
Bu ülkede bir siyasi darbe ile DBP’li belediyelerin gasp edilmesinin ve seçilmiş belediye başkanlarının tutuklanmasının ikinci yılını; Eş Genel Başkanlarımız ve Milletvekillerimizin tutukluğunun 400’üncü gününü geride bıraktığımız bu günlerde konuşmama tüm seçilmiş siyasetçilerimizin rehin halde iken bile verdikleri mücadeleyi selamlayarak başlamak istiyorum. Eş Genel Başkanlarımız, Grup Başkan Vekillerimiz, Milletvekillerimiz, Belediye Başkanlarımız, il, ilçe, genel merkez yöneticisi olan tüm arkadaşlarımız bilsinler ki, duruşları ve mücadeleleri bizler için onurlu bir rehberdir. Bizlere diz çöktürmeye çalışanların kendisi bugün birçok uluslararası güç odağına sınırsız taviz verme ve diz çökme aşamasına gelmiş ve muratlarına erememişlerdir.
Bütçe görüşmelerine başlayacağımız bu günlerde ülke içinde teklik anlayışının eseri olan çatışmalı ortam anlayışı, dışarıda değersiz yalnızlaşma, içeride ise tarihsel kapitalist/rantçı anlayışın ürünü olan emek karşıtlığının ve bir halkı nüfus politikaları üzerinden dışlama, terörize etme anlayışının kısa bir tarihsel izleğini sizlerle paylaşmak isterim.
Ortaklaşa verilen Kurtuluş Savaşı’nın ruhuna uygun olarak 1920 yılında Ankara’da toplanan Birinci Meclis’in içinde Kürt halkını temsilen “Kürdistan Mebusları”nın olması, bilinen bir vakıadır. 1921 Anayasası’nda merkezi idarenin vilayetlere özerklik tanıyan demokratik ruhu, 1924 Anayasası’nda yerini, tekçi anlayışların yüceltildiği bir formuna bırakmış, Anadolu, Trakya ve Mezopotamya halklarına dayatılan ve realist olmayan bu anti-demokratik ruh adeta bir kâbusa dönüşmüştür. Ötekini yok sayan ve kendisini bu toprakların yegâne efendisi sayan iktidar zihniyeti, bu topraklarda yaşayan kadim ve mazlum halklara her türlü zulüm ve asimilasyonu reva görmüş, bunu bir devlet politikası olarak uygulayagelmiştir.
***
İşte bu yüzden, bu iktidar dönemindeRoboskî’de, Sûr’da, Cizîr’de, Gever’de yapılan katliamlar, gücünü Dêrsim, Zîlan, Ağrı, Çorum, Maraş, Gazi ve Sivas katliamlarından alıyor. Bugün Mexmûr’u bombalayanlar gücünü 90’larda Kürt köylerini yakıp, milyonlarca insanı zorla göçerten ama cezasız kalanlardan alıyor. Hapislerde insanlık dışı koşulları yaratanlar, gücünü tarih boyunca işkence yapanlardan alıyor. Doğurulan çocuk sayısı üzerinden neredeyse bir halkı “terörist” ilan edenler, gücünü 1930’larda Abidin Özmen isimli ırkçı bir devlet müfettişinin Siyah Raporundan alıyor. O raporda da Kürt nüfusunun artışından tedirgin olanlar “önlem alınmalı” diye uyarılar yazıyordu, bugünkü iktidar zihniyeti de bu serzenişlerde bulunuyor. O günde tekçi/cinsiyetçi bakış açısı hakimdi, bugün de öyle.
Peki, sadece Siyah Rapor mu? Şüphesiz değil. 1965’te çıkarılan Nüfus Planlaması Kanunu; 1983’te çıkarılan Yeni Nüfus Yasası veya 1990’larda çakma aydınların yaptığı Kürt Nüfusu-Türk Nüfusu karşılaştırmaları bu iktidarın 3-5-10-15 çocuk söylemlerinin tarihsel dayanağıdır. O günlerde de yasalar, söylevler Türklük ve Türk Nüfusu inşası için yapılıyordu, bugünlerde de aynı zihniyet ile yapılmaktadır. Ünlü Alman filozofu TherdorAdorno 1959’da yazdığı “Geçmişin İşlenmesi ne demektir” başlıklı etkileyici makalesinde, Almanya’nın geçmişi ve Nasyonal Sosyalizmin pratikleri ile ne kadar yüzleşebildiğine odaklanır. Bu durum için şu soruyu sorar; “Nasyonal Sosyalizm, fazlaca canavarca olduğu için kendi ölümünden sonrada sürüp giden bir şeyin hayaleti midir, yoksa zaten ölmemiş midir, akla gelmeyecek olanı yapma eğilimi hem insanlarda hem de onları kuşatıp sınırlayan koşullarda yaşamaya devam etmekte midir?” diye sorar. Devamında ise, adeta Türkiye’nin kan, gözyaşı, acı, sürgün, mecburi iskan ve asimilasyon tarihini anlatırcasına şu soruyu sorar; “geçmiş, ancak geçmiş olanın nedenleri ortadan kaldırılsa geçmiş olabilecektir.”
AKP’nin referansları 1930, 65, 83 uygulamaları
Özgürlük, demokrasi, toplumsal barış, şeffaflık, yolsuzlukla mücadele şiarıyla iktidara gelen AKP’nin 15 yılın sonunda geldiği nokta; referansı 1930, 65, 83 uygulamaları olmuştur. Bu aşamaya gelirken, iktidar partisini kuran, geliştiren ve yıllarını/on yıllarını sosyal bilimci, mülki amir; birçok etkili isim pasifize edilirken, başta Kürt meselesi olmak üzere ülkenin tarihsel gelişiminde bihaber ve müktesebattan yoksun birçok kişi bu dönemin aktörü haline getirilmiştir.
İktidar darbe kültürünün mağduru değil sahipleneni olduğunu ispat etti
Cumhuriyetin kuruluş aşamasında halklara dayatılan tekçi ve baskıcı anlayış, ülkeyi nerdeyse her 10 yılda bir kendini tekrar eden askeri ve siyasi darbelerin cenderesine sokmuştur. Beğenelim beğenmeyelim, kabul edelim etmeyelim Cumhuriyet tarihi boyunca bu kadar ölümün ve akan kanın durmasına sebep veren çözüm sürecinin sahibi, Sayın Öcalan bu fasit daireyi ilk kez “darbe mekaniği” olarak tanımlamış, halkların üzerindeki tekçilik prangasında ısrar edildikçe, bu darbe mekaniğinin ilelebet devam edeceği konusunda uyarmıştır. Bu yönüyle düşünüldüğünde bu ülke bir anlamıyla darbeler tarihidir. 7 Haziran 2015 seçimlerinden yapılan siyasi darbe, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra demokrasiyi değil, OHAL’i, KHK’ları ve 4 Kasım 2016 siyasi darbesini çıkaran mevcut iktidar da, artık bu darbe kültürünün mağduru değil, sahipleneni ve yürütücüsü olduğunu ispat etmiş durumdadır. 28 Şubat 1997 darbesinin ruhunu devam ettiren bu siyasi iktidar, ülkemizi askeri darbelere açık hale getirdiğinin farkında olmalıdır. Sivil ve demokratik yaşamı hedef alan bu siyasi ve askeri darbelerin tamamı tekçi anlayışın sonucu olarak karşımızda durmaktadır.
Hukukun üstünlüğü ve demokratik ilkeler iddiasına sahip hiçbir ülkede görülemeyecek kadar yaygın olan bu darbeler silsilesi; ülkenin kuruluş temelleri, yönetim anlayışının yaratmış olduğu zihniyet dünyasından ayrı ele alınamaz. Askeri darbelerden mağdur olduğunu söyleyen siyasi iktidarın bugün siyasi darbelerin bizzat yürütücüsü olması bu darbelerden nasıl da nemalandığını ibretle izliyoruz.
Çürüme çoktan başladı
Büyük İslam düşünürü ve siyaset bilimci İbn-i Haldun Mukaddime adlı en bilinen eserinde, devlet ve iktidarın çürüme sürecinin başlangıç aşamasını “israf dönemi” olarak tanımlar. Bu dönem aynı zamanda iktidarın yozlaştığı süreci anlatır.“Devletin hazinesi çiftlik gibi kullanılır. Sonra kaynak biter, borçlanmaya gidilir. Borçların ödenmesi için yeni ve ağır vergiler konur. Yaşam halk için çekilmez hale gelir” der ve bu dönemi “can çekişme dönemi” olarak tanımlar. 15 yılın sonunda AKP iktidarının içine düştüğü durumu böyle tanımlamak abartı ve haksızlık olmayacaktır. Bir avuç azınlık vergi cennetleri, rüşvet ve haram paralar ile sayesinde zevk-ü sefa içinde bir hayat sürerken, halkımızın çoğunluğu vergiler ve zamlar altında inliyorsa, küçük azınlığa cennet, çoğunluğa cehennem reva görülüyorsa çürümenin başladığı çoktan söylenebilir. 1 yılı aşkın bir süredir rehin tutulan saygıdeğer Eş Genel Başkanımız Selahattin Demirtaş bu süreci “metan zehirlenmesi” diyor.
İktidar yolsuzluk ve rüşvet zannı altında
Panama ve Man adası belgeleri, ParadisePapers’ler, RezaZarraf ifadeleri olmasa bile iktidar yolsuzluk ve rüşvet zannı altındadır. Bu durum kumpas veya milli iradeye saldırı değildir. Çünkü bu iddiaların hiçbir aşamasında biz ve halkımız yokuz. Eğer yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet, beyt-ülmala dokunma iddialarından rahatsız iseniz; yoksa yapacağız şey belli ve kolaydır. Toplum iki yıldır OHAL ile yönetiliyor. İktidar gerçekten rahatsızsa rüşvet, yolsuzluk iddialarında adı geçenlerin hepsini sorgulayarak başlayabilir.
KHK’ler Cumhuriyeti
15 Temmuz Darbe Girişimi’nin bahane edilerek ve lütuf olarak görülen Meclis’in neredeyse tamamen bypass edilmiş, KHK’lar Cumhuriyeti haline getirilen bir ülke bu halka armağan edilmiştir. Anti demokratik yol ve yöntemlerin sıradanlaştırıldığı bu dönemde, toplumun her kesiminde büyük mağduriyetler yaşanıyor. İşlerinden edilenler yaşama tutunmaya çalışıyor içinde büyük bir öfke biriktirerek. Kimisi intihar ediyor, kimisi açlık grevine yatırıyor bedenini, kimisi ise çocuklarıyla birlikte çıktıkları umut yolculuğunda can veriyor. Bugünkü zulüm sadece siyasi iktidarı bağlamıyor. Bugünkü faşizm ve zulüm politikası 80 milyonu açlığa, ölüme mahkum ediyor.
Seçimle iktidar olmak, istenilen politikayı her uygulamaya koyma hakkı ve özgürlüğü değildir, olmamalıdır. Toplum, siyasi yapıları istedikleri her şeyi fütursuzca yapsınlar diye oy vermez, iktidara getirmezler. İnsanlık tarihinin açığa çıkardığı evrensel değer yargılarının bağlayıcılığı alınan oy oranlarından ve kazanılan seçimlerden vareste bir bağlayıcılığa sahiptirler.
Zor ve baskı aygıtlarını pervasızca kullanan bir iktidar ömründen yiyor
Arap baharında görüldü ki, bir siyasi iktidar, toplumu ne adına yönettiğini söylemeden, toplumdan onay almadan meşrulaşamaz. O halde, bir siyasal iktidar toplumsal rızayı sağlamadığı müddetçe zoru ve zorbalığı temsil etmektedir. İktidarda kalabilmek uğruna devletin bütün zor ve baskı aygıtlarını pervasızca kullanan bir iktidar aslında ömründen yiyor, toplum nezdinde kredisini tüketiyor demektir. Neredeyse her icraat ve söylemi ile toplumsal kutuplaşmayı zirveye taşıyarak mağduriyetler yaratan mevcut AKP Hükümeti tüm ülke genelinde yarattığı korku iklimi ile otoritesini tesis etmeye çalışıyor. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” zihniyeti maalesef bugün “Ya öldür ya korkut ki iktidar devam edebilsin” felsefesine dönüşmüştür. Korku iklimi her yanı sarmış, organize olmuş kötülük öyle bir hale gelmiştir ki halkın oylarıyla seçilmiş AKP’li bir belediye başkanı bile ağlayarak ailenin tehdit edildiğini, bu yüzden istifa etmek zorunda kaldığını itiraf edebilmektedir.
Cumhuriyet tarihinin en ciddi sistem krizi yaşanmaktadır
Cumhuriyet tarihinin en ciddi sistem krizi yaşanmaktadır. Bu krizi tarihsel bağlamından ayrı değerlendirmek yanıltıcı olacaktır. Kürtlerin hak taleplerine yönelik askeri yöntemlerin kullanılması yeni değil. Bu ferasetten uzak ve zora dayalı yöntemler, milyonlarca insanın yerinden edilmesine, binlerce insanın yaşamını yitirmesine ve birçok acının yaşanmasına neden olmuştur. Kürt sorununun çözümü, doğası gereği Türkiye’nin demokratikleştirilmesi sürecinden ayrı düşünülemez. Bu yüzden çözüm süreci, Cumhuriyet tarihindeki en önemli gelişme olmuştur. Türkiye tarihinin en büyük demokratikleşme hamlesi olan çözüm süreci iktidar uğruna heba edilmiştir. Bu ülkede 2,5 yıl devam etmiş olan kısmi barış ortamında, insanlar yarınlara güvenle bakabilmiş, tarihsel yarası olanların devletin bir hesaplaşma içinde olduğunu düşünmüş ve müteşebbisler uzun vadeli planlama ve yatırımlara girişmiş, ekonomik göstergeler cumhuriyet tarihinin en olumlu rakamlarına ulaşmıştır. Henüz diyalog süreci devam ederken Ekim 2014 yılı MGK’sından alınan Çöktürme Planı, 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra çatışmalı ortama yeniden dönülerek bir savaş konseptidevreye sokulmuştur.
20 Temmuz 2015 tarihindeki Suruç Katliamı ve sonrasında geliştirilen savaş ortamında, sadece can ve mal kayıpları yaşanmakla kalmamış, çok zor kapanacak yaralar açılmıştır. Bu ülke bir annenin bedeninin bir hafta boyunca yerden kaldırılmasına engel olan uygulamalar görmüştür. Ya da bu ülke 21. Yüzyılda, bir annenin öldürülen çocuğunun bedenini güvenlik nedenleri ile bir hafta buzdolabında saklaması utancına tanıklık etmiştir.
‘İmralı Sistemi’nin bir an evvel sonlandırılması gerekmektedir
Sayın Abdullah Öcalan üzerinde 5 Nisan 2015’ten bu yana uygulanan mutlak tecrit, genel, yerel ve cumhurbaşkanlığı seçimleri takvimi ve Ortadoğu’daki içine girilen batık politikalar ile paralel şekilde yürütülmeye devam etmekte, buna bağlı ya da bağımsız olarak da mutlak tecrit koşulları derinleştirilmektedir. Tutuklu ve hükümlü haklarının tamamen çiğnendiği, insanlık dışı bir tecrit politikası uygulanmaktadır. Bu yüzden İmralı’daki mutlak tecrit insani, hukuki, politik açıdan kabul edilemez olup, hukukun çöküşü ile inşa edilen mevcut ‘İmralı Sistemi’nin bir an evvel sonlandırılması gerekmektedir.
Bataktan çıkışın çok kolay ve maliyetsiz bir reçetesi vardır: Barış
Sayın Öcalan çözüm süreci devam ederken, “Artık bir gencimizin dahi burnunun kanamamalıdır” demişti. Şimdilerde adının söylenmesi bir suç olarak görülen çözüm süreci bu ülkenin en huzurlu günleri değil miydi? Ancak barış samimiyet ister. Hani “Barış” için gerekirse, baldıran zehri içebilecekti. Barışın acil ihtiyaç olduğu bir dönemden geçiyoruz. Ekmek kadar su kadar barışa ihtiyacımız var. Halklarımız daha fazla kan ve gözyaşı görmek istemiyor. Bu çıkmaz sokakta ısrar edildikçe, daha fazla can ve mal kaybı; daha fazla ölüm/gözyaşı; daha fazla uluslararası tavizler; daha fazla yoksulluk/işsizlik/açlık kaçınılmazdır. Bu bataktan çıkışın çok kolay ve maliyetsiz bir reçetesi vardır:BARIŞ…
Kürdofobinin aşılamaması yüzünden bir gün Moskova’da, bir gün Washington’da kendini yaşatmayı uman iktidar anlayışı halklarımıza bir şey kazandırmayacak, her geçen gün daha fazla yalnızlığa mahkûm olunacaktır.
7 Haziran 2015 Seçimleri’nin siyasi iktidar tarafından kaybedilmesi ve halkın çoğunluğunun desteğine mazhar olunmamasının faturası anlaşılmaz bir şekilde çözüm sürecine kesilmiştir. Oysa iktidarı kaybettiren çözüm süreci değil, sürece samimi ve kararlı yaklaşmak yerine pragmatist yaklaşımlardır.
İktidarın kendini içte/dışta çeşitli stratejik hataların içine hapsetti
Küreselleşme çağında iç ve dış politika arasındaki ayrımlarının anlamsızlaşmıştır. On binlerce kilometre ötede gerçekleşen bir olay, ülke içinde ekonomik ve politik olarak etki yaratmaktadır. Ortadoğu’da siyaset üretmek, kuşkusuz ki, daha fazla hassasiyet gerektirir. İktidarın içte/dışta çeşitli stratejik hataların içine kendini hapsettiği kamuoyunca bilinmektedir. Bu stratejik hataların temelinde yatan gerekçe ise siyasi iktidarın her krizi içeride kazanca tahvil etme anlayışıdır.
Mavi Marmara antlaşmasına muhalefet eden tek parti HDP oldu
ABD Başkanlık seçimlerinde iktidar partisi lobilerince desteklenen sağ popülist ABD Başkanı Trump, Ortadoğu’nun en hassas olduğu Kudüs konusunda tarihi bir hata yapmıştır. Gerek ortak deklarasyonda gerekse partimizin MYK açıklamasında bu hataya karşı olduğumuzu belirttik. Şu parlamentoda, Mavi Marmara saldırısında yaşamını yitirenlerin tabiri caizse “kanları satılırken”, o metin burada oylanırken muhalefet eden tek parti HDP oldu.
Bizler için siyasal ve etik anlamda Kudüs Müslüman-Hristiyan ve Yahudiler ile birlikte tüm insanlığa aittir. Kudüs, Ortadoğu’nun inançlar ve halklar mozaiğidir. Hiçbir zaman tek bir inanç veya etnik kimliğe ait olmamış, Kudüs’ün kadim tarihi de bu tarz bir aidiyete izin vermemiştir. Trump eğer o imzayı atmamış olsaydı Filistinlilerin tüm sorunları çözülmüş mü olacaktı. Filistinlilerin sorunu Trump imzasına indirgenemez.
Kudüs iç politikada rahatlama malzemesi olarak kullanılıyor
Şunu net bir şekilde tespit etmeliyiz ki, Kudüs krizi taraf ve müdahil olan herkes için iç politika malzemesi yapılmaktadır. Yolsuzluk tartışmalarının içinde olan Netanyahu iç politika malzemesi yapılmakta, despotluk eleştirileri alan Arap liderleri iç politika malzemesi yapılmakta, şaibe soruşturmaları geçiren Trump iç politika malzemesi yapılmakta ve içeride otoriterleşme ve yolsuzluk tartışmaları sebebiyle sıkışmış olan siyasi iktidarların iç politikada rahatlamasına vesile olan bir siyasi şov alanına dönüştürülmek istenmektedir. Aynı ey ülkemiz için de geçerlidir. Siyasi iktidarların içeride rahatlamasına sebep olan bu kriz, başta İsrail ve Filistin halkı olmak üzere kan ve gözyaşına davet bakımından Ortadoğu’ya zarar vermektedir.
Çözümü demokratik güçler gerçekleştirebilir
Açıktır ki Gazze’yi ziyaret edeceğim deyip hiç gitmeyen ama bu sürede Yahudi lobilerini onlarca defa ziyaret edenler, “ilişkilerimi kestim” deyip ticaret hacmini artıranlar, Mavi Marmara faciasında 180 derece politik dönüş sergileyenler, “Kudüs başkentimize hoş geldiniz” diyenlere “hoş bulduk” diye cevap verenler bu sorunu çözemez. Çözümü ancak halkların çıkarlarını esas alan politik güçler ve ulus devlet mantığını aşan demokratik güçler gerçekleştirebilir.
Ulus-devlet mantığı sadece bugünün sorunlarından değil, kendisi ile birlikte getirdiği tarihsel sorunların da içerisinden çıkamamaktadır. Bu manzaranın en yakın örneği Trump’a4 gün önce “güçlü olmak haklı değildir” diyen AKP Genel Başkanı’dır. Biz aynı soruyu Erdoğan’a soruyoruz. Güçlü olmak haklı olmayı getirmez.
Yunanistan’dakinden çok daha ağır uygulamalar Türkiye’de var
Yunanistan ziyaretinde de, Batı Trakya halkının kendi müftüsünü seçemediğini, Yunanistan’ın diğer bölgelerine göre bu bölgenin ekonomik refahının çok altta olduğunu ifade etmiştir. Biz bu ifadelere tamamen katılmakla birlikte bir konuda dikkatini çekmek istiyoruz. Yunanistan’da Batı Trakya diye bahsettiği bölgenin yaşadığı ekonomik ve politik sorunları AKP iktidarı daha ağır uygulamaları ile birlikte Türkiye’deki Kürtlere ve Müslüman olmayan halklara uygulamaktadır. Yunanistan’da bu düsturu savunanlar dönüp aynaya bakmalıdır.
Evet, Batı Trakya’da baş müftü seçilememektedir. Türkiye’de ise temsilcilerini seçen Kürt halkının milletvekilleri cezaevlerinde konulmakta, belediyeleri ve hatta muhtarlıkları gasp edilmektedir. Evet, Batı Trakya Yunanistan’ın diğer bölgelerine göre ekonomik anlamda daha az gelişmiştir. Ama Türkiye’de en yoksul on il Kürtlerin yoğun yaşadığı illerdir. Aynı şekilde Türkiye’de Ermeni toplumunun Patrik Seçimi sekiz yıldır engellenmekte, ruhban okulları kapalı tutulmakta, patrikhaneler statüsüz bırakılmaktadır. Nitekim bu doğal hakları talep edenler ise hükümet yandaşları tarafından “dış güçlerin piyonu”, “ihanetçi” gibi paranoyaklık içeren nefret söylemi ile linç edilmek istenmektedir. Oysaki dini referans eden aklınız bilmektedir ki Hz. Peygamber’in “Sizden biriniz, kendisi için arzu edip istediği şeyi, kardeşi için de arzu edip istemedikçe, gerçek anlamda iman etmiş olmaz” hadisi vardır.
Çarpık politikalarınız ile suç ve günahlarınıza ortak olmadığımız için cezaevlerindeyiz
Cumhuriyet tarihinin en siyasal yargısı, siyasal soykırım operasyonları, çamur medyası iftiraları iddianamelerde yok.
Bir millet iradesine saygısızlık varsa o da bu parlamentonun eş genel başkanlarının tutuklu olmasıdır. Sizin gibi düşünmediğimiz, siyaset yapmadığımız, çarpık politikalarınız ile suç ve günahlarınıza ortak olmadığımız ve karşısında durduğumuz için bu siyasi operasyonlar yapıldı. Fezleke ve dava dosyalarımızın sahibi darbeci ve sizin deyiminizle teröristlerdir.
Tarih mutlaka darbecilerin iddianamelerinin arkasına sığınarak partimize operasyon yapıp Eş Genel Başkanlarımız, Milletvekillerimiz, Belediye Eşbaşkanları, siyasetçilerimizi rehin alanları yazacak ve yargılayacaktır.
OHAL’in KHK’ların bütçesi
2018 bütçesi OHAL’in, KHK’ların savaşın, zenginlerin bütçesidir. Burada Kürtler, kadınlar, gençler, emekçiler yoktur. Bütçede savunma bütçesi ciddi oranda arttırılmıştır.
En büyük sorun adaletsiz bölüşüm
Türkiye’nin ekonomideki en büyük sorunu gelirin adaletsiz bölüşüm problemidir. Gelir zenginler ile fakirler; patronlar ile emekçiler arasında eşit bölüşülmemektedir. AKP Hükümetlerinin programlarında dillendirilen verginin tabana yayılması var. Bu tabana yayılması demek; emekçiye, sabit gelirliye, yoksula fatura edilmesi demektir.
Küçük bir örnek verecek olursak 2017 yılı için 102 milyar liralık bir vergi alacağından vazgeçme durumu vardır. Bu rakam ilk kez bu denli yüksektir. Örneğin 2016 yılında bu 30 milyar civarındadır. Yani ilk kez bu miktar % 350 artırılmıştır. Halkın vergisini maaşını alırken ve harcarken doğrudan ödediğini göz önüne alacak olursak bu vergi kıyağının muhatabının halk değil, sermaye olduğu anlaşılacaktır.
Ekip biçtiği toprağı kendine yeten çiftçilerimiz ve geçimlik tarım yapan köylülerimiz, hayvancılıkla uğraşan insanlarımız hükümetin yanlış ekonomi politikaları sonucu maalesef ki, topraklarını terk edip kentlere göç etmeye devam ediyor. Fabrikalarda, atölyelerde, kentlerde emeğiyle hayatını var eden emekçilere ise büyük bir zulüm uygulanıyor. Taşeron sistemiyle, esnek çalışma koşullarıyla, kiralık köle uygulamalarıyla güvencesiz bir yaşam örülüyor.
Sermayeyi zengin etme anlayışı yerine, halkın refahını yükseltme anlayışı
Bizler AKP iktidarlarının devraldığı ve büyütmeye çalıştığı egemenlik anlayışlarını aşacak somut öneriler sunuyoruz. Bu ülke alternatifsiz değildir. Asgari ücretinden, yoksulluk sınırına her türlü ekonomik sorunun en temel çıkış yolu sermayeye uygulanacak olan servet vergisidir.
Kaynak yolsuzluğa batmamak, çalmamaktır
Bir diğer çözüm önerisi ise, siyasi iktidarın sürekli muhalefeti köşeye sıkıştırmaya çalıştığı kaynak sorununa dairdir. Kaynak ülkenin parasının siyasilerce gasp edilmemesindedir; kaynak sermayenin vergi kaçırmamasındadır; kaynak yolsuzluğa batmamaktadır, çalmamaktadır. Kaynak beyt-ülmala dokunmamaktadır. Kaynak Karadeniz’in fındığına, hamsisine verilecek önemdedir. Kaynak Ege’nin zeytininde, üzümünde, Anadolu’nun buğdayındadır. Kaynak Adıyaman’ın, Bitlis’in, Muş’un tütününde, Çukurova’nın pamuğundadır. Kaynak Antalya’nın seralarında ve turizmindedir. Kaynak Diyarbakır’ın Surlarındadır. Kaynak Dêrsim’in, Erzincan’ın tulum peynirindedir. Kaynak Zonguldak’ta, Şırnak’ta, Ermenek’tedir. Kaynak milyonlarca dolar rüşvet dağıtan RezaZarrab’ta değil, alınteri ile çalışan emekçidedir. Kaynak halkı sömürü kaynağı değil baş tacı olarak görmektedir. Kaynak savaşa bütçe ayırmak değil barışı tesis etmektedir. Kaynak çakma demokrasiler değil, radikal demokrasidir.
Sermayeyi değil halkı önceleyen bütçeleri yapacağımız günlerin yakın olduğu inancıyla tüm genel kurulu saygıyla selamlıyorum.
11 Aralık 2017