Sosyal Hizmetler Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifine ilişkin muhalefet şerhimiz

 
2/1579 ESAS NUMARALI KANUN TEKLİFİNE İLİŞKİN
MUHALEFET ŞERHİ

Genel Değerlendirme
 
AKP iktidarının yasama süreçlerinde istisnayı kural haline getirdiği usul olan torba kanun teklifleri, muhalefetin ve ilgili sivil toplum kuruluşlarının bütün muhalefetine rağmen TBMM gündemini meşgul etmeye devam etmektedir. İstisnanın kural haline getirildiği torba kanun tekliflerine yönelik usul ve esasına dair itirazlarımızı defalarca deklare ettik. Fakat her bir torba kanun teklifinin söz konusu istisnayı yerleşik hale getirmesine karşın muhalefet etmenin gerekliliği aynı zamanda demokratik siyaseti, hukuk devletini ve toplumsal iradeyi savunma gerekliliği olarak önümüzde durmaktadır. Bu yönüyle, torba kanun teklifleri, sadece yasama süreçlerinin aşınmasını değil, toplumsal-siyasal-iktisadi aşınmaya sebep olan durumlar ortaya çıkarmaktadır.

Torba kanun teklifleri, bir teklif metninin sair maddelerine, birçok konuda düzenlemelerin yerleştirildiği niteliğe sahiptir. Bu nitelikteki teklif metinleri, kanun yapma kategorisine yönelik hukuk devletinin gereği olan yapıyı bozmaktadır. Böylece demokrasi ile hukuk arasındaki ilişki aşınmakta; kanunun kamuoyunca takibi başta olmak üzere halkın kanunlardan tam ve etkin haberdar olması önüne engeller konmaktadır. Halk egemenliği ile tanımlanan yasama süreçleri, kuşkusuz ki, sadece kanun tekliflerinin yasallaşmasına kadar geçen süre için değil, yasalaştıktan sonra, kanunların denetlenmesi ve çeşitli vesilelerle ilgi konusu olması açısından da bu egemenliğin iradesi içerisindedir. Bu gerçekliğe karşın hukuk devleti ilkesinin, yasama sürecine içkin prosedürel süreçlerde yaratılan manipülasyonlar ve istisna yollara başvurulması üzerinden aşınması, halk egemenliğinin yasama süreçlerine ve sonrasına ilişkin etkisini azaltarak esaslı bir halk egemenliği iradesi sorunsalını ortaya çıkarmaktadır.
Halk egemenliğinin meşruiyetini azaltıcı, denetleme ve takip etme süreçlerini aksatıcı yaklaşımların terk edilmesi, meşruluk tartışmalarına dair olumlu katkı yapacaksa da siyasi iktidar, “yaptım oldu” gibi demokratik ve hukuksal teamüller içerisinde yeri olmayan yaklaşımına devam etmektedir. Nitekim bu yaklaşımın bir belirtisi olarak torba kanun tekliflerinin hazırlanması süreci başta olmak üzere tüm yasama sürecinde ne siyasi partilerle ne de emek, demokrasi, meslek örgütlerini bu süreçlere katmamaktadır. Temsili demokrasilerin, eşitsiz ve adilane olmayan anti demokratik düzenlemelerle beslendiği rejimlerde sivil toplumun, muhalefetin ve akademinin yasama süreçlerine katılmasının engellenmesi, bu sürecin kendisini çerçeve yasa yapma kurallarını belirleyen kurallara uygun kılsa da meşruluğuna halel getirmektedir.

Torba kanun teklifleri ile hukuk ve demokrasi arasına konan çelişkiler ve gerilimler, siyasi rejim başta olmak üzere yürütme ve yasama erklerinin pratikleri üzerinde çeşitli tartışmalar çıkmasına sebep olmaktadır. Bu kapsamda, biçim olarak torba kanun teklifinin biçimsel değerlendirmesinden çıkan meşruluk sorunu ve yozlaşma tehdidi, TBMM gündemindeki ilgili kanun teklifinin içeriği açısından da geçerlidir. Çünkü 2/1579 Esas Numaralı Kanun Teklifi, Plan ve Bütçe Komisyonu’na sunulduğu şekliyle, içerisinde petrol piyasasından kitap KDV’sine, iş güvenliği meselesinden tarım sektörüne kadar birbiriyle doğrudan ilgisi olmayan ve korelasyon kurmanın bile imkansıza yakın olduğu düzenlemeler içermektedir.
Açıktır ki, torba kanun teklifleri, siyasi iktidarın niyetleri ile bir araya geldiğinde, kendi etkisinden fazlasını ortaya çıkarmaktadır. Bu kapsamda, seçime ve ranta endeksli olarak seçim öncesi TBMM gündemine getirilen torba kanun teklifleri, hukuk devleti ilkesinin yozlaşmasının en temel sebeplerinden biridir. Bu yozlaşma ile demokrasi ve siyasetin iptalini yakından görmek için tarihsel referanslar önemlidir. Karl Marx’ın, 1842-43 yılları arasında Rheinische Zeitunggazetesi için Ren Eyalet Meclisi’nde 1841’de yürütülen “Odun Hırsızlığı Tartışmaları” ile ilgili yazdığı bir dizi makaleden ilhamla ilgili kanun teklifinin çok sayıda maddesi için şunları söyleyebiliriz: İlgili maddeler, genel yararı ve kamu vicdanını esas almamakta; toplumun bir kesiminin beğenisini karşılamak üzere seçim öncesi siyasi rant sağlamayı amaçlamaktadır. Böylece ortaya genel yararı gözetmek zorunluluğu ile bağlayıcılığı olan bir kanun değil, toplumun belli bir kesimi ile siyasi iktidar arasında bir ayrıcalık sözleşmesi açığa çıkmaktadır. Her ne kadar bu ayrıcalık, iktidar ve ortakları tarafından desteklenecek ve yasalaştırılabilecekse de, ilgili maddelerin hukuk devletini aşındıracağını-yozlaştıracağını ve genel kamu yararı ihlal ederek meşruiyetini kaybedeceğini ifade edebiliriz.

Kanun ve yozlaşma arasındaki ilişki, üzerinde çokça tartışılan bir konudur. Bu konunun bir örneği olarak önümüzde duran kanun teklifi, toplumun bir kesimine sunulan ayrıcalık ile hukuki metin olmaktan çıkmış, siyasi klikler arasındaki bir sözleşmeyle toplumun bir kesiminden siyasi rant tahvil etme metnine dönüşmüştür. Bu yaklaşım kısa dönemde “çıkar” merkezi yaratma potansiyeline sahip olsa da, yurttaşlar arasında hukuka güven ve kanun yapma kalitesini diplere çekmektedir.

Temsili demokraside seçimler üzerinden siyasi iktidarlara verilen yurttaş vekâletleri, çeşitli yükümlülükler yaratır. Bu yükümlülüklerin hukukla olan ilişkisi, yasalaştırılan kanun tekliflerinin toplumun tümünün yararını esas alması ve kamu vicdanını yaralamamasıdır. Siyasi iktidarların bu yükümlülüğe dikkat etmesi gerekse de, 2/1579 Esas Numaralı Kanun Teklifi’nde bu durumun gerçekleşmediğini görmekteyiz. İktidarın siyaset yapma tarzının alamet-i farikası olan dost-düşman ikileminin kurulması ile siyasal alanda ortaya çıkan kutuplaşma, giderek ekonomik ve toplumsal alana da yayılmak istenmektedir. Nitekim gördüğümüz üzere, parlamentodaki yasa yapma prosedürleri üzerinden hukuk, siyasi iktidarın yaratmak istediği toplumsal, iktisadi ve politik kutuplaşmanın aracı haline getirilmek istenmektedir. Böylece Fransız düşünce insanı Montesquieu’nun bahsettiği iki tür yozlaşmadan biri olan kanunlar halkı ayrıştırdığında/bozduğunda yozlaşma yaşanırgerçekliği bir kez daha 2019 Türkiye’sinde hayata geçirilmek istenmektedir. Madalyonun diğer yüzüne baktığımızda ise söz konusu torba kanun tekliflerine de yansıyan siyaset yapma biçimi ve bu biçim getirdiği yozlaşma sürecinde ısrar, siyasi iktidarın toplumun tüm kesimlerinden rıza alma ve ikna etme kapasitesini artık kaybettiğini göstermektedir. Siyasi iktidar artık toplumun geneli ile siyasal bağlarının koptuğu gerçekliğinden hareketle, toplumu bölmek, ayrıştırmak ve böylece sonuca varmak üzerine odaklanmıştır.

Kuşkusuz ki, siyasal meşruiyetini kaybeden bir iktidarın seçim önceleri yapacağı tek şey, hukuk gibi değerleri araçsallaştırmak ve bu araçlar aracılığıyla seçimde kazanç sağlamaya çalışmaktır. Bu kapsamda, siyasi iktidar ve ortakları seçim sath-ı mahalline girildiği günden bu yana yürütme ve yasama erkleri üzerindeki etkisini kullanmak suretiyle, çok sayıda yürütme pratiği ve torba kanun teklifi ile 31 Mart yerel seçimlerine seçim yatırımı gerçekleştirmektedir. TBMM gündemine getirilen bu kanun teklifinin ilgili maddeleri de seçim yatırımı olarak öne çıkmaktadır. Bundan önceki süreçte çok sayıda seçim yatırımına imza atılmış olmasına rağmen söz konusu kanun teklifine ihtiyaç duyulması siyasi iktidarın seçim öncesi içerisine girdiği çıkmaza işaret etmektedir.

Siyasi iktidar bu çıkmazdan kurtulmak için gelir adaletsizliğini bitirmek ve yoksul halkı enflasyon gibi durumlardan korumak yerine kısa vadeli, sorunları derinleştirecek noktalara odaklanmaktadır. Söz konusu kısa vadeli ama orta/uzun vadede zararlı hamleleri, seçime endeksli yaparak kendi yararını maksimize etmenin peşine düşmektedir. Bu kapsamda, çok sayıda düzenleme gerçekleştirilmektedir. Bu düzenlemelerin yanı sıra tarım sektörü gibi yapısal sorunların bulunduğu ve ülkedeki hanelerin geçimlerine doğrudan etki eden bir sektöre ilişkin yetersiz, sorunu görmeyen ve çözüm üretemeyen düzenlemeler de torba kanun teklifinin içerisine yerleştirilmiştir.

Tüm bu gerçeklerin yanı sıra kanun teklifinin komisyon görüşmeleri aşamasında Partimiz tarafından üç adet önerge verildi. Birinci önergede Emeklilikte yaşa takılanların sorunlarının çözülmesi öngörülüyordu. İkinci önergemizde, hayat pahalılığı karşısında temel gıda ürünlerinde KDV’nin kaldırılmasını öngörüyordu. Üçüncü önergemizde ise işsizlik fonunda biriken miktarın işsizlere asgari ücret olarak ödenmesini öngörüyordu. Ekonomik krize karşı toplumun korunması ve savunulmasını sağlayacak bu önergelerimiz AKP oyları ile ret edildi. AKP bu önergeleri ret etmesinin hemen akabinde ise işveren lehine işsizlik fonunu yağmalayacak bir ek madde ihdası gerçekleştirdi. Bu madde ihdası ile işveren üzerindeki yük, işsizlik fonundan karşılandı. Böylece işsizler için kullanılması gereken fon, sermayenin avantajına kullanılarak hukuk askıya alındı ve meşru olmayan bir madde daha kanun teklifine girdi.
Bu itibarla, 2/1579 Esas Numaralı Kanun Teklifi yasa yapma süreçleri ve içerikleri açısından olumsuz, ele aldığı konuları çözmekten uzak bir kanun teklifidir.

Madde Bazlı Değerlendirme
 
Madde 1-2:

Kuşkusuz düzenlemeyle söz konusu sosyal destek programından faydalanan bakıma ihtiyacı olan engelli yurttaşların lehine olacak bir düzenleme öngörülmektedir. Ancak iki hususun vurgulanması gerekmektedir. Bunlardan birincisi bu düzenlemenin zamanlaması hususudur. Böylesi bir düzenlemenin yerel seçimlerin arifesinde getiriliyor olması manidardır. Daha önce örneklerine pek çok kez şahit olunması nedeniyle kamuoyunda böylesi bir düzenlemenin bir seçim yatırımı olduğu şüphesini uyandırmıştır.

İkinci husus ise bakıma ihtiyacı olan engellilerin söz konusu sosyal yardımdan faydalanabilmesinin koşullarının daha da genişletilmesi gerektiğidir. Bu düzenlemeyle hane içinde kişi başına düşen ortalama aylık gelir şartının asgari ücretin net tutarının 2/3’ü kadar olması şartına dokunulmamaktadır. Ancak bu kapsam daha da genişletilerek örneğin “hane içinde kişi başına düşen ortalama aylık gelirin asgari ücretin net tutarı kadar” olacağı yönünde bir düzenleme yapılarak daha fazla engelli yurttaşın sosyal yardım yapılmak suretiyle evde bakımına destek verilmesi sağlanabilir.
 
Madde 3-4:

Söz konusu düzenlemeyle 2872 Çevre Kanunu’nun Ek 11. Maddesi’ne göre kanuna ekli (1) sayılı listede yer alan ürünlerden poşet hariç diğer kalemlerden alınan geri kazanım katılım paylarının ödenmesi süresi kısaltılıp öne alınarak geri kazanım katılım payı ödeyen yurttaşların aleyhine bir durum yaratılmaktadır. Yani artık yurttaşlar poşet hariç söz konusu listede yer alan diğer kalemlerin geri kazanım katılım payı ödemesini “beyanı takip eden ikinci ayın son gününe kadar” ödemek yerine “aynı ayın sonuna kadar” ödemek zorunda kalacaklardır. Bu düzenlemeyle böylelikleyurttaşların yapması gereken bir ödemenin son tarihi öne çekilmiş olmaktadır.

Madde 7:

17 Ocak’ta TBMM’den geçen 7161 sayılı yasa ile kitap fiyatları üzerindeki KDV yükünün kaldırılarak yayıncılara ve okurlara kültürel destek sağlamayı amaçlayan bir değişiklik yapılmış; değişiklik maddesinin yazımından kaynaklanan belirsiz tanım ve ifadeler nedeniyle yayıncılık sektörünün olağan kayıtlı işleyişini, bu değişikliğin yürürlüğe girdiği 1 Şubat 2019 itibarıyla büyük ölçüde aksatmış, tedarik zincirinin unsurları (yayıncı, dağıtıcı, satıcı, tüketici) arasındaki mal alış-verişini sekteye uğratmıştır. Getirilen bu düzenleme ile söz konusu değişikliğin sebep olduğu haksızlıkların ve belirsizliklerin ortadan kaldırılması hedeflenmektedir. Bu düzenleme ile basılı kitapların ve süreli yayınların tüm aşamalarında KDV’nin kaldırılması amaçlanmaktadır. Yani yaklaşık bir ay gibi kısa bir süre önce getirilen bir düzenleme, bu kez bir başka düzenleme haklı olarak ile değiştirilmiş olmaktadır. Bu durum TBMM’nin yasama kalitesi ve ciddiyetinde geldiği noktayı göstermesi açısından önemlidir. Ancak her ne kadar bu düzenleme bir yanlıştan dönülmesi anlamına geliyorsa da bir bütün olarak yayıncılığın içerisinde bulunduğu kriz halinden çıkabilmesi için daha kapsamlı düzenlemeler getirilmelidir.

Yayıncılık dünyasının talepleri doğrultusunda kâğıtta da KDV sıfırlanmalı, kâğıt ithalatı için ödenen % 8’lik KDV, baskı malzemeleri için ödenen % 18’lik KDV, yazar ve çevirmenlerden alınan % 18’lik KDV ve % 17’lik gelir vergisi kaldırılmalıdır. Yayıncılar KDV alacaklarını geri almalı, yayıncıların 2 Milyar lirayı aşan bekleyen KDV alacakları yayınevlerine en kısa sürede ödenmelidir. Yayıncılık sektörünün devamlılığı için devlet, vergi ve sigorta primlerinde sübvansiyon uygulamalıdır. Devlet, yayıncılığı ve özellikle küçük ve orta ölçekli yayınevlerini desteklemek için ayrım yapmaksızın yayınevlerinden kütüphaneler için daha fazla kitap almalıdır. Ancak bu düzenlemelerin hayata geçirilmesiyle bir bütün olarak yayıncılığın içerisinde bulunduğu kriz halinden çıkabilmesi mümkün olabilecektir.

Öte yandan Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank, 12 Kasım 2018’de TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda “kâğıdı da stratejik ürün kapsamında değerlendiriyoruz. Balıkesir SEKA Fabrikası inşallah önümüzdeki yılın ilk çeyreğinde yıllık 300 bin ton kapasiteyle tekrar üretime geçecek” demişti. Ancak görünen o ki henüz bu sözler yerine getirilmemiştir. Bakanın dediği gibi kâğıt stratejik ürün ilan edilmeli ve bu amaçla ülkede yeniden kâğıt üretimi yapan kamu mülkiyetinde fabrikalar kurulmalıdır. Unutulmamalıdır ki SEKA’nın özelleştirilmesi sonucu kâğıtta ithalata bağımlılık ortaya çıktığından bugün ülkede kâğıt krizi yaşanmaktadır. Böylelikle kâğıt krizine çözüm bulunabilir.
 
Madde 8:

Bu madde işveren üstündeki maliyetlerin işsizlik fonu üzerinden karşılanmasını öngörmektedir. Bu kapsamda, işverenin maliyetleri SGK borçlarından mahsup edilmesini öngörmektedir. İşsizlik Fonunun, işsiz olanlar dışında kullanılması söz konusu olamaz. Dolayısıyla bu madde, hukuka aykırıdır, meşru değildir. Partimiz komisyon aşamasında sunduğu, işsizlik fonunun artan işsizlik göz önüne alınarak son işsizlere asgari ücret ödenmesi şeklinde kullanılması teklifimiz, AKP tarafından ret edilmiştir. Bir yandan işsizlik fonu kapsamında işsizler yararına kullanılmasını öngören önergemiz ret edilirken, diğer taraftan işsizlik fonunu sermaye lehinde yağmalayan hukuk dışı bir düzenleme kanun teklifine konulmuştur.
 
Madde 9-10:

Bu madde ile Özel Tüketim Vergisi Kanunu’nun 12’nci maddesinin ikinci fıkrasının (d) bendinde yapılması istenen değişiklikle, Cumhurbaşkanı’na yine bir ÖTV zammı yetkisi verilmesi, cep telefonları ile diğer alıcısı bulunan verici portatif (cellular) telsiz telefon cihazlarının özel tüketim vergisi oranlarının % 50’ye kadar artırılabilmesi ve oranlara esas özel tüketim vergisi matrahlarının maddede yer alan sınırlar dâhilinde belirlenebilmesi amaçlanmaktadır. Yani getirilmek istenen bu düzenleme ile aslında halk yine bir ÖTV zammı ile karşı karşıya bırakılacaktır. Her ne kadar hedeflenen vergi artışı özel tüketim niteliğindeki ürünleri kapsamaktaysa da, cep telefonlarının satın alım gücü bakımından erişilebilir kılınması günümüz dünyasında önem arz etmektedir.

Mevcut durumda, yani ÖTV oranı % 25 iken bile, örneğin 1.000 lira tutarındaki bir telefon için yurttaşlar telefon tutarının dörtte biri oranında bir miktarı ÖTV olarak ödemektedir. Bu değişiklikle yapılmak istenen, telefon ücretinin yarısı kadar bir miktarın yurttaşın sırtına ÖTV aracılığıyla yüklenebilmesidir. Böyle bir değişiklikle, örneğin 2.500 lira tutarındaki bir cep telefonu, fiyatının yarısı kadar bir vergi üzerine bindirilerek satılmış olacaktır. Üstelik bilindiği üzere, pek çoğu ithal edilerek satışa sunulan cep telefonları, fiyat ortalaması bakımından zaten yaklaşık 2.000 liranın üzerinde satışa sunulmaktadır. Donanım ve internet kullanımına uygun uygulamalar sağlaması bakımından tercih edilen telefonların insanların sosyal ve gündelik yaşamlarında nasıl bir yer tuttuğunun iyi değerlendirilmesi gerekmektedir.
Türkiye yıllardır uygulanan yanlış ekonomi ve maliye politikalarıyla bir dolaylı vergi ülkesi haline getirilmiştir. Örneğin AB ülkelerinde dolaylı vergi oranı yaklaşık % 35’lerde iken Türkiye’de bu oran % 70’ler düzeyindedir. Yurttaşlar dolaylı vergi yükü altında ezilmektedir. Yurttaşların her satın alımda karşı karşıya olduğu, alım gücünü kısıtlayan vergi yükünün ÖTV ile sınırlı olmadığı, buna KDV ve TRT bandrolünün eklenmesi de hesaba katıldığında, bu düzenleme ile öngörülen vergi artışının yurttaşların ödeyeceği vergi miktarını nasıl daha da ağır bir hale getireceği açıkça ortadadır.
 
Madde 11-12:

Bu madde kamu kurumları tarafından alt işverene yüklenen işlerde çalıştırılan işçilerin, alt işveren ile yaptıkları sözleşmelerde kıdem tazminatına ilişkin olarak alt işverenin ödeyeceğine dair doğrudan bir hüküm yoksa, kıdem tazminatı alt işverene rücu edilemez, yani kamuya yüklenir. Böylesi bir durumda kıdem tazminatının herkesin vergileriyle oluşan kamusal kaynaktan karşılanması kabul edilemez.
 
Madde 13:

Bu düzenleme ile “serbest kullanıcılar” (Yıllık tüketimi 5.000 tonun üzerinde motorin, fuel-oil veya kalorifer yakıtı tüketimi olan ve doğrudan dağıtıcı lisansı sahiplerinden ikmal yapabilme özelliğine haiz olan tüketici grubu) olarak adlandırılan kesimin, ulusal petrol stoku yükümlülüğünden çıkarılması amaçlanmaktadır. Yıllık tüketimi 20 bin tonun üzerinde olan serbest kullanıcılar, stok ve işletme maliyetlerinin ciddi oranda artmasına ve serbest kullanıcı olmanın getirdiği iskontolu akaryakıt temin avantajının (büyük miktarda tüketimi olan belediye otobüs işletmeleri, elektrik santralleri gibi tesislerin daha ucuza akaryakıt temin edebilmeleri mümkün olabiliyor) ortadan kalkmasına neden olduğu gerekçesiyle, bulundurmakla yükümlü oldukları stoktan kurtulmuş olacaklardır.

Her ne kadar, madde gerekçesinde sınırlı sayıda lisans sahibi bulunması nedeniyle tutulan miktarın düşük olduğu ve ulusal stok miktarında kayda değer bir azalmaya neden olunmayacağı iddia edilse de, bu değişiklik ile serbest kullanıcıların ulusal stok tutma yükümlülüğünün dışında bırakılmasıyla, ulusal petrol stoklarının ne oranda azalacağı ve serbest kullanıcıların ne miktarda maliyet avantajı sağlayacağının öngörülemediği anlaşılmaktadır. Oysa kapsamlı bir etki analizi ile bu düzenleme ile yapılması planlanan değişikliğin ulusal petrol stoklarına etkisi Türkiye’nin, petrol üreten bir ülke olmaması gerçeğiyle birlikte düşünüldüğünde detaylı biçimde değerlendirilip kamuoyu bilgilendirilmelidir.
 
Madde 14:

Belediye personelinin çocukları için kreş veya gündüz bakımevi hizmetlerinin belediyeler tarafından “doğrudan hizmet alımı” yoluyla karşılanmış olması ilgili düzenlemelerde bir ihtiyacı karşılamaya yönelik bir eksiklik veya sorun olduğunu göstermektedir. Bir başka deyişle, belediyeler bu hizmetleri personellerine “ihale yolu” ile sağlayabilecekken doğrudan satın alma yolunu tercih etmişlerdir. Suç unsuru taşımayan söz konusu eylemlere af getirmek anlaşılabilir olmakla birlikte, bu durumun neden gerçekleşmiş olduğuna veya gerçekleşmemesi gereken bir durumsa bir daha tekrar etmemesi için nasıl tedbirler alınması gerektiğine dair bir çözüm üretilmemiştir.

Bu maddenin kapsamına giren belediyelerin neden ihale yolunu tercih etmemiş olduklarının nedenleri, gerekçeleri belirlenmiş olmalıdır. Belediyelerce, yalnızca personellerini mağdur etmemek adına mı bu hizmetler doğrudan piyasadan alınmıştır? Dahası, bütçeden bahsi geçen hizmetler için doğrudan kullanılan miktarın tam olarak personelin kreş ve gündüz bakımevi masrafları için kullanılıp kullanılmadığının tespiti gerekmektedir. Aksi durumlar suç teşkil edebilmektedir. Halkların Demokratik Partisi olarak tüm yurttaşlar için yerel yönetimlerin desteğiyle ücretsiz kreş ve gündüz bakımevi hizmeti sunulmasını savunuyoruz. Çünkü bu kamusal bir haktır.
 
Madde 16:

Türkiye’de tehlike seviyelerine göre uzmanlaşmış yeterince iş güvenliği uzmanı olmadığı için, C sınıfına dâhil olan uzmanlar bir üst tehlike seviyesi olan B grubu için, B sınıfındakiler ise en üst tehlike seviyesi olan A grubu için çalışabilmektedirler. En üst tehlike arz eden iş yerleri için A sınıfından yeterince uzman olmadığından ve C sınıfından birçok iş güvenliği uzmanı olduğundan 3 Haziran 2012 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan 6331 sayılı kanunun geçici 4. maddesinde bu ikame çalışma koşulları düzenlenmiştir. Fakat bu geçici maddenin yürürlüğünün sonuna gelinmiştir. Kanunda yer alan geçici madde ile  C sınıfı uzmanlar 30 Haziran 2015 tarihine kadar tehlikeli sınıftaki işyerlerinde, B sınıfı uzmanlar 30 Haziran 2016 tarihine kadar çok tehlikeli sınıftaki işyerlerinde hizmet verebileceklerdi. Ancak bu süre de  defalarca ötelenmiştir ve C sınıfı uzmanların tehlikeli sınıftaki işyerlerinde görev yapabilmelerine ilişkin süre 1 Ocak 2019 tarihinde sona ermiştir. Bu nedenle OSBG’lerde birçok C sınıfı uzman işten çıkarılmış yerlerine B sınıfı uzmanlar alınmıştır. Ancak bu sürecin tekrar ertelenmesi durumunda nasıl bir politika izleneceği, işverenlerin nasıl davranışlar sergileyeceği bir muamma oluşturmaktadır. Bu tür ötelemeler birçok yurttaşın mağduriyetlerinin giderilmesi bir yana yeni mağduriyetler oluşturmaya ortam sağlamaktadır.

Bir yandan da işbu kanun kamuda ve 50 kişinin altında çalışanı olan az tehlikeli işyerlerinde iş güvenliği uzmanı bulundurma yükümlülüğünün başlayacağı belirsiz bir tarihe kadar uzatılmak istenmektedir. Fakat işbu maddede bu tarih net bir şekilde söylenmemektedir. Böylece daralan iş piyasası koşullarında iş güvenliği uzmanlarının seviyelerinin yetmediği iş alanlarında da çalışabilir durumda kalmalarını sürdürerek işsiz kalmalarının önüne geçilmek ve mağduriyetlerin giderilmesi önlenmek istenmektedir. Fakat bu durumun ortadan kalkacağı tarih işbu maddede net olarak belirtilmeyerek tekrar ertelenebileceği yasal bir esneklik durumu oluşturulmaktadır. Bir başka deyişle böyle hayati bir durumda plansızlık ve dolayısıyla büyük bir ihmal vardır. Türkiye’de iş güvenliği uzmanlarının 5 yılda bir sertifikalarını yenilemeleri zorunludur fakat iş güvenliği uzmanları mesleği bırakmakta, sertifikalarını yenilememektedir. 4 ay önce 113.000 olan uzman sayısı bugün itibari ile 80.000’ e düşmüştür. Kanunda bu durum için önlemler alınması gerekmektedir.

Kanun çıkalı nerede ise 7 yıllık bir süre geçmiştir. Bu ertelemeler sırasında sadece geçtiğimiz yılda İSİG Meclisi açıklamalarına göre en az 1.923 emekçi iş kazaları sonucu hayatını kaybetmiştir. Bu cinayetlerden mesul olan taraf iş güvenlik uzmanları değil, iş güvenliğini sağlamadıkları gibi iş güvenlik uzmanlarının alınması gerektiğini ifade ettikleri tedbirleri almayan ve iş güvenlik uzmanlarının denetim yapmalarına izin vermeyen işverenlerdir. 
Aynı zamanda iş güvenliği, iktidar tarafından işbu maddeden de anlaşılabileceği üzere yalnızca iş güvenlik uzmanları ve onların ehliyetleri ile ilgili bir durummuş gibi gösterilmektedir. Bu madde ile iş güvenliği uzmanlarının ikame çalışma koşullarını uzatarak uygun sınıfta iş güvenliği uzmanı eksik olan alanlarda iş güvenliği sağlanıyor gibi gösterilmektedir. Elbette bir iş güvenliği uzmanının tecrübesi ve teknik bilgisi bir iş cinayetinin ve tedbirsizliğinin önüne geçmeye neden olabilir ancak her zaman öncelikli olanın işyeri güvenliğinin hâlihazırda işveren tarafından sağlanmış olmasıdır. İş güvenliğinden asıl mesul olan taraf işveren tarafıdır.
Sonuç olarak, getirilmek istenen bu düzenleme ile iş güvenlik uzmanlarının ikame çalışma koşullarını uzatarak iş güvenliğinin sağlandığına ikna olabilmek mümkün değildir. İvedilikle iş güvenliği hususunda işverenlerin sorumluluk almalarına dair düzenlemelere ve yaptırımlara ihtiyaç duyulmaktadır.
 
Madde 17:

Bu maddede çiftçi borçlarının yapılandırılması mevzubahistir. Kendisine güvenceli ve insanca bir yaşam sağlanmayan yurttaş hem işlerini sürdürmek hem de hayati faaliyetlerini karşılayabilmek için günümüz ekonomik kriz ortamında gün geçtikçe daha da borçlanmaktadır. Çünkü AKP hükümetinin politikaları nedeniyle herhangi bir kaynağa erişimleri kendilerine ancak borçlanma yolu ile sunulmaktadır. Yasal düzenlemeler ise bu borçluluk durumunun oluşmaması için yapısal düzenlemeler ve tedbirler almaktansa oluşan borçların yapılandırılması için icra edilmektedir. Bu kişilerin borçlarının hangi gerekçelerle oluştuğundan bağımsız olarak ödenmek zorunda olduğuna karar verilmektedir.

Üstelik bu madde ile 2017 senesine ait Bakanlar Kurulu Kararı’ndaki yapılandırma faiz oranları revize edilmekte, günümüz kriz koşulları için yeniden düşünülerek bir yasal düzenleme yapılmamaktadır. Yeni düzenlemede 2017 senesinde esas tutarı belirlemede kullanılan yıllık faiz oranı günümüz için % 4 artış göstermekteyken, çiftçinin yapılandırma ile ödeyeceği miktarı belirlemek için kullanılan faiz oranı % 5’lik bir artışla belirlenmiştir. Çiftçinin ödeyeceği miktar için uygulanacak olan faiz % 10 olmuştur. Bir başka deyişle çiftçi borçlarının 5 puanını Hazine karşılarken 10 puanını çiftçinin kendisi karşılamaktadır. Bunun yerine çiftçilik faaliyetini sürdürmek adına borçlanmış olan çiftçilerin borçlarının bir miktarının tamamen hazine tarafından karşılanmasının uygun olduğunu düşünmekteyiz.

20 Şubat 2019