Bu paket,  Anayasa ve Türkiyenin taraf olduğu uluslararası sözleşmelere açıkça aykırıdır

TBMM Genel Kurulu'nda yarın (7 Nisan Salı) görüşülmeye başlanacak olan İnfaz Yasa Teklifine (2/2762 Esas Sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi) ilişkin partimizin muhalefet şerhi: 

TBMM ADALET KOMİSYONU BAŞKANLIĞINA

HALKLARIN DEMOKRATİK PARTİSİ MUHALEFET ŞERHİ

1-GENEL DEĞERLENDİRME:

Görüşülmeleri tamamlanmış olan 2/2762 Esas Sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi uzun yıllardır toplumun beklediği infaz düzenlemelerine dair önemli değişiklikleri içinde barındırmaktadır. Ancak bu önemli değişiklikler evrensel hukuk normlarına ve demokratik kriterlere son derece uzak bir mesafede bulunmaktadır.

Mevcut iktidarın 18 yıllık yargı pratiklerine bakıldığında eskiyi sadece eski olduğu için lağvetmek, yerine ise sadece günü kurtarma amaçlı ve ilerleyen zamanlarda yeni değişikliklere gebe düzenlemeleri getirmek gibi bir yöntem izlediğini görmekteyiz. Bu durum AKP yasalarının genel özelliği olarak kayıtlara geçmektedir. Kuşkusuz Türkiye’nin kısa tarihine bakıldığı zaman Türkiye hiçbir zaman hukuk devleti olmamış, sadece hukuk devletiymiş gibi bir izlenim verecek ölçekte kanun devleti olarak yoluna devam etmiştir. Ancak yine de yasa yapım süreçleri, geniş katılımlı ve hukukçuların, akademisyenlerin ortak çalışmaları ile gerçekleşmiş, evrensel normlara hiçbir zaman ulaşılamamış ise de sürekli değişiklik yapılacak nitelikte amorf düzenlemeler yerine kalıcı düzenlemeler yapılmasına dikkat edilmiştir. Bu ise,  hukuka olan güvenin bir nebze dahi olsa tesisi bakımından dikkate değer olmakla beraber bilhassa ceza yasalarının demokratik olduğuna işaret değildir. Zaten faşist İtalyan ceza yasalarının iktibas edilmiş olması,  niyet ve neticeye dair önemli ipuçları vermektedir. Nitekim bu anlayışın en önemli pratikleri 1990’lı yıllara damgasını vurmuş ve ceza sistemi ile Avrupa Birliği süreci önemli adımlar atılmasını ve demokratikleşmeyi dayatmıştır.

2000’li yılların başında Avrupa Birliğine katılım süreci kapsamında ardı ardına çeşitli uyum yasaları çıkarılmış ve bu girişimler halklarımız tarafından umut ve dikkatle izlenmiştir. 1999’daki Helsinki Zirvesinde Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne aday ülke olarak kabul edilmesi ile uyum yasaları da bu bağlamda gündeme gelmiştir. AKP ile başlayan değil, AKP’nin 2002’de iktidara gelmesinden önce başlamış bir süreçtir bu. Ancak AKP iktidarının yönetime gelmesi ile devam eden bu süreç AKP’nin ülke halklarına demokrasi dağıtıyormuş gibi yapmasına ve kendi söylemlerine bir ivme kazandırmasına yol açmıştır. Ceza yasalarında yapılan değişikliklerin ise bizzat mevcut iktidar dönemine denk gelmesi iktidarın demokrasi adımları olarak algılanmıştır.  Gelgelelim çıkarılan bu yasa paketlerinin sorunlara köklü çözümler getirmekten ziyade, devletin anti demokratik görünümüne yapılan makyajdan başka bir şey olmadığı bir süre sonra anlaşılmıştır.

Zira sonrasında dünyada ve Ortadoğu’da meydana gelen gelişmeler sonucunda başını ABD’nin çekmiş olduğu güvenliği ön planda tutan bir blok oluşturulmuştur. Bu blok dünyada özgürlük ve güvenliğe dair tartışmaları dünya gündemine sokmuş, neticede de “güvenlik” özgürlüklerin önüne geçmiştir. Türkiye ise; 2006 yılında Terörle Mücadele Yasası’nı daha da sert maddeler içeren değişiklikler yapıp ülke gündemine sokarak fiili olarak güvenlikçi blok içerisinde yer aldığını göstermiştir. Elbette bunun öncesinde 2005 yılında Türk Ceza Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu’nda yapılan değişiklikler de mevcut hükümetin hak ve özgürlüklere olan bakış açısını göstermeye muktedirdir. TCK, CMK ve TMK ile oldukça daraltılan hak ve özgürlüklerin daha da daraltılmasını müteakip 2007 yılında PVSK’da da yapılan değişiklik ile 1999 yılında başlayan olumlu tablo tersine dönüvermiştir. Bilindiği üzere TMK tartışmaları başlarken yeni TCK ve CMK ile birlikte suçlunun korunduğu polis ve Jandarmanın yetkilerinin budandığı gibi söylemlerle yeni TCK ve CMK’ nın “Terörle mücadeleyi zaafa uğrattığı” yönünde de kamuoyu oluşturulmuştu.
Ancak yeni TCK’ nın siyasi suçlarda ve örgüt suçlarında cezaları hafiflettiği, CMK’ nın kolluğun ve soruşturma makamının yetkilerini azalttığı görüşü elbette gerçeği yansıtmıyordu. Hatta yeni TCK ve CMK değişiklikleri, infaza dair hükümler, hukuksal durumun daha da ağırlaştığını tecrübelerle göstermiştir. Nitekim halihazırda cezaevleri sadece düşüncesini ifade eden, sosyal medyada asgari muhalif bir söylemi dile getiren gazeteci, siyasetçi, akademisyen, avukat, öğrencilerle doludur. Sebebi ise Terörle Mücadele Kanunu adlı yasa başta olmak üzere, anti demokratik ceza yasalarıdır. Cezaevlerinde yüzlerce hasta tutsak, cezaevlerinin sağlık ve tedavi açısından tehlike arz eden koşullarında adeta ölümü beklemektedirler. Siyasi irade, hala “-mış gibi” yaptığı düzenlemeler ile toplumu oyalamaya devam etmektedir. Üstelik bu oyalama mekanizmasının gündeme geldiği ortam; dünyada eşi görülmemiş pandeminin yarattığı toplumsal izolasyonun had safhada olduğu bir ortamdır. Böylesine önemli düzenlemelerin parlamento gündemine geldiği şu günlerde topluma yaşam için evde kal çağrıları yapılmaktadır. Baroların, sivil toplum kuruluşlarının ve dahi pek çok söz sahibi olacak temsilcinin salgın hastalık nedeniyle komisyon görüşmelerine katılamadığı, görüş bildiremediği bir süreçte önemli bir kanunun görüşülüyor olması başlı başına bu yasal düzenlemeyi batıl kılmaktadır. Çünkü ortak bir iradenin ürünü olmamıştır. Parlamentonun salgın hastalık gibi ağır şartlarda çalışıyor olmasının en önemli yanının toplum sağlığı için katkı sunmak olduğu unutulmuştur. Bizlerin bir infaz düzenlemesinin meclisin onayına sunulmasına yönelik talebi cezaevlerinde toplu ölümlerin gerçekleşmesini önlemek içindir.

Bu yönüyle değerlendirildiğinde, yalnızca Türkiye’yi değil, tüm dünyayı etkisi altına alan küresel bir salgın söz konusu olup kanunlarda tarifi yapılan mücbir sebep durumu ortadadır. Mücbir sebep durumu göz önünde bulundurulmaksızın kapsamlı bir yasa değişikliği yapılmasının son derece manidar olduğunun altını çizmekte fayda vardır. Bahse konu hal; müzayaka halinde halka bu kuralları zorla kabul ettirmekle eşdeğerdir. Türkiye’de de pandemi nedeniyle son derece sıkı önlemler alınmış olup 65 yaş üstü ile 20 yaş altı yurttaşlar için sokağa çıkma yasağı kararı alınmıştır. Yine komisyon toplantı ortamının kalabalık olmaması için irade ve görüş bildirecek olan kurum temsilcilerinin hepsi toplantıya katılamamıştır. Komisyon aşamasına 65 yaş üstü parlamenterler ile katılamayan temsilcilerin varlığı değerlendirilmemiştir. Bu kapsamlı yasa teklifinin toplumun tüm kesimleri tarafından kabul gördüğü hususu müphemdir. Zira ülkede olağanüstü koşullar söz konusu olup bu kanunun görüşülmesi aşaması kadar yasalaşması aşaması da kamuoyu gündemine girmeksizin ve tartışılmaksızın gerçekleşecektir. Hakeza 65 yaş üstü milletvekillerinin genel kurul çalışmalarına katılıp katılmayacağı kesin değildir. Ayrıca ülkede görülen salgın hastalık nedeniyle partilerden katılım son derece sınırlı sayıda olmaktadır. Oy kullanamayacak olan milletvekillerinin varlığı yeterli sayı ile temsil edilemeyen bir parlamento anlamına gelmektedir ve bu halde bir yasanın görüşülmesi Anayasa ve İçtüzük hükümlerine aykırılık teşkil etmektedir. Bu hususun değerlendirilmemiş olması bu yasa teklifini baştan eksik kılmaktadır. Bu şartlar altında gerçekleşen komisyon görüşmelerinin yasal olmadığını altını çizerek Anayasaya aykırılık iddiamızı tekrarla bu kanun tekline katılmamızın mümkün olmadığını ifade ediyoruz.

Diğer yandan Dünya Sağlık Örgütü tarafından ilan edilen pandemi ile ülkeler bazında çok çeşitli önlemler alınmış ve İtalya ile İran cezaevlerini suç ayrımı yapmaksızın tahliye etmiştir. Türkiye’de ise Adalet Bakanlığınca cezaevlerinde henüz Covid-19 vakasına rastlanmadığı belirtilmiş ve “Ateş ölçer, maske, eldiven tedarik edilmiş durumdadır. Tüm taraflar dinlenerek teknik çalışmalar yapıldı. Hükümlü ve tutuklular devlete emanet, onların sağlığı için her türlü titizlik gösteriliyor.” şeklinde açıklama ile yetinilmiştir. Hakeza salgının ülkede ortaya çıkmasının ardından ziyaretçi yasağı da cezaevlerinde alınan önlemler arasında olmuştur. Fakat salgının dışarıdan gelebilmesi ihtimali göz ardı edilmiş, cezaevine dışarıdan virüs taşıyacak olanların yalnızca ziyaretçiler değil cezaevi çalışanlarının olma ihtimali değerlendirilmemişti. Sonra cezaevlerinin tahliye edilmesine dönük toplumdan gelen yoğun tazyik üzerine cezaevi görevlilerinin kurum dışına çıkarılmaması gündeme getirilmiştir. Ancak bu noktada da virüsün cezaevlerine çoktan yayılmış olduğu gibi son derece vurucu bir ayrıntı göz ardı edilmiştir. Oysa göz ardı edilen bu ayrıntı, son derece ölümcül bir neticeyi beraberinde getirmektedir. Halihazırda milyonlarca yurttaş alınan önlemler kapsamında bir nevi ev hapsindeyken, ülke dışına çıkışlar durdurulmuş hatta il dışına çıkışlar da zaruri hallerde izin şartına bağlanmışken kaçma şüphesi bulunmayan mahpusların tahliyelerine olanak sağlanmaması izaha muhtaçtır.

Kaldı ki cezaevlerinde yüzlerce ağır hasta mahpus olup bağışıklık sistemleri olası Covid-19 virüsünü tolere edecek durumda değildir. Keza cezaevlerindeki hijyen koşullarının yetersizliği, koğuşların kalabalıklığı, beslenme imkanlarının sınırlı oluşu mevcut salgın hastalık bakımından cezaevinde kalanlar açısından tehlike oluşturmaktadır. İvedi bir çözüm üretilmez ise telafi edilemeyecek zararların meydana gelmesi an meselesidir. Mevcut salgının yayılma algoritması ve etkisi nazara alındığında cezaevinde kalanlar kadar aileleri de derin bir endişe içerisindedir. Acilen bir önlem alınmaz ve tahliyeler sağlanmazsa toplumda umulmadık yeni yaralar açılacak ve cezaevindeki mahpuslar, kaldırıldığı düşünülen idam cezasının birer öznesi olacaklardır.

Diğer yandan 2020 verilerine göre; 355 hapishanede toplam 282 bin 703 mahpus ile cezaevlerindeki doluluk oranı, Türkiye tarihinde hiç olmadığı bir seviyededir. Koğuşlarda kalan kişi sayısı kapasitenin oldukça üstünde seyrederken olağan hapishane koşullarında bile yetersiz beslenme, ısıtılmayan ve havalandırılmayan koğuşlar, gün ışığından faydalanamama, yeterli hekim ve sağlık personelinin bulunmaması, muayene ve sevk sürelerindeki uzunluk, hijyen ürünlerinin parayla satılması, temiz ve sıcak suya erişememe, düzenli ve etkin bir sağlık hizmetinden faydalanamama sebebiyle hastalık üreten bir konumda olan cezaevleri salgın hastalıklar bakımından son derece riskli alanlardır. Bu durumun dikkatlerden kaçması gibi bir ihtimal yoktur. Esas olan devletin yaşatma ödevidir. Mahpuslar cezaevlerinde devletin birincil sorumluluk alanı içerisindedir.  Dolayısıyla iktidarın cezaevinde kalanlar için bilinçli bir politika yürüttüğünü ifade etmek yanlış olmayacaktır.

Ceza kanunlarında değişiklik öngören geniş kapsamlı bir kanunun yapılması yerine hükümlü ve tutukluların adli kontrol, denetimli serbestlik ve benzeri seçenek yaptırımlarla derhal salıverilmesi sağlanmalı; kalıcı düzenlemelerin yapılması için uygun koşullar beklenerek ortak mutabakat oluşturulmalıdır. Bu konuda baroların, sivil toplum örgütlerinin ve partilerin ortak görüşü ile bir metin hazırlanmalı ve mevcut yasaların eksiklik ve hataları düzeltilmelidir. Aksi halde yapılan düzenlemeler sadece belirli bir kesimin cezaevinden çıkmasına olanak sağlayacak olup eşitlik ilkesine açık aykırılık teşkil edecektir.  Bu aşamada, söz konusu kanun teklifinin, yaşam hakkı bağlamında sadece bir kesimin korunduğu, bir başka kesimin ise yaşam hakkının açıkça ihlal edildiğinin bir ifadesi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Hatta bu durum halkın bir kesiminin diğerine nazaran ayrıcalıklı tutulduğunun da açık bir izahıdır.  

2-ANAYASAYA AYKIRILIK:

Anayasa’nın 10. Maddesinde “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir,” ifadesi yer almaktadır. Bu maddeyle düzenlenen “kanun önünde eşitlik” ilkesi, ceza adaletinin sağlanması ve ceza hukuku çerçevesinde özgürlüğü kısıtlanan herkesin eşit işleme tabi tutulması anlamlarını da içermektedir.

Bu nedenle cezaevinde bulunan bir kısım hükümlü için özel düzenlemeler içeren işbu yasa teklifi bir nevi özel af niteliği taşımaktadır. Parlamentonun ise bu sadece bir kısım mahkûmlar için geçerli kılınacak ve bundan sonraki dönemde de kalıcı hale gelecek af tasarısına onay vermesi beklenmektedir. Belirli suç tipleri için hükmedilecek olan cezanın yalnızca %40 kadarının cezaevinde geçirilecek olması bir nevi cezasızlık politikasının uygulanmaya konmasıdır. Cezaevlerinde önemli ölçüde azalmayı da sağlayacak olan bu yöntemin hukuka ve Anayasaya uygunluğu tartışmalıdır.

Bu kanun teklifi anayasanın eşitlik ilkesine aykırı olduğu ve suç tiplerine göre ayrım içeren bir düzenleme olduğu için Anayasaya aykırıdır. Yasa tasarısında tutuklu ve hükümlülerin ayrımının net bir şekilde yapılmamış olması tasarının daha ziyade hükümlülere dair bir düzenleme olduğuna işaret etmektedir. Bu durumun ise halihazırda tutuklu bulunanların mağduriyetlerini gidermeyeceği aşikardır. Mahkemeler son dönemde tutukluğunun istisna halini ıskalamakta ve keyfi tutuklama kararlarına rahatlıkla imza atabilmektedirler. Üstelik Anayasa Mahkemesinin açık kararına rağmen uzun tutukluluk sorunsalı hala çözülebilmiş değildir. Pek çok tutuklu iddianameleri dahi hazırlanmaksızın uzun sürelerce cezaevinde ne ile suçlandıklarını dahi bilmeksizin cezaevinde kalmakta ve ağır hak ihlallerinin öznesi olmaktadırlar. Yine günümüzde neredeyse herkesin sosyal medya paylaşımlarının cumhurbaşkanına hakaret suçu teşkil ettiği savı ile cezaevinde olduğu olağanüstü bir dönemden geçmekteyiz. Diğer ülkelerde böyle bir suç tipi dahi olmamasına, hatta mevcut cumhurbaşkanı döneminden önce pek de başvurulmayan bu suç türü, bugün herkesimden yurttaşın cezaevine girme nedenine dönüşmüştür. İşin daha da vahim tarafı, bu suç türüne kanunca öngörülen hapis cezasının üst sınırından daha fazla sürelerle insanlar cezaevinde tutuklu olarak kalmaktadırlar. Yargılama neticesinde beraat eden kimselerin maruz kaldığı mağduriyetler ise kuşkusuz telafi edilemeyecek düzeydedir.

Az evvel de belirttiğimiz üzere suç türlerine göre indirim oranlarının belirlenmiş olması açıkça bir kısım mahkûmların bir diğerine nazaran kayrıldığı izlenimini vermektedir. Kanun teklifinde her zaman, her yerde ve herkes için suç oluşturan yağma, hırsızlık, kasten yaralama gibi suçlar ile örgüt kurmak ve yönetme suçunun infazına indirim getirilirken; şiddet unsuru olmayan veya düşünce özgürlüğü ihlali niteliğindeki TMK kapsamındaki suçlar kapsam dışı bırakılmaktadır. Yasa yapma tekniği açısından 3713 Sayılı TMK kapsamına giren suçlar açısından tamamı denmek suretiyle mevcut kanun teklifinin dışında tutmak açık bir eşitsizlik halidir. Terör tanımının oldukça geniş tutularak düşünceyi ifade hallerinin hepsinin terör suçu kapsamında değerlendiriliyor olması bakımından da söz konusu infaz rejimi, açık ve ağır bir insan hakkı ihlalidir. Bu Kanun Teklifi bu haliyle Anayasa’ya tam aykırılık halini göstermektedir. Yine dikkatlerden kaçan bir diğer husus da indirim öngörülen suç tipleri içerisinde de eşitsizlik söz konusudur. Örneğin kasten öldürme suçundan hükümlü bulunan ve süreli hapis cezasına çarptırılan mahkum açısından 2/3 oranının uygulanması öngörülmekteyken; kasten öldürme suçundan müebbet hapis cezasına çarptırılan mahkum için ¾ oranı sabit tutulmaktadır. Aynı suç türü açısından dahi aynı oranın uygulanmayacak olması anayasaya ve kanun yapma tekniğine aykırıdır.

Modern ceza infaz rejimleri, suç işlediğine hükmedilen kişilerin yeniden toplum yaşamına katılması ve rehabilite edilmesini bir hedef olarak belirlemiştir. TMK’nın infaz koşullarına getirdiği istisnalar ise hem bu hedeflerin benimsenmediğini göstermekte hem de siyasi mahkumların adli mahkumlara göre oldukça ağır infaz koşullarına maruz kalmasına sebep olmaktadır. Uzun süreli mahkumiyetin Anayasa, yasalar, AİHS, BM Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nde yer alan “kişi onuru”nu zedeleyen bir uygulama olduğu bugün pek çok insan hakları hukukçusu tarafından dile getirilmektedir. Kişiyi umutsuz bırakmak, hayatının sonuna kadar sürebilecek ölçüde uzun bir cezaya mahkûm etmek, toplum yaşantısından tamamen tecrit edilmiş olarak yaşamak zorunda bırakmanın işkence ve kötü muamele bağlamında bir hak ihlali olduğu tespiti de hukukçular tarafından paylaşılmaktadır. İnfaz sisteminin güvenlik kaygısı ekseninde şekillendiği bir ortamda, bireyin iyileşmesi geri plana atılmakta ve mahkûm kişinin bütün hakları elinden alınabilirmiş gibi davranılmaktadır.

Anayasa Mahkemesi’nin 1991/34 sayılı kararında da cezanın çektirilmesi, işlenen suçun türüne bağlı olmaksızın, hükümlünün topluma uyum sağlamasını ve topluma yeniden kazandırılmasını amaçlar, şeklinde değerlendirilmiştir. Yine aynı kararda; hükümlünün topluma uyum sağlamasını ve topluma yeniden kazandırılmasıamacının gerçekleştirilebilmesi, “suça bağlı kalmadan ayrı bir programın uygulanmasını gerektirir. Tüm çabalar, suçlunun uyumsuzluğuna neden olan psikolojik, çevresel sosyal ve kişisel etkenlerin belirli bir infaz programı içinde giderilerek, suça yeniden yönelmesini önlemektir. Bu program, suça göre değil, suçlunun infaz süresince gösterdiği davranışlarına ve gözlenen iyi durumuna göre düzenlenecektir. Bu da infazın, mahkûmların işledikleri suçlara göre bir ayırıma gidilmeden, aynı esaslara ve belirli bir programa göre yapılmasını ve sonuçlarının gözlenmesini gerektirir. Aynı miktar cezayı alan iki hükümlüden birinin, sırf suçunun türü nedeniyle daha uzun süre ceza çektikten sonra şartla salıverilmesi, cezaların farklı çektirilmesi sonucunu doğurur ve bu iki mahkûm arasında eşitsizliğe neden olur…Şartla salıvermede çağdaş eğilim, özgürlüğü bağlayıcı cezanın yasalarda belirlenecek alt sınırının infaz kurumunda geçirilmesi koşuluyla, suçlunun kişiliğindeki gelişmeleri gözleyerek uygun zamanın belirlenmesi yönündedir. Bu yöntemde işlenen suçun, şartla salıverme açısından belirleyici bir niteliği yoktur. Böylece, infaz yönünden eşit ve aynı durumda bulunan mahkûmlar arasında şartlı salıverme bakımından ayrı uygulama, Anayasa'nın 10. maddesinde öngörülen "yasa önünde eşitlik" ilkesine uygun düşmemekte ve bu ayrılığın haklı bir nedeni de bulunmamaktadır.” biçiminde ifade edilmiştir. Mevcut yasalar eliyle bazı suçlar bakımından infaz süresinin artırılmış olması ise ilgili karardaSuç türünden, suçlunun kişiliğinden ayrı, tümüyle uygulama-yararlanma eşitliği kapsamına giren "indirim" de aykırılık ve ayırımı getirmek, yasakoyucunun kesinleşmiş hükümden önceki evreye dönük suça ve suçluya göre uygulama Öngörmesi ‘şartla salıverme’ kavramının hukuksal niteliği ile çelişir.” şeklinde ifadesini bulmuştur.

İzah etmiş olduğumuz hususlar bağlamında bu yasa teklifi hem şekil hem de içeriği bakımından Anayasaya aykırılık teşkil etmektedir.

3-ESASA İLİŞKİN DEĞERLENDİRME:

2/2762 Esas Sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi ile Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun, İnfaz Hâkimliği Kanunu ve Türk Ceza Kanunu ile Ceza Muhakemesi Kanunu başta olmak üzere toplam 11 farklı kanunda değişiklik yapılmaktadır.

Yapılan değişikliklerin ise toplum nazarında etki edecek olan en önemli boyutu bazı suç türlerinde yapılan önemli orandaki indirimlerdir. Öyle ki bazı suç türleri için %40 oranlarına varan indirimler; çok sayıda mahkumun serbest kalmasını sağlayacak olması bakımından bir nevi af kapsamındadır. Şu anda cezaevi doluluk oranı ülke tarihinin en önemli oranlarında seyretmekte olup iktidar, Covid-19 salgınını fırsat bilerek cezaevlerini özünde af niteliği taşıyan bu kanun teklifi ile boşaltma amacını gütmektedir. Nitekim teklifin kamuoyuna il açıklandığı anda da açık cezaevleri içinde olmak üzere toplamda 90 bin kişinin cezaevlerinden tahliye edilmelerinin sağlanacağı ilan edilmiştir. Bu ilanın, bir af ilanı olduğu şüphe götürmemektedir. Ancak iktidar adına af demeksizin bu düzenlemeyi gündeme getirmiş bulunmaktadır.

Üstelik daha da vahimi, bu yasal düzenlemenin ilk ayrıntıları kamuoyuna yansıdığı ve partiler görüştüğü sıralarda 26 Mart Pazar günü cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile bu kanun hakkında fikir verici ve bu kanunun kapsamını belirleme anlamında ön alıcı bir yöntem devreye girmiş; Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Tüzük yürürlükten kaldırılarak buna dair 142 maddelik bir yönetmelik yayınlanmıştır. Yani usul tersinden işletilmiş, yasası çıkmadan yönetmeliği yayınlanmış ve yasal düzenleme de bu yönetmelik kaidesine oturtulmuştur. Yönetmelikte ise en can alıcı düzenlemeler henüz hayata geçmemi olan koşullu salıverilmeye dair hükümler kapsamında gerçekleştirilmiştir. Bu durum kanun yapma tekniğine aykırı olup aynı zamanda yapılacak olan kanun hükümlerini sınırlandırıcı bir yöntemdir. Hala meşruluğu tartışma konusu edilen 16 Nisan referandumu ile gerçekleşen yeni anayasa cumhurbaşkanına sınırsız yetkiler sunmakla beraber yasa yapma yetkisi sunmamaktadır. Fakat cumhurbaşkanlığı yayınladığı yönetmelikle parlamentonun yasa yapma yetkisine ket vurmuş, onu baskılamıştır. Görüşülmekte olan bu yasa teklifi çerçevesini cumhurbaşkanın çizmiş olduğu yönetmelik üzerine oluşturulmuştur. Bu nedenle bu yasa teklifinin kabulü ve genel kurul gündemine getirilmesi kabul edilemezdir.

Yasa teklifi ile önerilen maddeleri değerlendirecek olur isek;

İnfaz hâkimliğinin görevlerine ilişkin değişiklik öngören ilk dört madde de infaz hâkimliğinin görev tanımı değiştirilerek yetkileri artırılmaktadır. Hükümlülerin koşullu salıverme, denetimli serbestlik, açık ceza infaz kurumuna geçişi, disiplin cezalarına itiraz vb birçok hususta karar alma, onay ve itiraz süreçlerinin İnfaz Hâkimliği eliyle yürütüleceğine dair düzenleme yapılmış olup bu noktada mevcut iktidarın yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı noktasındaki pratikleri açısından bir değerlendirme yapmak yerinde olacaktır. Nitekim yetki ve görev alanları genişletilen İnfaz Hakimliklerinin doğrudan iktidarın nüfuz alanına gireceği ve kararlarını bu doğrultuda alacağı dikkatlerden kaçmamalıdır. 15 Temmuz sonrası binlerce hakimin görevden ihraç edilmesi, verdikleri kararlara göre hakim ve savcıların tenzili rütbeye maruz kalması gibi bir ülke gerçekliğinde infaz hakimlerinin de iktidarın yörüngesine göre kararlar alması kaçınılmaz olacağından ortaya hakkaniyetli kararların çıkmayacağı hususu unutulmamalıdır.

Yine Devlet Güvenlik Mahkemeleri, Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri ve sonrasında mevcut ihtisas mahkemesi olarak görevlendirilen Ağır Ceza Mahkemelerinin heyetlerinin doğrudan Adalet Bakanlığına bağlı HSK tarafından oluşturulması, iktidarın hoşuna gitmeyen karar veren heyetlerin anında dağıtılması, doğrudan atama şeklindeki HSK uygulamaları göz önüne alındığında genişletişmiş yetkiye sahip olacak İnfaz Hâkimliklerine yapılacak atamalar da iktidarın günlük siyasetine göre değişecek, cezaevlerindeki mevcut baskı yöntemi infaz hâkimlikleri üzerinden devam ettirilecektir.

İnfaz Hakimliği Kanununda yapılan değişikliler, kanun teklifinde öngörülen diğer değişikliklerle bir arada değerlendirildiğinde de koşullu salıverilme, açık ceza infaz kurumuna geçiş, denetimli serbestlik ve benzeri haklardan yararlanmak için “İYİ HAL”li olma koşulunda son karar merciinin İnfaz Hakimliği olmasını düzenlemektedir. İyi hal değerlendirmelerinin kapsamı da yine bu kanun teklifi ile gündeme gelmiş olup, hükümlünün cezaevi dışındaki davranışları da iyi hal koşullarına dahil tutulmaktadır. Bunun anlamı ise cezaevi dışında kelepçeli muayene uygulamasına karşı çıkma, çıplak arama uygulamasına yahut özel alanların izlenmesine tepki gösterme, duruşma esnasında savunma hakkını kullanırken kullandığı sözler ve benzeri durumların hepsi iyi hal kapsamında gireceğinden infaz hakimlerinin siyasi hükümlüler açısından vereceği kararları olumsuz etkileyeceği dikkatlerden kaçmamalıdır.  

Bahse konu kanun teklifi ile İnfaz Kurumu İdare Gözlem Kurulu’nun yetkileri de genişletilmektedir. Yeni düzenlemeyle özellikle örgütlü suçlarda Savcılık tarafından başkanlık edilecek Kurula Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı ile Sağlık Bakanlığı’ndan bir temsilcinin de katılması ön görülmüştür. Bu noktada bu kurulun daha etkin ve demokratik bir çerçevede oluşturulması açısında Barolardan ve İnsan Hakları Örgütlerinden temsilcilerin de dahil edilmemiş olması ilgili hükmün eksikliğidir ve buna dair bir düzenleme yapılmaksızın komisyondan geçirilmiş olması hakkaniyete ve eşitliğe aykırıdır. 

Bu noktada hâlihazırda pek çok hükümlünün tahliyesini imkansız kılan disiplin cezalarına değinmekte fayda vardır. Cezaevlerindeki son dönem sorun teşkil eden uygulamalardan birisi de kamuoyunda infaz yakma olarak tabir edilen ve hükümlüye verilen disiplin cezası yöntemleriyle infazlarını tamamlayanların cezaevinden çıkmalarını engelleyen hak ihlalidir. Bilhassa 2006 yılından itibaren yaygın bir şekilde uygulanan bu yöntem son yıllarda ciddi bir artış göstermiş olup “umut hakkı” bağlamında da kişinin bir ömür cezaevinde kalmasına dönük bir infaz yöntemi olarak ortaya çıkmaktadır. Oysa infazın amacı bireyi toplumdan büsbütün ayrıştırmak değil, koşullu salıverme yöntemiyle yeniden toplumla bağlarını kurmaktır.

Hapishane kurallarına uymadığı için tutuklu ve hükümlülere verilebilecek disiplin cezaları; kınama, etkinlik yasağı, haberleşme yasağı, ziyaretçi yasağı ve hücre cezası şeklindedir. Bilhassa keyfi bir uygulamaya dönüşen disiplin cezalarının sonuçları oldukça ağırdır. Mahpusun ihlal ettiği yasaklara göre, 1 ila 10 gün; ihlal ettiği diğer daha ağır yasaklara göre 11 ila 20 gün hücre cezası verilebilir. Bu cezaların iyi hal süresi oldukça uzun olup 1-10 hücre cezasının iyi hali 6 ay; 11-20 gün hücre cezasının iyi hali 1 yıldır. Bu cezaları alan mahpuslar iyi hal şartını doldurmadıkça tahliye olamamaktadır. Disiplin cezasını üst üste alan mahpuslar için ise durum daha da kritik bir hal almakta ve TMK’nin 17 inci maddesiyle bir araya geldiğinde bazı mahpuslar açısından ayrımcı bir uygulama söz konusu olmaktadır.

TMK’nın infaz koşullarına getirdiği istisnalar ise hem bu hedeflerin benimsenmediğini göstermekte, hem de siyasi mahkûmların adli mahkûmlara göre oldukça ağır infaz koşullarına maruz kalmasına sebep olmaktadır. Uzun süreli mahkûmiyetin Anayasa, yasalar, AİHS, BM Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nde yer alan “kişi onuru”nu zedeleyen bir uygulama olduğu bugün pek çok insan hakları hukukçusu tarafından dile getirilmektedir. Kişiyi umutsuz bırakmak, hayatının sonuna kadar sürebilecek ölçüde uzun bir cezaya mahkûm etmek, toplum yaşantısından tamamen tecrit edilmiş olarak yaşamak zorunda bırakmanın işkence ve kötü muamele bağlamında bir hak ihlali olduğu tespiti de hukukçular tarafından paylaşılmaktadır. İnfaz sisteminin güvenlik kaygısı ekseninde şekillendiği bir ortamda, bireyin iyileşmesi geri plana atılmakta ve mahkûm kişinin bütün hakları elinden alınabilirmiş gibi davranılmaktadır. Bu hususlar doğrultusunda modern hukukta yeri olmayan, insan haklarına ve Anayasa başta olmak üzere uluslararası sözleşmelere aykırı olan ve infaz yakma olarak tabir edilen ve hükümlülerin pek çoğunun ömür boyu cezaevinde kalmasına dönük düzenlemelerin yasal mevzuattan çıkarılması gereklilik arz etmektedir. Ancak bu kanun teklifinde ceza içinde ceza olarak ifadesini bulan disiplin cezalarının kaldırılmasına yönelik bir tutum sergilenmemiş olması son derece manidardır. Böylesi hukuka aykırı hükümler lağvedilmeksizin yapılacak olan infaz düzenlemelerinin anayasaya ve insan haklarına aykırılığı tartışmasızdır.

Kanun teklifinin 6'ıncı maddesiyle öngörülen değişiklik ile; İnfaz Hakimliği kararlarına Ağır Ceza Mahkemelerine itiraz yolu açılmaktadır.  Ancak Ağır Ceza Mahkemelerinin iş yükleri ve mevcut pratikleri göz önüne alındığında infaz hukuku gibi daha spesifik bir alanda verdikleri ve verecekleri kararların hukuki denetim ve etkili yargı yollarını kullanma hakkını etkisizleştireceği hususu göz ardı edilmiştir. Bu nedenle İnfaz Hakimliği’nin bütün kararlarına kaşı istinaf ve temyiz yolunun açılması gerekmektedir. Bölge Adliye Mahkemeleri ve Yargıtay üzerinde de iktidarın tam anlamıyla hakimiyeti söz konusuysa da en azından uygulama birliği açısından yerellerin keyfiyetinin bir nebze de önüne geçilmesi mümkün olabilecek ve içtihat birliği sağlanabilecektir.  7'inci maddeye ilişkin olarak ise; istisnai olan ve İnfaz Hakimliği ile Ağır Ceza Mahkemeleri’nin verdiği keyfi kararların önüne geçilmesini kısmi de olsa sağlayan kanun yararına bozma yolunun kapatılmasının kabul edilemez olduğunu ifade etmeliyiz.

13'üncü maddede ise TCK-220 inci maddeye dair ceza artırımı öngörülmekte ise de bu maddenin genel olarak düşünceyi ifade hürriyetine dair önemli bir engel teşkil ettiği hususu atlanmıştır. İlk bakışta Organize Suç Örgütü üyelerine dönük bir düzenleme gibi görünüyor ancak uygulamada 220/6 yollamasıyla 314. Maddeden ceza verilmektedir. Dolayısıyla 220/1. ve 2.   Fıkralara da yapılan arttırım, 220/6 yollamasıyla 314. Maddeden verilen cezaları da arttıracaktır. Bu nedenle şayet 220 inci maddede bir değişiklik öngörülmekteyse öncelikle benzer bir düzenleme olan TCK-314 üncü maddesi yürürlükten kaldırılmalı, 220 inci maddenin de herkesi “örgüt üyesi” olarak değerlendiren ve herkesin cezalandırılmasına olanak tanıyan düzenlemeleri lağvedilmelidir.

15’inci maddede ceza muhakemesine dair 109 uncu maddenin lağvedilen 4 üncü fıkrası hasta tutuklular için yeni bir düzenleme önermektedir. Öncelikle hasta tutuklu ve hükümlülerin öncelikle “hasta” oldukları unutulmamalıdır. Mahpus sözcüğü, TDK’de yer alan tanımıyla hem hükümlü hem de tutuklular için kullanılmaktadır. Bu nedenle 5375 Sayılı yasanın 16 ıncı maddesiyle senkronize düzenleme yapılmalı ve hasta olan mahpusların tedavilerinin sağlanması yahut ölümcül durumda iseler son anlarını yakınları ile birlikte geçirme haklarının sağlanması elzemdir. Yapılacak olan değişiklikler bu çerçevede yapılmalıdır.  İnfazın ertelenmesi hakkının temel dayanağını oluşturan sağlık raporu Adli Tıp Kurumu tekelinden çıkarılmalı ve rapor için uygulanan prosedürler en aza indirgenerek, süreç hızlandırılmalıdır. İHD verilerine göre son 17 yılda 3.500, sadece 2019 yılında ise 50 hasta mahpus hapishanelerde yaşamını yitirmiştir. Türkiye’nin de imzacılarından olduğu birçok uluslararası sözleşmeyi ve evrensel hukuk kurallarını ihlal eden bu yasa ve uygulamadan en kısa sürede vazgeçilmelidir. Birleşmiş Milletler resmi belgesi olan ve üye ülkelerince kabul edilen İstanbul Protokolü gereği tutuklu veya hükümlü konumunda olsa da her hasta kendi doktorunu seçme ve raporlarının bağımsız bilirkişilerce hazırlanmasını isteme hakkına sahiptir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de birçok kararında Türkiye’yi bu konuda mahkûm etmiştir. Örneğin detaylı bir şekilde izah edilen durumlardan ötürü yaşamını yitiren Gülay Çetin hakkında verdiği kararda AİHM: “Günlerinin sayılı olduğunun ortaya çıktığı bu andan itibaren, başvuranın cezasının infaz edilmesinin ne ölçüde onun hayatını tehlikeye attığını veya atıp atmadığını bilmenin bir önemi kalmamıştır. Gerçekten de artık ne kadar zaman daha tutuklu kalabileceğinin mümkün olup olmadığını değerlendirmeye yer yoktur: toplumun korunmasına ilişkin kurallar bakımından artık [bu tutukluluk] gerekçelendirilememektedir ve bu bağlamda, yetkili makamların her türlü özensizliği, başvuranı ilerleyen hastalığının zorunlu olarak sebep olduğu kaçınılmaz sona doğru giderken ailesinin desteğinden yoksun olarak ve onurunu korumaya imkân tanımayacak şekilde tek başına bırakma anlamına gelmektedir.” Ve “..Mahkeme, Hükümetin açıklama ihtiyacı bile duymadığı bu gereksiz laf kalabalığı ve savsaklama karşısında ve hatta, son derece üzüntü verici şekilde, [başvuranın durumu hakkında] belirleyici olan söz konusu raporun ilgili Cumhuriyet savcısına tebliği edilmemesi ve 15 Haziran 2011 tarihinde düzenlenmesinden bir hafta sonra, sadece Adalet Bakanlığının resmi sitesi olan [UYAP]’a yüklenmekle yetinilmesi ve söz konusu raporun savcılık tarafından başvuranın vefatından altı gün sonra tebliğ alınması konusunda bir gerekçe ortaya koymaması olgusu karşısında, ancak ciddi bir endişe duyduğunu ifade edebilecektir. Bütün bunlar, somut olayda söz konusu usul kurallarının insani gerekçelerden daha çok formaliteler ön plana çıkarılarak uygulamaya konulduğunu ve böylece ölüm döşeğinde olan başvuranın son günlerini huzur içinde yaşamasını engellediğini göstermektedir.” ifadeleriyle bu konudaki tutumunu net olarak ortaya koymaktadır. Sonuç olarak; hasta mahpusların, uygun koşullarda tedavi edilebilmeleri için infazlarına ara verilmesi durumu, en temel haklarından olan, sağlık ve yaşam hakkının gereğidir.

18'inci maddede yapılan değişiklik ile doğrudan açık ceza infaz kurumunda cezasını infaz edecek olanlar bazı suç tipleri ile sınırlandırılmıştır. İkinci fıkraya göre; terör suçları, örgüt kurmak, yönetmek veya örgüte üye olmak suçları ile örgüt faaliyeti kapsamında işlenen suçlar ve cinsel dokunulmazlığa karşı işlenen suçlardan mahkûm olanlar ile ikinci defa mükerrir olanlar ve koşullu salıverilme kararının geri alınması nedeniyle cezası aynen infaz edilenler hariç olanlar mevcut düzenlemeden faydalanacaktır. Mevcut durumda tasarının yasalaşması durumunda örneğin “Örgüt Propagandası” suçunu işlediğinden bahisle 10 ay hapis cezası ile cezalandırılan yurttaşlar cezaları 3 yılın altında olmasına rağmen doğrudan açık ceza infaz kurumunda cezaları infaz ettirilmeyecektir. Eşitlik ilkesine ve ayrımcılık yasağına aykırılık söz konusu olup düzenlemenin bu şekliyle kabulü mümkün değildir.

fıkrada açık cezaevine geçmek için idare ve gözlem kurulunun iyi halli olduğuna dair raporu gerekmektedir. İdare ve gözlem kurulu bu kararı verirken objektif olmaktan uzak keyfi kararlar verebilecektir. Zira ceza infaz kurumlarında özellikle TMK ve bağlantılı suçlar nedeniyle cezaları infaz edilen hükümlülerden, pişman olup olmadıkları sorulacak, cezaevinde hükümlülerin birlikte düzenlemiş oldukları etkinliklere katıldıkları ileri sürülerek olumsuz rapor düzenlenebilecek ve bu şekilde hükümlülerin açık ceza infaz kurumuna geçmeleri engellenebilecektir.

Madde metninde yapılan değişiklik ile TMK kapsamında işlenen suçlar ile 10 yıl ve daha fazla hapis cezasına mahkûm olanlar ile kasten öldürme suçları, cinsel dokunulmazlığa karşı işlenen suçlar ve uyuşturucu veya uyarıcı madde imal ve ticareti suçlarından mahkûm olanların açık ceza infaz kurumuna geçmesi, denetimli serbestlik yasasından faydalanmaları ve koşullu salıverilmeleri gözlem ve idare kurulunun olumlu raporuna bağlanmıştır. İdare ve gözlem kurullarına verilen bu yetki ile hükümlülerin açık ceza infaz kurumuna geçmeleri subjektif nedenlerle engellenebilecektir. Suç tipine göre kategorize edilen bir kısım hükümlülerin diğer hükümlülerde olduğu gibi doğrudan değil de bu şekilde açık ceza infaz kurumlarına gönderilmelerinin idare ve gözlem kurulu raporunun olumlu olmasına bağlanması eşitlik ilkesine açıkça aykırılık teşkil etmektedir. Zira bağımsız gözlemcilerin olmadığı bu kurullarda,  verilecek kararların hakkaniyete uygun olmayacağı aşikârdır. Ayrıca rapor hazırlayacak kurul üyelerine huzur hakkı verilerek idareye bağımlı hale getirilen üyelerin objektif karar vermeleri imkânsız hale getirilmiştir.

Kişilerin işledikleri kabul edilen suçlara ilişkin Ceza Kanununda öngörülen cezalandırma sonrası, ayrıca tüm mahkûmlara tanınan bir hakkın bir kısım suçlardan mahkûm olanlara tanınmaması, infaz kanunu aracılığıyla ikince kez cezalandırılmaları sonucunu doğurur ki bu durum Anayasa’nın 10 maddesine ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 14. Maddesine açıkça aykırıdır.

5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun 14. Maddesinin 3. Fıkrasında yapılan düzenleme ile atıf yapılan 89. Maddenin de atıf yaptığı 107. Maddenin, 4. ve 16. Fıkralarının, infazda eşitlik ilkesi gereği kaldırılması gerekmektedir.

Yine 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun 14. Maddesinin 4. fıkra infazda eşitlik ilkesine aykırı olması nedeniyle kaldırılmalıdır. Yasada aranan şartları yerine getiren mahpusların salıverilmesine, yürütmeye bağlı olan idare ve gözlem heyetinin karar verecek olması, sübjektif ve keyfi kararların gelişmesine yol açmaktadır.

5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun 14. Maddesinin 5. Fıkrasının b bendi deinfazda eşitlik ilkesine aykırı olması nedeniyle kaldırılmalıdır. Yasada aranan şartları yerine getiren mahpusların salıverilmesine, yürütmeye bağlı olan idare ve gözlem heyetinin karar verecek olması, sübjektif ve keyfi kararların gelişmesine yol açmaktadır.

19'uncu maddede yapılan değişiklik içeriği itibariyle gerçek bir çözüm önermemektedir. Hasta mahpusların, uygun koşullarda tedavi edilebilmeleri için infazlarına ara verilmesi durumu, en temel haklarından olan, sağlık ve yaşam hakkının gereğidir. Bu sorunu kamu güvenliğine indirgenmesi, uzun ve eziyetli bir sürece tabi olması ve raporun tek kurumun kararına bağlanması, bu hakların açıkça ihlali anlamına gelir. Yine, kamu güvenliği için ağır ve somut tehlike oluşturmama şartının da uygulamada keyfiliğe yola açtığı bilinmektedir. Bir diğer mesele de cezaevinde anneleriyle birlikte kalmak zorunda olan çocukların yaşadığı mağduriyettir. Burada annelerinin yanında kalmak zorunda olan çocuklar da ceza çekmekte ve bu durum cezaların şahsiliği ilkesine aykırılık doğurmaktadır.

20'inci Maddenin 4. Fıkrasında yapılan değişiklik olumlu olmasına rağmen aynı maddenin 5. Fıkrasında düzenlenen “Terör suçları, örgüt faaliyetleri çerçevesinde işlenen suçlar ve cinsel dokunulmazlığa karşı işlenen suçlardan mahkûm olanlar, Mükerrirlere özgü infaz rejimi uygulanmasına karar verilenler, Disiplin veya tazyik hapsine mahkûm olanlar, hakkında uygulanmaz.” hükmünde değişiklik öngörmemesi ayırımcılık yasağı ile eşitlik ilkesinin ihlali durumunun devam edeceğini göstermektedir. Ayrıca 5. Fıkrasındaki düzenlemenin amacı hükümlünün şahsından ziyade mensubu olduğu aile ve aile bireylerinin sağlığı ve ekonomik gelişiminin sekteye uğramaması olduğu açıktır. 5. Fıkradaki suçlardan dolayı hüküm giyen kişilerin ailelerinin sağlık ve ekonomik durumlarının istisna suçları işlemeyen hükümlülerin aileleri gibi gözetilmemesi bir bütünen ailenin cezalandırılması anlamını taşıdığı ile aile fertleri arasında eşitlik ilkesinin ihlalini oluşturduğu sabittir.

21'inci maddede yapılan değişiklik arama yetkisine ilişkin olup son derece keyfi uygulamaları beraberinde getirecektir. Kanunun “yakalama emri” başlıklı bir düzenleme içinde “arama emrini” düzenlemiş olması kanun yapma tekniğine aykırıdır.  Bilindiği üzere arama koruma tedbiri başta özel hayatın gizliliğine saygı gösterilmesi ile konut dokunulmazlığı olmak üzere bazı kişi hak ve hürriyetlerine muhteviyatı itibari ile doğrudan müdahale etme sonucunu doğurmaktadır. Bu nedenle arama kararlarının keyfi alınıp uygulanmaması için başta uluslar arası temel hak ve hürriyetleri ilgilendiren sözleşmeler olmak üzere ulusal mevzuatta sıkı şartlara tabi tutulmaktadır.

Salt hükümlünün yakalanabilmesi gerekçe gösterilerek 5271 Sayılı Kanun’un Koruma arasında sayılan ve aynı kanunun 116. Maddesinde tahditi olarak sayılmış “Arama Nedenleri” mevcut tasarı ile genişletilmeye çalışılmıştır. Zira Koruma Tedbirlerinden olan aramanın yapılabilmesi için öncelikle arama yapılacak kişinin şüpheli veya sanık olması gerekmektedir. Bir suç dolayısıyla hakkında soruşturma veya kovuşturma yapılmayan hükümlü hakkında konutta, işyerinde ve kamuya açık olmayan kapalı alanlarda arama yapılması 116. Maddenin genişletilmesi sonucunu doğuracağı gibi sıkı şartlara tabi tutulan koruma tedbirlerinin keyfi biçimde uygulanmasının önünü açacağı tehlikesi bulunmaktadır. Kaldı ki 5271 Sayılı Kanun’un 116. Maddesi şüpheli veya sanığın üstü, eşyası, konutu ve işyeri veya ona ait diğer yerlerin aranabileceği belirtilmiş olmasına rağmen, mevcut tasarıda yapılan değişiklik ile hakkında yakalama kararı olduğu iddia edilen bir hükümlü bahane edilerek her yurttaşın evi, arabası veya kamuya açık olmayan her kapalı alanda arama yapılabilecektir. Ayrıca tesadüfi ele geçirildiği iddia edilen deliller ileri sürülerek işyeri, konut veya kamuya açık olmayan kapalı yerlerde bulunan yurttaşlar başkaca soruşturmaların şüphelisi haline getirilebilecektir. Bu durum belirlilik ilkesini açıkça aykırı olacağı gibi özel hayatın gizliliğine saygı gösterilmesi ile konut dokunulmazlığı hakkının açıkça ihlali sonucunu doğuracaktır.

22'inci maddedeki değişiklikle Açık Ceza İnfaz Kurumunda cezaları infaz ettirilen hükümlülerin ceza infaz kurumu memurları gözetiminde, kamu kurum ve kuruluşlarında geceleyin barınma imkânları sağlanarak çalıştırmanın yolu açılmıştır. Çalışılan sürelerin denetimli serbestlikte geçirilen sürelere eklenmiş sayılması olumlu olmakla beraber, aynı kanunun 28. Maddesine göre belirlenecek ücretlerin en az asgari ücret tutarında olması sağlanmalıdır. Aksi durumda angarya yasağı ihlal edilmiş olunacaktır.

23'üncü maddenin yasalaşması durumunda hükümlüler hakkında uygulanacak disiplin cezaları sadece ceza infaz kurumlarının içinde işlemiş oldukları fiillerle sınırlı kalmayacak, ayrıca ceza infaz kurumuna duruşma, sağlık, eğitim ve çalışma gibi nedenlerle çıkmalarında işledikleri fiiller nedeniyle de disiplin soruşturmaları açılabilecektir. Örneğin duruşması için mahkemeye giden bir hükümlünün slogan atması, mahkeme heyeti tarafından zorla dışarı çıkarılması, hastanede kelepçeli tedaviye karşı çıkması, ring aracında güvenlik personeli ile sorun yaşaması nedeniyle hakkında yeni soruşturmalar açılıp cezalandırılabilecektir. Kaldı ki kendisi dışında başka bir hükümlünün bulunmadığı, tutanak tutamayacağı durumlarda infaz koruma memurları veya güvenlik personelinin tutacağı keyfi tutanaklar ile haksız yere disiplin cezalarının önü açılabilecektir. Ayrıca mahkemede yapılacak savunmalar veya tutum ve davranışlar nedeniyle disiplin soruşturmasına maruz kalmak, hükümlünün dilediği gibi savunma yapmasında caydırıcı bir etki yaratabileceğinden adil yargılanma hakkının ihlali ile hastanede kelepçeli tedaviyi reddetmesi durumunda açılacak disiplin soruşturmaları nedeniyle sağlığa erişim hakkı ihlali sonucunu doğurabilecektir.

24'üncü maddenin yasalaşması; özellikle aile bireyleri farklı şehirlerde olan hükümlülerin aynı anda başka bir hat bağlantısı ile görüşme yapabilmesinin kesilmesi hatta bunun 1 veya 3 aylık haberleşme veya iletişim araçlarından yoksun bırakılması cezası ile cezalandırılması, çok kısıtlı sürelerde (haftada bir) aile bireyleri ile haberleşme olanağı bulunan hükümlülerin açık bir biçimde haberleşme hakkının ihlali sonucunu doğuracaktır. Bu haliyle bu madde metninin kabulü mümkün değildir.

25'inci maddeyle 44. maddeye eklenen fıkra bir tarafa, Modern ceza infaz rejimlerinde neredeyse uygulanmayan çağdışı “hücre cezası” nın kaldırılması gerekirken, hücre cezası fiilerinin tasarı ile artırılması kabul edilebilir değildir. Mutlak tecrit anlamına gelen hücre cezasının insan psikolojisi üzerindeki etkileri göz önünde bulundurularak yeni fıkra eklemek bir tarafa Hücre cezası başlıklı 44. Maddenin tümden kaldırılması elzemdir.

26'ıncı madde ile eklenen ‘’ bulundurmak’’ kelimesi ile AİHS’nin 9. Maddesinde düzenlenen Düşünce, Vicdan ve Din Özgürlüğü ihlal edilmiş olacaktır. Ayrıca (g) bendi bir bütünen AİHS 10. Maddesinde düzenlenen İfade Özgürlüğü’nü ihlal etmektedir.(r) bendindeki düzenleme ile İnfaz kurumlarında özellikle özel hayatın gizliliğini açıkça ihlal eden kamera vb keyfi uygulamalara karşı mahpusların meşru müdahaleleri cezalandırılmaya çalışılmaktadır. Bu nedenle kabulü mümkün değildir.

36'ıncı madde bir bütün halinde değerlendirildiğinde koşullu salıverme, açık ceza infaz kurumuna geçiş, denetimli serbestlik vb haklardan yararlanmak için “iyi hal”li olma koşulunda son karar mercii İnfaz Hakimliği olacaktır. İyi hal değerlendirmesi yapılırken ceza infaz kurumlarındaki insan onuruna yakışmayan çıplak arama, özel alanların kamerayla gözetilmesi gibi haksız ve keyfi uygulamalara tepki gösteren, hak talep eden mahpusların sakıncalı ve tehlikeli olarak sınıflandırılması ve yasal haklarının kullandırılmaması tehlikesi söz konusu olacaktır. İdare Gözlem Kurulu’nun vereceği kararlarda İnfaz Kanununda temel ilke olarak İYİ HALLİ OLMA ilkesi belirtilmişse de bu kavram da TMK, TCK, CMK ve İnfaz Kanununda sıkça kullanılan TERÖR kavramı gibi son derece muğlaktır. İyi Halli OLMA’nın ölçüsü ve kriterleri somut olarak belirlenmediği sürece mevcut infaz kurumlarının keyfi uygulamalarının önüne geçilemeyeceği gibi daha büyük haksızlıklar yaşanmasının da önü açılacaktır. İYİ HALLİ OLMA ilkesiyle ilgili temel kriter olarak İnfaz Kanunu 48. Maddesi dikkate alınabilir. Burada belirli disiplin cezalarının kesinleşip infazından sonra 15 günden 1 yıla kadar sürelerin geçmesiyle iyi halin tekrar kazanılacağı açık bir şekilde düzenlenmiştir. Bu maddedeki süreler tekrar düzenlenip sürelerin daha makul bir süreye çekilmesi ve disiplin cezalarına itirazda İnfaz Hakimliği kararlarına karşı istinaf ve temyiz yolunun açılması suretiyle İyi HALLİ OLMA durumu objektif ve denetlenebilir hale gelecektir. Yine bu noktada Terörle Mücadele Kanununun 17 inci maddesi de kaldırılarak hücre cezasının koşullu salıverme hakkını ortadan kaldırılmasının önüne geçilmelidir. Bu şekilde İnfaz Kanunu 48. Maddesi ile TMK arasında bu noktada açık çelişki de giderilmiş olacaktır. Ayrıca altı ayda bir değerlendirme yapılması durumunda siyasi mahpuslar açısından ciddi sorun olacaktır. İdare bu uygulaması ile sürekli bir biçimde siyasi mahpuslar üzerinde baskı kuracaktır. Yukarda belirttiğimiz gibi İnfaz Kanunu 48. Madde düzenlemesi esas alınmalıdır. 3. Fıkra düzenlemesi ayrımcılık yasağını ihlal etmektedir. Son olarak 6. Fıkradaki düzenleme ile yeniden değerlendirme 1 yıl gibi bir süreye kadar bir süre keyfiyete bırakılıyor. Bu sürenin daha kısa ve net bir şekilde belirtilmesi gerekir.

37'inci maddenin itirafçılık, gizli tanıklık vs uygulamaların yaygınlaştırılması açısından kullanım şekilleri düşünüldüğünde kabulü mümkün değildir.

38'inci madde mazeret izninin kullanılması konusunda hükümlüler değişiklikler içermekte ise de ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına mahkum edilmiş olanların bu düzenlemeden yararlanamayacağı hali ayrımcılık yasağına ve eşitlik ilkesine aykırıdır.

39'uncu ve 40'ıncı maddeler, tüm mahpusların yararlanacağı bir şekilde düzenlenmemiş ve bir kısım mahkûmu kapsam dışında bırakmış olması nedeniyle eşitlik ilkesine aykırı olup bu haliyle kabulü mümkün değildir.

42'inci madde ile “birden fazla hükümdeki cezaların toplanması” başlıklı 99. madde uygulamada en çok Adli para cezasından çevrilen cezaların da toplama kararına dahil edilip-edilmeyeceği sorununu çözülmüş olmakla birlikte siyasi suçlarda belirsizlik giderilmemiştir. TMK kapsamında bir suç ile adli bir suçun cezaları içtima edilirken adli vaka da siyasi bir suç gibi değerlendirilip infazda aleyhte sonuç doğurmaktadır. Örneğin, örgüt üyeliğinden yargılanan bir kimse hem sahte nüfus cüzdanı bulundurmak, hem mala zarar vermek hem de TCK 314/2 anlamında örgüt üyesi olmaktan ceza aldığında içtima örgüt üyeliği infaz rejimi üzerinden yapılmaktadır. Yine propaganda ve cumhurbaşkanına hakaret suçları farklı infaz rejimine tabiyken cezalar içtima edilirken propaganda cezası üzerinden içtima yapılmaktadır. Bu nedenle bir kısım mahkumun dışında tutulduğu ve dahi daha fazla infaz rejimine tabi tutulduğu bir düzenlemenin bu şekliyle kabulü mümkün değildir.

48'inci madde bu kanun teklifinin ana omurgasını oluşturmaktadır. Koşullu salıverme, günümüzde özellikle uzun süreli hürriyeti bağlayıcı cezaya mahkûm olanlar kişilerin üzerinde, cezaevinin olumsuz etkilerinin azaltılması ve bu kişilerin toplumsal hayata yeniden adapte olmalarını sağlamak amacıyla işlev gösteren bir araç olarak algılanmaktadır. Fakat CİGTHK’un 107. Maddesinde koşullu salıverme için gereken infaz sürelerinin yüksekliği bu amacın gerçekleşmemesi anlamına gelmektedir. Mevcut yasada oldukça uzun olan infaz süreleri mahkûmların umut etme hakkını gasp etmekte ve ceza infaz rejimini sürekli bir kötü muamele ve cezalandırma politikası haline getirmektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 9 Temmuz 2013 tarihli Vinter ve Diğerleri/Birleşik Krallık kararında da “insanın özgürlüğünü bir gün yeniden kazanma umudunu tamamen sona erdirerek elinden almak, insan onuru ile bağdaşmaz” ifadesi yer almıştır.

Türkiye’deki mevcut ceza rejimi içinde barındırdığı eşitsizlik ve adaletsizliklerden dolayı kapsamlı bir yenilemeyi gerektirmektedir. İnfazda ikilik yaratan düzenlemelerin ortadan kaldırılması, mahkûmların umut etme koşullarının saklı kalması için infaz için öngörülen sürelerin kısaltılması, hasta mahpuslar için kalıcı ve gerçek düzenlemelerin yapılması, hamile ve 0-6 yaş gibi son derece kritik yaş aralığında çocuğu bulunan mahpuslar için farklı cezai tedbirlerin gündeme getirilmesi toplumun yıllardır beklenti içerisinde olduğu hususlardır. Fakat mevcut kanun teklifi, toplumun gerçek beklentilerinin yerine getirilmesine yönelik değil, sadece muhaliflerin baskı altına alınması amacıyla kapasitenin aştığı cezaevlerinin bir biçimde boşaltılmasına yöneliktir. İnfazda eşitlik gibi en temel meseleye olan yaklaşım, yalnızca “terör” suçları adı verilen ve bireyin demokratik hakkı olan ifade hürriyetini hedef alan suçlar kapsamından indirim öngörmediği müddetçe toplumsal barış ortamından söz etmek de mümkün değildir.

Yıllardır dile getirdiğimiz mesele infazda eşitlik sağlanması ve umut hakkı bağlamında suç türleri bakımından bir ayrım yapılmaması yönünde olmuştur. Koşullu salıverilme adı verilen müessese, şartla tahliye tarihi ile ceza süresinin tamamının bitim tarihi arasındaki deneme süresi içinde suç işlemesi veya herhangi bir şekilde şartla tahliye gereklerine uymaması durumunda geri kalan cezasının infaz kurumunda çektirilecek olması şartıyla, hapis cezasının belli bir kısmını infaz kurumunda “iyi halle” geçirmiş olan hükümlünün serbest bırakılmasıdır. Esasen bu düzenleme; cezanın amacının bireyi toplumdan dışlamak değil topluma kazandırmak olduğunun vurgulanmasıdır. Fakat bu vurgu belirli suçlar bakımından kapsam dışı bırakılmış, ceza yasalarının tarihsel evrimi içerisinde döneme özgü kriterler esas alınmıştır. Bir fikir vermesi açısından; 765 sayılı eski TCK’nin şartla tahliyeyi düzenleyen hükmü; 1926 yılında kabul edilen ilk şeklinde insan öldürme, yağma ve benzeri gibi çok az sayıdaki bir kısım adi suç türlerini şartlı tahliye kapsamı dışında bırakırken 1936 tarihinde yapılan değişiklikle bu suç türlerine devlete karşı suçlar ile 142., 163. maddelerdeki gibi siyasi suçlar, zimmet, rüşvet gibi suçlar da kapsam dışına alınmış, koşullu salıverilme olanağı sınırlı tutulmuştu. Günümüzde ise mülga 142, 163 ve benzeri hükümlerin yerini TMK kapsamındaki suçlar ile ceza kanunun düşünceyi ifade hürriyetini “terör” suçu kapsamına sokan düzenlemeleri almıştır. TMK’nın 5. Maddesi dolayısıyla TCK da öngörülen Cezaları arttırılan siyasi mahpusların bir de bu madde düzenlemesi ile ayrımcılığa uğraması asla kabul edilemezdir. Cinsel dokunulmazlığa karşı suç türlerinde ve uyuşturucu madde kapsamındaki suçlarda dahi infaz sürelerinin azaltılması iktidarın muhaliflere bakış açısını göstermeye kafidir. 

Mevcut teklif içeriğine değinecek olur isek belirli suçlar bakımından ciddi oranda infaz indirimi gündeme gelmiş durumdadır. Kuşkusuz kasten öldürme, cinsel dokunulmazlığa ilişkin suçlar, uyuşturucu kapsamındaki suçlar, özel hayatın gizliliğini ifşa, çıkar amaçlı suç örgütleri gibi toplumsal tepkiye neden olan suçların kapsam dışı bırakılması bir nebze anlaşılır olmakla birlikte anlamı son derece geniş yorumlanan ve “terör suçları” olarak nitelendirilen suçlar için infaz indirimi öngörülmemiş olması manidardır. Kaldı ki, kasten öldürme, cinsel dokunulmazlığa ilişkin suçlar, uyuşturucu kapsamındaki suçlar, özel hayatın gizliliğini ifşa, çıkar amaçlı suç örgütleri gibi toplumsal tepkiye neden olan suçlarda dahi infaz indirimi diğer suçlara nazaran az olsa da yapılmakta, terör kapsamındaki suçlarda ise indirim mümkün kılınmamaktadır. Demokratik bir ülkede yaşam özlemini dile getiren yahut savaşa hayır diyen bir birey ile diğer suçların aynı kefede değerlendirilmesinin talihsizliği bir yana, zimmet, irtikap, hırsızlık, rüşvet ve benzeri ağır suçların daha az ceza ile neredeyse mükafatlandırılması iktidarın öngördüğü toplum algısını da açık etmektedir. Yine kaçakçılık gibi son derece ağır bir suçtan hüküm giyenin belirli bir oranda devlete ödeme yapmasına mukabil, cezasında indirim yapılmasının öngörülmesi dahi bir nevi rüşvet suçunun yasallaşması anlamına gelmektedir. Bir nebze günün koşullarına uyarlama içeren, bir tutam da toplumsal beklentilere cevap verir gibi yapan düzenlemelerin serpiştirildiği bu kanun metni özü itibariyle antidemokratik ve eşitlik anlayışından uzaktır. Bu nedenle de kabul etmemiz mümkün değildir.

52'inci madde; siyasi mahpuslar ve bir kısım adli mahpuslar kapsam dışı bırakılmış, ayrımcılık ve eşitsizlik hasta ve yaşlı mahpuslar yönünden dahi uygulanmış, bu madde ile getirilen iyileştirmeden faydalanabilmelerinin önü kesilmiştir. Bu sebeple eşitlikçi olmayan, ayrımcı bir düzenlemedir.

Bu konuda daha evvel yapılan düzenlemeye göre yine bir kısım suçlar açısından denetimli serbestlik süresi 2 yıla çıkarılmıştı. Resmi Gazete'de yayımlanan 671 Sayılı Kanun Hükümde Kararnameyle Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun'a eklenen geçici maddeyle 1 Temmuz 2016 tarihine kadar işlenen suçlar nedeniyle mahkûm veya mahkûm olacaklar bakımından iki önemli düzenleme yapılmıştır. Bunlardan birincisi, Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun 105/A'daki koşullu salıverilmeye dair düzenlemede yapılan değişiklikle koşullu salıverilmesine iki yıl veya daha az süre kalan iyi hâlli hükümlülerin cezalarının, koşullu salıverilme tarihine kadar olan kısmı, denetimli serbestlik tedbiri uygulanmak suretiyle infaz edilmiş, yani tahliye tarihleri bir yıl erkene alınmıştı
İkinci düzenleme ise Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun 107.  Maddesinin ikinci fıkrasına göre, süreli hapis cezalarına mahkûm edilmiş olanlar, cezalarının “üçte ikisini” infaz kurumunda çekmeleri halinde koşullu salıverilmeden yararlanabilmelerine dair olmuştur. Yani KHK’da yapılan düzenlemeyle “üçte ikilik (2/3)"oran,“yarısına (1/2)"ye indirilmiştir. Buna göre, süreli hapis cezalarına mahkûmlar, cezalarının 1/2'sini infaz kurumunda çektikleri takdirde, koşullu salıvermeden yararlandırılmıştır.

O dönem Adalet Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada bu düzenlemenin bir “af” düzenlemesi olmadığı vurgulanırken kapalı ve açık ceza infaz kurumlarında bulunan 38 bin kişinin tahliye edilmesinin amaçlandığı da ifade edilmişti.

Düzenleme, 1 Temmuz 2016'dan önce işlenmiş suçları içermekte olup 1 Temmuz 2016'dan sonraki suçlar da kapsam dışında bırakılmıştır.

Mevcut kanun teklifi ile önerilen madde hükümlerinde ise denetim süreleri daha da uzatılarak 1 yıldan 3 yıla çıkartılmış; suç tarihi de 30.03.2020 olarak düzenlenmiştir. Yine iktidarın bir yargı klasiği olarak örgütlü suçlar olarak tanımlanan siyasi suçlar kapsam dışı bırakılmıştır. Fakat burada dikkat çeken ayrıntı; kapsama alınan suçlar bakımından pek çok kişinin ceza infaz sürelerinin ½ oranında uygulanmasından kaynaklı olarak hiç cezaevine girmeksizin denetimli serbestlik kapsamında cezalarının çektirilmesi amaçlanmaktadır. Bu düzenleme tıpkı OHAL dönemi KHK’leri ile cezaevlerini boşaltmak için yapılan düzenlemeyi çağrıştırmaktadır. Daha da vahimi, o dönem 38 bin kişi tahliye edilerek cezaevlerinde yeni yerler açılmış FETÖ operasyonlarından tutuklananlar boşalan cezaevlerine yerleştirilmiştir. Şimdi ise iktidar ve küçük ortağı tarafından bu kanun teklifine dair yapılan basın açıklamasında toplamda 90 bin kişinin tahliye edilmesinin beklendiği dillendirilmişti. Bunun anlamı ise hiç kuşku yok ki ülkenin ve hatta dünyanın içinde bulunduğu olağanüstü şartlardan yararlanarak rejimin daha otoriter bir yapıya dönüştürülmesi çabasıdır. Cinsel suçlar, uyuşturucu, rüşvet, irtikap, kaçakçılık ve benzeri suçlardan cezaevinde olanlar tahliye edilerek muhaliflerin en ufak bir eleştirileri gerekçe gösterilerek cezaevine girmelerine yer yapılmaktadır. İşbu kanun teklifi güdülen amaç bakımından da büyük tehlike barındırmaktadır.

53'üncü madde salgın hastalıklara ilişkin bir düzenleme ise de sınırlı tutulmuş olması eşitlik ilkesine aykırıdır.Cezaevinde risk grupları arasında ağır hasta mahpuslar, belirli bir yaşın üzerinde olan ve risk grubu içerisinde yer alan 65 yaş üstü mahpuslar, hamile mahpuslar ile anneleri ile birlikte cezaevinde kalmak zorunda olan çocuklar mevcuttur. Bu nedenle cezaevlerinde alınacak acil önlemler kapsamında hasta mahpuslar ile 65 yaş üstü, hamile, çocuğu ile cezaevinde kalan mahpusların derhal tahliyesi ve kendilerine isnat edilen suçlar bağlamında denetimli serbestlik hükümleri ile seçenek yaptırımların gündeme alınması gerekmektedir. Devlet “yaşatma yükümlülüğü” çerçevesinde cezaevinde bulunan hasta mahpuslar ile 65 yaş üstü mahpuslar, hamile mahpuslar ve çocuğu ile birlikte kalmak durumunda olan mahpuslar başta olmak üzere cezaevinde kalan tüm mahpuslar için gerekli önlemleri almalı ve doğrultuda yasal düzenlemeleri de hayata geçirmelidir. Aksi halde telafisi imkânsız zararlardan doğacak olan tüm sorumluluk devlete ait olacak ve bu ağır vebal önlemini almayan idarenin olacaktır. Tüm ülke çapında sınırların kapatıldığı, herkesin evde kalmasını gerektiren zaruri ve olağanüstü bir dönemin yaşandığı koşullar altında mahpusların cezaevlerinde bulunuyor olmaları da anlamını yitirmektedir. Halihazırda tüm ülke yurttaşları zaruri bir ev hapsindedir. Tutukluların kaçma şüphesi de kendiliğinden ortadan kalkmış durumdadır. Hal böyle iken adli kontrol, denetimli serbestlik ve diğer seçenek yaptırımlar çerçevesinde hasta, çocuklu, hamile ve yaşlı olan mahpuslar acilen, diğer mahpuslar da adli kontrol kararları çerçevesinde tahliye edilmeli, hükümlüler için ise infaz erteleme gündeme alınmalıdır.

“(6)Türk Ceza Kanununun ikinci kitap dördüncü kısım, dördüncü, beşinci, altıncı ve yedinci bölümünde tanımlanan suçlar, TMK kapsamına giren ve örgüt faaliyetleri kapsamında işlenen suçlar hariç olmak üzere, toplam hapis cezası on yıldan az olanlar bir ayını, on yıl ve daha fazla olanlar ise üç ayını Kapalı Ceza İnfaz Kurumunda geçirmiş olan iyi halli hükümlülerden ilgili mevzuat uyarınca Acık Ceza İnfaz Kurumlarına ayrılmalarına bir yıl veya daha az süre kalanlar, talepleri halinde açık ceza infaz kurumlarına gönderilebilirler. Bu hükümlüler, Açık Ceza İnfaz Kurumlarında barındırılır. İlgili mevzuat uyarınca açık ceza infaz kurumlarına ayrılmaya, beşinci fıkrada belirtilen süreler içinde hak kazandıkları taktirde beşinci fıkra uyarınca izinli sayılırlar. Beşinci fıkrada belirtilen sürenin tamamlanmasından sonra ise Açık Ceza İnfaz Kurumlarına ayrılmaya hak kazanıp kazanmadıklarına bakılmaksızın 95. Maddede düzenlenen izin hakkından yararlanırlar. Bu fıkra hükmü 31/12/2020 tarihine kadar uygulanır.”

AKP Kanun Teklifinin 53. Maddesine eklenmek üzere söz konusu önergeyi vermiş, bu önergeyle kadına karşı işlenen suçlar, çocuk istismarı, cinsel dokunulmazlığa karsı suçlar ile uyuşturucu suçları da kapsamın içine alınmıştır.

65'inci madde ile Adalet Komisyonları ile Bakanlığa, kadrolaşma ve atama noktasında yetkilerinin genişletilmesinin; özellikle sözlü ve uygulamalı sınavların süitimle açık olması nedeniyle kabulü mümkün değildir.

66'ıncı madde ile kaldırılmasını önerdiğimiz TMK-17 inci hükmünde yapılan değişikliğin kabulü mümkün değildir. Düzenleme külliyen kaldırılmalıdır.

68'inci madde de yapılan değişiklikte cinsel dokunulmazlığa karşı suçların kapsam dışına çıkarılması kabul edilemezdir. Kadınların, çocukların maruz kaldığı bu suç son derece vahim ve artan eğrisiyle ülkenin en yakıcı gündemleri arasındadır. Açık Ceza İnfaz Kurumlarına Ayrılma Yönetmeliği’nin 6/1. maddesinde hükümlülerin hangi koşullarda açık ceza infaz kurumlarına ayrılabileceği düzenlenmiştir. Ancak, Yönetmeliğin 6/2. maddesinde bazı suçlar sayılarak daha fazla süre cezaevinde kalma koşulu aranmıştır. Bu nedenle Yönetmeliğin 6/2 ile bahse konu maddesinin (ç) bendi ve aynı amaçla düzenlenen 8/1-ç bendinin kaldırılması elzemdir. Yönetmeliğe dayanak teşkil eden 6352 Sayılı Yargı Hizmetlerinin Etkinleştirilmesi Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapilmasi Ve Basin Yayin Yoluyla Işlenen Suçlara Ilişkin Dava Ve Cezalarin Ertelenmesi Hakkinda Kanun’un Geçici-3'üncü maddesinin 2'inci fıkrasında [(2) Terör suçları, örgüt faaliyeti kapsamında işlenen suçlar ile cinsel dokunulmazlığa karşı işlenen suçlar hariç olmak üzere;] yeralan “Terörsuçları” ibaresikaldırılmalıdır. Ensar Vakfında meydana gelen olaylar hala ülkenin hafızasındadır. Yine pek çok küçük çocuk okullarda, yurtlarda bu suçun mağduru olurken kadınların maruz bırakıldığı şiddeti de körükleyen bir duruma yol açmaktadır. Cinsel istismar verilerinin giderek artış gösterdiği günümüzde bu suçla mücadele yolu cezaların azaltılmasından geçmemektedir. Bu itibarla söz konusu düzenleme doğru ancak eksiktir.

Bir diğer husus ise kanun teklifi ile Çocuk Koruma Kanununda bir makyaj yapılmış ise de yapılan makyajın çocukların maruz kaldığı travmayı gidermeyeceği açıktır. Çünkü aslolan çocuğun cezaevine hiç girmemesidir. Devletin ihmali tavrı ve kamu görevlilerinin görevlerini ifa ederken çocuklara uyguladıkları şiddet yöntemleri, yersiz gözaltı ve tutuklamalar ağır yargı mekanizması içerisinde önemli bir sorun alanı teşkil etmektedir. Nitekim BM çocuk hakları komitesi ve BM İnsan Hakları komitesinin kararlarına göre, “Hiçbir çocuk yasa dışı ya da keyfi biçimde özgürlüğünden yoksun bırakılmayacaktır. Bir çocuğun tutuklanması, alıkonulması veya hapsi yasa gereği olacak ve ancak en son başvurulacak bir önlem olarak düşünülüp uygun olabilecek en kısa süre ile sınırlı tutulacaktır.” Oysa özellikle son dönemde çocukların tutuklanıp cezaevine konulduğu, 15–18 yaş arası bu çocukların cezaevlerinde işkence ve şiddete maruz kaldıkları bilinmektedir.  Bu durum Türkiye’nin altına imza attığı sözleşmelere uymayarak çocuk haklarını ciddi biçimde ihlal etmeye devam ettiğini göstermektedir. Üstelik bu çocukların cezaevlerinde yaşadıkları hak ihlalleri ciddi boyutlara ulaşmış olup Pozantı Cezaevi’nde yaşanan elim olaylar bunun açık bir ifadesidir.

Türkiye’nin de taraf olduğu Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme, uluslararası sözleşmeler uyarınca, 18 yaşına kadar her bireyin “çocuk” kabul edilmesi yasal bir zorunluluktur. Adalet sisteminde her daim çocuğun yüksek yararının göz önünde bulundurulması elzemdir. Buradan hareketle, adalet mekanizması içerisinde her çocuğa yaşına özgü muamelelerde bulunulmasının ve çocuk adalet sistemi içinde yer alan çocuklarla ilgili verilecek kararlarda çocuğun özgürlüğünün kısıtlanmasına son çare olarak başvurulması zaruridir. Bu nedenle 18 yaşından küçük olan çocukların cezaevine hiç girmemesine dair bir düzenleme yapılması esastır.

Yine cezaevlerinde hem mahpuslar açısından hem de ziyaretçiler açısından onur kırıcı bir muamele olan çıplak arama mevzu bu teklifle tamamen çözümsüz bir hale getirilmektedir. Anayasa ve uluslararası sözleşmeler uyarınca “çıplak arama” uygulaması hukuk dışı bir uygulamadır. Bahse konu uygulama son aylarda yine hız kazanmış ve özellikle kadın mahpuslara “cinsel taciz” biçiminde uygulanagelmektedir. Üstelik iktidarın ve yetkililerin bu tür şikayetleri geçiştirmesi ile meşruiyet kazanacağı açıktır. Halihazırda “çıplak arama” ya ilişkin şikayetler Bakanlık verilerinde de yer aldığı üzere çoğu kez “takipsizlik kararı” yahut en fazla sorumlu hakkında verilen “hükmün açıklanmasının geri bırakılması” kararları ile neticelenmektedir. Kuşkusuz failler hakkında etkin soruşturma dahi yapılmaksızın verilen kararlar cezasızlık uygulaması ile birlikte çıplak arama uygulamasını da meşru kılmaktadır. Bu nedenle derhal bu uygulamanın kaldırılması insan hakları açısından önem arzetmektedir.

Anayasa’nın 17'inci maddesine göre kimseye işkence ve eziyet yapılamaz, kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan muameleye tabii tutulamaz ve Anayasa’nın 13 üncü maddesine göre temel hak ve özgürlükler ancak kanunla sınırlandırılabilir. Yine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) uyarınca da çıplak arama; AİHS’nin 3 üncü maddesinde düzenlenen işkence, insanlık dışı veya onur kırıcı muamele yasağı ile 8 inci maddesinde düzenlenen özel hayatın ve aile hayatının korunması hakkına dair düzenlemelerde yer bulmaktadır. Nitekim AİHM kararları da; işkence, insanlık dışı veya onur kırıcı muamele yasağının demokratik toplumların en temel değerlerinden biri olduğuna ve her şekil ve şartta olursa olsun kabul edilemeyeceğine işaret etmektedir.  Çıplak arama da, tıpkı işkence, tecrit, sürgün ve disiplin cezaları gibi, tutuklu ve hükümlüler üzerinde uygulanan baskı ve sindirme politikalarının bir aracıdır. AİHM, Van Der Ven Kararında başvurucunun 3.5 yıl boyunca haftada en az bir kez çıplak aramaya maruz bırakılmasının ızdırap çekmesine ve kendisini aşağılanmış ve küçümsenmiş gibi hissetmesine neden olduğunu ifade etmiştir.  Modern hukukta yeri olmayan, insan haklarına ve Anayasa başta olmak üzere uluslararası sözleşmelere aykırı “çıplak arama” uygulamasının yasal mevzuattan çıkarılması gereklilik arzetmektedir.

671 Sayılı KHK ile kanuna eklenen geçici 6. madde ile koşullu salıvermedeki infaz süresi adli mahpuslar yönünden (01.07.2016 tarihinden önce işlenen suçlar açısından) 2/3’ten 1/2’ye indiren geçici bir düzenleme yapılmıştır. Ancak, TCK’daki belli durumlar, bu düzenlemeden vareste tutulmuştur. (i.kasten öldürme suçları; ii. üstsoya, altsoya, eşe veya kardeşe ya da beden veya ruh bakımından kendisini savunamayacak durumda bulunan kişiye karşı işlenen kasten yaralama ve neticesi sebebiyle ağırlaşmış yaralama suçları, iii. cinsel dokunulmazlığa karşı işlenen suçlar; iv. özel hayata ve hayatın gizli alanına karşı suçlar; v) uyuşturucu veya uyarıcı madde imal ve ticareti suçu ve vi. İkinci Kitap Dördüncü Kısım Dördüncü, Beşinci, Altıncı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlar ile 12/4/1991 tarihli ve vii. 3713 sayılı TMK kapsamına giren suçlar”) Bu durumdaki eşitsizliğin de ortadan kaldırılması gerekmektedir.

Uzun süreli mahkûmiyetin Anayasa, yasalar, AİHS, BM Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nde yer alan “kişi onuru”nu zedeleyen bir uygulama olduğu bugün pek çok insan hakları hukukçusu tarafından dile getirilmektedir. Kişiyi umutsuz bırakmak, hayatının sonuna kadar sürebilecek ölçüde uzun bir cezaya mahkûm etmek, toplum yaşantısından tamamen tecrit edilmiş olarak yaşamak zorunda bırakmanın işkence ve kötü muamele bağlamında bir hak ihlali olduğu tespiti de yapılmıştır. İnfaz sisteminin güvenlik kaygısı ekseninde şekillendiği bir ortamda, bireyin iyileşmesi geri plana atılmakta ve mahkûm kişinin bütün hakları elinden alınabilirmiş gibi davranılmaktadır. Açıkladığımız ve işaret ettiğimiz hususlar doğrultusunda modern hukukta yeri olmayan, insan haklarına ve Anayasa başta olmak üzere uluslararası sözleşmelere aykırı olan ve infaz yakma olarak tabir edilen ve hükümlülerin pek çoğunun ömür boyu cezaevinde kalmasına dönük düzenlemelerin yasal mevzuattan çıkarılması gereklilik arzetmektedir.

Yine devlet güvenlik mahkemelerinde ve özel yetki mahkemelerde yargılanıp hüküm giyenlerin yeniden yargılanmalarına karar verilip infazlarının durdurulması için bir düzenleme yapılması ihtiyacı kendisini dayatmaktadır. DGM ve ardılı durumundaki özel yetkili mahkemelerde, özel yargılama usullerine tabi bir şekilde başta savunma hakkı, doğal hakim ilkesi, objektif ve tarafsız mahkemede yargılanma hakkı olmak üzere temel insan hakları ihlal edilerek, adil olmayan bir şekilde yargılamalar yapılmıştır. 2014 yılına gelindiğinde ise 5. Yargı paketi ile özel yetkili mahkemeler ile TMK-10 uncu maddeye göre görevli kılınan mahkemeler kaldırılmış olup görev ve yetkileri ağır ceza mahkemelerine devredilmiştir. Tüm bu gelişmeler ve verilen AİHM ihlal kararları çoğu dava açısından yeniden yargılama yolunu açmış ve çok sayıda sanık bu hükümden yararlanarak tahliye edilmiştir. OHAL döneminin ardından TBMM’de kabul edilen 7145 sayılı Bazı Kanun Ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 18. Maddesinde ise, “5271 sayılı Kanunun 311 inci maddesinin birinci fıkrasının (f) bendine “tespit edilmiş olması” ibaresinden sonra gelmek üzere “veya ceza hükmü aleyhine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine yapılan başvuru hakkında dostane çözüm ya da tek taraflı deklarasyon sonucunda düşme kararı verilmesi” ibaresi yer almaktadır.” Yani bahse konu hüküm gereğince, AİHM’nin dostane çözüm ile düşme kararı verilen hükümlüler açısından yeniden yargılama başvuruları kabul edilmiştir. Bunun yansıması olarak da geçtiğimiz bahar aylarında ve devamında çok sayıda Hizbullah sanığının yeniden yargılama nedeniyle infazı durmuş ve tahliyeleri gerçekleşmiştir. Bu tahliyelerin ardından ise sanıkların yurtdışına kaçtıkları da bilinmektedir. Öte yandan 100 civarında Hizbullah sanığı tahliye edilirken, benzer durumda olan diğer örgüt mensupları hakkında bu yasa hükümleri ve ilgili Yargıtay kararları uygulanmamış ve infazlar durdurulmamıştır. Örneğin Abdullah ALTUN açısından Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nce yeniden yargılama talebi kabul edilmiş, ancak uzun süre infaz durdurulmamıştır. Bu sırada, Hizbullah örgütünden hükümlü Sabri ÇEÇAN isimli şahıs açısından Altun kararı gerekçe kabul edilerek 18.06.2019 tarihinde infazın durdurulmasına karar verilmiş olup, Altun’un infaz durdurma kararı bunun ardından söz konusu olmuştur. Hizbullah dosyasından hükümlü sanıklar açısından, emsal AİHM’nin ihlal kararları gözetilerek yeniden yargılama kararları verilmekte iken, diğer davalardan hükümlü bulunan kişiler açısından yapılan başvurular hiçbir gerekçe sunulmaksızın reddedilmektedir.  Yerel mahkemelerce, aynı mahkeme ve yargı faaliyetine maruz kalınmasına karşın, şahısların mensubu oldukları iddia edilen örgüt gözetilerek farklı kararlar verilmektedir.  Bu da sürekli ifade etmiş olduğumuz ve ikili bir sisteminin varlığını ifade eden bir başka uygulamadır.

Dikkatlerden kaçırılan bir diğer husus ise bu düzenleme ile cinsel dokunulmazlığa karşı suçlarda yapılan indirim ile çocuk yaşta evliliklerinin önünün açılması meselesidir. AYM’nin bundan yaklaşık 3 yıl evvel,TCK’nin 103 üncü maddesinde yer alan çocuklara istismarı düzenleyen ve bir yaş sınırı aramayan düzenlemenin iptaline ilişkin kararı üzerine parlamento gündemine gelmişse de muhalefetin yoğun çabaları sonucunda engellenmişti. Kuşkusuz AYM tarafından verilen bu iptal kararının yalnızca istismarcı failleri destekleyen bir tarafı ve izahı bulunmaktadır. Şimdi de cinsel dokunulmazlık kapsamında suç işleyenlerin cezalarında yapılacak olan indirim ve denetimli serbestlik kapsamında cezaevinden çıkışları, açık cezaevine ayrılma hususunda sahip olacakları kolaylık ve Covid-19 nedeniyle cezaevlerinden tahliyelerine imkan sağlayan bu düzenleme son derece tehlikelidir. Mahkemelerin eril bakış açısıyla imza attığı kararların temelinde çocuk ve kadına yönelik ayrımcılık olduğu şüphe götürmemektedir. Bu düzenlemenin hayata geçirilmesi demek, çocuklara yönelik cinsel istismar ve tecavüz vakalarının artması ve küçük kız çocuklarının erken yaşta evliliğe zorlanması anlamına gelmektedir.

Çocuklarda en büyük hasar ve travmayı yaratan husus fiziki ve cinsel istismardır. Bu çocuğun en temel hakkı olan yaşam hakkı ve güvende olma hakkına en yoğun müdahaledir. Elbette cinsel istismara maruz kalan çocukların normal hayata adapte olmaları oldukça güçtür. Bu konuda gerekli önlemlerin derhal alınması ve çocuklara çocukluktan gelen tüm haklarının teslim edilmesi son derece mühimdir. Ancak öncelikle ülkede çocukların maruz kaldığı cinsel şiddet ve cinsel istismar vakalarının var olduğunun kabul edilmesi ve bu kabul ile çözüm üretilmesi gerekmektedir.

Yine belirtmekte yarar var ki, mevcut infaz sisteminde (koşullu salıverme oranı ve 1 yıllık denetimli serbestlik uygulandığında) 18 ay (veya altı) bir hapis cezası alan bir kişi pratikte hapis yatmazken bu kanun teklifinin yasalaşması halinde cezaevine girecek olanların kapsamı genişletilmektedir. Söz konusu ceza miktarlarına tekabül eden suç türlerinin, düşünceyi ifade hürriyeti kapsamında olan suçlar olması ise elbette tesadüf değildir. Böylelikle muhalif söylemde bulunan herkes bir şekilde cezaevine girecektir. Bu durumun ise toplumda ağır bir baskı aracına dönüşeceği kuşkusuzdur.

Özcesi bu kanun teklifinin her bir maddesi ayrı bir ayrımcılık içermekte ve demokratik kriterlerin tamamen yok olması anlamına gelmektedir. Kuşkusuz  infazdan beklenen toplumsal amaç doğrultusunda ve  “umut hakkı” bağlamında ağırlaştırılmış müebbet infaz statüsüne ilişkin yasal değişiklik yapılması zorunluluk arz etmektedir. Bunun yanı sıra tehlikeli ve kaçınılmaz salgın vakaları düşünüldüğünde devletin anayasal sorumlulukları kapsamında objektif olarak risk grubu oluşturan bu mahpus gurubunun infaz koşullarına ilişkin güncel değişimlerin gerçekleşmesi yadsınamaz bir ihtiyaç durumundadır.

Ancak, infazda eşitlik ilkesinin yer almadığı, mevcut hukuk sisteminin yol açtığı hak ihlallerinin ve mağduriyetlerin giderilmediği, suç ve ceza arasında bir dengenin asla gözetilmediği, mevcut sorunlara gerçek çözümler üreten düzenlemelerin söz konusu olmadığı, yıllardır dile getirdiğimiz hukuksuz ve eşitsiz düzenin devam ettirileceğine delalet eden bu yargı paketinin kabulü mümkün değildir. Bu paketin sadece uyuşturucu, çetecilik, kaçakçılık gibi suçluların daha az cezaevinde kalmalarından başka bir sonuç doğurmayacağı açıktır.

Paket, içerdiği birçok düzenleme ile başta Anayasa olmak üzere, Türkiye’nin taraf olduğu Uluslararası sözleşmeler ve Avrupa İnsan Hakları Mahkeme’nin kararlarına açıkça aykırılık teşkil etmektedir.

Bu bahisle ve belirtmiş olduğumuz nedenlerle 2/2762 Esas Sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklife ve Adalet Komisyonu raporuna katılmıyoruz.  Saygı ile arz olunur.

Ayşe Acar Başaran & Abdullah Koç
6 Nisan 2020