Oluç: Adalet Bakanına soruyoruz: Bugüne kadar yargıçlar kime bakıp da karar veriyorlardı?

Grup Başkanvekilimiz Saruhan Oluç, Meclis’te düzenlediği basın toplantısında gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Oluç, şunları söyledi:

Ormanları, tarım alanlarını ve kıyıları madenciliğe açan 6. madde geri çekilmelidir

Bugün birkaç konuya değinmek istiyorum. Birinci konu, bu hafta Meclis’te görüşülecek olan Enerji Piyasaları Kanun Teklifi. Bu teklif, komisyondaki tüm itirazlara ve önerilerimize rağmen geçti ve Genel Kurul’a geldi. Bu kanun teklifinde son derece ciddi, sakıncalı maddeler var. Buna ilişkin birkaç şey söylemek istiyorum. Çevre ve ekoloji ile ilgili çalışan STK temsilcilerinin, uzman ve akademisyenlerin komisyon görüşmelerine dahil edilmesi bütün taleplerimize rağmen kabul edilmedi. Özellikle çevre örgütlerinin, ekoloji ile ilgili çalışan STK’ların ve bu konunun uzmanlarının çok ciddi eleştirileri var. Bu eleştirilerden birisi 6. maddeye ilişkin. Bu 6. madde zaten sonradan dahil edildi kanun teklifine. 6. maddeye göre maden şirketlerinin ruhsat alanı dışına tesis kurmasının önü açılıyor. Yani diyor ki 6. madde; 'bu madde kabul edilirse madencilik faaliyeti yürüten şirketler ruhsat alanları dışında da faaliyet yürütebilirler'. Bu madde ile birlikte ülkemizin ormanları, tarım alanları, meraları, içme suyu havzaları ve kıyıları madenciliğe açılacak. Bu son derece vahim bir madde. Önce şunu sormak gerekiyor; eğer ruhsat alanı dışında şirketler faaliyet yapacaksa o zaman ruhsata ne gerek var? O zaman ruhsat almasın. Ya da ÇED raporlarına niye ihtiyaç var? ÇED raporları zaten sağlıksız hazırlanıyor. ÇED raporları olmadan, ruhsat olmadan şirketler istedikleri yerde istedikleri çalışmayı yapsınlar. Dolayısıyla bu madde çok sakıncalıdır.

Maden şirketleri istiyor diye kanun çıkarılmaz

Bütün çevre örgütleri ve ekoloji ile ilgili çalışan STK’lar bu maddenin tekliften geri çekilmesini talep etmektedir. Kaç gündür bu taleplerini Meclis’teki vekillere ve komisyona iletmektedirler ve biz de bu talebin arkasındayız. Evet 6. madde mutlaka geri çekilmelidir. Bu kanun teklifinde birçok sakıncalı madde var ama 6. madde çok fazla sorun taşıyan bir maddedir. Şirketlere 'geçici tesis' adı altında faaliyet yapma hakkı tanıyor. Bu, oralarda kalıcı hasarların oluşmasına yol açmak demek. Tesisler geçici olabilir ama çevreyi, ekolojik dengeyi tahrip eden adımlar geçici tesisler yoluyla atılır ve tahribatlar kalıcı hale gelir. Dolayısıyla bu madde mutlaka geri çekilmelidir. Maden şirketleri istiyor diye kanun çıkarılamaz. Üzerinde tartıştığımız 6. madde tam böyle bir maddedir. Maden şirketleri istiyor diye bu madde geçirilmek istenmektedir, bu kabul edilemez.

Bu iktidarın en çok istediği şey denetimsizlik. Biliyoruz bunu. Yani Meclis ve Sayıştay denetim yapamasın, devlet kurumlarına denetim yapılamasın. Denetimsizliği bir yönetim sistemi olarak benimsemiş bu iktidar. İşte bu konuda da 6. madde ile tam bir denetimsizlik getirmek istiyorlar. 

Araba lastiği yakan şirketlere devlet teşviki verilmek isteniyor

Bir madde daha var. 13. madde, gerçekten akla ziyan. 13. maddede eski araba lastiği biyokütle tanımı içine alınmaya çalışılıyor. Bu sayede araba lastiği yakan şirketlere devlet teşviki ve desteği verilmek isteniyor. Diyeceksiniz ki araba lastiğinin yakılmasında ne sakınca var? Bu işlem, yenilenebilir enerji kapsamına alınmak isteniyor. Böyle bir şey mümkün mü? Çevreyi tahrip edecek, zehirli gaz çıkmasına yol açacak bir konu ile ilgili konuşuyoruz. Bunun yenilenebilir enerjiye dahil edilmesi akıllara ziyan bir durumdur. Çevre kirliliğini artıracak bir adımdır, kabul edilemez bir madde de budur. 

Yenilenebilir enerjinin anlamı çevreyi tahrip etmeden yeniden enerji üretilmesine imkan verecek sistem ve yöntemlerdir. Bu öyle bir şey değildir. Eski araba lastiklerinin yakılmasından ortaya zehirli gazlar çıkacak. Bu kanun teklifinin birçok maddesi ile ilgili eleştirilerimiz var. Komisyonda dile getirdik, Genel Kurul’da da dile getireceğiz; değişiklik önergelerimizi vereceğiz. Özellikle 6 ve 13'ncü maddeler üzerinde eleştirilerimiz yoğundur.

Madencilere verilen sözün takipçisi olacağız

Biliyorsunuz maden işçileri Soma’dan Ankara’ya bir yürüyüş gerçekleştirmek istiyorlardı. Defalarca engellendiler, yürüyüş yapmalarına izin verilmedi. 8 yıldır ödenmeyen kıdem, ihbar alacakları, ölüm ve iş kazası tazminatları için mücadele ediyor madenciler. Buraya da gelmişlerdi. Bizler de HDP Grubu olarak kendileriyle görüşme yaptık, taleplerinin arkasında durduğumuzu kendilerine ilettik ve bunu Genel Kurul’da dile getirdik. Yıllardır gasp edilmiş haklarını kazanmak için mücadele eden madenciler bu mücadelede önemli bir kazanım elde ettiler. Dün itibariyle hükümetin temsilcileri madencilerle görüştü. Madenciler bugün yaptıkları açıklamada bunu dile getirdiler. 15 Ocak'a kadar taleplerinin yerine getirileceğine dair, aralarında bakanların ve valilerin de olduğu yetkililer tarafından kendilerine söz verildiğini ifade ettiler. Yani madenciler yürüdüler, direndiler, mücadele ettiler ve bu sözü kazandılar. Şimdi biz bu sözün takipçisi olacağız. 15 Ocak’a kadar madencilerin taleplerinin yerine getirilmesi ve gecikmemesi için HDP olarak mücadele edeceğiz. 

Madencilerin bugün yaptıkları basın toplantısında yaptıkları çok önemli bir saptama var. Dediler ki, 'eğer o gün yani yıllar öncesinde yaşanan felaketlerden, kazalardan, toplu cinayetlerden sonra hak ettiğimiz tazminatlar verilmiş olsaydı, biz o tazminatlarla bir daire alabilirdik. Ancak bugün o tazminatlar ödendiğinde ancak o dairenin mutfağını alabiliriz'. İşte gelinen durum budur. Bu madencilerin nasıl bir haksızlıkla karşı karşıya kaldıklarını gösteren çok özlü ve çok anlamlı bir ifadedir.

Pandemide yaşanan sıçramayı Meclis'te konuşmalıyız

Pandemi konusunda bugün Meclis Genel Kurulu’na bir Genel Görüşme talebi sunduk. Pandemi konusunda durum vahim ve bunu konuşmamız gerekiyor. Önlemlerin gevşetilmesi ve yanlış kararlar nedeniyle sadece İstanbul'da, Ankara'da değil Türkiye’nin her yerinde salgında çok ciddi bir sıçrama yaşanıyor. Diyarbakır’da, Van’da, Mardin’de, Şırnak’ta, Hakkari’de, Konya’da, Antalya’da, Kocaeli, Bursa ve Trabzon’da; her yerde sıçrama yaşanıyor. Bu son derece vahim durum. Neden bu hale geldi, bunu tartışmak istiyoruz. Meclis’te Genel Görüşme vasıtasıyla bu konuyu enine boyuna değerlendirmek istiyoruz. Her gün son İzmir depreminde kaybettiğimiz insanlardan fazla insan ölüyor resmi rakamlara göre. Bu rakamların çarpıtılmış verilerden oluşturulduğunu biliyoruz. Bunu bütün dünya alem biliyor. Bütün dünya alem, Türkiye’deki kurumların hasta ve vaka sayısı gözeterek verileri çarpıttığını biliyor.

Salgını yönetemeyen Sağlık Bakanı neden hala o koltukta oturuyor?

Bunu bildikleri için Avrupa Birliği, Türkiye’den gelenlere yasak koyuyor. İngiltere AB içinde olmasa da bu yasağa uyuyor. Neden? Çünkü bütün dünyada verilerin güvenilir olmadığı tartışılıyor. Bütün dünyada tartışılıyor da Türkiye’de biz doğru verileri alamıyoruz bir türlü. Gerçekleri yansıtmıyor bu veriler. Bunu defalarca söyledik, söylemeye devam edeceğiz. Sağlık Bakanının hiçbir sözünün inandırıcılığı ve güvenilirliği kalmamıştır. Bu çok vahimdir. Böyle iradesiz bir Sağlık Bakanı olabilir mi? Salgını yönetemeyen bir Sağlık Bakanı neden hala o koltukta oturuyor? Bunun bir açıklaması yoktur. Ekonomiyi yönetemeyen Hazine ve Maliye Bakanı o koltuktan ayrıldı, Sağlık Bakanı pandemiyi yönetemiyor, neden hala o koltukta oturuyor? Virüs kendini gizlemiyor ama Sağlık Bakanı halktan gerçekleri gizliyor. Yanlış verilerle gerçekleri gizleyen bir Sağlık Bakanı var. 

Üniversite hastaneleri sağlık çalışanlarının hayatlarıyla oynuyor 

Bu yetmiyor, sağlık çalışanları ölüyor. Büyük fedakarlıklarla ve azimle pandemiyi yönetebilmek ve halkın sağlığına kavuşmasını sağlamak için çalışan sağlık çalışanları maalesef hayatlarını kaybediyor. Çok yoğun ölçüde hastalanıyorlar. 17 Kasım itibariyle 63’ü hekim olmak üzere toplamda 153 sağlık çalışanı hayatını kaybetti. Bu alanda yaşanan çok ciddi bir sorun var. Böyle bir sorun varken ne yapıyor çeşitli üniversitelerdeki başhekimler? Bakın Dicle Üniversitesi Hastanesi Başhekimliği ile Ankara Üniversitesi Cebeci Araştırma ve Uygulama Hastanesi Başhekimliği çalışanlarına bir yazı gönderiyor, yazı son derece vahim. 'Hastalanmış olan sağlık çalışanlarına ilişkin tedavi bitimi sonrası işe dönüşlerde şuna uygun davranmanız gerekiyor. Ayakta tedavi görenler 10 gün, yatarak tedavi görenler 14 gün, yoğun bakımda tedavi görenler 20 gün sonra PCR negatifliğine bakılmaksızın görevlerine başlayacaklar' diyor. İki üniversite hastanesinin gönderdiği yazı. Böyle vahim bir durum olabilir mi? Sağlık çalışanlarının hayatlarıyla oynayan böyle bir vahim durum olabilir mi?

Dolayısıyla biz bu konunun Meclis’te enine boyuna tartışılmasını istiyoruz. Bakalım iktidar partileri nasıl bir tutum alacaklar. Pandemi verilerinin yani gerçeklerin gizlenmesiyle pandeminin yayılmasına neden olan bir tutumu mu alacaklar, yoksa konunun tartışılması için adım mı atacaklar? 

Berat Albayrak, Varlık Fonu Yönetim Kurulundan istifa etmezse bakanlıktan istifa etmesinin bir anlamı yok

Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak istifa etti. Çok başarılı bir çalışma dönemiydi gerçekten! Hazinenin borcunu iki katına çıkardı, Merkez Bankasının içi boşaltıldı, yedek akçe bitirildi, ekonomi dip yaptı. Bunu hep söyledik. Bütün öngörüleri yanlış çıktı Berat Albayrak’ın ve istifa etti. 

Biliyorsunuz Türkiye Varlık Fonu (TVF) Yönetim Kurulu Başkanı Recep Tayyip Erdoğan. Yönetim Kurulu Başkan Vekili Doktor Berat Albayrak, aynı Berat Albayrak. Varlık Fonu Yönetim Kurulundan istifa etmemiş mi Berat Albayrak? Yani ekonomiyi bu hale getirmiş kişi hala TVF’de başkanvekili olarak duruyor mu? Bu bir şaka mı? Bunu soruyoruz. Bu konuda eğer bir adım atılmıyorsa Hazine ve Maliye Bakanlığından istifa etmenin bir anlamı yoktur. TVF Türkiye’deki işçilerin, emekçilerin, bütün halkın büyük fedakarlıklarla, büyük emeklerle yıllarca oluşturdukları zenginliklerin biriktiği bir fondur. Onun yönetim kurulu başkanvekili istifa etmiş Berat Albayrak olamaz. İsim benzerliği mi acaba? Bu konuda bir açıklama bekliyoruz. 

Acı reçeteyi bir kere de işçiler, emekçiler değil siz kullanın

Acı reçeteden söz edildi. Toplum her gün zaten bir acı reçete ile yaşıyor. Bu toplumdaki işçiler, çiftçiler, esnaf, emekçiler, gençler, kadınlar zaten acı reçete ile yaşıyor. Acı reçete ile yaşamayanlar bu yöneticilerdir, bu iktidardır, iktidarın yandaşlarıdır. O acı reçeteyi bir kere de siz için. Acı reçetenin sonucunda ortaya çıkan o acı ilacı bir kere de siz kullanın. İsraf harcamalarından vazgeçin. Saray'ın günlük harcaması 10 milyon TL, bundan vazgeçin. Yandaş şirketlere vergi afları ve teşvikler sağlamaktan vazgeçin, kamu ihalelerini yandaş şirketlere vermekten vazgeçin. Acı reçeteyi bir kere siz ve yandaşlarınız için. Ama emin olun bu halk size bir acı reçete hazırladı. İlk seçimde o acı reçetedeki acı ilaçları bu iktidar birer birer yutacak. Bundan en ufak şüphemiz yok.

Olması gereken dolar ayarlı değil demokrasi ayarlı bir reformdur

Bu acı reçeteyi konuşurken ekonomide, hukukta ve yargıda reform sözleri edildi. Hep beraber dinledik. Yani ilginç tabii bu reform sözleri. Aslında biz ekonomik ve sosyal krizden kaynaklı dolar ayarlı bir reformu doğru bulmuyoruz. Olması gereken demokrasi ayarlı bir reformdur. 

'Hukukta reform' diyorlar ama Saray'ın damat savcısını, 'mevzuata takılmayın' diyen bakanları ne yapacaksınız?

Adalet Bakanına soruyoruz, hani hukukta reform ya, Saray'ın damat savcısını ne yapacaksınız? Saray'da düğme ilikleyen savcıları ne yapacaksınız? 'Mevzuata takılmayın' diyen bakanları ve kamu yöneticilerini ne yapacaksınız? Talimatla hareket eden taraflı ve bağımlı yargıyı ne yapacaksınız? Bunlar ele alınmadan yargıda reform yapılabilir mi? Yapılamaz. 

Kendi geleceğinizi Türkiye’nin geleceği olarak sunamazsınız, siz Türkiye değilsiniz

Ülkesinin 82 milyon insanının geleceğini kendi partisinin iktidarı ve kendi geleceğine bağlamış olan bir anlayış ile karşı karşıyayız. Bu olduğu için reform sözleri inandırıcı olmuyor. Kendisinin ve iktidarının geleceğini Türkiye'nin geleceği diye tarif edenler yanlış yapıyor. Bu kabul edilemez bir tariftir. Siz Türkiye değilsiniz. Siz Türkiye'nin bir parçasısınız ve tüm kamuoyu araştırmaları gösteriyor ki gittikçe ufalan bir parçasısınız. Dolayısıyla kendi geleceğinizi Türkiye’nin geleceği olarak sunmaktan vazgeçin. Sizin geleceğiniz bu yanlış politikalarınızla Türkiye’nin geleceksizliği anlamına geliyor.

Kanal İstanbul devlet projesi değil; rant projesi, emlak projesidir

Hukukta ve yargıda reform konuşulurken çok ilginç iki örnek yaşandı. Bir tanesi Kanal İstanbul nedeniyle İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın İmamoğlu’na yönelik açılmış olan soruşturma. Nedenmiş, Kanal İstanbul devlet projesiymiş. Hayır Kanal İstanbul devlet projesi değil. Kanal İstanbul bir emlak projesi, bir rant projesi, Katar’la işbirliği projesi. Bunu bir devlet projesi olarak kimseye anlatamazsınız. Bu, devlet değil bir parti projesidir. 

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı, Kanal İstanbul’un sakıncalarını konuşmayacak da ne konuşacak?

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı İmamoğlu, Kanal İstanbul’la ilgili konuşmayacak da ne konuşacak? Kanal İstanbul'un yanlışlarını, İstanbul için yaratacağı sakıncaları dile getirmeyecek de ne konuşacak? Ama konuştuğu için soruşturma açılıyor. 

'Belediye başkanları depremle ilgili konuşmasın' demek kayyımcı zihniyetin batıdaki yansımasıdır

İkinci ilginç olay İzmir’deki belediye başkanlarına dönük. Diyor ki İçişleri Bakanlığının genelgesinde, “Siz deprem konusunda konuşmayın”. Yani bir deprem olmuş bir kentte, belediye başkanları deprem konusunda konuşmasınmış, sadece valilik konuşabilirmiş... Niye, neden konuşmayacaklar? Bu, İçişleri Bakanlığının yerel demokrasiye nasıl baktığının ölçüsüdür. Kayyımcı zihniyetin batıdaki yansımasıdır. Aslında İçişleri Bakanı diyor ki; “Belediye başkanları konuşmasın, belediye meclisleri konuşmasın. Her şeyi merkezi olarak biz konuşalım, yürütme konuşsun.” Yerel demokrasiyi hiçleştiriyor, yok sayıyor. Biz, "54 belediyeye kayyım atayan zihniyet yerel demokrasiyi yok sayan zihniyettir” dediğimizde bize inanmayanlar şimdi baksınlar işte. Büyükşehir belediye başkanı susacak veya konuşunca soruşturma açılacak. Soruşturma görevden uzaklaştırma nedeni de olabilir bunu hepimiz biliyoruz ya da belediye başkanları konuşmayacak.

'Bu ülkede ekonomik kriz var' demek suçtur dediler bir ara. İstifa eden Hazine ve Maliye Bakanı bunu ifade etmişti. 'Haklarımız çiğneniyor' diye sokağa çıkanlara soruşturma açılıyor, gözaltına alınıyor, tutuklanıyorlar. 'Yolsuzluk var' diyenlere 'suç işliyorsunuz' deniyor. 'Salgın yönetilemiyor' diyenler suç işliyor. 'Deprem değil tedbirsizlik öldürür' diyenler de suç işliyor ama biz burada bir hukuk ve yargı reformundan bahsediyor olacağız. 

Adalet Bakanına soruyoruz: Bugüne kadar yargıçlar kime bakıp da karar veriyorlardı?

Diyor ki Adalet Bakanı, 'yargıçlar yasalara bakıp karar vermeli'. Çok doğru, bunu destekliyoruz. Ama biz bunu yıllardır söylüyoruz ve soruyoruz; bugüne kadar yargıçlar kime bakıp da karar veriyorlardı? Anayasa Mahkemesinin, AİHM'in kararlarını uygulamayan yargıçlar kime bakarak bu kararları alıyorlar yıllardır?

'Bağımlı ve taraflı yargı' diyoruz yıllardır, işte bu nedenle. Yargıçlar, yasalara, uluslararası demokratik sözleşmelere ve Anayasa'ya bakıp karar vermiyorlar, başka yerlere bakıp karar veriyorlar. Yargı içindeki çeşitli şer odaklarına bakarak karar veriyorlar. Sorun zaten bu. Eğer Adalet Bakanı yargıçların yasalara bakarak karar vermesini sağlayacaksa çok hayırlı bir iş yapmış olur. Ortada maalesef hukuk kalmadığı için reformu hangi alanda yapacaklar, onu da göremiyoruz.

Aslolan tutuksuz yargılama ise Demirtaş ve Yüksekdağ neden cezaevinde?

“Aslolan tutuksuz yargılamadır” diyor Adalet Bakanı. Doğru. Peki binlerce HDP’li seçilmiş, HDP'li yönetici, HDP’li milletvekili, eş genel başkanlarımız Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ, geçmiş dönem milletvekillerimiz, belediye eşbaşkanlarımız neden tutuklu yargılanıyorlar? Bu sorunun da cevabını merak ediyoruz. 

17 Kasım 2020