Bu paket salgına karşı güvence vermemekte, suya yazı yazmaktadır

Meclis'te görüşmelerine başlanan Salgınının Ekonomik ve Sosyal Hayata Etkilerinin Azaltılması Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi’ne ilişkin muhalefet şerhimiz:

PLAN VE BÜTÇE KOMİSYONU BAŞKANLIĞINA

2/2812 esas numaralı Yeni Koronavirüs (Covıd-19) Salgınının Ekonomik ve Sosyal Hayata Etkilerinin Azaltılması Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi’ne ilişkin muhalefet şerhimiz ektedir. 

2-2812 Esas Numaralı Yeni Koronavirüs (Covid -19) Salgınının Ekonomik ve Sosyal Hayata Etkilerinin Azaltılması Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi Dair Muhalefet Şerhi

Koronavirüs salgını (COVİD-19) 2019 yılı Aralık ayında ortaya çıktıktan sonra yaklaşık beş ay içerisinde bütün dünyaya yayıldı. Pandemi olarak ilan edilen Covid-19 çok sayıda insanın yaşamını yitirilmesine ve milyonlarca insanın enfekte olmasına sebep oldu. Korona salgınının yayılması ile beraber gerek şahsi gerekse de kamusal tedbirler artmaya başladı ve ülke-sektör-hane-birey ekonomileri ciddi hasarlar almaya başladı. Her ülke pandemi karşısında ekonomisini ayakta tutmak için tarihte eşine az rastlanır önlem almaya çalışsa da pandemi sırasındaki durumu iyi derecede kavrayabilmek için pandemi öncesi küresel ve ülkesel ölçekli iktisadi durum analizine bakmakta fayda vardır.

Pandemi öncesi küresel ekonomi ciddi bir resesyon tehdidi altındaydı. Otoriter popülist liderler, finans kapitalin açmazları, ticaret savaşları ile gelir dağılımdaki adaletsizlik, işsizlik, servet eşitsizliği gibi birçok gösterge küresel ve ülkesel açıdan neoliberalizmin sürdürülemeyeceğine işaret etmekteydi. Nitekim salgın öncesi neoliberalizme arayışlar başlamış ve karar alıcılar ile ilgili kamuoyu bu arayışlar üzerine yoğunlaşmıştı. Küresel salgının etkileri ile birlikte söz konusu “buhran”ın derinleşeceği ve yeni arayışların güçlenerek neoliberalizmin toplumda yarattığı tahribatları giderecek patikaların ortaya çıkacağı açık.

Türkiye ekonomisi ise küresel ekonominin salgın öncesi bulunduğu kötü durumun daha derin kuyularında yer almaktaydı. İşsizlik yapısallaşmış, enflasyon ve kur sorunu büyümüş, gelir dağılımındaki adaletsizlik had safhalara ulaşmış; otoriterleşme ve toplumsal kutuplaşma ile Türkiye devlet, iktisat, siyaset krizlerinin kesiştiği yapısal krizin eşiğine gelmişti. İktidarın politikalarını gözden geçirmek dahi istemediği, kutuplaşma ve ranta dayalı ekonomik iskeleti tutarak dönüştürme, geliştirme ve güçlenmeye tercih ettiği, ekonomik krize siyasi ve toplumsal krizleri biriktirerek eklediği bir dönemde küresel salgın sürecine girilmiş oldu.

AKP’nin iktidara geldiği günden beri otoriter popülist siyaseti ile birleştirmeye çalıştığı neoliberalizm ve finans kapital modeli salgın durumunun potansiyel tahribatını güçlendirici zemin hazırladı. Sağlık sektörünün alabildiğine özelleştirildiği, ortak iş yapma-istişare mekanizmalarının bastırıldığı, reel iktisattan hayali iktisada geçişin tarihte görülmedik ölçüde derinleştirildiği bu kriz dem’inde, salgın krizi kaosa çevirecek anahtar işlevi gördü.

Salgın ile birlikte toplumsal birliktelik ve dayanışma yönünde ortaya çıkan tarihi fırsat, iktidar tarafından kendi mülkünü, makamını koruyabileceği özelleştirilmiş fırsatlara heba edilmek üzere harekete geçildi. Salgın sonrası ilk açıklamada dahi “krizin fırsata çevrileceği”ne dair iktidar beyanı halk sağlığı, yurttaş hakları, insan değeri gibi etik-politik-hukuki çerçeveleri es geçmeye hazır bir niyetin halis olduğunu gösterdi.

İktidar, salgın öncesinin reel durumu ile sonrasına dair senaryolarını içerisinde bulunan krizi birlikte aşmak yerine, küresel müdahaleleri kendi sorunlu iktisadi mimarisinin reçetesi saydı. Bu beçar reçeteye göre küresel ölçekte parasal genişleme ihtiyaç olunan finansal havuzu dolduracak, salgına karşı adı konmamış “sürü bağışıklığı” yolu ve üretimi durdurmama cinneti ile birlikte az maliyet yüklenilerek “krizden fırsat” çıkarılacaktı. Bu siyasi hattı tutmak üzerinden şartlanan ilk 100 milyar TL’lik göstermelik paket, Türkiye ekonomisinin salgın öncesi dahi içerisinde bulunduğu çıkmazı aşacak çapta değildi. Nitekim uçuşlar iptal edilirken havayollarına destek sunulması, insanlar evlerinden çıkamazken inşaat sektörüne yapılan destekler, meselenin salgınla mücadele etmek salgına önlem almak olmadığını net ve sarih şekilde ortaya koyuyordu.

İlk “önlem” paketi açıklandıktan sonra ortaya çıkan tablo, ülke ekonomisinin her ölçeği açısından, suya yazılmış yazı gibiydi. Bir müdahale görüntüsü verildi. Sonra ekonomik kriz, salgının etkisini de arkasına alarak görüntüyü silip attı.

Bu paket salgına karşı güvence vermemekte, suya yazı yazmaktadır!

2-2812 Esas Numaralı kanun teklifi ile ikinci defa suya yazı yazılmaya çalışılmaktadır. İktidar kriz fırsatçılığına duyduğu kör inançla, hem ekonomiyi daha büyük bir krizin içerisine sokmakta hem de salgın durumunda halk sağlığını büyük tehlikeye atmaktadır.

İktidarın “az maliyet” hesabı, halklara daha fazla açlık, yoksulluk, zulüm ve ölüm olarak dönmektedir. Öte yandan bu kanun teklifi ile yurttaş aleyhinde, yandaş lehinde düzenlemelere yer verilmekte, Türkiye’nin tümü salgın ve ekonomik etkilerden korunmamakta bilakis yandaşlar kamusal kaynaklarla korunmaya ve ihya edilmeye çalışılmaktadır.

Kanun teklifinin sadece dört maddesine baktığımızda bu gerçekle karşı karşıya kalmaktayız. Komisyona gelen kanun teklif metninin 6 ncı maddesinde İşsizlik Sigortası Fonu'ndan günlük olarak işçilere 39,24 TL nakit ücret desteği verilmesi öngörülmektedir. Açıktır ki, günlük 39,24 TL üç öğün simit yenilmesine bile yetmemektedir. Bu miktar sefalet demektir. Halkın sefaletle karşı karşıya bırakılması isteğidir. Bizler minimum aylık gelirin 2.500 TL olmasını anayasal ve adil bir devlet olmanın gereği olarak görmekteyiz.

6 ncı madde halka sefaleti dayatırken 12 ve 13 üncü maddeler ise yandaşları kurtarma operasyonun bir parçası yapılmaktadır. Türkiye Varlık Fonu, Türkiye Varlık Fonu Yönetimi A.Ş. ve Şirket tarafından kurulacak diğer şirketler ile alt fonlar hâlihazırda zaten sağlıklı bir biçimde denetlenmemektedir. Örneğin 2018 yılının denetim ve inceleme raporları halen ortada yoktur. Türkiye Varlık Fonu’nun ciddi bir toplumsal meşruiyet sorunu vardır. Fonun kuruluşunun gerekliliği ve gerekçesi konusunda kamuoyu hala ikna edilebilmiş değildir. Buna karşılık halihazırda zaten pek çok istisna ve muafiyete sahip fona tanınan istisna ve muafiyetler bu düzenlemeyle daha da arttırılmak istenmekte, fonun “finansal açıdan zor duruma düşecek büyük kuruluşlar”ı satın alabileceği ya da ortak olabileceği ancak bu işlem nedeniyle fon yöneticilerinin sorumlu tutulamayacağı düzenlemesi getirilmektedir. Türkiye Varlık Fonu üzerinden yapılan bu düzenlemeler salgın ve salgın öncesindeki ekonomik krizin etkilerinden yandaşları kurtarma çabasıdır.

Yandaşı koruyan, halkı yoksullaştıran bu düzenleme ile AKP iktidarı 31 Mart’ta halkın oyları karşısında aldığı yenilgiyi kabul etmediğini, halk iradesini hiçe saydığını gösteren bir düzenlemeyi de kanun teklifine koymuştur. Bu düzenleme halkın iradesine ve salgınla en etkili mücadeleyi yürütülebilecek kurum olan belediyelere yönelik anti-demokratik bir müdahaledir. Söz konusu yerel yönetimlerle ilgili yapılan düzenlemeler, su faturalarının ertelenmesi, kira alacaklarının reklam/ilan alacaklarının ertelenmesi belediyelerin neredeyse tüm gelirlerinin kesilmesi anlamına geliyor. Her belediyenin maddi imkânları bu ertelemeyi yapabilmesine müsaade etmeyecektir. Aynı ilde bir ilçe yapar diğeri yapamazsa belediyelerin yurttaşla karşı karşıya gelmesine sebep olacaktır. Fatura erteleme maliyetlerinin kaynakları merkezi bütçeden karşılanmalıdır. Belediyelerin neredeyse bütün kaynakları ertelenmekte ancak yerine finansman koyulmamaktadır.

Her türlü sıradan fırsatçılığa, intikam duygusuna ve yandaşı koruyarak halkı yoksulluğa sevk etmeye çalışan tüm iktidar politikaları, sorunları daha fazla derinleştirmektedir.  Sorunların derinleştiği ve içinden çıkılmaz bir hal aldığı  bu yalın gerçeklik durumu, salgın öncesi birikerek gelen yapısal krizin, salgın ile birleşmesi ve üstüne iktidarın yönetememe krizinin eklenmesi ile içinden çıkılmaz bir hale dönüşmüş durumdadır.  Açık bir yönetememe gerçeğine sahip iktidar ise tam olarak bataklık-bisiklet metaforunu yaşamsallaştırmaktadır. İktidar yönetememe krizinden dolayı bataklık içerisinde ama iktidarda olduğu için bisiklet üzerindedir. Pedallamazsa bataklığın içine çekilecek, pedallarsa bataklığın derinlerine doğru hızla yol alacaktır.

Palyatif Çözümlerle Değil, Yeni Yaşam Ekonomisi ile Krizlerden Kurtulacağız!

Unutulmamalıdır ki, Türkiye, koronavirüs salgınına, ekonomik, siyasi, toplumsal krizlerin birleştiği bir yapısal kriz momentinde yakalanmıştır. Bu birikerek gelen kriz silsilesinden kurtulmanın yolu ise fırsatçılık, palyatif çözüm arayışları, az maliyet hayalleri değil; yapısal krizlere çözüm arayan, salgına karşı halk sağlığını temel öncelik edinen, işsizi-işi-aşı-işyerini koruyan; neoliberalizm ve finans kapital yerine güçlü üretimi, eşit bölüşümü ve adil dağılımı esas alan çözümlere ihtiyaç vardır.

Eğer salgının yarattığı krizden bir fırsat çıkarılmak isteniyorsa; esas alınması gereken iktidarın özel çıkarları değil, eşitliği ve adaleti esas alan kamusal iyilik halini yaratmaktır.

Bu kapsamda, çözüm gücü yeni yaşam ekonomisindedir. Covid-19 salgını bir kere daha göstermiştir ki talana, sömürüye ve yağmaya dayanan mevcut tekelci ekonomi sistemi, %1’in çıkarı için kurulmuştur. Buna karşılık, bir avuç ayrıcalıklı kesimin çıkarları toplumun genel çıkarı olarak sunulmuş, herkesin bu sisteme rıza göstermesi sağlanmaya çalışılmıştır. Bu illüzyona karşı, bu nedenle yeni yaşamın ekonomisini kurmak mevcut ekonomik sistemden radikal değişikliklerle kopuşu ifade edecek, gerçek anlamda toplumsal çıkarın ifadesi olarak kurumsallaşacak, ekonominin temelleri yeniden inşa edecek bir yaklaşıma sahip olmaktır.

Bu noktada hem söz konusu salgın ve yapısal kriz halinden çıkmak için acil önlemleri tespit etmek hem de bu kritik süreçte tarihe not düşmek kaçınılmazdır. Halkların Demokratik Partisi olarak önerilerimizi iktidarın beçar kanun teklifine şerh düşmek ve kamuoyunun bilgisine sunmak tarihsel sorumluluğumuzdur.

Açıktır ki, işçiyi, emekçiyi, işyerini, esnafı, kadınları, dar gelirliyi; kısacası, ekonomik açıdan dezavantajlı olan tüm vatandaşlarımızı koruyacak ve Türkiye’deki herkesin adil bir ekonomik düzende yaşamasını mümkün kılacak, salgın süresince halk sağlığını ve geçimini güvenceye alacak, geçici ve kalıcı düzenlemelere ihtiyaç vardır. Bu kapsamda;

  • İşten çıkarmalar yıl boyunca yasaklanmalıdır.
  • Temel ihtiyaçlar dışındaki sektörlerdeki faaliyetler ilk aşama olarak 30 Haziran 2020 tarihine kadar durdurulmalıdır.
  • Salgın süresince işçiler ücretli izne çıkarılmalıdır.
  • Tüm işsizlere ve 2.500 TL'nin altında geliri olanlara herhangi bir şart aranmaksızın doğrudan gelir desteği sağlanmalıdır.
  • Geliri olmayan kadınlara her ay 2.500 TL doğrudan gelir desteği sağlanmalıdır.
  • Salgın süresince, ülkemizde yaşayan mülteci ve göçmenlere, her ay 2.500 TL gelir desteği sağlanmalıdır.
  • En düşük emekli maaşı 2.500 TL olmalıdır.
  • Çiftçi borçları ertelenmeli, çiftçi destekleri derhal ödenmelidir.
  • Salgın süresince, tüm esnaflara her ay 2.500 TL doğrudan gelir desteği yapılmalıdır.
  • Salgın süresince; bankalara olan kredi kartı, ihtiyaç kredisi ve diğer tüm krediler faizsiz ertelenmelidir.
  • Salgın süresince, tüm kira ödemeleri durdurulmalıdır. Yalnızca kira geliri ile geçinenler desteklenmelidir.
  • Daimi bir şekilde elektrik, su, doğalgaz, telefon ve internet ihtiyaç sınırına kadar ücretsiz olmalıdır.
  • Asgari ücret vergiden muaf olmalıdır.
  • Gençlerin Kredi Yurtlar Kurumu'na olan tüm borçları silinmelidir.
  • Özel sağlık kuruluşları kamulaştırılmalıdır.

Madde Bazlı Değerlendirme

Madde 1:

Teklif ile bazı alacakların 3 ay veya 1 yıl süreyle ertelenmesi, alınmaması veya yapılandırılması düzenlenmektedir. Teklif, KYK borç taksitlerinin ve faturaların 3 ay süreyle ertelenmesini öngörürken HDP olarak hazırladığımız ve komisyonda birlikte görüşülmesi reddedilen kanun teklifimizde KYK borçlarının silinmesini, öğrencilere gelir desteği sağlanmasını, elektrik, su, doğalgaz, telefon ve internetin ihtiyaç sınırına kadar ücretsiz olmasını önermiştik. Borçları ve faturaları ertelemek yurttaşların sorunlarını çözmeye yetmemektedir.

Birçok kurumla ilgili düzenlemenin tek maddeye sığdırıldığı teklif maddesini genel hatları ile destekliyoruz. Ancak burada yerel yönetimlerle ilgili yapılan düzenlemeler, su faturalarının ertelenmesi, kira alacaklarının reklam/ilan alacaklarının ertelenmesi belediyelerin neredeyse tüm gelirlerinin kesilmesi anlamına geliyor. Her belediyenin maddi imkanları bu ertelemeyi yapabilmesine müsaade etmeyecektir. Aynı ilde bir ilçe yapar diğeri yapamazsa belediyelerin yurttaşla karşı karşıya gelmesine sebep olacaktır. Fatura erteleme maliyetlerinin kaynakları merkezi bütçeden karşılanmalıdır. Belediyelerin neredeyse bütün kaynakları ertelenmekte ancak yerine finansman koyulmamaktadır.

Madde 6 ve 7:

Bu maddeyle işveren tarafından ücretsiz izne ayrılan, kısa çalışma ödeneğinden ve işsizlik ödeneğinden yararlanamayan ve SGK’dan yaşlılık aylığı almayan işçilere İşsizlik Sigortası Fonu'ndan günlük olarak 39,24 TL nakit ücret desteği verilmesi düzenlenmektedir. Tasarı işveren-lere, yasak nedeniyle işten atamadığı işçisini, ücretsiz izne gönderebilme olanağı tanımakta ve ücret-siz izne gönderdiği işçilerin maaşını İşsizlik Sigortası Fonu’ndan, aylık 1.177 TL, ödeme imkanı getirmektedir. Bu tasarıyla işçiler kısa çalışma ödeneğine göre ayda en az 575 lira daha az para alacaklardır çünkü patronlar işçilerini ücretsiz izne gönderdiklerinde fon bu işçilere aylık sadece 1177 TL ödeyecektir.

Türk-İş’in yaptığı araştırmaya göre, 2020 Ocak itibariyle, dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken aylık gıda harcaması tutarı, açlık sınırı, 2 bin 219,45 TL iken yoksulluk sınırı 7 bin 229,49 TL olarak açıklanmıştır. Koronavirüsle mücadele adı altında yapılan bu düzenlemede teklif edilen rakam belirlenirken hangi kriterlerin esas alındığı bilinmemekle beraber dünyadaki emsal paketleri nazarında teklif edilen rakam çok cüzi kalmaktadır. Örneğin ben-zer paketler açıklayan Amerika her vatandaşına 1200 Dolar ve her çocuk için 500 Dolar ödeme; Kanada işini kaybeden herkese her ay 2 bin Dolar ödeme; Almanya dükkanı kapanan serbest meslek erbabına 9 bin Euro ödeme; İngiltere esnaf başına 10 bin Sterlin işini kaybedene 2 bin 500 Sterlin nakit ödemesi yaparken, dünyanın en yoksul ülkeleri arasında yer alan Kongo elektrik ve su faturalarının iki ay boyunca devlet tarafından ödenmesi kararını almıştır. Koronavirüs günlerinde dahi yandaşlarına ihale ve ödeme garantileri vermekte beis görmeyen AKP’nin bu teklifi kabul edilebilir değildir. Yandaşlara verilen ihalelerde kamu yararı gözetmeyen ve hesapta hassas olmayan AKP iktidarı söz konusu emekçiler ve alt gelir grupları olunca ketum davranmaktadır. Günümüzde günlük insani yaşam standartlarının çok altında olan bu rakam, 39.24 TL, kabul edilebilir bir rakam değildir. Bu süreçte devlet tüm işsizlere ve geliri 2500 TL’nin altında olan tüm vatandaşlara, 2500 TL alt limit olmak kaydıyla, doğrudan gelir desteği vermelidir.

Madde 8:

Düzenlemede yer alan ‘işten çıkarma yasaklanıyor’ ifadesi metnin içeriğinde/bütününde tersini içerdiği için oksimoron bir ifadedir.  Yapılan düzenlemeyle 3 ay boyunca işten çıkarma yerine ücretsiz izin getirildiği iddia ediliyor olsa da daha önce yasada yer almayan ‘ücretsiz izin’ bu şekilde yasal hale getirilmektedir. Bu düzenlemeyle işverenler kimseyi işten ‘atmıyor’ gibi görünüyor olma-larının yanında istedikleri işçiyi  de ücretsiz izine yollayabilecek hakka sahip olmaktadırlar. Bu süreç içerisinde işverenlerin herhangi bir maliyeti söz konusu olmayacakken işçiler gelirlerinin büyük bir kısmından mahrum kalacak ve işçilerin yaşam standartları düşecektir. Ayrıca bu düzenleme işveren-lerin dilediği işçiyi izine çıkarıp dilediğini tekrar çalıştırmasına olanak sağlayacaktır. Ücretsiz izine yollanan işçiye işsizlik sigortası fonundan günlük 39 TL, ayda 1170 TL, ödeme yapılacaktır.

İşvereninin Kısa Çalışma Ödeneğine başvurması halinde işçi maaşının % 60’ını alabiliyorken bu düzenlemeyle hem ücretsiz izin süresi 90 güne çıkarılmakta hem de işçi maaşının yalnızca % 40’ını almakta ve hak kaybına uğramaktadır. Tüm çalışanlara Kısa Çalışma Ödeneğinin verilmesi durumunda 3 ay boyunca 1.600- 4.300 TL arası aylık ödeme yapılacakken işten çıkarma ‘yasaklanması’ ve ücretsiz iznine ayrılması durumunda ise çalışanlara 3 ay boyunca, sabit aylık, 1.177 TL ödenecektir. Bu, işçilerin büyük bir maddi kayıp yaşamalarına sebep olacaktır. Bu düzenleme asgari ücreti fiilen ortadan kaldıran bir modern kölelik düzenlemesidir. Toplumsal adaleti zedeleyen bu düzenlemede işverenler korunurken krizin ekonomik maliyeti her zaman olduğu gibi işçi ve alt gelir gruplarına çıkarılmaktadır. İşvereni merkeze alarak yapılan düzenleme de ‘kamu yararı’ ifadesi yer alsa da düzenleme işverenleri koruyan bir düzenlemedir. Avrupa’da çalışanlara ücretlerinin % 80’ni ödenirken ve temel ihtiyaçlarını sağlama devlet tarafından garanti edilirken Türkiye’de günlük 39,24 TL gibi sefalet ücreti ve bu süreyi 6 aya kadar uzatma hakkının olması modern zamanlara uygun bir düzenleme değildir.

Ayrıca bu Kanunun kapsamında olan veya olmayan her türlü işçinin iş sözleşmesi, Covid-19 salgın hastalık neticesinde ‘kamu yararının gerektirmesi nedeniyle’ bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren, üç ay süreyle 25. maddenin birinci fıkrasının ikinci bendinde gösterilen sebepler dışında, işveren tarafından feshedilememesini düzenlemektedir. 25 inci maddenin birinci fıkrasının ikinci bendinde gösterilen sebepler dışında diye ifade edilen 4857 Sayılı İş Kanunu’nun 25. maddesi, “Sü-resi belirli olsun veya olmasın işveren, aşağıda yazılı hallerde iş sözleşmesini sürenin bitiminden önce veya bildirim süresini beklemeksizin feshedebilir” dedikten sonra ilk maddesini “sağlık sebepleri”ne ayırmaktadır. Taslakta sözü edilen birinci fıkranın ikinci bendi “işçinin tutulduğu hastalığın tedavi edilemeyecek nitelikte olduğu ve işyerinde çalışmasında sakınca bulunduğunun Sağlık Kurulunca saptanması durumunda” sözleşmesinin feshedilmesini hükme bağlamaktadır. Birinci fıkra çerçevesinde fesih yasağı uygulanan hallerde işveren üç aylık süre içerisinde işçiyi tamamen veya kısmen ücretsiz izne ayırabiliyorken işçiye, geçerli sebebi olsa dahi, sözleşmeyi fesih hakkı verilmeyerek işçinin özgürlük alanını kısıtlanmaktadır. Karşılıklı rıza çerçevesinde olması gereken iş sözleşmesinin tek taraflı hakla kadük bırakılması eşitlikli bir düzenleme değildir; ücretsiz izine ayrılmak zorunda bırakılmış işçinin de iş sözleşmesini feshetme hakkı olmalıdır. Tasarıya göre ücret-siz izin için onay aranmayacağı gibi bu şartları kabul etmeyen işçinin çalışmak istemeyerek tazminat alma hakkı da elinden alınmış olmaktadır. Dolayısıyla işçi bu durumda işsizlik ödeneği de alamayacağı gibi günde 39 lira 24 kuruş sadaka sayılabilecek bir ücrete razı edilmeye çalışılmaktadır.

Madde 11:

Bu düzenlemeyle şirketlerin kâr payı dağıtımına kısıtlama getirilerek özkaynak yapılarının bozulmaması ve olası iflaslarının önüne geçilmesi amaçlanıyor. Bunun için Türk Ticaret Kanunu’na eklenen bir maddeyle sermaye şirketlerinin 30 Eylül 2020’ye kadar 2019 yılı net kârlarının % 25’inden fazlasını dağıtamayacakları hükme bağlanıyor.

Ancak sermaye şirketlerinde 30 Eylül 2020 tarihine kadar 2019 yılı net dönem kârının yalnızca % 25’inin dağıtılmasına ilişkin bir düzenleme getirilmesi halinde stopaj ve gelir vergisi alınamayacak olması nedeniyle önemli bir vergi gelirinden de vazgeçilmiş olacaktır. Bilindiği üzere kâr payı dağıtımı halinde, dağıtılan kâr payı üzerinden şirketler % 15 oranında bir stopaj uygulamak zorundadır. Bu nedenle getirilmek istenen bu düzenleme neticesinde devletin hangi miktarda bir vergi gelirinden vazgeçeceği, erteleyeceği bir etki analizi raporuyla Plan ve Bütçe Komisyonu üyelerine sunulmuş olmalıydı. 2019 bütçe gerçekleşmelerine bakıldığında bu miktarın ne denli büyük olduğu ortaya çıkacaktır. 2019’da kâr payı dağıtımından elde edilen stopaj geliri yaklaşık 4,5 milyar TL olarak gerçekleşmiştir. Kâr payı ödenen hissedarların beyanı sonucu elde edilen gelir vergisi tutarı ise yaklaşık 6 milyar TL’dir. Bu da toplamda 10,5 milyar TL gibi önemli bir toplamı ifade etmektedir. Yani bu düzenlemeyle şirketlerin özkaynak yapılarının bozulmaması kamunun ciddi miktarda stopaj ve gelir vergisi gelirinden vazgeçmesi, ertelemesi pahasına gerçekleştirilmek istenmektedir.

Öte yandan getirilmek istenen bu düzenlemenin henüz yasal düzenleme yapılmadan yönetmelik, tebliğ ve hatta sosyal medya duyurusuyla yapılmaya çalışıldığı da ortaya çıkmıştır. Bilindiği üzere Ticaret Bakanlığı’nın Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’ne 31 Mart 2020 tarihinde gönderdiği tebliğ ile şirketlerin 2019 öncesi yıllara ilişkin dağıtılmamış kârlarını dağıtamayacakları ve 2019 yılı net faaliyet kârının ise azami % 25’inin dağıtılmasına karar verildiği duyurulmuştu. Bunun üzerine Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin odalara ve borsalara yaptığı 01.04.2020 tarih ve 34221550-045.02-3392 no.lu duyurusuyla, şirketlerin genel kurul gündemlerine “kamunun iştiraki olan şirketler hariç olmak üzere, sermaye şirketlerinin 2019 yılı hesap dönemine ilişkin olarak bu yıl gerçekleştirilecek genel kurul toplantılarında gündeme alınacak nakit kâr payı dağıtımı kararlarında, geçmiş yıl kârlarının dağıtıma konu edilmemesi ve dağıtım tutarının 2019 yılı net dönem karının % 25’ini aşmaması ile yönetim kuruluna kâr payı avansı dağıtımı yetkisi verilmemesi...” konusunun alınmasını tavsiye etmişti. Ardından Hazine ve Maliye Bakanlığı da 3 Nisan 2020 tarihinde sosyal medya üzerinden yaptığı açıklamayla “Covid- 19’un ekonomiye etkisiyle mücadele kapsamında, Ticaret Bakanlığı koordinasyonunda firmaların kâr dağıtımlarını 2019 kârının yüzde 25’i ile sınırlandırdık” demişti. Oysa bu türden düzenlemeler ancak yasalarla yapılabilir. Anlaşılan o ki AKP yine önce yasal dayanak olmaksızın bir düzenleme yapmak istemiş, ancak kamuoyundan gelen itirazlar üzerine bu kez yasasını çıkarmak durumunda kalmıştır.

Madde 12:

Bu düzenlemeye göre Covid-19 salgınının ortaya çıkardığı yeni durum nedeniyle Türkiye Varlık Fonu, Türkiye Varlık Fonu Yönetim A.Ş. ve Şirket tarafından kurulacak diğer şirketler ile alt fonlarının denetim raporlarının sunulması gereken tarih haziran ayından ağustos ayına alınarak ötelenmiş oluyor.

Ancak ciddiyetten uzak bir düzenlemeyle karşı karşıyayız. Çünkü Türkiye Varlık Fonu’nin denetim raporları zaten usulüne uygun bir biçimde hazırlanmıyor. Hatırlanacağı üzere 2018 yılı denetim raporları için toplantıya çağrılan Plan ve Bütçe Komisyonu’na 2016 ve 2017 yılının raporlarının aynısı 2018 raporuymuş gibi sunulmuştu. 2016 ve 2017 yıllarına ait denetim ve inceleme raporları tek dosya halinde komisyona sunulmuş ve tüm itirazlarımıza rağmen bu şekilde görüşülmüştü. Oysa her yıl için ayrı ayrı denetim ve inceleme raporları hazırlanarak sadece ilgili yılın raporları komisyonda görüşülmeliydi. Öte yandan her yıl için ayrı denetim ve inceleme raporunun görüşülmesi gerektiğinin yanı sıra, her yıl için de Türkiye Varlık Fonu ve Türkiye Varlık Fonu A.Ş. için de ayrı raporların hazırlanması gerektiği ortadadır. Ancak bu da yerine getirilmemişti. Bunun da ötesinde 2019 yılının ekim ayında 2018 yılının denetim ve inceleme raporlarının görüşülmesi gerekirken, 2016 ve 2017 yılının denetim ve inceleme raporları görüşülmüştü! 2018 yılının denetim ve inceleme raporları ise hala ortada yoktur. Komisyona sunulan rapor da zaten geçen sene yani 2018 yılının ekim ayında “gizli” ibaresiyle komisyon üyelerine gönderilen dosyayla aynı dosyadır. Bir önceki sene zaten gönderilmiş olan bir dosya, alay edercesine bu kez sadece “gizli” ibaresinin kaldırılarak ya da silikleştirilerek gönderilmişti. Öte yandan 2016-2017 denetim ve inceleme raporlarının birkaç günde hazırlanmış olduğunu da not etmek gerek. Oysa ülkenin bu kadar değerli ve stratejik varlıklarını bir araya getiren bir fonun denetim sürecinin ve raporlarının daha özenli ve derinlikli olması zorunludur.

Hepsinden de öte, Türkiye Varlık Fonu’nun niçin Sayıştay denetiminin dışında bırakıldığı sorusu hala ortada cevapsız bir biçimde durmaktadır. Kamuoyu, ülkenin en değerli ve stratejik varlıklarının bir araya getirildiği bir fonun denetiminde kamu adına denetim görevini ifa eden kamusal bir kurum olan Sayıştay’ın niçin devre dışı bırakıldığını merak etmektedir. İktidarın merkezileşip tekelleştikçe kamusal denetim mekanizmalarının da kurtulma isteği Türkiye Varlık Fonu’nun Sayıştay denetiminden azade kılınması örneğinde de açıkça görülmektedir. Öte yandan Sayıştay denetiminden muaf tutulan Türkiye Varlık Fonu, bağımsız denetime tabi tutulmuştur. Ancak Türkiye Varlık Fonu denetimini gerçekleştirmiş olan bağımsız denetim şirketinin ne şekilde seçildiği belli değildir. Bu hususta komisyon ve kamuoyu şeffaf bir biçimde bilgilendirilmemiştir.

Dolayısıyla Türkiye Varlık Fonu, Türkiye Varlık Fonu Yönetimi A.Ş. ve Şirket tarafından kurulacak diğer şirketler ile alt fonlar hâlihazırda zaten sağlıklı bir biçimde denetlenmemektedir. Tekrar altını çizmek gerekirse 2018 yılının denetim ve inceleme raporları halen ortada yoktur. Durum ortadayken, şimdi de Türkiye Varlık Fonu’nun denetim raporlarının sunum tarihinin hazirandan eylül ayına alacak bir düzenlemenin getirilmiş olması en hafif deyimle absürttür. Oysa şayet denetime ilişkin bir düzenleme yapılacaksa, denetimin sağlıklı bir biçimde yapılabilmesi için Sayıştay denetiminden muafiyetin de ortadan kaldırarak denetim sürecinin bir bütün olarak yeniden düzenlenmesi gerekmektedir.

Madde 13:

Covid-19 salgınıyla birlikte iyice derinleşen ekonomik krizde, batmakta olan yandaş şirketleri kurtarmak üzere getirilmek istenen bir düzenlemeyle karşı karşıyayız. AKP pandemi koşullarında da önceliğini bir kez daha sermayeden, yandaş sermayeden yana koymuştur. Pandeminin daha da ağırlaştırdığı ekonomik krizde sermayenin maliyetleri, zaten perişan duruma düşmüş emeğiyle geçinen insanların, toplumun sırtına yüklenmeye çalışılmaktadır. Batan şirketler, ülkenin her bir bireyinin emeğiyle ortaya çıkmış kamusal varlıklar ile kurtarılacaktır. Dahası Türkiye Varlık Fonu, yatırım adı altında söz konusu yandaş batık şirketlere para yatıracak ve fon yöneticileri bu işlemlerden dolayı sorumlu tutulmayacaklardır. Yani Türkiye Varlık Fonu bir idari karar alarak dilediği batık şirketleri satın almak ya da ortak olmak yoluyla kurtarabilecek bu kararı alanlar idari yaptırımlardan muaf olacaktır. Oysa her bir idari işlem aynı zamanda o işlemleri yapanlara idari ve yasal sorumluluk da yüklemek zorundadır. Aksi halde keyfiyete yol verilmiş olur. 

Madde gerekçesinde açık bir biçimde “Türkiye Varlık Fonu, Türkiye Varlık Fonu Yönetimi A.Ş. ile alt fonlar ve Şirket tarafından kurulacak şirketler Covid-19 salgınının olumsuz neticelerinin telafisine işlemin hızlı icrasının temini ve işlem çeşitliliği sağlamak suretiyle piyasanın hareketlenmesine katkıda bulunacak finansal açıdan zor duruma düşecek büyük kuruluşların ayakta kalmasında onlara klasik banka kredisinden farklı seçenekler ve destekler kilit rol oynayacaktır. Anılan istisna ile şirketlerden kaynak çıkışı da engellenmiş olacaktır” deniyor. Ancak mevcut kriz koşullarında ayakta kalması için fonun satın alabileceği ya da ortak olabileceği “zor duruma düşecek büyük kuruluşlar”ın kriteri belli değildir. Piyasada faaliyet gösteren örneğin batık bir şirketin fon tarafından hangi ölçülere dayanılarak kurtarılacağı bu düzenlemeyle keyfiyete tabi olacaktır. Ortada hangi şirketin “zor duruma düşecek büyük kuruluş” sayılacağına ilişkin bir kriter yoktur. Belli ki bu muğlâklık hareket alanı sağlanması için bilinçli bir şekilde bırakılmıştır. Böylelikle arzu edilen şirketler kurtarılacaktır. Yani AKP şirketler arasında yandaşlık kriterini uygulayacak ve kamusal kaynaklarla batık yandaş şirketler kurtarılacaktır.

Zaten Türkiye Varlık Fonu kurulduğu günden beri tartışmalı bir kurumdur. Ne için kurulduğu hala anlaşılabilmiş değildir. Dünyada bir başka benzeri olmayan bir fondur. Bu nedenle de toplumsal meşruiyet krizi yaşamaktadır. Toplum hala Türkiye Varlık Fonu konusunda ikna edilebilmiş değildir. Kuruluş ve faaliyet amacı net olmayan Türkiye Varlık Fonu, üstüne üstlük bir de faaliyetlerinde pek çok ayrıcalık, muafiyet ve istisnalara sahiptir. Şimdi de Türk Ticaret Kanunu’nun “Hâkimiyetin hukuka aykırı kullanılması” başlıklı 202. Maddesi’nin “Türkiye Varlık Fonu, Şirket ile alt fonlar ve Şirketin kurduğu diğer şirketlere, tek başlarına veya üçüncü kişilerle birlikte doğrudan ya da dolaylı olarak bunlar lehine üzerinde hakimiyet tesis edilen şirketlere ve bu hakimiyetin tesisine ilişkin işlemlerle sınırlı olmak üzere bu işlemlerin taraflarına, onların doğrudan ya da dolaylı ortaklarına, iştiraklerine ve bağlı ortaklıklarına” uygulanmayacağı hüküm altına alınıyor. Böylelikle Türkiye Varlık Fonu’nun piyasaya müdahale ederek hâkim şirket olarak hakimiyeti kötüye kullanarak örneğin tekelleşmeye yol açmasının önündeki engeller kaldırılıyor. Yani Türkiye Varlık Fonu, muafiyet ve istisnalar konusunda “level atlıyor”.

Dolayısıyla kamuoyu, Türkiye Varlık Fonu’nun niçin kurulduğuna, gerçekten de toplumun böyle bir fona ihtiyaç duyup duymadığına dair hala ikna edilebilmiş değildir. Örneğin Türkiye Varlık Fonu’nun hazinenin yapamayacağı neleri yapabileceği sorusu, yanıtsız bir soru olarak önümüzde durmaktadır. Sayıştay Kanunu, Rekabet Kanunu, Devlet Memurları Kanunu, Kamu İhale Kanunu, Devlet İhale Kanunu gibi temel önemdeki yasalara uymak zorunda olmamak, birçok vergiden ve KDV’den muaf olmak gibi pek çok bakımdan imtiyazlı bir statüye sahip Türkiye Varlık Fonu A.Ş., kurulduğundan bu yana bu ayrıcalıklı konumuna rağmen ekonomiye somut hiçbir şey kazandırmamıştır. Kamusal fayda maksimizasyonu kaygısına sahip olmayan Türkiye Varlık Fonu, kurulduğu günden bu yana toplum yararına hiçbir faaliyette bulunmamıştır. Bu düzenleme de göstermektedir ki kâr odaklı bir bakış açısıyla, Türkiye Varlık Fonu’nun bu yapılanmasıyla kamusal faydanın sağlanabilmesi mümkün değildir. Amaç kâr maksimizasyonu değil, kamusal fayda maksimizasyonu olmalıdır. Ülkenin tüm yurttaşlarının emeğiyle ortaya çıkmış olan kamusal değerlerin tüm toplum yararına değil, sadece belirli yandaş şirketlerin batmaktan kurtarılması için kullanılması, Covid-19 salgını koşullarında dahi sermayenin maliyetlerinin yoksul emekçi halkın sırtına yüklenmesi anlamına gelir. Bu da açık bir vicdansızlıktır.

15 Nisan 2020