Günay: Üçüncü Yol ortak mücadele hattıdır

Parti Sözcümüz Ebru Günay'ın JinNews'e verdiği röportaj: 

HDP Sözcüsü Ebru Günay, partilerinin sürekli dile getirdiği Üçüncü Yolun aslında tüm kesimlerin bir arada özelde kadınların ve gençlerin ortak bir mücadele hattını ifade ettiğini söyledi. 

İktidarın kutuplaştırıcı politikaları ile uçuruma götürdüğü Türkiye’de en fazla baskıya maruz kalan parti Halkların Demokratik Partisi (HDP), hedef gösterilmeye devam ediliyor. Birçok kesim tarafından ana muhalefet partisi olarak görülen HDP, kapatılması için hazırlanan iddianame, yarın görülmeye başlanacak Kobanê Davası’nın yanı sıra, uzun süredir devam eden gözaltılar ve soruşturmalarla karşı karşıya.  

HDP Sözcüsü Ebru Günay ile partilerinin gündeminde olan Üçüncü Yol ve PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerindeki ağırlaştırılmış tecrit ve diğer güncel gelişmelere ilişkin konuştuk. 

Partinize yönelik iktidar tarafından uzun süredir devam eden baskılar söz konusu. Ancak siz bu baskılar karşısında çalışmalarınıza hem Meclis’te hem de parti olarak gerçekleştirdiğiniz kimi kampanyalarla devam ediyorsunuz. Bu çalışmalarınızdan söz eder misiniz?  

Uzun zamandır partimize yönelik çok ciddi saldırı ve baskıların olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Bu iş giderek daha fazla katmerlenerek devam etti. Tabi buna karşı bizim de tavrımız, mücadelemiz daha da büyüyerek devam etmek oldu.  1 Haziran süreciyle başlayan darbelere karşı Edirne’den Hakkari’ye karşı başlattığımız demokrasi yürüyüşü hattıyla 2020 yılına mücadele ederek gelindi. En son Şubat ayında başlattığımız “Herkes için Adalet” kampanyamızı bir şekilde halen devam ettiriyoruz. “Herkes için Adalet” kampanyası çerçevesinde “Kadınlar için Adalet” kampanyası da yürütüldü. Son olarak, “Kadın Yoksulluğuna Hayır” çalışmalarımızı başlattık. 

İktidar karşısında muhalefet istemiyor

Tabi şunun da farkındayız; HDP’ye yönelik saldırı tek başına HDP’ye yönelik değil, Türkiye’nin muhalefetine, toplumsal yapısına ve dokusuna yönelik bir saldırı. Çünkü iktidar, karşısında söz kuran, bunun mücadelesini veren hiçbir muhalefet gücünü istemiyor.  HDP de aslında tabandan aldığı o güçle birlikte mücadelesini yürüttüğü her kesimin sesini duyurmaya devam etti. Bu kampanyayla birlikte “İş ve Aş” buluşmalarımız da devam ediyordu. Özellikle artan ekonomik kriz ve yoksulluk, gelir dağılımındaki “adalete” işaret ettiğimiz bir çalışmaydı. “İş ve Aş” çalışmaları da kendi mecrasında büyüyerek yürüyen ve toplumda özellikle işçi ve emekçiler arasında büyük bir etki yaratan çalışma olarak devam ediyor.   

Çalışmalarımız devam ediyor

Bu saldırılara karşı mücadele hattımızı büyütmek ve bunun sesi olmak çok önemli. Özellikle biraz daha 8 Mart’la başladı. 8 Mart mitinglerimiz çok güçlüydü.  Kadınlar her yerde sokaklarda, seslerini duyurmak için miting alanlarını doldurdular. Özellikle pandemi koşullarına rağmen bizim açımızdan çok önemliydi. Bunun doruk noktası Newroz ile birlikte oldu.  Halkın Newroz’a katılımı ve verdiği güçlü mesaj aslında bizim mücadele hattımızın ve buna karşı geliştirdiğimiz halkla ortak mücadele hattının sonuç aldığını görüyoruz.  Aynı ruhla da 1 Mayıs’a doğru gidiyoruz. Bunların hepsi saldırı konseptine karşı temel felsefimiz, halkla, kadınlarla, işçilerle, yoksullarla, emekçilerle, inanç gruplarıyla bir arada olup mücadele etme hattıydı. Buna yönelik çalışmalarımız devam ediyor.   

Partinizin milletvekilleri, Eş Genel Başkanlarının da aralarında olduğu çok sayıda kişinin de içerisinde olduğu Kobanê Davası yarın görülmeye başlıyor. Fakat dosyanın içerisine baktığımızda, çalışmalarınız, açıklamalarınız suç olarak görülüyor. Siz bu davayı nasıl değerlendiriyorsunuz?  

Bu davanın kendisi siyasi bir dava ve kumpas davasıdır. 6 yıl önceki ve dönem dönem yargının konusu olmuş meseleler yeniden bir dosya ile getirilip bir komplo ile açıldı. O dönem itibariyle MYK üyelerimiz olan arkadaşlarımız yeniden tutuklandılar ve cezaevine konuldular. Aslında bu, aynı zamanda Türkiye muhalefetine yönelik iktidarın kumpas ve komplo davalarla muhalefeti dizayn etme hamlelerinden bir tanesi.  Bu iktidarın tarihi bu tip yargılamalarla dolu. Kobanê dosyası olması itibariyle başka bir anlam taşıyor. O dönem Kobanê, DAİŞ’in saldırısı altındaydı. Dünyanın bir insanlık mücadelesi olarak gördüğü Kobanê mücadelesinde herkes Kürtlerden yana tavır alarak dayanışma içerisindeydi. DAİŞ’e karşı mücadele eden Kürtlerle dayanışma içerisinde olanlarla yargılama sürecini yürüten tek ülke Türkiye. Bu, aslında DAİŞ’le ortak hareket ettiklerinin de bir göstergesi. O dönem Cumhurbaşkanı’nın kendisi ve olayları tetikleyen süreci başlatmıştı. “Kobanê düştü düşecek” dedi. Oysa dünya demokrasi güçleri, insan hakları savunucuları Kobanê’nin düşmesinin insanlığın düşmesi olarak değerlendirdi.  DAİŞ’e karşı ortak mücadelede Kürtlerden, demokrasiden, insanlıktan yana bir tavır alarak bir dayanışma içerisinde iken Türkiye tam tersi bir tavır içerisindeydi.   

Dayanışma yargılamaları boşa çıkaracaktır

Bugün aslında DAİŞ barbarlığına karşı demokratik taleplerini ve gösteri hakkını kullananlar, DAİŞ zihniyetine karşı mücadele hattı yargılanıyor. Bir hakikati çarpıtmaya çalışıyorlar. O dönem ülkede yaşanan olayların sorumlusu iktidarın kendisi bir çarpıtma olayına gidiyor, ama biz şunun farkındayız; yargılama başladığında hakikat daha fazla ortaya çıkacak ve herkes tarafından daha fazla bilinerek, iktidarın yaptıkları ortaya çıkacak. Arkadaşlarımız o gün o duruşma salonlarında aslında bu zihniyete çok güçlü cevaplar verecektir. Sonuçta bu kumpas dava tarihe kara leke olarak geçen ve birçok yargılamaya benzer bir yargılama olarak tarihte yerini alacak. Bu dosyada tutuklu olan kadın arkadaşlarımız var. Onlar da aynı zamanda kadın mücadelesini, özellikle DAİŞ’in kadınlara yönelik özel katliam ve köleleştirme politikalara karşı kadın özgürlük çizgisinin yanında yer aldıkları için tutuklular. Şu ana kadar yer yer basına düşen dosyada kimi çarpıtmalar var. Dosyada bir not unutuldu.  Bu not ne kadar bilgi notu olarak geçse de emniyetin ve polisin yargıya verdiği bir talimatın göstergesi. Bu bile iktidarın yargıya nasıl talimat verdiğini, kumpas davalarını nasıl organize ettiğini ve partimize dönük siyasi dava yargılamasının nasıl yapıldığının açık göstergesi. Bu bir intikam operasyonudur. Kendisine karşı mücadele eden, gerçekliği tüm çıplaklığı ile söyleyen bir muhalefet partisinden intikam almanın operasyonudur. Biz buna karşı gözaltların yapıldığı dönemde dayanışma gücü ile nasıl boşa çıktıysa, yargılama sürecinde demokratik kamuoyunun göstereceği dayanışma bu yargılamaları boşa çıkaracaktır.   

Üzerinden 6 yıl geçmiş olan Kobanê için yapılan eylemlerde yaşananlar neden bugün önünüze getirildi? İktidar bununla neyi amaçlıyor?  

İktidarın kendi faşizmini kurumsallaştığı bir süreçten geçiyoruz.  Özellikle MHP ile kurduğu faşist iktidar bloğunun kendisinin daha da kurumsallaştırdığı bir zaman dilimi. İktidar şunun da farkında; HDP fikriyatı faşizmin kurumsallaşmasının önündeki en temel eylem. O bariyer gidip gelip HDP’nin oluşturduğu fikriyata, ruha, oluşturduğu mücadele hattına, hakikat bariyerine çarpıyor. HDP’nin yarattığı etki gücünü ortadan kaldıkları an kendi faşizmlerini kurumsallaştıracaklarının farkındalar. Türkiye toplumunun muhalefeti olan HDP’yi dağıttıklarında ya da HDP’yi kapattıklarında dizayn edebileceklerinin farkındalar. HDP’nin oluşturduğu hat aslında, birleşik ve demokratik bir siyaset hattını ifade ediyor.  Bu hat, Aleviler, kadınlar, gençler, farklı halklar, Kürtlerin ve Türkiye’nin demokrasi güçlerinin bileşenlerinin içerisinde olan bir hattı ifade ediyor. Oluşan bu hat ve fikriyat iktidarın aslında kurmaya çalıştığı faşizmin önündeki en büyük bariyer olarak duruyor. Bu dönem yeniden gündeme getirilmesinin sonucu iktidarın kaybetmesi. 

İktidar meşruiyetini kaybediyor

Pandemi ile beraber toplum, gerçekliği tüm çıplaklığı ile görmeye başladı. İktidarın sadece kendisini ve etrafından kümelenmiş olan rant odaklarını korumakla meşgul olduğunu fark etti. Bu gerçekliği sürekli dile getiren bundan asla geri adım atmayan bir HDP gerçekliği var. Buradaki kilit nokta iktidarın kaybederek hızla düşüşte olmasıyla ilgili bir durum.  O süreçte milletvekillerimizin vekilliklerinin düşürülmesi oldu. Öncesinde Leyla Güven ve Musa Farisoğulları’nın ardından Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun vekilliğinin düşürülmesi ve HDP’nin kapatılma davasının gündeme gelmesi. Bütün bunlar siyaseten fikriyatla baş edememeleri ve HDP’yi kendileri için bir sopaya dönüştürdükleri yargı eliyle çalışamaz duruma getirmek isteniyor. Burada anahtar da bu iktidarın toplum nezdindeki meşruiyetlerini artık kaybediyor olması ile ilgili.  

Diğer yandan partinize dönük kapatılması için bir iddianame hazırlandı. Bu iddianame geçtiğimiz günlerde Anayasa Mahkemesi (AYM) tarafından Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na iade edildi. Tüm bu gelişmeler ışığında bir hukukçu ve siyasetçi olarak neler söyleyebilirsiniz?  

Bu iddianame usulen değil esastan iade edildi. Gerekçeli karar açıklanmadan önce de basına düşen bilgilerde de gördük. Bir partinin kapatılmasının temel şartlardan biri; “odak hali” dediğimiz durum. Anayasa Mahkemesi bu durumun gerçekleşmediğini söylüyor. İddianameyi iade ederken tek başına usulden iade etmiyor.  Gerekçeli karara baktığımızda da usulen eksiklikler asgari hukuki teamüllere bile riayet edilmeden hazırlanmış, bu kadar ciddiyetsiz olduğunu AYM açık ifade ediyor. Çeşitli eylemler sıralanmış, ama bu eylemlerin tek başına bir “odak olma” halini ifade etmediğini söylüyor. Dolayısıyla aslında iddianamenin esastan bir iade edilme hali var. Dosyanın tümden kapatılması gerektiği bir gerçeklik var. HDP’nin kapatılması ve bu saldırılar HDP’nin tek başına meselesi değil, Türkiye demokrasisinin meselesi.  Bu iktidar aslında buradan, Türkiye demokrasi güçlerine ve Türkiye muhalefetine buradan mesaj vermek istiyor. Bugün bize yapılan saldırı karşısında sessiz kalmak başka bir adımda muhalefet alanına saldırmayı da beraberinde getiriyor.   

İddianame tümden kapatılmalı

Bu kapatılma meselesi ve iadesi dediğimiz süreç; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Demirtaş ve Türkiye kararında açık işaret ettiği bir durum var. Özellikle dokunulmazlıkların kaldırılması ile ilgili meselede, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi şu yorumda bulundu: “Dokunulmazlıkların kaldırılması Türkiye Cumhuriyeti tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir anayasal değişikliktir.” Bu iktidarın muhalefeti bir “ekarte” etme biçimi olarak tanımlanmıştır. İktidarın siyaseten karşısında duramadığı muhalefeti yargı eliyle anayasal değişiklikler yaparak bunu yapabileceğinin bir göstergesi. AİHM’in tespit ettiği somut durumlardan biri. Biz bu somut durumu hep yaşadık, söyledik.  Kapatma davasının gündeme gelmesi buna işaret. Anayasa Mahkemesi hukuki rezalete bu yaşanan skandala alet olmadı. Hukuka uygun bir şekilde karar verdi. Şimdi sıra dosyanın tümden kapatılmasına yönelik. Çünkü esasa dair bir kapatma var. İddianamenin tümden kapatılması gerekiyor.   

Partinize dönük bu gelişmeler yaşanırken, yapılan anketlerde tüm bu baskılar karşısında oyunuzu koruduğunuz hatta attırdığınız görülüyor. Sizin de kendi politikalarınızda Üçüncü Yola dair açıklamalarınız vardı. Üçüncü Yol nedir?  

Üçüncü Yol aslında HDP’nin kendi ruhu, fikriyatı ve Türkiye demokrasi güçlerinin Türkiye muhalefetini ve bu toplumu toplum yapan, Türkiye’nin esas kurucu dinamiklerinin bir arada ortak mücadele etme hattını ifade ediyor. Yıllardır Türkiye iki alana mahkûm edilmeye çalıştı. AKP’nin öncülük ettiği ve MHP ile ortak yürütmeye çalıştığı sağ hattı. Bir de ona karşı muhalefetin içerisinde olduğu durum. Biz HDP olarak şunu ifade ediyoruz; Üçüncü Yol siyasetimizle, daha kurucu, esas, müzakere ve daha barışçıl yolların esas aldığı başka bir siyaset tarzı mümkün. Türkiye demokrasisinin kurucu unsurlarının bir arada ortak siyaset yapması mümkün. HDP’nin kendisi HDK’den süzülerek gelmiş bir parti. HDK Türkiye’deki demokrasi güçleri, inançların, kadınların ve gençlerin siyasetin içerisinde olduğu bir hattı ifade ediyor. HDP de bu hattın izdüşümü olarak kendisi inanç grupları, halk temsiliyeti dışında 6 bileşeni olan birey temsiliyetinin olduğu bir partiyi ifade ediyor. Bu Türkiye siyasetinde yeni bir ufku ifade ediyor. Üçüncü yol dediğimiz şeyde; ezilenin, yoksulun ve gerçek İslamiyet’i savunan Müslümanların ve Hristiyanların, Alevilerin, Sünnilerin bir arada söz kurduğu ortak bir mücadele hattını ifade ettiği ve en temelde kadın ve gençlerin ortak mücadele hattını ifade ettiği bir yeri temsil ediyor. Bu aynı zamanda Üçüncü Yola ve o hatta işaret ediyor. Hayata geçirdiğimiz hat biraz bu.   

PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerinde yıllardır sürdürülen tecrit gün geçtikçe ağırlaşıyor. İktidarın tecritteki ısrarının sebebi nedir? HDP Dış İlişkiler Komisyonu CPT ile Strasbourg’ta bir görüşme gerçekleştirdi. Görüşmedeki amaç ve talep neydi? 

Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, birkaç hafta önce gerçekleşen, bir telefon görüşmesi değildi. Asgari hukuki standartlara bile baktığımızda o bir telefon görüşmesi olamaz. Türkiye’nin yasaları çerçevesinde telefon hakkının biçimi, usulü tanımlanmıştır. Ve bu bir telefon görüşmesi değildir. Kaldı ki yarıda kesiliyor. Aslında sonrasında ailesinin de ifade ettiği üzere esas gerçekleştirilmesi, yapılması gereken avukat görüşünün sağlanması ve avukatların bir an önce İmralı Adası’na gitmesi ve müvekkilleriyle görüşme gerçekleştirmesidir. Kamuoyunun kaygılarını giderecek olan asıl durum İmralı Adası’nda avukat görüşünün gerçekleştirilmesidir. İktidarın tecritteki ısrarı aslında kendi politikasıyla çok doğrudan olan, kendisinin yürüttüğü savaş, inkârcı, kutuplaştırıcı politikayla çok doğrudan. Çünkü tecrit politikasında ısrar etmek, savaşta, inkarda, imhada ısrar etmek anlamına geliyor. 

Sayın Öcalan’ın barışa hizmet ettiğini kamuoyu biliyor

Türkiye’de 20 yıllık bir ada deneyimi söz konusu. 21 yıldır aslında adayla, Sayın Öcalan ile kurulan her temasın barışa ve demokrasiye hizmet ettiğini Türkiye kamuoyu çok iyi biliyor. Temasın kesildiği andan itibaren tecridin ve yok saymanın, savaşın ne kadar belirleyici olduğunu da gösteriyor. Şimdi bir kere bu işin bir tarafı. Bir de adaya yaklaşım, Kürt sorununun barışçıl çözümünde turnusol kâğıdı görevinde. Sonuçta savaşta, inkarda ve imhada ısrar, tecrit politikasında ısrar etmek anlamına geliyor. İktidarın kendisinin tecrit politikasını bir yönetim biçimine dönüştürüldüğü çok aşikâr. Türkiye cezaevlerindeki hak ihlallerinin tamamı temelini İmralı Cezaevi’nden alır. İmralı Ada Cezaevi’nde başlayan hukuk dışı uygulamalardan alır. Adada uygulandı ve sonra tüm cezaevlerine yayıldı. Bunu 15 Temmuz Darbesi sonrasında ve pandemi sürecinde yaşadık. Aslında yaşadığımız şey ada cezaevinde yapılan uygulamaların Türkiye cezaevlerinde yaygınlaşmasıyla ilgili bir şeydi. Dolayısıyla iktidarın bunu bir yönetim biçimine dönüştürmesi, tecrit sistemi olarak kullanması, toplumları izole etmesi, kapatmaya çalışmasının hepsi aslında birbiriyle doğru orantılı şeyler. Ama adayla temasın başladığı yerde, özellikle Sayın Öcalan’ın geliştirdiği barışçıl siyaset ve barışçıl felsefe temeli, temas kurulmasından itibaren, topluma yayılmaya, sirayet etmeye başlamasından itibaren bir umut yaratmaya çalıştı. İktidar savaşmak istediği için bunları yapıyor. Çünkü savaş olmasa iktidar varlığını devam ettiremez. Düşünün ki 18 yıllık iktidarsınız ve ülkenin geldiği durum her geçen gün çok çok daha kötüye gidiyor, dolayısıyla topluma verebileceğini bir şey yok. Ne yapacaksınız? Savaşla yönetememe halinizi, savaşla yetmezliklerinizi, ekonomik krizlerini bertaraf ederek bunu görünmez kılmaya çalışacaksınız ve bir taraftan da bir milliyetçi, bir hamaset siyasetini körükleyeceksiniz. 

İktidar tutsakların taleplerine kulaklarını kapatmış

Düşünün dışarıda sürekli savaşan bir iktidar var. Komşularda sıfır sorundan mütemadiyen sonuna gelen ve sorun yaratmaya çalışan bir iktidar var. Akdeniz’de yapmaya çalıştıkları şey bu, Ortadoğu’da, Irak’ta, Suriye’de yapmaya çalıştıkları şey bu. İzledikleri hat biraz buydu. Ermenistan ile Azerbaycan meselesinde savaşı kışkırtan mesele biraz da bununla ilgiliydi. İçerden de bunu böyle yapıyor ve en temel argümanını da tecrit oluşturuyor. Temel hukuki hakların dahi kısıtlandığı bir alana dönüşüyor. Bakın bugün 146 gündür açlık grevleri var cezaevlerinde ve iktidar tutsakların bu taleplerine kulaklarını ve gözlerini kapatmış bir durumda. Her geçen gün durum daha da kötüye gidiyor. CPT ile yapılan görüşme biraz bunları ifade etmekti. Türkiye’de özellikle cezaevlerinde yaşanan durumları ifade etmek üzerineydi. Ama tabii özellikle CPT’nin son yayınladığı raporda tecride işaret ediyor olması, aile ve avukat görüşünün yapılması gerektiği noktasındaki zorunluluk, bunların bir an önce gerçekleştirilmesi önemli. Ama hatırlarsanız son ziyaretinde İmralı Adası’na gitmemişti CPT. Bu meselelerde diplomasi komisyonumuz aslında Türkiye’de yaşanan durumu kendileriyle paylaşıp bu durumu ifade ettiler. 

Geçtiğimiz günlerde kabine değişikliği gerçekleşti. Bu değişikliğin devam edeceğine dair basına yansıyan kimi kulis bilgileri var. Öncelikle Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan’ın kendi bakanlığındaki dezenfekte malzemelerine dair ihaleyi kendi eşinin şirketine vermesi sonrasında görevden alındı. Bu konuda iktidarın da sessiz kalması dikkat çekerken, siz bu sessizliği neye bağlıyorsunuz? 

Bu iktidar, kendi bekası ve çevresinde kümelenmiş bir grup sermayedarı, zenginleştirmeye çalıştığı kendi yandaşlarıyla bu ülkeyi yönetmeye ve idare etmeye çalışıyor. Başka bir ülke de olsa, demokratik bir ülke de olsa bir bakanın bu şekilde davranması ciddi bir skandal ve çok ciddi bir yargılama konusudur. Anında hukuki sürecin başlatılması ve bu konuda hesap sorulması gerekirken iktidar susmayı tercih ediyor. Çünkü bakanlar aslında bakanlık olmaktan çıkmış, iktidara, saraya bağlı bakanlıklara dönüşmüş. Halk için çalışan, halka hizmet eden bakanlıklar değil, artık iktidara çalışan ve iktidara hizmet etmeye çalışan bakanlıklara dönüşmüş durumda. Erdoğan diyordu ya “Şahsım devleti” aslında, o “şahsım” diye bahsettiği, “şahsın devletine” bağlı bir yönetme hali söz konusu. Bir süredir iktidar hep böyle yapıyor. Gece yarısı bakanlıklar sessiz sedasız değişiyor. Biri sosyal medyadan istifasını ifade ediyor, biri sessiz sedasız görevden alınıyor. Aslında yönetememe halini böyle yöntemlerle yapmaya çalışıyorlar. İktidarın kendi bakanlıklarının halka vermesi gereken o kadar çok hesabı var ki… Ama iktidar onlara hesap sormak yerine sessizliğe bürünüyor. Görevden almak yetmez, yargılamak gerekir. Ticaret Bakanı o kadar rahat savundu ki, “Usulüne uygun yapılmıştır” diyor. Bu yansıyan kısmı. Acaba bizim bilmediğimiz daha neler var diye düşünmek lazım. Toplumun cebinden, yoksulun, emekçinin cebinden çalıp çırpıp nerelere gönderdikleri ortaya çıkıyor. Tek yapmaya çalıştıkları şey toplumu yoksullaştırırken kendilerini zenginleştirmek. 

Hemen arkasından İstanbul Sözleşmesi bu kadar tartışılırken, Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı ikiye ayrıldı ve bakanlığa da Derya Yanık getirildi. Sosyal medyada ise hem Ensar Vakfı’na ilişkin hem de FETÖ’ye ilişkin paylaşımları dikkat çekti. AKP’nin kadın politikalarını bu tabloya bakarak neler söyleyebilirsiniz? 

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın birleştirilmesi, ayrılması ve daha önemlisi bütün meselenin kadına dair, kadınların yaşam alanına dair bütün meselelerin, kadının can güvenliğinin dahi gidip gelip aile kavramında ifade bulması, oraya sıkıştırılması bence AKP’nin kadına yaklaşımını çok açık ifade ediyor. Düşünün kadınlarla ilgili bir mesele gibi görünüyor olsa da meseleyi aileyle ifadelendirmek çok yetersiz bir tanımlamayı ifade ediyor. Olması gereken, çok doğrudan bir kadın bakanlığının olması. Kadının kadın bakanlığı üzerinden kadınların yaşadığı şiddet, can güvenliği, taciz, tecavüze dair bir korumayı sağlamak gerek. Ama şimdi kadını kadın olarak kabul etmeyen bir iktidardan bir koruma, kadınlar için bir özgürlük alanı, hak savunuculuğu ya da hukuki korumalar beklemek çok yetersiz ve mantıksız geliyor. Çünkü asıl uygulayanlar kendileri. Düşünün ki dünyanın hiçbir yerinde bir bakan öldürülmüş kadın sayısıyla övünmez. Bu kadınların öldürülmemesi gerekiyordu. Bu kadınların can güvenliğini sağlaması gereken bir bakanlık, öldürülen kadınların sayısıyla övünüyor. Türkiye’de günde ortalama 3 kadın öldürülüyor. Bu bir kadın kırımına işaret ediyor. Kadın mücadelesi yürüten kadınların aslında koruma talebiyle gidilen yerlerde, mekanlarda nasıl bir uygulamayla karşılaşıldığını hepimiz çok iyi biliyoruz. Hiç kimse bunun aksinin olduğunu iddia etmesin. Kadınların nasıl horlandıklarını, nasıl şiddet alanlarına “ailedir, kocadır, babadır” diye tekrar geri gönderildiğine hepimiz tanığız. Dolayısıyla asıl olması gereken bunların giderilmesi, bunların düzeltilmesidir, kadınların ölüm sayısıyla övünmek değil. Bir ayda 25 kadının öldürülmesi az mı? Olması gereken hiç kadının öldürülmemesi. Ve daha da önemlisi şu; o kadınlar öldürüldü ama onları öldüren erkekler şu an ellerini kollarını sallayarak bu ülkenin sokaklarında geziyorlar. Başka bir kadının hayatına kastetmek üzerine sokaklarda geziyorlar. İktidarın onların nasıl koruduğunu çok iyi biliyoruz. Yargının onlardan nasıl hesap sormadığını hepimiz deneyerek gördük.  

Son sözü kadınlar söyleyecek

Pınar Gültekin cinayetinde katil, “Ben yakalanacağımı düşünmüyordum” dedi. Bu aslında Türkiye’deki yargı sistemini, kadınların içinde olduğu korumasız duruma işaret ediyor.  Ama bunu görmezden gelmek yerine, tutup kadınlara, dünya kadın hareketinin en büyük kazanımlarına, “İstanbul Sözleşmesi’nden geri çekiliyorum” demek, katile “Ben seni yakalamayacağım” demektir. “Sen rahatça kadınları öldürebilirsin, şiddet uygulayabilirsin” demektir. Bunu görmezden gelmektir. Dolayısıyla kadını yok sayan, kadını görmezden gelen, kadının ismine dahi tahammül edemeyen bir iktidardan bahsediyoruz. Çünkü bir erkek aklı var burada. Bir erkek aklıdır bu ülkeyi yönetmeye çalışan. Dolayısıyla onlar için oluşması gereken “erkek aklının verdiğiyle yetinmeye çalışan makbul kadınlar”dır. Ama bu kadınların da çok daha başka bir yerden, dişleriyle, tırnaklarıyla bin bir emekle mücadele ederek bugüne getirdikleri kazanımları var. İstanbul Sözleşmesi bunlardan bir tanesi. Dolayısıyla kadın kazanımları konusunda erkek aklı istediğini söylesin son sözü kadınlar söyleyecektir. Son sözü kadın dayanışması söyleyecektir. Son sözü kadın hareketleri ve kadın mücadelesi söyleyecektir. Ve biz daha bu son sözleri söylemeden sonuna kadar mücadele edeceğiz. Sonuna kadar her bir kazanımımızı savunmaya devam edeceğiz. Onların bakanlık açması, bakanlık kurması ya da tek adam rejiminin “İstanbul Sözleşmesi’nden çekiliyoruz” demesi kadınları bağlamaz, kadınları kadınların sözü, mücadelesi kadınların özgürlük arzusudur bağlayacak olan.

25 Nisan 2021