleri oluyor kadınlara dair bir süreç işlenmiyor. Kadınlar Aile Bakanlığı’nın içerisine sıkıştırılmış durumda. Kadınların toplumsal yaşamdaki ihtiyaçları, siyasete katılımı, kültürel aktiviteler gibi konulardaki desteklere baktığımızda, kadınlara ayrılan bir bütçe yok. Kendi etrafındaki grupları, rantı büyütmek, savaşı derinleştirmek için gerçekleştirilen bir bütçe var. Meclis, kadınlar için böyleydi. Nasıl ki sokakta mücadele varsa Meclis’te de bunun karşısında bir mücadele vardı. Kadınlar her istenilene de izin vermedi. Biz HDP kadın grubu olarak, örgütlü bir biçimde muhalefeti sergiledik. Sadece Meclis’te değil, dışarıda ve sokakta yürütülen kadın mücadelesinin bir araya gelmesiyle iktidara geri adım attırdığımız süreçler de söz konusu. Meclis de tıpkı sokak gibi mücadelenin devam ettiği ama yönelimlerin de en sert ve en zirvede olduğu süreci yaşıyor.

Söylemlerinizde açığa çıkan önemli bir noktada; Meclis’te bulunan erkeklerin kadına yaklaşımı. Bu durum erkeğin toplumun içinde kadına yaklaşımını da ifade eder mi?

Her zaman siyaseten değil daha çok kaba güçle bir şeyleri çözme yaklaşımı var. Bu dönem militarizm ve cinsiyetçiliğin birbirinden ayrılmaz olduğu bir dönemi gördük. Savaş derinleştikçe, militarizm örgütlendikçe bir taraftan da cinsiyetçilik örgütleniyor. Bunun sözcülüğünü yapan iki grup var karşımızda. Muhalefet olarak eksiklerimiz var ama sonuçta bu zihniyetin öncülüğünü yapan gruplar karşısında muhalefet eden, hakikati söyleyen, alternatifi ortaya koyanı da hedef alan yaklaşımlar var. Bu kadın olunca daha da büyük bir hedef haline geliyor. Çünkü bin yıllardır kafasında oluşturduğu düşünce şu; ‘Kadın benim için, bana hizmet etmek için, çocuklara bakmak için var.’ Bugün Erdoğan tam da bunu yapıyor ve başka bir yaşam sunmuyor. Böyle bir zihniyetten farklı bir beklentimiz olmuyor. Bu zihniyetin karşısına kadın olarak çıkıyorsun. ‘Senin bu düşünceni sıkıştırmaya çalıştığın gömlek benim gömleğim değil’ diyorsun. ‘Benim yaptıklarım seni de değiştirecek, benim özgürlüğüm toplumu ve seni de dönüştürecek.’Doğal olan benimki ve bu da onlarda sarsıntı yaratıyor. Bu sarsıntının, sıkışmışlığın tezahürünü yaşıyor. Yoksa çok haklı olduklarından sesleri yükselmiyor, başka bir yol bilmiyorlar. İktidarın klasiği budur. Baş edemediği bütün sorunları çözme yöntemi şiddettir. Dönem dönem Meclis’te kişinin üstüne yürüme, linç etme, cinsiyetçi küfür ve söylemleri, hedef haline getirme gibi. İktidarın kendisi böyle ve Türkiye ile Kürt halkına da bu yapılmıyor mu? Kendi hakkını koruyana karşı iktidar başka bir yöntemle mücadele edemeyeceğini bildiği için saldırarak, yönelerek ve yargıyı kendine araçsallaştırarak bu sürecin içerisinden güçlü çıkmaya çalışıyor. Bu ne haklılıklarını ne de güçlü olduklarını gösteriyor. Ama çok öfkeli olduğunu biliyoruz. Bin yıllardır köle gibi gördükleri bir ulusun temsilcileri kadınlar ve çıkıp ‘bunu kabul etmiyoruz’ diyor. Ezdiğiniz, yok saydığınız, evin içerisinden, parti içerisine kadar sokaktakinden, tarladakine kadar hiç farkımız yok. Bütün kadınlar için mücadele edeceğiz. Bu kadar kesin ve net bir muhalefet gördüğü için de bu kadar cevapsız kalıyorlar. Söyleyecek bir şeyleri yok, hep tekrarları var. Başaralı olamadılar, olamayacaklar.

Yılın şüphesiz en önemli başlıklarından biri kazanılmış bir hak olan İstanbul Sözleşmesi’nin Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile feshedilmesiydi. Kadınlar ülkenin dört bir yanında kararı protesto etmek için sokaklara dökülürken, Meclis’te nasıl bir tablo oluştu? Meclis’teki kadın vekillerin karara karşı tepkisi yeterli miydi?

Meclis’in kendisi aritmetiğe göre şekillenen bir yer. Alınan kararlar müzakere ve ikna ile olmuyor. Belirli bir aritmetiğe sahipseniz Meclis’ten kararları geçirebiliyorsunuz. İstanbul Sözleşmesi’nin usulüne uygun olarak Meclis’e getirilmemesinin bir nedeni var. Erdoğan’ın gece yarısı tek başına bu sözleşmeden geri çekilmesinin de bir nedeni var. İktidar ve iktidarın ortağının içerisinde de bu konuda net bir ortaklaşma olduğuna inanmıyorum. Kadınlar açısından bir refleks verildi ama bu yeterli değildi. Yeterli olsaydı İstanbul sözleşmesi resmiyette uygulamada olurdu. Sadece Meclis’teki mücadelede yeterli değil. Aritmetik olarak kararların alındığı bir yerde siz sadece oradaki muhalefetle bir süreç yürütemezsiniz. Sokakta verilen mücadele ve kadın hareketinin ortak refleksinin güçlü olması durumunda bu süreci değiştirebilirdik. Kadınların gündeminden çıkardığı bir durum değil. Hala İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlükte olduğunu ve uygulanması gerektiğini ısrarla söylemeye devam ediyoruz. İktidarın da gündeminde çünkü kadınları ikna edemediler ve kendileri de ikna değil. Kadınların kazanımlarını hedef alma noktasında iknalar ama yöntem konusunda toplumu ikna edemediklerinin farkındalar. Hala geç kalmadık, bitmiş bir durum söz konusu değil. İstanbul Sözleşmesi noktasında da kadınlar ‘bitti’ demeden bitmeyecek, bir sürecin hala içerisindeyiz. Geri getirip uygulatmak için mücadele etmeye devam edeceğiz.

Yaşamın tüm alanlarına etki eden erkek şiddetinin siyasete yansıması nasıl oldu? Bu yansıma karşısında kadın iradesinin görünürlüğü nasıldı?

Türkiye’de demokratik zemin alanı yok. Olsa belki bu sorunun cevabı farklı olabilirdi ama olmadığı için mücadele yürüten kadınlar şu an cezaevinde. Bu ortam olmadığı için kadın özgürlük mücadelesi yürüten, başka bir alternatifi savunan ve bunun bütün toplumsal sorunların çözümü olduğunu ifade eden Ayşe Gökkan, Figen Yüksekdağ, Leyla Güven, Sebahat Tuncel, Gültan Kışanak, Ayla Akat Ata gibi binlerce arkadaşımız tam da bu sebepten kaynaklı cezaevinde. Demokratik bir zemin olmadığı için iktidar alternatifini yargı sopasıyla ortadan kaldırmaya çalışıyor. Belediyelere kayyım atanması ve eşbaşkanlık sistemin yargılanması da bunun örneklerinden biri. Şu anda erkek egemen bakış açısı, tekçi erkek iktidarın şiddeti sadece fiziki değil, gözaltındaki işkenceler, cezaevlerindeki çıplak aramalar, sokağa inen kadınlara dönük işkence, bir de yargıyı sopa haline getirerek başka bir şiddet biçimi uyguluyor. Demokratik siyaset mücadelesi yürüten kadınları saf dışı bırakma, kendi zeminini oluşturma yaklaşımı söz konusu. Bu dönemde kadınlar açısından siyaset yürütmenin daha da zahmetli olduğunu görüyoruz. Her dönem devletçi zihniyete karşı mücadele yürütülüyordu ama bu dönem gibi keskinleşen bir süreç olmamıştır. Bu kadar büyük ve örgütlü bir kadın mücadelesine dönük keskin saldırılar tarihte çok azdır. Ama kadınlar en yerelden en merkeze kadar bu iddiasından vazgeçmiyor.

Cezaevlerinde direnmeye devam ediyorlar, bu rejimin kendisini davalarda yargılamaya devam ediyorlar. Çünkü tarihsel deneyimlerden şunu biliyorlar; kadınlar cadı olarak yakıldılar. 25 Kasım’a doğru giderken, üç kadının hikayesinin şu anki kadınların hikayesi ile çok farklı olmadığını görüyoruz. Kadınlar Silopi’de, Paris’te katledildi. Başka bir şiddet biçimi uyguluyorlar. İzmir’de Deniz Poyraz’da olduğu gibi katliamlar yapıldı. Bu zihniyet bu yöntemlerle kadınları mücadelenin dışına itmeye çalışıyor ama kadınlar bu konuda çok kararlı. Ayşe Gökkan bütün yaşamını mücadeleye adamış bir isim. Mahkemede, geri adım atmadı, hiç yargılanıyor gibi hissetmedi çünkü ortada bir suç yoktu. Kadınlar bunlara karşı, ‘geri çekilelim, bekleyim, evimizde oturalım’ demiyor. Mücadelesini daha fazla büyütüyor. Van’daki kadın arkadaşımız gibi başını eğmek isteyenlere karşı başını daha da dikleştiriyor. Deniz Poyraz katledildiğinde annesinin ifade ettiği gibi binlercesi yerine geliyor. Bu yönelimler de zor, zahmetli ama boşa çıkarılacak bir süreç olacak.

Kürt kadınları başta olmak üzere kadınlara verilen hapis cezaları, gözaltı, tutuklama, ev hapsi ile kadın siyaseti ve mücadelesine nasıl bir mesaj verilmek istendi? Özelde son olarak Ayşe Gökkan’a verilen 30 yıl hapis cezası ile amaçlanan neydi? Bunun karşısında nasıl bir duruş sergilendi?

Ayşe Gökkan’ın seçilmiş ve kadın olması, diğer taraftan Kürt bir kadın kimliğine sahip olması. Bin yıllardır en kadim olanın reddedildiği bir coğrafyadayız. Kadınlar da böyle bin yıllardır yok sayılırken, Kürtlerde yüzyıllardır bu topraklarda yok sayılıyor. Kürtlere reva görülen hep kölelik, egemenliğin duruşuna göre hareket etme iken, kadınlara da aynı şeyler uygulanıyor. İki tane ezilen kimliğin bir arada olması ama bunun karşısında mücadelenin en diri, değişimi en fazla ortaya koyan kesim olmasından kaynaklı Ayşe Gökkan hedef alındı. İktidar şunun farkında; Kürt kadınları sadece devlet ve sistemle mücadele etmedi. Kendi yoldaşıyla da mücadele etti. Bütün o feodal sistem üzerinden kendini yeniden dönüştürdü. Beklenmeyen yerlerde yüzyılda bazı toplumların geliştirebileceği kadar hızlı bir demokratikleşme ve dönüş yarattılar. 40 yıl öncesine baktığımızda bir Kürt kadının, bırakın birçok mekanizmalarda yer almasını, kendi ailesinin içerisinde söz hakkı sahibi olması sürecinden bütün dünyaya aday bir modelin öncülüğünü yapan bir kadın mücadelesinden söz ediyoruz. Rojava bu modelin bir örneği.

Bugün TJA’nın da bu kadar hedef alınmasının sebebi tam da bu. Şunu çok biliyorlar; kadınların verdiği özgürlük mücadelesi mutlaka bir dönüşüm yaratır ve o dönüşüm boğulmaya çalışılıyor. Yerel yönetimlerde iki, üç meclis üyesinden başlayan sürecin eşbaşkanlığa dayanması ve toplumda kabul edilmesi için verilen mücadele elbet iktidarın dikkatinden kaçmıyor. Bu nedenle kendi önünde bir engel ve kurumsallaştırmak istediği rejim karşısında güçlü bir bentti. Kadınların özgürlük mücadelesi ve HDP’nin demokrasi mücadelesi olmazsa şu anda faşist bir rejim içerisinde yaşıyor olurduk. Bu ülkede faşizm kurumsallaştırılmadıysa bir nedeni kadınların, Kürtlerin ve HDP’nin yürüttüğü demokrasi mücadelesidir. Bu ülkede bunların hepsi hedef altında. Bunu birleştiren iki kimliğin varlığını göz önünde bulundurduğumuz zaman hedefin ne olduğu anlaşılıyor. Öz savunmasını gerçekleştiren bir kadına 15 yıl hapis cezası verilmesi tesadüf bir durum değil. Kadınlara şunu söylüyorlar; ‘Biz sizi korumayacağız, yoldan geçen biri güçsüz olduğunuz için sizi en vahşi yöntemlerle katledebilir ama ben sizi korumayacağım. Sen her yerde o tehlikeyi hissedeceksin, benim sınırlarım içerisinde kalana kadar.’ Ayşe Gökkan’a verilen 30 yıl ve Çilem Doğan’a verilen 15 yıl. Bunlar birbirinden bağımsız değil. Bu aynı zihniyetin kadınlara reva gördüğü yaşam biçimini kabul etmeyen kadınlara bakış açısı. Çilem Doğan şiddet görmeyi artık kabul etmediği ve böyle bir yaşamın olmayacağını ifade ettiği için, buna zorunlu kaldığı için 15 yıl ceza alıyor. Ayşe Gökkan da bu yaşamı kabul etmediği için aynı yönelimle karşı karşıya kaldı.

Yılın en önemli kadın başlıklarından biri de Deniz Poyraz’ın katledilmesiydi. Yalnızca “kadın katliamı” olarak nitelendirilemeyecek bu siyasi katliam karşısında nasıl bir direniş sergilendi? Siyasi katliam failinin amacı neydi?

Bir genç kadın arkadaşımızın hedef alınması tesadüf değildi. Katilin, parti binamızın içerisinde bulunan kadın arkadaşlarımızın fotoğraflarına ateş açması da tesadüfi değildi. Bu kişinin eğitim aldığı yerin Suriye olması ve o zihniyette yoğrulması da tesadüfi değildi. Toplamında ne hedefliyordu; Türkiye’ye kadınlara, bizlere bir mesajdı. Örgütlenen bu çetelerin, uyuyan hücreleri bu şekilde harekete geçireceklerinin, ‘bir arada mücadele etmeyin’ demenin mesajıydı. Kişinin bireysel çıkışı olmadığını hepimiz biliyoruz. Dosyada çıkan verileri, sahiplenişi ve iktidarın sessizliğini bir araya getirdiğimizde bunun bireysel bir suç olmadığını görürüz. İktidarın en karanlık güçlerini, demokratik yollarla alt edemediği bir güce karşı kullandığı yöntemdi. Bunları İŞİD yöntemleriyle biliyoruz. Parti binalarımıza konulan bombadan, mitingimizin bombalanmasına kadar benzer bir süreç yaratılmaya çalışıldı. Bunun karşısında verilen refleks ve sahiplenme ile bu güce karşı bir cevap verilmiş oldu. 18 Kasım’da İzmir’de olacağız. Bir devlet şiddetinin, bir kadının canına nasıl mal olduğunun en somut örneği Deniz Poyraz. Bütün kadınlarla bir araya gelerek bu saldırıları kabul etmeyeceğimizi haykıracak ve hesabını soracağız.

Her geçen gün artan kadın katliamlarına en önemli zemini sunan cezasızlık politikalarına dair neler söylemek istersiniz?

Organizasyonun tümünü ele alıyorsanız, bu organizasyonun bir parçası da yargı. Türkiye’de yargısıyla, medyasıyla, Meclis ve sarayıyla organizasyonların tümü kadın düşmanı. Yargı da tam olarak böyle bir durumda. Adalet ve kadını bir arada telaffuz edemediğimiz süreçteyiz. Özellikle son süreçlerde cezasızlık politikalarının ne kadar ayyuka çıktığını hep beraber gözlemliyoruz. Bunu da ikiye ayırmak lazım. Birincisi toplam cezasızlık. Kadına karşı suç işleyenler iktidar tarafından cezasızlıkla ödüllendiriliyor. İktidar şunu düşünüyor; ‘Bu kadınları benim mücadeleden uzak tutmam için sadece benim saldırmam yetmez, toplum içerisinde erkekler eliyle de bunu yapabilirim.’ Böyle bir ortam yaratırken, kendi adına neredeyse suç işleyen erkeği yargılama gereği duymuyor. Toplumsal cinsiyet rollerini belirginleştiren, kadın cinayetlerini magazinselleştiren bir medya var karşımızda. Kadın mücadele ediyorsa, kendini savunuyorsa cezalandırılıyor. Kadını savunan bir toplumda herhangi biri varsa cezalandırılıyor ama bu suçu işleyenler ya hiç cezalandırılmıyor ya da duruşundan iyi hal ve tahrik indirimi alarak cezasız kalabiliyor. Bu ülkede bir kadının katledilmesi 30 yıl ceza demek değil, ama bu ülkede kadın mücadelesi yürütmek demek 30 yıl cezayı göze almak demek. Bugüne kadar bir kadını katleden erkeğe 30 yıl ceza vereni duymadık, varsa da bu parmak sayısı kadar az. Çünkü ‘kadın suçludur, akşam dışarı çıkmıştır, reddetmiştir, boşanmak istemiştir, çocuklarını şiddetten korumak istemiştir.’ Yargı böyle bakıyor ve tahrik indirimleri veriyor. Ama kadın mücadele ettiği için 30 yıl ceza alıyor. Ölmediği için 15 yıl ceza alıyor. Çilem Doğan ölse suçlu olacaktı, onu öldüren erkek 15 yıl ceza alacak mıydı? Çilem Doğan ölmemeye direndiği için 15 yıl ceza aldı. Trajikomik bir yargı var karşımızda. İktidar politikalarının da bunu ne kadar beslediği ortada.

"Erkek devlet şiddetine, savaşa, yoksulluğa karşı her yerdeyiz” şiarı ile karşılayacağınız 25 Kasım hazırlıklarınız nasıl ilerliyor? Nasıl bir mesajla 25 Kasım’ı karşılayacaksınız?

Bu yıl bütün kadınlar açısından neredeyse her gün bir 25 Kasım olarak görüldü ve mücadelesini yürüttüğü bir yıl oldu. Kadınların katledilmediği bir gün yoktu. Onlarca kadın tacize uğradı, tüm bunlar her günü bir kadın mücadelesiyle geçirmemiz gerektiğini gösterdi. 14’ünden 25’ine kadar her yerde en güçlü kadın ortaklaşmalarıyla birlikte süreci yürüteceğiz. Bu 25 Kasım’ın, örgütlü mücadelenin daha da geliştirilmesi gereken bir yıl olduğunu düşünüyoruz. Saldırılar hepimize, bütün kadınların kazanımlarına ve kadın özgürlüğüne. Bir uzman çavuşun katlettiği İpek Er ile başka bir biçimde yine devletin özel politikalarından kaynaklı katledilen kadınlar arasında bir fark yok. Devletin bu şiddetini yürütürken kendi geleceğini, iktidarını düşündüğünü görerek bu sürece müdahil olmak gerekir. Savaşın nasıl şiddeti doğurduğunu, cinsiyetçiliğin nasıl örgütlendiğini, savaşın kadın bedeni üzerinde nasıl büyütülerek geliştiğini bilerek buna karşı da her yerde olmalıyız. Savaşa karşı barışı örgütleyebileceğimiz bir yıl olması için mücadele etmeliyiz. Yoksulluğun şiddeti doğurduğunu ve şiddet ortamından uzaklaşmamızın önünde büyük bir engel olduğunu görerek yoksullukla mücadele etmeliyiz.

Bu yıl bütün illerde yürüyüşlerle, etkinliklerle bunu gerçekleştireceğiz. 18’inde İzmir’de 20’sinde Hakkari’de olacağız. Özellikle Kürdistan’da yürütülen özel savaş politikalarına karşı mücadelede olacağız. Tecavüzün bir araç haline getirilmesi, savaşın kadın bedeni üzerinden yürütülmesi, kadının farklı metotlarla örgütlü yaşamdan itilerek geleceksiz bırakılmasına karşı HDP Kadın Meclisi ile birlikte Hakkari’de olacağız. Bütün yönelimlere karşı ortak kadın mücadelesini büyüteceğimize inanıyoruz. 25 Kasım’da kadınlar yine sokakta. Şiddete karşı ‘hayır’ diyerek gelecekleri ve özgürlüklerinin mücadelesini en üst perdede vereceklerine inanıyoruz.

Bundan sonraki mücadele hattınız nasıl ilerleyecek, kadın mücadelesine dair nasıl bir yol haritası çizeceksiniz?

25 Kasım’larda değil, her gün nasıl büyük bir mücadele vereceğimizin tartışmasını yürütüyoruz. İktidar bizi bölmeye ve toplumu göz ardı etmemizi sağlayacak bir takım hamleler, siyasetler yürütmeye çalışıyor. Biz kadınların bütün bunlar karşısında örgütlü, daha güçlü bir kadın dayanışması ve kadın ittifakını, dünya çapında da enternasyonal kadın mücadelesini örmemizin zamanı geldi. Bunun artık kaçınılmaz olduğunu görüyoruz. HDP Kadın Meclisi olarak, örgütlülüğümüzü büyütme, faşist erkek iktidara karşı daha fazla kazanımlarımızı koruyan ve bununla yetinmeyip yeniyi inşa eden, üçüncü yol inşasının bir yürütücüsü olma iddiasıyla önümüzdeki dönemde çalışmalarımıza devam edeceğiz. Umutluyuz, bu faşist iktidarı yeneceğimize ve yerine kadın özgürlükçü, demokratik bir sistem kuracağımıza inanıyoruz. Bu gücümüz var, tecrübemiz var ve tarihsel deneyimlerimiz de var. Kendi geleceğimizi kurabileceğimize inanıyorum.

Röportaj: Dilan Babat-Öznur Değer

18 Kasım 2021