Kaplan: AKP kaybetti, HDP kazandı

Eş Genel Başkan Yardımcımız Salim Kaplan'ın Mezopotamya Ajansı'na verdiği röportaj:

AKP-MHP'ye karşı siyaseten tutum almanın yetersiz olduğunu ve iki yöntemli bir mücadele öneren HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Salim Kaplan, “En ihtiyaç duyduğumuz şey, toplumsal mücadele dinamiklerinin giderek büyüyebilmesidir” dedi.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana sergilenen iktidar pratikleri ve demokratik siyasete dönük gelişen yönelimler statükonun tarihselliğinden bağımsız ele alınamıyor. Darbeler aracılığıyla siyasete müdahaleler ve siyasi partilere uygulanan baskılar, bugün bir kez daha Kürt siyasi parti geleneğini de içinde barındıran Halkların Demokratik Partisi’ni (HDP) hedef alıyor. Bir önceki yüzyılda yol açtığı acı sonuçlar ile birlikte milletvekillerinin tutuklaması ve parti kapatmalarla kendisini gösteren demokratik siyaseti tıkama pratiği, 21’inci yüzyılda da HDP’ye dönük tehditlerle yeniden Türkiye’nin gündeminde.

HDP’ye yönelik tehdit ve saldırıları tarihsel-ideolojik bağlamda ele almak gerektiğini dile getiren HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Salim Kaplan, derin, köklü ve ideolojik bir saldırı ile karşı karşıya olduklarını belirtti. Kaplan, bugün bir kez daha yüzyıllık milliyetçiliğin, Kürt halkını yok sayan inkar eden yaklaşımın devrede olduğunu ifade ediyor.

2000’li yılların başından bu yana Kürt siyaseti içerisinde aktif biçimde yer alan Kaplan, HDP’ye yönelik saldırıların statüko ile bağlantılarını, muhalefetin sergilediği tutumu ve bu sürecin olası yansımalarına dair sorularımızı yanıtladı.

HDP neden bugün hedefte?

HDP’ye yönelik saldırıları iki anlayış üzerinden tanımlamakta fayda var. Birincisi; tarihsel olan ideolojik bağlamıdır. İdeolojik ve tarihsel bağlamından kastım yüz yıllık milliyetçiliğin, Kürt halkını yok sayan, inkâr eden yaklaşımın kendisidir. HDP, Türkiye üzerinde yaşayan Kürtlerin yüzde 70 oyunu alan en büyük temsiliyetidir. Daha derin, köklü, tarihsel ve ideolojik bir saldırı konseptinin HDP üzerinde yürütüldüğünü bilmekte fayda var.

İkicisi; oransal olandır. 24 Haziran 2018 seçimlerinde adına Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi dedikleri ucube, kendilerinin bile bugün yönetmekte acizlik yaşadıkları bu rejimi kurgulamış olsalar da hala bu sistemin muktediri olamadılar, başaramadılar. Başarabilmeleri için her şeyden önce ülkenin anayasasını yani toplumsal sözleşmesini kendi iktidarlarını baki kılacak bir düzleme çekmeleri gerekiyor. Bunun için de parlamentoda 400 milletvekiline ihtiyaçları var. HDP’nin varlığı bahsettiğimiz anayasal düzlemde de onları muktedir kılabilecek bütün oluşumları yok ediyor, önlerinde ciddi bir engel olarak duruyor. Bundan dolayı HDP’yi aslında kapatmak değil, yapabilirlerse erken, baskın ya da zamanında yapılan seçimlerde baraj altında bırakmak istiyorlar.

İktidarlarını kalıcı hale getirmek için anayasa değişikliğini yapabilecek sayısal çoğunluğa ulaşmayı hedefliyorlar.  Bu iki anlayış da birbirini besleyen, güçlendiren anlayışlardır.

HDP’nin yapımında yer almadığı yeni bir anayasa toplumun ihtiyaçlarına çözüm üretir mi?

HDP’ye yönelik saldırıların gölgesindeki toplumsal sözleşme tartışması aslında iktidarın nasıl bir anayasa istediğini ve kendi bekasını inşaya dönük bütün kurgusunu ifşa ediyor. Bu ülkede elbette toplumsal bir sözleşmeye ihtiyaç var. Demokratik, sivil, özgürlükçü, yerel yönetimlerle güçlendirilmiş bir toplumsal sözleşme, bu ülkenin bütün temel sorunlarının çözümünün kilit anahtarıdır. Bunun da sözünü, söylemini, siyasetini bu ülkede en fazla kuran siyasal parti HDP’dir.

AKP gerçekten yeni bir anayasa yapmak istiyor mu?

Bugün baktığımızda 1982 Darbe Anayasası’nı bile tanımayan, ihlal eden ‘Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına uymak zorunda değilim’ diyen, taraf olduğu uluslararası sözleşmeleri, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarını uygulamayan bir rejim gerçekliğinden bahsediyoruz. En nihayetinde toplumsal sözleşmelerden bahsetmek için o ülkede sorunların konuşabileceği demokratik zeminlere ihtiyaç vardır. Demokratik zeminin olmadığı, giderek otoriterleşen, darbe anayasasını aşan, faşizmin kurumsallaştığı bir günceli yaşarken bugün yeni bir toplumsal sözleşmeden bahsetmek, onu tartışmak mümkün değildir.

Bunun dile getiriliyor olması tamamıyla AKP-MHP iktidarının yönetememe krizinin yaratmış olduğu içsel tartışmaları bastırmak ve kendisine oy verme ihtimali olan kitleler içerisinde bir konsültasyonu oluşturmak isteyen Erdoğan’ın, hem batıda hem de Türkiye kamuoyu içinde bir kez daha meşrutiyetini kanıtlama istediğidir. Bu tamamen manipülatif bir hamledir, ötesinde bir anlam ifade etmektedir.

Siyasi Partiler Kanunu’nda da değişiklikler yapılması gündemde. HDP’nin kapatılması, yeni bir parti olarak kurulmamasını engellemek için de kimi hazırlıklar yapıldığı kamuoyuna yansıyor…

Çok rahatlıkla şunu söyleyebilirim; partimizin kapatılmasına dair bir tartışma gündemimiz yok. HDP’nin içinde barındırdığı gelenekler ve devraldığı mücadele gelenekleriyle biz hiçbir zaman binalar içinde siyaset yapan bir parti olmadık. Parti olarak klasik bir siyaset anlayışımız yok. Halkıyla beraber mücadele eden, halkın önceliklerini parlamentoda dillendiren canlı bir organizma olarak kendimizi görüyoruz. Radikal demokrasiyi bu kadar önceleyen bir fikriyat olarak partinin kapatılıp, kapatılmaması gibi bir tartışmamız olmaz. 6 milyon seçmeniyle birlikte 20 milyonluk bir halk gücünü taşıyan bir fikriyattan bahsediyoruz. Bu yüzden partimizin kapatılmasının ne siyaseten ne de sosyolojik, politik, reel, gerçeklik açısından bir durum söz konusu olamaz. 

İktidar da HDP’yi kapatmaya gücünün yetmeyeceğini biliyor. Bu güçten kastımız sosyo-politik hakikatlerdir, yoksa mevzuat olarak ülkenin içinde bulunduğu yargı sisteminin bütünüyle saraya bağlılığını gözettiğimiz zaman teknik anlamda partiye dava açabilir, kapata da bilirler.

Sosyo-politik hakikatlerden kastınız nedir?

Türkiye’yi siyasi parti mezarlığına dönüştürdüler. AKP’nin mirasını devraldığını söylediği partiler de bu ülkede kapatıldı. Geçmişte o partilerin kapatılmasına karşı duranlar bugün HDP’nin fikriyatını oluşturan geleneğin ta kendisiydi. Haliyle 1991’de HEP’in kapatılmasından bugüne değin Kürt sorununu barış, demokrasi ve özgürlükler temelinde çözme iddiasında olan partiler kapatıldıysa, büyüyerek gelişti. Kolları birden fazla çay ile beslenmiş ve önünde hiçbir barajın duramayacağı nehirler haline geldiler. AKP biliyor ki, HDP kapatılırsa partiye gönül veren 20 milyonluk halk kesimi yarın 40 milyon haline gelecektir. Birincisi böyle bir sosyo-hakikat var.

HDP’nin kapatılması demek aslında AKP-MHP iktidarının yenilgisini kabul etmesi anlamına gelir. 2015 tarihinden bugüne aralıksız saldırı altında olan, 2016’dan bu yana 20 bin yöneticisinin gözaltına alındığı, 16 bin yöneticisinin tutuklandığı, MYK’sından Eş Genel Başkanlarına kadar rehine tutulmuş bir siyasi partiyi kapatma girişimi, ‘Ben bütün aygıtları denedim, bütün zoru kulandım ama bu hakikat yürüyüşünün önüne geçemedim’ demektir. Bu da AKP’nin bitmesi, kaybetmesi anlamına gelmektedir. Partimiz kapatılsa, kapısına kilit vurulsa, onlarca yöneticimiz gözaltına alındığı gibi yeniden onlarcası alınması halinde AKP’nin yaşadığı krizin daha da derinleşmesine, toplumsal rızasını kaybetmesine neden olur, ki bu yönüyle zaten büyük bir öfke var.

AKP bu gerçekliğin farkında ise amaç ne tam olarak?

AKP gerçekliği gördüğü için parti kapatmaktan öte kapatmadan beter etme bir hale getirmeye çalışıyor. Bugünkü bütün kurgu şudur; HDP’yi nasıl baraj altı bırakabiliriz, dağıtabiliriz, önümüzde engel olmasına nasıl izin vermez ve iktidarımızı kalıca hale getirebiliriz. Türkiye’de giderek kurumsallaşan faşizme karşı tek gücün HDP olduğunu biliyorlar. HDP’nin sahada görünür olması, halklara güç vermesi, muhalefete ve demokrasi güçlerine özgüven kazandırması da bu iktidarın önünde en önemli engel olmasına neden oluyor. Mücadele gittikçe ortaklaşabiliyor ve ortaklaşan mücadelenin de öncülüğünü yapan HDP olunca ister istemez daha büyük bir tehlike, tehdit olarak görülüyor. Bize dönük bütün saldırılar AKP-MHP iktidarının güçsüzlüklerinden kaynaklıdır. Bize dönük bütün saldırılar düştükleri çaresizliği, tükenmişliği ifade ediyor. Onlar saldırdıkça büyüyen hakikat, HDP gerçekliğidir, tükenen bir AKP gerçekliği var.

Konu Kürt sorunu olduğunda geçmişte muhalefetin iktidara yedeklendiği, can simidi olarak kurtarıcı pozisyona girdiği pratiklerle karşılaştık. Bugün de bu yönlü kimi yaklaşımlar  kendisini gösterse de geçmişe kıyasla farklar var mı?

Türkiye’de son dönemlerde alışılmışın dışında bir muhalefete dair izlenimler görülmeye başlandı. Mesela Garê… Aslında iktidarın birden fazla planının olduğu bir saldırıydı. Ama bunların önemli parçalarından bir tanesi, sonucu ne olursa olsun iktidar milliyetçi bir hezeyanla muhalefeti yanına dizmek ve HDP’yi daha fazla kriminalize edip, HDP’ye karşı büyüyen toplumsal rıza olgusunun önünü kesmek istiyordu. Bunu yapamadılar. Bugün muhalefet yeni bir sınav ile karşı karşıya. Dokunulmazlıkların kaldırılması aslında hakkında fezleke açılan parlamentere yargı yolunun açıldığı bir süreçtir. Bunun için yeni bir anayasa değişikliğine ihtiyaç yok. 2016 yılında bir istisnayla toplu olarak dokunulmazlıklar kaldırıldı. Meclis iç tüzüğü ve anayasada milletvekilinin dokunulmazlığının kaldırılması komisyonlardan geçmesi ardından Meclis Genel Kurulu’nda salt milletvekilliği çoğunluğunun onaylamasıyla kaldırılabiliyor. AKP-MHP iktidarının zaten yeterli salt çoğunluğu var. İktidar, fezlekeler üzerinden muhalefeti tekrardan yanına çekerek, muhalefet içindeki yan yana gelmeleri, birlikte verilebilecek mücadele dinamiklerini parçalamak, HDP’yi yalnızlaştırmak, yalnızlaştığı oranda da kriminal bir şekilde topluma lanse etmek istiyor. 

Mesele İYİ Parti, Saadet, CHP, DEVA, Gelecek partilerinin fezleke meselesinde şeklen ‘hayır’ demesi değildir. Bu tarihsel kavşağı dönüştürebilmek için siyaseti genişletebilecek sözün de muhalefet tarafından kurulabilmesi önemlidir.

En nihayetinde HDP’ye yönelik bütün saldırıların arkasında Türkiye demokrasisine bir saldırı var. Bugün muhalefet şunu sorabilmeli: ‘Bu ülkede fezlekeleri hazırlayanlar bağımsız Türkiye yargısının savcıları mıdır yoksa Erdoğan’ın savcıları mıdır?’ Geldiğimiz aşamada yargının Saray’a ne kadar bağımlı olduğu, iktidar dışında olan tüm dinamiklere baskı aracı olarak kullanıldığı ortada. O yüzden buradan söz kurma, yola çıkma gereklidir. Bu yapılabilirse biz Türkiye’de siyaseten genişleyen bir demokrasi mücadelesinin başlangıcının sinyallerini alabiliriz. 

Muhalefet partileri de yaşanabilir, demokratik, evrensel hukuka bağlı bir ülke kurma noktasında üzerine düşen tarihsel rol ve misyonu yerine getirmiş olur. Bu konuda demokratik muhalefete, demokratik siyasette ısrar eden bütün kesimlere çağrımızı yaptık. Umuyoruz ki muhalefet bütün bu toplumsal dinamiklerin çağrılarını analiz ederek, iktidarın oyunlarını boşa çıkaracak bir siyasi yelpazede duruşa sahip olabilir.

HDP’nin siyasal, toplumsal alana dair sorun tanımlamaları ve çözüm önerileri nasıl bir siyasal yaklaşıma dayanıyor?

İyi bir sosyoloğun şöyle bir tarifi var; Sosyoloji tarihselleşmeli, tarihte sosyolojileşmelidir. Biz kendi felsefemizi, kendi siyasi okumamızı, anlayışımızı radikal demokraside görüyoruz. Bütün okumalarımızı sosyoloji bilimi üzerinden yapıyoruz. Yola çıkarken Halkların Demokratik Kongresi’nin (HDK) siyasal alan örgütlemesi olarak yola çıktık. Biz bir kongre partisiyiz. Siyasal alanın toplumsallaşması, toplumsal alanın da siyasallaşması üzerinden bir hakikat ve anlayışla kendisini örgütleyen bir paradigma ve fikriyattan bahsediyoruz. Türkiye’deki kamu idare yapısına, kamu idare yapısının siyasal partilere yansımasına bakarsak bir tek adamlık var. Okulda okul müdürü, bankada banka müdürü, hastanedeki başhekim tek adamdır. Türkiye’nin tüm kamu idare yapısı tek adam üzerinedir. Onun siyasal partideki yansıması da o şekildedir. Genel başkanlık daha doğrusu lider kültü üzerinden giden bir yaklaşım var. Şimdi haliyle kurgu ve tepeden inşa bu kadar merkeziyetçi ve yekpare bir düzende geliyorsa bu kadar çoğulculuğunun olduğu hakikatlere dönük siyaset ortaya çıkması da beklenemez. HDP yanlışı gördüğü yerden daha doğru siyaseti kurgulamak, inşa etmek isteyen bir yerden yaklaşımı esas alıyor.

Dünyadaki devrim mücadelelerinin, özgürlük mücadelelerinin, peygamberlerin çıkışından tutalım da Spartaküs gibi devrimci nitelikteki köle ayaklanmalarından, Şeyh Bedrettin’in hakikat yolculuğundaki sosyolojik ve hakikat üzerindeki tespitlerinin bir süzgecinin siyasi alan yansımasıdır. Bu topraklarda bitmek bilmeyen toplumsal özgürlük arayıcılarının siyasi temsilcisidir.

HDP’yi yok etmeye dönük saldırıların sonuç alması mümkün mü?

En sonda söyleyeceğimi en başta söyleyeyim. Mümkün değil! Bunu söylerken de siyasi demagoji yapmıyorum. HDP üzerindeki baskılar sadece Türkiye içerisinde değil, dünyanın herhangi bir ülkesinde bir siyasal oluşuma yapılsaydı, ayakta duramazdı. ‘HDP’yi bitireceğiz’ diyenler parçalandı. AKP içerisinden iki oluşum çıktı. Bunu unutmamak lazım. Çöktürme planları ile ‘çöktüreceğiz’ diyenlerin kendisi çöktü. Sadece 31 Mart Yerel Seçimleri’nde yaptığımız taktiksel bir hamlemiz, iktidarı iki yıldır içinden çıkılamaz bir krizin eşiğine getirdi. Bugün bütün saldırılar aslında kendi içerisinde yönetemediği bir krizin dışavurumudur.

AKP iktidarının HDP üzerinden yaptığı en temel şey de güç konsültasyonudur. Gücü elinde tekleştirmek istiyor. AKP’nin elindeki asker gücünü, polisini, zabıtasını, bekçisini yani bütün militarist güç odaklarını elinden çekin, iki gün bu toplumdan artık rıza alabilecek kabiliyeti kalmaz. Bütün tabelalarını indirmek, kapılarına kilit vurmak zorunda kalır. Bu krizi de yaratanın HDP’nin mücadelesi olduğunu bildiği için güç konsültasyonu dışında sığınabileceği ikinci bir çaresi kalmadı. Evet, saldırılar çok büyük. Saldırıların dozajı giderek büyüyecek. Bunun acısını ve bedellerini de veriyoruz ama bir şeyi unutmamak lazım. Dünyanın hiçbir tarihinde halklar adına özgürlük mücadelesi veren siyasi anlayışlar bedel ödemeksizin bunu gerçekleştiremediler. Biz bu yola çıkarken önümüzdeki yolun güllerle, sümbüllerle bezeli olmadığını iyi biliyorduk. Ama bu yolun hakikat, onur yolu olduğunu, Şeyh Saitlerden Seyit Rızalara, Pir Sultanlardan Şeyh Bedrettinlere giden bir hakikat arayışı yolu olduğunu biliyorduk. Bütün hakikat arayıcıları büyük bedeller ödedi ama kazanan halkların kendisi oldu. 

Bugün HDP yöneticileri, HDP’ye gönül bağı ile bağlı. Bunca zulme rağmen onurlu dik duruşla parti yönetim kademelerinde yer alanlardan tutalım da sandık başlarına giderek oy veren halkımızın büyük bir özverisiyle bedel ödeye ödeye bu mücadele yürüyor. En nihayetinde tükenen ve tükenmiş olan AKP’nin kendisi ve zihniyetidir. Kazanan da HDP’nin kendisidir. İki yöntemi bu süreç içerisinde daha güçlü kılabilirsek bu tükenmişlik ve yenilgilerini en net ve somut haliyle göreceğimiz günler yakındır.

Nedir bu iki yöntem?

Birincisi; toplumsal mücadele dinamiklerini geliştirmek lazım. Dünyada faşizmin alt etmenin tüm tarih okumalarına bakıldığında, siyaseten tutum almanın yetersiz kaldığını hep birlikte gördük. Bunu Franko İspanya’sı, Mussoli İtalya’sı, Hitler Almanya’sı ya da Kaddafi’ye karşı mücadele veren Libya’daki mücadele güçlerinde görebiliriz. En köklü olan ve ihtiyaç duyduğumuz şey, bu toplumsal mücadele dinamiklerin giderek büyüyebilmesidir.

Diğeri ise, birleşik mücadele cephesini büyütmeye olan ihtiyaç. İki yıldır Türkiye’nin gündemine almaya çalıştığımız, halklarla daha fazla ittifak kuran, bugüne kadar bir araya gelmemiş toplumsal tüm farklılıkları iç içe geçirip, önümüzdeki Türkiye’yi inşaya dönük ortak iradenin sahibi olması anlamında kurguladığımız demokrasi ittifakı da bu birleşik cephe mücadelesinin temel argümanı ve anahtarıdır.

Hafta sonu Merkez Yürütme Kurulu (MYK) ve milletvekillerinizle birlikte geniş kapsamlı tartışmalar yürüttünüz. Toplantınızda nasıl bir mücadele yöntemi belirlediniz?

Bugün Kobanê davası üzerinden yürütülen kumpas, 4 Kasım 2016 siyasi darbesinin güncel halidir. Yeniden bir kumpası devreye koyuyorlar. Biz Kobanê davasını önemli buluyoruz. Bu davayı biz AKP iktidarını teşhir edebileceğimiz bir zemin olarak kurguladık. Davanın görüldüğü gün yargılanacak olanlar HDP’li vekiller, MYK üyeleri değil, yargılanacak olan AKP’nin kendisi olacak. Buna dair çok geniş bir komisyon kurduk ve çalışmalarını sürdürüyor.

AKP-MHP ittifakıyla mücadelemiz bir satranç oyununa dönmüş vaziyette. Onlar hamlelerini yapıyorlar ve biz de onların bir hamlelerine karşı onlarca hamle düşünüyor ve planlıyoruz. Bu konuda çok deneyim ve tecrübeye sahip bir partiyiz. Ancak biliyorsunuz hamleleri teşhir etmek, anlatmak karşı oyuncunun size karşı daha güçlü kendini konumlandırmasına zemin açar. Bu konuda hamlelerimizi açıklamak doğru olmayacaktır ancak Türkiye halklarına şu mesajı çok rahatlıkla verebiliriz; çok umutlu, kararlı, inançlı HDP yönetimi var. Mücadele giderek büyüyor. Elimizdeki hamlelerin çeşitliliği ve zenginliği iktidarınkinden çok çok daha fazladır. En son şah diyecek olanda HDP olacak.

Türkiye tarihine baktığımızda her gelen iktidar bir önceki iktidarın “devletçi kodlarına” yönelik eleştirilerle geliyor. Ancak belli bir süre sonra söz konusu Kürt meselesi olduğunda yeniden “beka, milli mesele” söylemleri karşımıza çıkıyor. Bunun temel sebebi nedir?

Bu durumu tarihsel bir okumayla belki daha doğru açıklayabiliriz. Bu süreci 1920-24 arası, 24 sonrası ve AKP’nin geldiği 2002 yılı olarak üçe ayıralım. 1920-1924 yılları Cumhuriyet’in kurulduğu, kendini kurumsallaştırmaya dönük adımların atıldığı kurucu dönem. O dönemin hakikatine baktığımızda daha fazla İslam dinine uygun tanımlamaların yapıldığı ama bir o kadar da özerklik ve özerk yönetimlerin tanındığı, halkların dışlanmadığı ve inkar edilmediği bir dönemdir. 1921 Anayasasının da böyle bir ruhu var ve bu bugün kronikleşen sorunlara ışık tutabilecek bir kuruculuk unsuru da taşıyor. 

1924 sonrasında ise devletin bu kodlardan uzaklaştığını görüyoruz. O günün kodlaması şudur; Türklük ve Müslümanlık üzerine kendini kurgulamış yeni bir devlet rejimi. Bu kodlar dışında kalan bütün halklar düşman olarak görülüyor. Dolayısıyla biat ettirilmesi, asimilasyonla dönüştürülmesi, hizaya çekilmesi gerekenler olarak görülüyor. Bunlar yapılamıyorsa mutlak suretle tüketilmesi, bitirilmesi gerekenler olarak görülüyor. Bu zihniyet kendini bugüne kadar getiriyor. 1946 öncesi devlet partisi olan CHP’de olduğu gibi sonrasında kurulan siyasi partilerin de Türklük ve Müslümanlık kodları üzerinden halklara yaklaştıklarını görüyoruz. 

AKP iktidarının da Türklük ve Müslümanlık kodlarının ötesine geçemeyen bir hakikati var. AKP’yi ayıran diğer bir nokta ise, o dönemin Kemalist ideolojisine karşı biraz daha İhvancı bir ideolojidir. Mevcut AKP iktidarı daha radikal İslamcı, İhvanist, selefi bir ideolojiyi örgütlemek istedi.

PKK Lideri Öcalan okumalarını yoğun yaptığınızı biliyoruz. Partinizin de Öcalan’ın siyaset felsefesinden etkinliğini yer yer açıklıyorsunuz. Öcalan’ın AKP’ye yönelik “Yeşil Türk faşizmi” tanımı var. Dile getirdikleriniz bu tanıma işaret ediyor gibi…

Tam da budur. Sayın Öcalan’ın bunu neden “Yeşil Faşizm” olarak tanımladığı önemlidir. Çünkü toplumsal hakikat bağlamıyla örtüşmeyen bir yanı var. Hem Anadolu halklarının hakikatlerini hem Mezopotamya halklarının çoğulcu yapısına baktığımız zaman selefi bir yaşamın ve rejimin halkların hiçbir tarihiyle en yakından bir teması, tarihsel bağını ve hakikatinin olmadığını çok yakından görebiliyoruz.

Sayın Öcalan’ın fikirleri, Kürt sorununa dair çözüm önerileri, Türkiye halklarıyla ne zaman buluşabildiyse Türkiye’de ekonomik, sosyal ve siyaset alanında gelişmelerin yaşandığı, aydınlık günleri tartışabildiğimiz zeminler oluştu. Türkiye’nin mevcut tüm sorunların altında yatan en temel mesele Kürt sorunudur. Türkiye’nin giderek yoksullaşması ve insanların intihara sürükleyen ekonomik krizin altında yatan gerçeklik savaş politikalarının yansımasıdır. Bugün rejimin içine girdiği krizler, Kürt sorunun çözümsüzlüğünden kaynaklıdır. Türkiye’nin dış ilişkilerde yalnızlaşması ve itibarsızlaşmasının altında yatan yegâne güç Kürt halkına dönük düşman politikaları ve Kürt sorununa dair savaş politikalarında ısrarının yansımasıdır. Buna dönük tespitleri ve çözümleri sayın Öcalan kendi savunmalarında dile getirdi. O görüşler üzerinden bu ülkede 3 yıl boyunca çözüm süreci yaşandı. Belki de Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en barışık, ekonomisinin refaha ulaştığı, bugüne kadar tartışılmayan sorunların tartışılabildiği bir dönem yaşandı. Sayın Öcalan, demokratik siyasette ısrarı önemli görür ve halkların kendi içerisindeki ittifaklarına anlam katar.

Barış siyasetinde ısrar etmek neden bu kadar önemli?

Sayın Öcalan, bütün savaş politikalarını boşa çıkarmanın en anlamlı yolunun barış siyasetinde olduğunu söylemektedir. Barışın siyaseti de ancak demokratik siyasetle yapılabilir. Bugün AKP-MHP rejiminin dayattığı kötücül aklın olumsuz yansımaları barış siyasetinden uzak kalmalarından dolayıdır. AKP Genel Başkanı ve küçük ortak MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin konuşmalarına baktığınızda savaşı, düşmanlaştırmayı, kötülemeyi anlatmadıkları iki dakikalık bir konuşma göremiyorsunuz. Ama neredeyse 22 yıldır mutlak bir tecrit içerisinde İmralı Ada’sına hapsedilmiş Öcalan ile yapılan tüm temaslar barış ve barışın siyaseti üzerinde yürüyor. Barış siyaseti, bu ülkenin tüm sorunlarına çözüm getirebilecek yegane ve en temel siyasettir.

Röportaj: Berivan Altan

3 Mart 2021