Ebru Günay: Tutsaklar hukuksuzluğun başladığı yere yöneldi

Parti Sözcümüz Ebru Günay'ın JinNews'e verdiği röportaj:

HDP Sözcüsü Ebru Günay, OHAL’in ilk İmralı’da başladığına dikkat çekerek, “AKP iktidarı yaptığı düzenlemelerle bir yandan yasal kılıflar bulan ama meşru olmayan, hukuku çiğneyen, temel ilkeleri çiğneyen bir yerden hukuk kurmanın önünü açtı. Halen de bunu yapmaya devam ediyor. Tutsaklar, gerçek bir hukukun tesis edilmesinin, İmralı Ada sisteminin dağılması ve orada hukukun tesis edilmesiyle başlanacağının farkında. Dolayısıyla hukuksuzluğun başladığı yere bir tepki yöneltme hali var” dedi. 

AKP ve MHP iktidarı, genç, kadın ve bir bütün toplum üzerinde sürdürdüğü baskı atmosferini her geçen gün derinleştiriyor. Bir yanıyla PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerinde süreklileşen tecridi kırmak amacıyla açlık grevi eylemi başlatan siyasi tutsakların direnişi, bir yanıyla artan erkek şiddeti ve onu koruyan erkek yargısı karşısındaki kadın direnişi bir diğer yanıyla ise yaşamın tüm alanlarına sirayet eden kayyım zihniyetine karşı sokaklarda direnen gençlerin mücadelesi, yönetim krizine karşı isyanda oluşun göstergesi.

Toplumun tamamını etkisi altına alan politikalar karşısındaki direnişi söndürmek isteyen iktidar kanadı, 90’lı yılları aratan uygulamalarla gençleri kaçırıyor, tehdit ediyor ve ajanlaştırmaya çalışıyor. Öte yandan farklı kesimlerle ittifak arayışına giren AKP birçok siyasi partinin kapısını çaldı. 

Halkların Demokratik Partisi (HDP) Sözcüsü Ebru Günay ile Türkiye siyasetinde yaşanan güncel gelişmeleri konuştuk. 

PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerindeki tecrit sistematik bir işkence haline bürünüyor. Abdullah Öcalan'dan neden bu kadar korkuluyor? Fikirlerinin toplumda nasıl bir etkisi var?

İmralı Adası’ndaki tecrit artık 22’nci yılına girdi ve dolayısıyla dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş bir tecrit sistemine dönüştü. İmralı tecrit sistemi, dünyanın gözü önünde gerçekleşen bir tecrit mekanizması olup, esasında bu iktidar için bir yönetme biçimi haline geldi. Tecrit sistemi, ülkenin her yerinde uygulanan ve toplumun her alanına sirayet edilmeye çalışılan bir sisteme dönüştü. Tecrit, esasen teklik üzerinden kendini var ediyor. Sayın Öcalan’ın dış dünyayla temasının ya sadece avukatları, ya sadece ailesi ya da oluşan heyetler üzerinden kurulduğunu hep söyledik. Dolayısıyla bir teklik hali vardır. Her gün bir tane yalnızca ana akım gazetesi veriliyor, burada da teklik var. Yine radyoda da sadece TRT FM dinlenebiliyor, başka bir radyo dinletilmez, bu da bir teklik sistemidir. Aslına baktığımızda bugün Türkiye de tek adam rejimiyle yönetiliyor. Farklılıkları, özellikleri yok sayan ve insanları her alanda bu tekliğe ve tek renkliliğe mahkum etmeye çalışan bir iktidar gerçekliği var. Tecridi hayatın her alanında yaygınlaştırmaya çalışıyor. Sesini yükselteni ablukaya alma biçimi, muhalefete dönük yaklaşımları, saldırma biçimlerinin tamamı aslında bu tecrit sisteminin sonuçlarıdır.

İktidar bunda neden bu kadar ısrarcı? Çünkü bir gerçeklik var. Sayın Öcalan’ın geliştirdiği kadın özgürlükçü paradigma felsefesi Ortadoğu’da çok renkliliği, çok sesliliği ve barışçıl politikalarla bir arada olmasını esas alan bir paradigma felsefesidir. Doğrudan Sayın Öcalan’a, İmralı’ya olan yaklaşım savaşa ve barışa doğru orantılı bir yaklaşımdır. İktidar savaşta ısrar ettikçe, İmralı tecrit sistemini de derinleştirerek devam ettiriyor ve Sayın Öcalan’ın geliştirdiği o barışçıl felsefenin hayata geçilmesinin önüne geçiyor.  Tecrit dediğimiz sistemin dağılması ya da kırılması için esas olan İmralı tecrit sisteminin lağvedilmesidir. Bu sistem lağvedilmediği sürece tecridin kalktığını söylemek mümkün değildir. Adanın varlığı tecrit sistemi yaratmaya uygun.  Ada cezaevlerinin dünya tarihindeki yerleri de böyledir. Ada cezaevleri, tecrit ve izolasyon sistemleri için kullanılmıştır ve en uzun kullanılan örneği şu an için İmralı Adası. Esas olan bu sistemin lağvedilmesi ve özgürlüğün ortaya çıkmasıdır. Sayın Öcalan’la temasların olduğu, tecridin nispeten aralandığı, gerilediği süreçte öne çıkan, her zaman barış ve özgürlük siyaseti olmuştur. Ama adada devam eden fiziki temaslar bile kesildiğinde, bu topraklarda savaş ve katliamlar hâkim olmuştur. Bu Türkiye tarihi açısından belirgin bir durumdur.

Adadaki tecrit sistemi yayılmaya da çok müsaittir. Özellikle 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında, daha önce adada uygulanan olağanüstü koşullar Türkiye cezaevlerinin tamamında uygulanmaya başlandı ve hala uygulanmaya devam ediliyor. Toplumsal açıdan da daha sinsi, daha görünmez bir yayılma hali oldu. Adada derinleşerek devam eden tecridin Türkiye’deki yansıması, katliam, yıkım ve ablukalar oldu. Bunların tamamı birbiriyle eş zamanlı etkilerdi. Varlığı ve bekasını, geleceğini güçlendirmek için savaştan beslenen bir iktidar, barış siyaseti yapan, barışı yayan ve toplumsal barışın önünü açan düşünceyi tehlikeli görür. Bir tarafta çok güçlü bir barış siyasetinin olduğu bir zemin, öbür tarafta ise bir savaş gerçekliği var. Ve iktidar savaş olmadan ayakta duramadığı için tecridi derinleştirerek, kendi hukukunu yok sayıyor. Ada cezaevinde negatif bir hukuk kuruculuğu var. İmralı tecrit sistemi istisna olarak görülür. AKP sistemi, bugün o istisnayı iktidara dönüştürdü. Bu işin bir tarafı, bir de bunun toplumsal dengeleri var. Sayın Öcalan’ın kurmaya, geliştirmeye çalıştığı projeleri, felsefesi ve paradigmasının toplumsal barışı etkilemede ve etkileşim kurduğu tabanla arasında doğrudan bir bağ söz konusu. Sayın Öcalan, müzakere geçişleri için sağlık, güvenlik ve özgürlük koşullarının sağlanması gerektiğini ifade etti. Bu aynı zamanda Türkiye toplumlarının da sağlık, güvenlik ve özgürlük koşulları anlamına gelir. Nitekim masanın devrilmesinden sonra Türkiye’de her birimiz için sağlık, güvenlik ve özgürlük koşulları risk altına girmeye başladı. Emniyet ve kolluk tarafından kaçırılmalar ve tehdit edilmeler, bir güvenlik sorunuydu. Bu baş göstermeye başladı. Türkiye’de her an bir yerde kadınlar erkek egemen zihniyetin bu kadar hakim olması ve kışkırtılan erkeklikle beraber, katledilmeye başlandı. Bu kadınlar için bir güvenlik sorunuydu. Tüm bunların sadece Türkiye açısından düşünülmemesi gerektiğini düşünüyorum. Barışçıl politikalar Ortadoğu’nun tamamı için bir karşılık buluyor. Rojava’da geliştirilen sistem, Kuzey Suriye'deki gelişmeler, konfederal sistem, demokratik ulus esasları, toplumların bir arada yaşaması ve birlikteliğinin hepsi bunlarla bağlantılı bir durum. Birçok alanda bunları geliştirmek bu toprakların tamamını etkiler. Çünkü bu iktidar savaşları sadece içerde muhalefete karşı yürütülmüyor. Dışarıda fırsat bulduğu her zeminde savaşçı politikalarla dış siyasetini yürütmeye çalışıyor. Bu neden Ortadoğu açısından etkili ve önemli. Tecritteki ısrarın ana sebebi budur. Çünkü iktidar oradan gelişecek politik hattı kendisi için tehlike olarak görüyor.

Her dönemin iktidarı yeni tecrit politikaları üretti. AKP iktidarı döneminde de yoksulluk ve savaş konseptiyle tecrit derinleşti. AKP iktidarı dönemindeki tecrit politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şunun hiç unutulmaması gerektiğini düşünüyorum; AKP 2002'de 3 Kasım seçimleriyle iktidara geldi. Dolayısıyla o günden bugüne yapılan bütün yasal düzenlemeler ve olumsuz değişimler AKP sorumluluğundadır. Bunu ne için hatırlatıyorum? Tecrit sistemi devam ederken, Türkiye’de özellikle ceza infaz sisteminde çok ciddi değişiklikler yapıldı ve bugün aslında yaşanan temel sancılar o değişikliklerin sonucu. Hukuksuz sistemin tamamı, AKP iktidarının yarattığı bir sistem. Önceki iktidarlardan ayrılan temel noktası bu. Türkiye tarihinde, özellikle hukuk tarihi açısından söylüyorum, 1 Haziran 2005 yasal düzenlemeleri hayati önemdedir ve o dönem kamuoyu bu yasayı ‘Öcalan yasaları’ olarak tartıştı. Tüm infaz sistemi, infaz yasasıyla düzenleme altına alındı. Tek kalması, iki haftada bir görüşe çıkması, sadece birinci dereceden akraba ile görüşmesi, diğer kişilerle görüşme hakkının olmaması gibi infaz sisteminin mekanizması o dönemde düzenlemeye çekildi. Ceza infaz sistemindeki disiplin suçları tartışmaları, propaganda gibi infaz sistemiyle ilgili mekanizma, disiplin suçlarıyla ilgili tartışma AKP iktidarıyla gündeme geldi ve sonrasında da çokça gündeme gelen infaz yakması ve benzeri kararlar uygulandı. İnfaz Hakimliği sürecine avukatların da dahil edilmesine ilişkin AİHM’in verdiği hak ihlalleri kararları var. Daha önemlisi avukat müvekkil görüşmelerinde, 1 Haziran yasalarıyla beraber avukatlığın müdafilikten kısıtlanması gibi bir uygulama getirildi. 1 Haziran düzenlemelerinin hemen ardından avukatı olan yaklaşık 20 kişinin Sayın Öcalan’la görüşmesi yasaklanmıştı ve uzun bir süre adaya gidemediler. Yine avukat müvekkil görüşmelerinin evrensel hukuk normlarına ve iç hukuk normlarına aykırı bir şekilde kayıt altına alınması, o tarihten itibaren resmi olarak uygulanmaya başlandı. O dönem Türkiye kamuoyu ‘Bunlar Öcalan yasalarıdır’ deyip birçok şeye itiraz etmedi. Bir şekilde bu kararlar yasallaştı. Temmuz 2015’ten sonra bu sistem Türkiye’nin bütün cezaevlerinde uygulanmaya başlandı. Avukat ve müvekkil görüşmelerine kamera kayıtları eklendi. Bunun dışında birçok yerde müdafiliğin kısıtlanması gibi avukatlarla ilgili toplu kararlar alınarak, Türkiye muhalefeti savunmasız ve avukatsız bırakılmak istendi. Yine pandemiyle birlikte kapalı görüşlerin iki haftada bir yapılması, açık görüşlerin yapılmaması yaygınlaşmaya başladı. Bunların hukuki zeminleri oluştu. Bunlar AKP iktidarı tarafından meşru olmayıp, yasal kılıfa bürünmeye çalışılarak yapıldı. Dolayısıyla AKP iktidarını diğer sistemlerden ayıran temel şey bu.

AKP iktidarı yaptığı düzenlemelerle bir yandan yasal kılıflar bulan ama meşru olmayan, hukuku çiğneyen, temel ilkeleri çiğneyen bir yerden hukuk kurmanın önünü açtı. Halen de bunu yapmaya devam ediyor. Belki çok ifade edildi ama bir kez daha hatırlatmakta yarar var. 15 Temmuz sonrasında OHAL ilan edildi ve OHAL ilanından sonra bir kanun çıkarıldı. O KHK yayınlanmadan İmralı Cezaevi’nde OHAL süresince aile, avukat ve dışarıyla her türlü iletişimin yasaklanması kararı alındı. Türkiye’de OHAL uygulanmaya başlanmadan, İmralı Cezaevi’nde uygulanmaya başlandı. Bahsettiğimiz negatif anlamdaki hukuk kuruculuk, adadan başlayıp tüm Türkiye’ye yayılan çok somut bir örnekti. 20 Temmuz’da OHAL ilan edildi, 21 Temmuz’da Bursa İnfaz Hakimliği bir karar aldı, avukat kısıtlılığını başlattı. OHAL kanunu 22 Temmuz’da yayınlandı. Bu bile çok şey ifade ediyor. İstisna halini yaygınlaştırıp, süreklileştirmek AKP politikalarının temel kriteri ve özelliklerinden biri.

Tüm toplumu etkisi altına alan tecridi kırmak ve demokratik bir yaşam inşa edebilmek için cezaevindeki tutsaklar açlık grevi eylemi başlattı. Ortaya çıkan bu irade ile bunun karşısında suskunluğa bürünen iktidarı nasıl yorumluyorsunuz?

Tutsaklar, gerçek bir hukukun tesis edilmesinin, İmralı Ada sisteminin dağılması ve orada hukukun tesis edilmesiyle başlanacağının farkında. Dolayısıyla hukuksuzluğun başladığı yere bir tepki yöneltme hali var. Çünkü ülkedeki hukuksuzluk ve tecrit politikalarının yasal normlarının çiğnenmesinin temelinin İmralı Adası'nda başladığının farkındalar. Oradaki gayri hukuksuzluk yaygınlaşıyor. İktidar benzer durumlarda da uzun süre sessizliğini korudu. Adadaki tecritte ısrar eden, bunu devam ettiren ve bunun mantığını yasal bir kılıfa oturtmaya çalışan bir iktidar var karşımızda. Aslında bunu yaparken de suç işliyor. Evrensel ve hukuksal normlar çerçevesinde özellikle sistematik bir işkenceye dönüşen bu tecrit sistemini devam ettirerek, insanlığa karşı suç işlemeye devam ediyor. Yasayı uygulamamakta bir ısrar hali var.

Adadaki bütün olumlu gelişmeler benzer süreçlerdeki direnmelerle oldu. Komplonun başında Sayın Öcalan’ın etrafındaki tehlikenin dağılması ve boşa çıkması da o dönemki direnişle ilgiliydi. Yine adada dönem dönem çok daha üst düzeye çıkan, çok daha derinleşen, keskinleşen tecritte geri adım atılması, kısmi de olsa nefes almanın yolunun açıldığı her hamlede, aslında Kürtler ve tutsaklar bir şekilde direniş halindeydiler ve direnerek kazandılar. Bu, hem Sayın Öcalan ve İmralı’da kalan diğer tutsakların direnişi hem de dışarıda demokratik kamuoyunun ve bu konuda direnen mahpuslarla gerçekleşti. Son olarak 7 Ağustos’a kadar devam eden avukat görüşmeleri, Leyla Güven öncülüğünde başlayan 200 günlük açlık grevi direnişinin sonucunda gerçekleşti. Adalet Bakanlığı'nın ‘Hukuki anlamda adada aile ve avukat görüşüne engel yok’ demesinin önünü açan, Leyla Güven ve arkadaşlarının direnişiydi. Türkiye ve Kürdistan’ın her yerine yayılan, yine Avrupa’da başlatılan açlık grevi direnişiydi. Doğal olarak direnmenin yarattığı bir kazanma söz konusu. Umarım, devam eden süresiz dönüşümlü açlık grevi, daha kötü sonuçlara evrilmeden, tehlike yaratmadan, özellikle mahpusların yaşamlarını tehlikeye atacak eşiğe ulaşmadan iktidar sessizliğini bozar ve yasal, meşru ve demokratik olan mahpusların taleplerini kabul eder.

26 Nisan'da Kobanê Davası'nın ilk duruşması görülecek. İktidar, aralarında önceki dönem eş genel başkanların da bulunduğu HDP'li onlarca ismin içinde yer aldığı 3 bin 530 sayfalık bir iddianame hazırlayarak HDP'yi kapatma tartışmalarına bir gerekçe sunmaya çalışıyor. Bunu nasıl ele alıyorsunuz?

Önceki dönem eşbaşkanımız bu dosyadan tutuklanması, ardından önceki dönem MYK üyelerimizin gözaltına alınması, bunun kumpas bir yargılama olduğunu açıkça ifade ediyor. Bu kumpas yargılama, iktidarın partimize yönelik saldırılarının  devamıdır. İktidar,  kendisine karşı aktif siyaset yürüten bir parti olduğumuzun farkında. HDP, her koşul ve zeminde gerçekleri ve iktidarın yanlış politikalarını çekinmeden ifade eden ve buna karşı mücadele eden, direnen bir partidir.  Düşman politikasının en üst noktası Kobanê Dosyası yargılamalarıdır. Düşünün ki, 3 bin 530 sayfa ve 350 ek klasörden oluşan bir iddianame hazırlandı. Bir hakimin oturup sağlıklı bir şekilde ‘Bunu okudum, evet bu iddianame yasanın belirlediği esas ve usullere sahiptir’ demiş olması hukuk tekniği açısından çok zor. İddianame jet hızıyla kabul edildi. Basına yansıyan bölümlerden ne kadar özensiz, ne kadar hukuk tekniğinden uzak ve ne kadar düşman hukukuyla hazırlanmış bir iddianame olduğunu bütün kamuoyu gördü. Herkes, içindeki deliller ve yargılama biçimiyle kumpas ve komplo olduğunu biliyor. Hiçbir somut delile dayanmayan ve tamamıyla iktidarın yarattığı farazi algılar üzerine hazırlanmış bir iddianame olduğu açık. Tabi buradan kendilerince HDP’yi kapatmayı planlıyor olabilirler ama buradan HDP’yi kapatmaya yönelik bir şey çıkmaz. Yargılamalar başladığında da göreceğiz. Arkadaşlarımız iktidarı yargılamaya başlayacaklar. Esasında, iktidarın hukuku çiğnemesini, muhalefete tahammül edememesini, Türkiye demokrasi güçlerine yönelik düşman hukukunu ve saldırı politikasını yargılayacaklar.   

Kobanê sürecinden asıl sorumlu olan iktidarın kendisidir. Hedef gösteren, ortamı provoke eden, bu konuda barışçıl bir siyaset yürütmeyen, savaşı kışkırtan bir politika izleyen iktidarın kendisiydi. İlk ölüm olayı, Erdoğan’ın ‘Kobanê düştü düşecek’ sözlerinin ardından Varto’da gerçekleşti. İktidar HDP’yi kapatmaya yönelik bir algı operasyonu yaratıyor. Biz Türkiye’nin 3’üncü büyük partisiyiz. Dolayısıyla Mecliste temsiliyeti olan, 6 milyon oy almış ve 6 milyonun ailesi, eşi, dostunu da katarsak aslında 20 milyonluk büyük bir aileyiz. Kağıt üzerinde kapattıklarını düşünseler bile HDP’nin siyasetini ve felsefesini bu topraklardan kaldırmaları mümkün değil. HDP, Türkiye demokrasi güçlerinin bir arada ortak, birleşik ve demokratik siyaset politikasının üretildiği bir zemindir. Demokratik birleşik siyasetin sesi, nefesi ve özüdür. Dolayısıyla bunu kaldırmak, yıkmak mümkün değil. Geldiğimiz siyasi geleneklerimiz ortada. Türkiye birçok partiyi kapattı ama değişmeyen bir gerçeklik var, Türkiye demokrasi güçleri ve Kürt halkı daha da güçlendi. Mücadele hattı daha da büyüyerek başka bir partiyle kendini var etti. Bunun çözüm olmadığını görmüş olmaları gerekiyor. Türkiye demokrasisi açısından kapatmayı göze almak, Türkiye’yi bir çözümsüzlüğe, anti demokratikliğe, otoriterliğe ve faşizme teslim etmektir. Türkiye toplumu, Türkiye demokrasi güçleri buna asla müsaade etmez. Bizler de asla müsaade etmeyiz. Her koşulda, her zeminde dimdik ayakta durarak mücadelemizi büyütürüz ve daha da büyüyerek devam ederiz. Bizim için her baskın ve zorluk daha fazla mücadele etmenin gerekçesi ve sözü anlamına gelir. Hem cezaevinde olan arkadaşlarımız, hem dışarıda mücadele eden yol arkadaşlarımız ve halkımızla birlikte ­daha aktif bir sürecin, mücadele hattının içerisinde olacağız.  

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile Adalet Bakanı Abdülhamit Gül arasında “tutuklama siparişi” polemiği yaşandı. Bu polemiğe ilişkin neler söylemek istersiniz?

Adalet herkese lazım, hukuk herkese lazım. Dolayısıyla adaletsizliklerin ve hukuksuzlukların altına imza atarken, kendilerine de döneceğini elbette hesaplamaları gerekir. Bağımsız, tarafsız yargının önemi buradan gelir. Herkese eşit mesafede adil davranmak gerekir. Türkiye’de bağımsız ve tarafsız bir yargıdan söz etmek mümkün değil. Aksine tam da Adalet Bakanlığı'nın söylediği gibi, sosyal medya üzerinden sipariş yargılamalarla tutuklama ve yargılamaların başladığı bir Türkiye yaşıyoruz maalesef. Bunun en büyük mağduru bizim partimiz. Eş Genel Başkanlarımız Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş sipariş yargılamalarla cezaevindeler. Yine Kobanê Dosyası bir sipariş yargılamadır. Cumhurbaşkanının siparişiyle başlayan bir yargı sürecidir. Belediyelerimize atanan kayyımlar sipariş yargının ürünüdür. Evet, siparişle yargılama olmaz ama bu herkes için böyle olmalı. Türkiye’deki tüm muhalifler için de bu böyle olmalı. Türkiye’de cezaevinde bulunan siyasetçiler, gazeteciler, insan hakları savunucularının hepsi haksız, hukuksuz bir şekilde sipariş yargılamalarla cezaevlerindeler. İktidarın çıkarlarına ters düşen, iktidara karşı olan, iktidarı eleştiren her muhalif, maalesef Adalet Bakanlığı'nın itiraz ettiği, kabul etmediğini söylediği sipariş yargılamalarla tutuklandı. Bir taraftan sistematik bir şekilde bu ülkenin demokrasi güçlerinin temel aktörlerinin sipariş tutuklamalarla tutuklayıp cezaevine gönderiyorlar, öbür taraftan da ‘böyle bir şey yok’ diyebiliyorlar. Bu toplumu kandırmaktır, inandırıcı olmamaktır. Türkiye toplumu bunun farkında.

Demirtaş’la ilgili ilk AİHM kararı verildiğinde Erdoğan çıkıp ‘Karşı hamlemizi yaparız’ dedi ve başka bir dosyadan tutuklama kararı çıkartarak Demirtaş’ın tutukluluğunu devam ettirdi. Asıl sipariş yargılama ve tutuklama bu. AİHM bir karar verdi. Yine AB ülkelerinin bir takım açıklamaları oldu. AİHM kararı çok net bir şey söylüyor. Demirtaş’ın tutuklanmasının muhalefeti siyaset dışına itmek için yapıldığını söylüyor. Esasında yargı kıskacı tam da bundan sonra başlamış; dokunulmazlıklar kaldırıldıktan sonra. Muhalefeti siyaset dışına itmek için başta Selahattin Demirtaş olmak üzere HDP’li milletvekilleri, belediye eşbaşkanları, parti yöneticileri ve üyelerimiz hakkında bir yargı kıskacı başlattığını ifade ediyor. AİHM, Türkiye’deki sipariş yargılamaların hak ihlali olduğu kararını veriyor. Asıl olması gereken evrensel ve hukuksal normların, AİHM ve AİHS’in bir an önce uygulanması ve buna dair yasal zeminin, bağımsız, tarafsız yargının daha da güçlendirilmesidir. Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) üyelerinin iktidar partisi tarafından atanması, yani seçilme biçimleri de aslında yargının bağımsız ve tarafsız olmadığının delili olarak sayılıyor. Sipariş yargı olmaması ve bu tür mekanizmaların da değişmesi gerekir.

HDP'li belediyeler ile başlayan kayyım politikaları STÖ ve üniversiteler başta olmak üzere yaşamın her alanına yayıldı. HDP kayyımın tüm topluma yayılmasını öngörmüştü ancak toplumsal refleks buna yeteri düzeyde karşı çıkmamıştı. Kayyımın yönetim şekli haline gelmesi ülke açısından ne anlam ifade ediyor?

Otoriterliğin en küçük merkezi ve en küçük yerel zemine dahi sirayet etmesi anlamına geliyor. İktidar demoklesin kılıcı gibi kayyım politikasını, Türkiye’deki tüm demokrasi güçleri, muhalefet ve sivil toplum örgütleri üzerinde tutarak onları çalışamaz hale getirmek istiyor. İktidar sürekli hak ihlali yaptığının, toplumu baskı ve zorla yönetmeye çalıştığının farkında ama bunun karşısında, baskı, zoru ve hak ihlalleri sürecini belgeleyen sivil toplum örgütleri var. Dayanışma ağlarını büyüten, güçlendiren, buna tepki gösteren, sivil toplum örgütleridir. İktidar aslında bunu kesmeye çalışıyor. Toplumsal dayanışmanın önünü kesecek yasal düzenlemeler, AKP’nin mevcut durumdan kendisine güç devşirme ve bu durumu kendi çıkarları doğrultusunda kullanması halini ifade ediyor. İktidar bu yasayı genişleterek ve bu kavramı yoruma açarak, kendisiyle çelişilebilecek her yerde kullanabilecek bir silaha dönüştürüyor. Düşünün ki bir derneğin kapatılması İçişleri Bakanlığı’nın yetkisine bırakıldı. İçişleri Bakanlığı’nın pozisyonu ortada. Hiçbir muhalefete tahammül edemeyen, bütün sivil toplum örgütlerini, insan hakları savunucularını tehdit eden bir İçişleri Bakanlığı gerçeği var ortada. Yani aslında vatandaşın can ve mal güvenliğini sağlamak yerine insanların can güvenliklerini tehlikeye atan bir bakanlık var. Doğal olarak aslında Türkiye demokrasisi açısından çok büyük bir tehlike. Biz kayyımlar atandığı zaman bunu çokça ifade ettik. Atanan kayyım HDP’nin belediyelerine atanmıyor, atanan kayyım Türkiye demokrasisine atanıyor. O gün yaptığımız uyarılar maalesef ki haklı çıktı ama geç kalmış değiliz. Hala buna karşı ortak bir mücadele hattı, ortak bir tepki elbette sonuç alıcı olacaktır. Nitekim özellikle Boğaziçi Üniversitesine atanan kayyım rektöre karşı üniversiteli öğrencilerin gösterdiği direniş ve tepki tüm toplumda bir etki yarattı.

Evli olduğu erkek tarafından cinsel ve fiziksel işkenceye maruz kalarak özsavunma hakkını kullanan Melek İpek ile Nimet Akgün tutuklandı. Bu durum özsavunmanın kadınlar için önemini bir kez daha gözler önüne serdi. Özsavunma hakkını kullanmalarından dolayı tutuklanan ancak kadınları katleden ve tecavüz eden erkeklerin dışarıda tehdit oluşturduğu bir ülkede yaşamayı kadınlar açısından nasıl ifade ediyorsunuz?

Bunu bir kadın olarak söyleyeceğim, bu ülkede mücadele etmek, kadın olarak yaşamak ve hayatı idame ettirmek gerçekten zor. Çünkü iktidarın yarattığı ve kışkırttığı erkek aklı her yerde, her zeminde kadınlara saldırmaya, kadınları öldürmeye ve kadınları katletmeye devam ediyor. Musa Orhan örneğini verdiniz. Bir kadının katledilmesinde, yaşamına son vermesin de temel aktörlerden biri ama şu an dışarıda elini kolunu sallaya sallaya geziyor ve başka bir kadının hayatını tehlikeye atıyor. Pınar Gültekin’in katili duruşmada, ‘Ben yakalanacağımı düşünmüyordum’ demişti. Kadın cinayetleri söz konusu olduğunda erkeklerin nasıl korunduğunu, erkek adaletin değil de gerçek adaletin nasıl tesis edildiğini özetleyen bir cümleydi. Gerçek adaletin tesis edilmesini engelleyen erkek yargı mekanizması, kadınlara karşı suç işlemeyi meşru ve doğal görüyor. Yani asıl tehlike ve handikap buradan ifade ediliyor. Mardin kayyımında denetimle çalışan daire müdürlerinden Ercan Uysaler, iş karşılığında Mardinli bir genç kadına cinsel istismar girişiminde bulunmuştu. Ses kayıtları da o dönem basına yansıdı. Hakkında yakalama kararı çıkarıldı tutuklama kararıyla beraber ama Ercan Uysaler yakalanmadı. Ercan Uysaler aylarca elini kolunu sallaya sallaya bir yerlerde dolaştı. Ercan Uysaler ne zaman yakalandı? Ekonomik sebeplerle, yani rantsal çatışmalardan kaynaklı Mardin’de kayyım dönemi çalışan daire başkanlarıyla ranta, yolsuzluğa bulaştıklarına dair yapılan operasyon sonrası iktidar yargı tarafından, kolluk tarafından elleriyle konmuş gibi bulundu. Yani aslında yine erkekler arası bir çatışmada onu yakalayıp getirmek mümkün oldu. Yoksa bir kadını taciz ettiği, istismar etmeye çalıştığı için değil. 

Meşru savunma ya da özsavunmanın çok daha geniş ve kapsamlı ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Mesele birebir saldırı halinde korunmak değil, yaşamın her alanında erkek saldırı dalgasına, erkek sisteme karşı kendini korumaktır. Kadın mücadelesini, kadın dayanışmasını, kadın bakış açısını hayata geçirmek yani kadın örgütlülüğünü yaratmaktır. Esasında bizi güçlü kılacak olan gerçek özsavunma kadınların dayanışması ve güçlü ortak mücadelesidir. Çünkü şunun farkındayız, bizi ancak biz kollayabiliriz. Esas özsavunma, kadın kazanımlarını yaratmak, büyütmek, güçlendirmektir. Ama sonuçta kışkırtan erkeklik öyle bir düzeyde ki kadınlar gün aşırı ya katledilmekte ya öldürülmekte ya fiziki saldırıya maruz kalmakta. Dolayısıyla kadınların refleksleri de ortaya çıkabiliyor. Ama tabi erkek yargı kadının yaşadıklarını görmezden gelerek kadını cezaeviyle ya da başka bir şekilde cezalandırmayı tercih ediyor. Dünyadaki kadın mücadelesinin geldiği düzey, her geçen gün özsavunmayı, kadın dayanışmasını daha da büyütüyor ve bizi koruyacak olanın bu olduğunu düşünüyorum. Dünyanın dört bir tarafından, bütün kıtaları, ülkeleri aşan o dayanışma ruhu, erkekleri korkutuyor artık. Bu korku kadınlara dair baskıyı daha da keskinleştiriyor. Ama erkekler açısından bir değişim ve dönüşümü de zorunlu kılıyor. Kadınlar artık bir isyan halinde. Erkekler bu isyan dalgasından korkmalı ve gereken değişim ve dönüşümü göstermeli.

Son süreçlerde HDP'li veya muhalif olan sol sosyalist gençler üzerinden ajanlaştırma politikaları sürdürülüyor. Öyle ki gençler yolda yürürken önleri kesiliyor ya da arabaya konularak sohbete zorlanıyor. Gençler mevcut düzene nasıl cevap oluşturmalı ve alternatif geliştirmeli?

Tabii kadınlar için hayat ne kadar zor ise gençler içinde o kadar zordur. Çünkü erkek sistem, karşısında olanı, öteki olanı, farklı olanı, dinamik olanı kabul etmez ve onu yok etmek için mücadele edenleri kontrol altına almak ister. Kontrol altına alamazsa yok etmek için çabalar. Toplu sistematik bir hal var. Toplumu etkisi altına almak için bir sindirme, yıldırma, korkutma politikası var. Bir de toplumu ayakta tutan, buna karşı mücadele eden insanlara karşı da bunu yapmaya çalışıyorlar. İktidar özellikle Boğaziçi öğrencilerinin tepkisinden sonra gençlerin gücünü bir kez daha gördü. İlk gün toplu kaba müdahaleler gerçekleştirdi ve kalabalığı, yani gençlerin bir arada olduğu alanları dağıtmaya çalıştı. Sonrasında öncülük edebilecek ya da bu konuda daha aktif olanları gözaltına aldılar. Aslında onları korkutup yıldırmaya çalıştılar. Ama bu gençlik hareketi ya da gençler üzerinde çok etkili olmadı. Bu iktidar gençlerin dislikesini (beğenmeme durumu) gördü. Gençler artık çok daha ciddi sorunlarla karşı karşıya. Türkiye’deki tüm gençlerin büyük çoğunluğu ciddi gelecek kaygısı yaşıyor. İşsizlik ve borçlu kaygısıyla yaşıyorlar. Aslında desteklenmesi gereken gençler hayatını idame etmeye çalışıyorlar. Bunun, iktidarın politikalarından kaynaklandığının da farkındalar. Aslında bu farkındalık iktidarı korkutuyor. Dolayısıyla bu farkındalığı  kendi klasik yöntemleri olan baskı, sindirme, korku ile korkutmaya çalışıyorlar. Bunu yapamadıkları yerde de kaçırma, tehdit yöntemini uyguluyorlar. Bir taraftan da bunların işe yaramadığının farkındalar. Gençler tüm baskılara rağmen çok güçlü bir şekilde çekinmeden yılmadan bir arada olmayı devam ettiriyor.

Ülke gündemini meşgul eden gündemlerden biri de siyasette yoğunlaşan milliyetçilik. En yakın örneğini ise Selçuk Özdağ oluşturuyor. 90'lardan bu yana Kürt muhalifler üzerinde uygulanan katliam ve baskı politikaları, bugün o döneme sessiz kalan diğer muhaliflere de yansıdı. Bu ne anlama geliyor? Buna nasıl bir çözüm geliştirilmeli?

Bu iktidarın yönetme biçimi kutuplaştırma ve bu kutuplaştırmanın sonucu olarak topluma birbirini kırdırtmak ve çatıştırmak. Bunlar için yöntemleri var. Bir tanesi ırkçılık ve ırkçılığın yarattığı kutuplaştırma var. Son dönemlerde Kürtlere özellikle de mevsimlik Kürt işçilere dönük çok ciddi saldırılar gerçekleşti. Bir diğer şey ise, milliyetçilik dalgasını körükleyerek topluma birbirini kırdırtmanın önünü açmaya çalışıyor. Çünkü iktidar kendi yetmezliklerini, siyasi basiretsizliğini toplumun yapay, doğasıyla uyuşmayan yöntemlerle meşgul ediyor. İktidar, insanların bir birlerinin yüzüne bakacak zemini ortadan kaldırmayı hedefliyor. Bu şekilde kendi siyasi ömrünü hesaplıyor. Ama bu toplumsal barış anlamında kesinlikle olmaması gereken bir şey. Yani Kürtlere yönelik saldırılar daha sistematik ama bunun sonucu olarak Selçuk Özdağ'a saldırı gerçekleştirildi. Şunu hiçbir zaman unutmamak lazım, bir olay gerçekleştiğinde, toplumun toplumsal değer yargılarıyla çatışan, zararlı, kötü bir mesele kimin başına gelirse gelsin ona karşı durulmadığında bir sonrakine sessiz kalınmayacaktır. Asıl bizleri gelecek günler açısından bekleyen tehlike bu. Yani Kürt mevsimlik işçileri ırkçı saldırıya maruz kaldığında ya da katledildiğinde sessiz kalındığında bir sonraki adımda başka bir yerden sessiz kalanları bulacaktır. Bu nedenle aslında ses yükseltmek, ortak mücadele etmek, susmamak önemli. Ama bu iktidarın, toplumun değer yargıları ile, bir aradalığıyla, barışıyla oynaması anlamına geliyor. Tabi bir tarafta bunlar olurken, diğer tarafta da çok güçlü bir karşı duruş var. Buna karşı mücadele eden, bu konuda sesini yükselten güçlü bir damar da var. Esas olan buna karşı bir arada olmayı güçlü kılmak. Kobanê gözaltıları olduğunda Türkiye’nin bütün muhalif güçleri HDP ile dayanışma içine girdi. Bunun verdiği güç ve moral çok önemli, anlamlıydı. Bu aslında, ‘Biz iktidarın komplo yargılamasının farkındayız, biz yargılamayı, bu operasyonu meşru görmüyoruz’ demektir. Milliyetçi ve ırkçı saldırılarda da aynı sesi yükseltmek ve bunun mücadelesini büyütmek önemli.

AKP son dönemlerde farklı kesimlere görüşme arayışına girdi. Bu durum iktidarın içine düştüğü sıkışmışlık olarak yorumlanabilir mi?

Öncelikle bu iktidar eriyor. Faşizmleri çatırdıyor ve kendileri için geri sayımın başlandığının farkındalar. Bu yönetim ne kadar otoriterleşmiş olsa da Türkiye toplumu heterojen bir toplum ve iktidarın bu faşizanlığını kabul etmiyor. Tabi iktidar bunu görmek yerine her zamanki gibi matematiksel hesaplamalarla, mühendisliklerle kendini kurtaracağını düşünüyor ama dediğim gibi geri sayım başladı ve kaybediyorlar. İç politikada bunu yaparken, dışta da savaş politikalarıyla kendisini devam ettirmeye çalışıyor. İçeride kışkırttığı milliyetçilik dalgası ile bir savaş alanı göstermek zorunda. Milli Savunma Bakanı’nın Irak ve Güney Kürdistan ziyaretleri önemli. Bu konuda Türkiye'nin diplomatik ilişkiler geliştirmesi önemli ama asıl önemli olan bu ilişkilerin hangi esas üzerine geliştirildiğidir. Geçmiş deneyimler şunu gösterdi ki; Türkiye ne zamanki Irak ya da Federe Kürdistan Bölgesi'ne ziyaret gerçekleştirdi ise arkasında muhakkak bir Kürt düşmanlığı politikası başladı. Bu nedenle esas olan demokratik barış değerleri üzerine olsa çok önemli anlamlı ama maalesef geçmişe de baktığımızda bunun böyle olmadığını gördük. Bu anlamıyla hem Federe Kürdistan Bölgesi'nde hem de Irak hükümetinden AKP'nin Kürt düşmanlığı politikalarına alet olunmaması konusunda bir beklentimiz var.

ABD'de sancılı da olsa yeni bir başkan seçildi. Joe Biden'in başkan seçilmesinin Türkiye ve Ortadoğu siyaseti üzerinde bir etkisi olur mu?

Joe Biden ve ekibine buradan başarılar diliyoruz. Umarım dünya halklarına barışçıl katkıları olur. Tabi ülkeye, özellikle Ortadoğu’daki güçlere ve buradaki siyaset güçlerine yansıması olacaktır. Nasıl bir etki olacağı Biden’in Ortadoğu ve Türkiye ile olan ilişkilenme biçimleriyle belli olacak ama temennimiz odur ki barışçıl bir etkisi olur. Bu topraklarda esas olan bu coğrafyadaki güçlerin ittifakıdır. Biz HDP olarak toplumların, halkların ittifakını esas alıyoruz. Sonuçta bu coğrafyalardaki sorunlar, bu coğrafyada olan toplumların ittifakı ile çözülen şeylerdir. 

Yeni yol haritanız ne olacak, nasıl bir siyaset izleyeceksiniz ve birleşik mücadeledeki ısrarınız ne olacak?

2021 yılının  zor  olacağını,  ilk günlerde partimize ve bileşenlerine yönelik saldırılarla bizi çok zorlu bir sürecin beklediğini gördük. Ama bizi bekleyen zorlu yıl bizim mücadele azmimizi arttıracaktır. Partimiz yılın başında bölge toplantıları, il eşbaşkanlar toplantısı, MYK gibi toplantılar gerçekleştirdi. Hepsinde de AKP-MHP ortaklığına karşı ortak mücadele kararlaştırıldı. Yeni dönemde de bu hat üzerinde devam edeceğiz. Özellikle demokratik birleşik siyaset alanının güçlenmesinin HDP’ye yansıması olacaktır. Çünkü biz şuna inanıyoruz, bizi güçlü ve bir arada tutan demokratik siyasetin, demokratik siyaset alanının genişlemesi ve büyümesidir. Bu temelde yeni hazırlıklarımız var ve bunu önümüzdeki günlerde kamuoyu ile de paylaşacağız.

Röportaj: Öznur Değer 

27 Ocak 2021