Partimizin Türkiye’de temsiliyet şansı bulamamış, bütün toplumsal kesimler için var olduğunu söyleyen Bingöl Milletvekili Adayımız Hişyar Özsoy, “Türkiye’de ezilmiş, horlanmış, ötekileştirilmiş onlarca toplumsal kesim var. Bunların taleplerini harmanlamış, program oluşturmuş, seçim beyannamesine yansıtmış bir parti. Doğrusu, HDP olmasaydı hiçbir partide siyaset yapmayı düşünmezdim. HDP yeni bir yaşam modeli, alternatif bir siyasal-toplumsal yeniden inşa önerdiği için buradayım” dedi.
Kürtlerin Amerika’da Kobanê Direnişi’yle görünür olduğunu ifade eden Özsoy, “Amerika’ya Kobani öncesi Kürtleri sorsanız büyük oranda bilmiyorlardı. Afrika ya da Latin Amerika’da bir kabile olduklarını düşünebilirlerdi. Şimdi ise bir espri var, “Şam nerede? Kobani’nin güneyinde,” diye. Kobani’den sonra Kürtler inanılmaz bir görünürlük kazandı.”
Bingöl 1. Sıra Milletvekili Adayımız Hişyar Özsoy’un demokrathaber.net’ten Nalan Temeltaş’la yaptığı söyleşi:
1925 yılında darağacına götürülürken “Dünyadaki hayatımın sonuna geldim. Halkım için, kendimi feda ettiğimden dolayı pişmanlık duymuyorum. Yeter ki torunlarımız, düşman önünde bizi mahçup etmesiler!” demişti dedesi. Hişyar Özsoy Şeyh Said’in torunlarından. Boğaziçi Sosyoloji mezunu. Dereceli mezunlarından. Üç yıl Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Dış İlişkiler Koordinatörlüğü ve siyasi danışmanlık yaptı. Kazandığı başarı bursu ile Amerika’ya yerleşerek doktora sonrası çalışmalar yaptı. Siyasete atılmaya karar verene kadar Michigan Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Şimdi takımyıldızının bir parçası olarak HDP Bingöl Milletvekili adayı. Hişyar Özsoy ile adaylık süreci, seçilirse yapabilecekleri ve seçimler üzerine düşüncelerini almak üzere konuştuk…
Amerika’da akademisyenliğe devam etmek varken niçin siyaseti seçtiniz?
Karar vermemde iki temel faktör var. Kürt siyasetine yabancı bir insan değilim. Daha önce Kürt siyasetinde değişik alan ve kurumlarda çalıştım. Bu seçimleri iki süreç açısından çok kritik görüyorum. Birincisi Kerkük’ten Kobani, Afrin’e kadar Kürtler çok ciddi bir saldırı dalgası altında. Çok da güçlü bir direniş sergiliyorlar. Ortadoğu yeniden yapılanırken Kürtler yeni Ortadoğu’da bir yer edinmek durumunda. Önümüzdeki üç beş yıl bir anlamda Kürtlerin yüzyıllık mücadelesinin, özellikle son 30 yılda Türkiye, Suriye, Irak’ta devam ettirilen mücadelenin, final sahnesi olacak. Bu açıdan kendime bir sorumluluk biçtim, katkı yapabileceğim durumlar olabilir diye. İkincisi Türkiye’de ağır aksak bile olsa devam eden bir barış süreci var. Yoğunlukla da Kürt hareketi ve Sayın Abdullah Öcalan’ın devam ettirmeye çalıştığı bir süreç bu. Her ne kadar ciddi hayal kırıklıkları olsa da, hala ortada masa gibi bir şey var. Türkiye’deki demokratikleşme ve barış süreci ile Kürtlerin genel anlamda Ortadoğu’da yürüttüğü varlık yokluk mücadelesinin kesiştiği noktada, ben de akademiyi en azından bir dönem askıya alarak daha aktif bir şekilde siyasete girmeye karar verdim.
Niçin parti olarak HDP?
Bence HDP Türkiye’deki siyasal krize çözüm olabilecek bir parti programı oluşturmuş. Elbette HDP’yi oluşturan değişik kesimler var. Kürt hareketi en güçlü bileşeni; ancak bunun dışında da Türkiye’de temsiliyet şansı bulamamış, ezilmiş, horlanmış, ötekileştirilmiş onlarca toplumsal kesim var. Bütün bunların taleplerini harmanlamış, program oluşturmuş, seçim beyannamesine yansıtmış bir parti. Doğrusu, HDP olmasaydı hiçbir partide siyaset yapmayı düşünmezdim. HDP yeni bir yaşam modeli, alternatif bir siyasal-toplumsal yeniden inşa önerdiği için buradayım.
Kürt sorunu uluslararası bir sorun haline gelmiş
Ortadoğu uzmanı siyaset bilimcisiniz. Çözüm süreci sadece Türkiye’yi mi ilgilendiriyor? Kobani ile Diyarbakır’ın “alakası” varsa, çözüm süreci ya da Kürt meselesi sınırlara hapsedilebilir mi?
Çözüm süreci artık Türkiye’nin sınırları içerisine hapsedilecek bir durum değil. Zaten Rojava ile birebir ilişkisi var. Güneydeki Kürtlerle ilişkisi var. İran Kürtlerinin durumu biraz daha özgün ve farklı. Ancak Irak, Suriye ve Türkiye Kürdistanı’ndaki sorunlar tamamen iç içe geçmiş durumda. Kobani bunun en iyi örneği. Bu sorunu Türkiye’nin kendi sınırları içerisinde çözmesi mümkün değildir. Gerçekçi de değildir. Tabii, Diyarbakır’la Kobani’nin ne alakası var söylemleri vardı. Oysa çok alakası var. Sınırların hiçbir anlamı kalmamış. Kürtler arasında kültürel, siyasi geçişkenlikler artıyor. Keza askeri olarak da durum böyle. Bu gelişmeler, Kürtlerde ulusal birlik tartışmalarını alevlendirmiş durumda. Gerek Kürtler arasındaki birlik tartışmaları, gerek üç ülkedeki sorunların iç içe geçmişliği, Kürt sorununun bölgesel bir sorun olduğunu ortaya koyuyor. Dolayısıyla Ortadoğu yeniden yapılanırken, Kürt sorununu, her üç ülkede birlikte ele alma durumu var. Hatta uluslararası bir sorun haline gelmiştir Kürt sorunu. Suriye’ye bakalım. Suriye değişik bir ülke, diğer Ortadoğu ülkelerinden farklı. Bence bunu Türkiye de tam tahlil edemedi, birçok güç tam tahlil edemedi. Suriye Ortadoğu’yu şekillendiren beş temel sorunun düğümlendiği yer: İsrail-Filistin sorunu, Şii-Sünni çelişkisi, Kürt sorunu, enerji politikaları. Yanı sıra, Suriye Ortadoğu’daki diğer ülkelerden farklı olarak soğuk savaşın hala devam ettiği bir ülke . Bakın Suriye’deki krize bir şekilde Rusya müdahil oldu. Çin orada, Amerika orada. Dolayısıyla küresel bir sorun Suriye. Suriye’deki dengeyi sağlayamadan Ortadoğu’da denge oluşturmak mümkün değil. Irak’la, Lübnan’la, İran’la iç içe geçmiş durumda. Bütün bunların da merkezinde Rojava, Rojava’nın merkezinde ise Kobani var. Dolayısıyla Kobani’ye baktığınızda hem bölgesel hem uluslararası güçlerin Ortadoğu’yu nasıl dizayn etmeye çalıştıklarını görüyorsunuz.
Şam nerede? Kobani'nin güneyinde
Amerika’dan nasıl görüldü Kobani Direnişi ?
Amerika’ya Kobani öncesi Kürtleri sorsanız büyük oranda bilmiyorlardı. Afrika ya da Latin Amerika’da bir kabile olduklarını düşünebilirlerdi. Şimdi ise bir espri var, “Şam nerede? Kobani’nin güneyinde,” diye. Kobani’den sonra Kürtler inanılmaz bir görünürlük kazandı. Batı medyası Kobani savunmasını çok yoğun bir şekilde işledi. İşin doğrusu medyanın sürekli olarak gündemde tutması da, Amerikan müdahalesinde etkili oldu. Kobani Kürtlerin önünde inanılmaz güçlü diplomatik alanlar da açtı. Kürtler yüzyıldır mücadele veriyorlar, ama uluslararası düzeyde tanınırlık, kurumsallaşma olmasa çok bir şey elde edemiyorsunuz. Mevcut anda Kürtlerin önünde büyük imkanlar, aynı zamanda büyük riskler var. Bu alanları doldurmak lazım. İşin doğrusu biraz da bunu gördüğüm için adaylığı düşündüm. Çalışılırsa bu süreç büyük fırsatlara dönüştürülür. Kürtler kazanır. Diğer halklarla da paylaşır.
Kürt halkının muhafazakar kesiminin dahi AKP yönetiminin “Kobani düştü düşecek” mesajı nedeniyle AKP’den mesafe aldığı yazılıp çizildi. Seçim çalışmalarınız sırasında bu veri ile ilgili ne tür gözlemleriniz oldu, oluyor?
Kobani sürecinde AKP’nin ve özellikle Recep Tayyip Erdoğan’ın tavrı muhafazakar Kürtlerde de özel bir kırılma yaratmış tabi ki. Biz bunu mahallelerde yaptığımız halk toplantılarında birebir gözlemliyoruz. Erdoğan daha önce elinde tuttuğu ideolojik, moral üstünlüğü bu tavrı nedeniyle kaybetmiş durumda. Elinde sadece devlet kaynakları ve devletin kaba gücü kalmış. Ciddi bir meşruiyet sorunu yaşıyor. Meşruiyeti çok ciddi bir şekilde sorgulanır olmuş. Bunun da sandığa yansıyacağını düşünüyorum Bingöl’de.
Demokratik özerklik partinizin önerdiği ve önemsediği bir konu. Hatta bölgede fiilen uygulama pratikleri de var. 1991 yılında TBMM’de kabul edilen Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartnamesi’nde özerklikle ilgili maddelere konan çekinceler var. Bu çekinceler kaldırılırsa özerk bölge yönetimleri kurulabilecek. Devlet bölünme refleksi ile karşı çıksa da yerel yönetimlerin güçlendirilmesinin Türkiye’ye katkıları neler ve niçin özerkliğe ihtiyacımız var?
Özerkliğe ihtiyacımız var çünkü 80 milyonluk bir ülke tek bir merkezden yürütülemiyor. İnsanlar karar alma süreçlerine katılamıyorlar. Şekilde bir demokrasi var; parlamenter demokrasi. Kaynakların aktarılması ve dağıtılmasından, eğitimden sağlıktan şehir parklarının imarına kadar her noktada son derece katı merkeziyetçi bir yapı var. Ve hükümet bunu daha da merkezileştirmeye çalışıyor. Hatırlarsanız Kenan Evren ilk olarak eyalet sistemini önerdiği için yargılandı. Eski bir cumhurbaşkanı olarak Antalya’da bir elektrik trafosu için üç yıl uğraşmış; en sonunda da “bu işler artık Ankara’dan olmuyor, Türkiye eyalet sistemini tartışmalı” demişti. İroniktir Evren’in eyalet sistemini önermesi. Belki Türkiye’de Kürt sorunu olmasa özerklik daha rahat tartışılacak. Özerklik dediğimiz şey insanların yerel düzeyde kaynakların paylaşımına, kendilerini ilgilendiren karar süreçlerine doğrudan katılması aslında. Neredeyse tüm kimliklerin toplumsal grupların yönetime yerinden direk müdahil oldukları bir sistem öngörüyor. İktidarı ve kaynakları merkezin tekelinden uzaklaştırıp yerelle paylaşmanın nesi kötü olabilir. Misal Sinop diyelim: Sinop’taki eğitim, sağlık, enerji, eğitim, gençlik, kadın sorunlarına Sinop halkı oturacak karar verecek. Valiyi kendileri seçecek. Mesela Diyarbakır’a gelen valilerimiz gelir halka kan kusturur, sonra da takdir ve terfi alıp giderler. Ya bakan olurlar, ya müsteşar. Devlet tarafından atandıkları için, halka kan kusturdukları oranda ödüllendirilirler. Vali halk tarafından seçilse bunun kime ne zararı var. Hatta daha iyi olur çünkü dört yılda bir halkın önüne gitmek durumunda kalacak vali. Halk olarak denetleme şansımız da olur. Merkezi iktidar özerklik tartışmasına bölünme ve Kürt fobisi ile refleks gösteriyor. Oysa bu geniş halk kesimlerinin yararını esas olan bir sistem. İktidarı ve kaynakları kendi tekelinde tutmak isteyenler tabii ki zarar görecekleri için direniyorlar.
Rojava’daki siyasi ve toplumsal değişimler Türkiyelileri hangi açılardan etkiliyor? Rojava’da denenen ekonomik modeli günümüz finans çağında olabilirliği, yarattığı olanaklar ve olası sonuçları açısından değerlendirirsek…
Kürt hareketi düşündüğü siyasal modeli Türkiye’de hala uygulayabilmiş değil. Rojava’da ise uygulama şansı elde edildi. Orada kantonlar oluşturulmuş. Meclisler var, gençlik, kadın meclisleri, kooperatifler. Çok yoğun bir şekilde model inşa etmeye çalışıyorlar. Bu model sadece Rojava ile ilgili değil elbette. Otuz kırk yıllık bir siyasal mücadele ve birikimler sonucu oluşan, bir vizyon, bir toplumsal inşa projesidir. Şu an için Rojava’da uygulanıyor. Sadece Türkiye’ye değil Ortadoğu’ya da model olabilecek, merkezi iktidarın zayıfladığı yerel iktidarın güçlendiği, daha katılımcı, daha demokratik, kadına yönelik, daha ekolojik, insan haklarına dayalı bir model. Bütün bölgeye katkı yapabilir aslında. İşin siyasal kültürel toplumsal boyutu biraz daha kolay olabiliyor. Ancak ekonomi işe girince küresel sermayeyle çatışmak zorundasınız, yoksul bir halksınız, nasıl direneceksiniz? Pratikte denenecek bu durum. Nihayetinde bildiğimiz mevcut ekonomik sistem, son derece vahşi bir şekilde, insana, doğaya saldıran kâr mantığıyla, bütün toplumsal ilişkileri metaya dönüştürmüş durumda. Sadece mal alıp satma değil, aile ilişkilerinden tutun sevgi ilişkilerine kadar metalaştırma söz konusu. Dünya sevgililer günü, şu günü, bu günü inanılmaz bir tüketim çılgınlığı. Bu sistem hemen hemen her şeyi satıyor. Havayı, suyu, değerleri, doğayı, sevgiyi her şeyi. Tabii bu öngörülen ekonomik model, öyle görünüyor ki deneme yanılma ile de gidiyor. Çünkü siz en nihayetinde ideolojik olarak bir model önerebilirsiniz ama pratiğe geçirirken, reel güç ilişkileri içerisinde ciddi baskı gelecektir. Bu sistem birçok noktada uzlaşmaya açık olabilir. Siyasal, toplumsal açıdan hatta kültürel açıdan. Ama iş ekonomik çıkarların korunmasına geldiği zaman sistem kaskatı kesilebilir. Ancak olasılık barındırıyor. Belki zaman içerisinde demokratik özerklikle paralel giden ekonomik model muhtemelen yeni bir vizyona sebep olabilecektir.
“Kürtlerin mücadelesi son derece sınıfsaldır”
Kürt Özgürlük Hareketi’nin önemli isimlerinden Duran Kalkan partinizin seçim bildirgesinde işçi ve emekçi vurgusunun yeterli olmadığı görüşünü açıkladı. Sizce de kimlikler, özgürlükler teminat altına alınırken, emek boyutunda eksiklik var mı? Neler yapılabilir?
Kimlik eksenli siyasetle, sınıf eksenli siyaset aslında birbirine zıt değil. Türkiye’de tartışılırken biraz farklı çerçevelendiriliyor. Özellikle liberal çevrelerde. Ama biliyoruz ki, siyaset sosyolojisinde bu ikisini birlikte ele alan dünya kadar çalışma var. Soğuk savaşın bitmesiyle birlikte sınıf eksenli ulusal kurtuluş mücadelelerinin yerini kültür, kimlik endeksli mücadele modelleri aldı. Devrimden çok kültürlülüğe, sivil toplum eksenli hareketlere geçiş sürecinden bahsediyorum. Pek çok ulusal kurtuluş mücadelesi bu süreçte kendilerini yeniden konumlandırmak durumunda kaldılar. Ortodoks Marksizm eleştirileri çokça yapıldı. Doğrudur da. Salt sınıfa indirgemeci yaklaşımlar problemlidir. Ama bu sınıfsal çelişkilerin dünyada ortadan kalktığı anlamına gelmez. Bilakis, sınıf halâ en önemli sorundur. Kastım dar Marksist anlamda bir sınıf değil, genel anlamıyla zenginler ve yoksullar arasındaki temel çelişki. Sahip olanlarla, çalışanlar arasındaki temel çelişki. Sadece Kürtlerin mücadelesine ve kimliğine bakın, son derece sınıfsaldır. Yine Kürt toplumu kendi içerisinde sınıfsal anlamda ayrışmış durumda. Diyarbakır’a sadece mekanlar açısından bakın, sınıfsal uçurumları göreceksiniz. Bir taraftan yükselen gökdelenler, villalar, diğer yandan savaşın iyice yoksullaştırdığı korkunç toplumsal çözülmelerin olduğu mahallelerimiz var. Orada yaşadığım, çalıştığım dönem gözlemledim. Bağlar’a girdiğinizde nefes alamazsınız, yürüyemezsiniz. Suriçi, Şehitlik Seyrantepe ha keza. Diğer taraftan da bakıyorsunuz Ceylan AVM’ler yükselmiş. Tabii ki bu sınıfsal çelişkiler Kürt hareketini etkiler. Kürtlerin toplumsal mücadelelerini etkiler. Önümüzdeki dönemde ben de Kürt hareketinin emek sınıf ekseninde, çok daha fazla yoğunlaşması gerektiğini düşünüyorum. Özellikle Kürdistan’da inanılmaz bir yoksullaştırma, mülksüzleştirme yaşanmış çünkü. Kültür kimlik siyaseti amenna olacak, ama sınıfsal çelişkiler göz ardı edilmeden. Sınıf, egemenlik, kimlik siyasetlerini daha dengeli bir şekilde harmanlamak, bunu bir siyasal projeye dönüştürmek gerekiyor.
Uzun bir dönem projelerle, fonlarla sivil toplumculuk hakimdi sanırım..
İdeolojik savrulmalar dönem dönem yaşanır. 2000’lerin başında Avrupa Birliği projeleri, Yerel Gündem 21’ler, sivil toplumculuk, fonlar, projelerle sık karşılaşıyorduk. Şimdi o süreç rafa kalktı. Direnişte olan bir halkı sivil toplumla açıklamak haksızlık olur. Tabii şöyle düşünmek lazım; Kürtlerin Türkiye’de çok ciddi bir ulusal sorunu var. Bu sorun değişik tarihsel dönemlerde, farklı diller üzerinden artiküle ediliyor. Mesela Kürt muhalefetinin 1920’lerde daha muhafazakar ve İslamcı bir karakteri var. 60’larda Türkiye solu içerisindeler Kürtler, 70’lerde biraz farklılaşmışlar ayrı örgütlenmeler başlamış, 90’larda Cezayir tipi ulusal kurtuluş mücadelelerini model almışlar. 2000’lerde ise çok kültürlülük, sivil toplumculuk, Avrupa Birliği proje ve fonları. Şimdi onlar aşıldı. Ama Kürtlerin ulusal ve sınıfsal talepleri, ihtiyaçları ortada. Sadece değişik tarihsel dönemlerde farklı söylemler, diller de ortaya çıkıyor. Sınıf bu tartışmaların son derece merkezindedir. Ucu açık bir model pratikte eksikleri hataları da düzeltme yoluna gidecektir. HDP’nin bir güzelliği de bu geniş yelpaze. Karnı tok Kürtler de, yoksullar da bu partide siyaset üretebiliyor. Değişik toplumsal kesimler içeride de mücadeleye devam ediyorlar. Karnı tok, zengin Kürdün çıkarlarıyla, Bağlar’ın kenar mahallesinde yaşayan taşeron işçi Kürdün çıkarları aynı olmayabilir. Eylem koyma biçimleri farklı olabiliyor.
“Sınıfsal kültürel talepler iç içedir”
Ya kamuoyunda taş atan çocuklar olarak tanınanlar…
Sokak siyaseti son derece sınıfsal bir siyasettir. Diyarbakır’ın güzel mahallelerinde her çocuk taş atmıyordu. Örnek vereyim, bunun üzerine bir makale yazdım, yakında bir kitapta yayınlanacak. Diyarbakır’daki taş atan çocuklara bakın, kimi Kürt siyasetçiler, bu çocuklardan çok rahatsızdı. Siyaset yapamıyoruz diyorlardı, değişik eleştiriler geliyordu. 90’larda yaşayan neslin, bir tehlike gibi resmedilme durumu vardı. Diyarbakır 2006 yılı Mart olayları olduğu zaman, çocuklar kriminalize edildiler, cezaevine atıldılar gibi söylemler geliştirilmişti. Kürt siyaseti içerisinde etkinleşen bir orta sınıf damar sürekli olarak, bu çocukların siyasi akla aykırı hareket ettiklerini söylüyor; hatta “biz son kuşağız bizden sonrası tufan” türü açıklamalar yapıyorlardı. Ben bunun da son derece sınıfsal bir söylem olduğunu düşünüyorum. Bunu yazdım zaten. Bu çocuklar evet 90’larda yaşamışlar ama bu sadece bir nesil tartışması değildir. Hayır. Bunlar 90’larda doğup, yoksul olan, Diyarbakır’ın kenar mahallerinde yaşayan çocuklardır. Dolayısıyla 90’lar nesli dedikleri, aslında sınıfsal ve politik olarak belli bir kitleyi refere ediyor. Biz Diclekent’teki çocuklardan bahsetmiyoruz, taş atan çocuklardan bahsederken. Veya villalardaki çocuklardan bahsetmiyoruz. Nesil değil sınıftır. Bunlar yoksul çocuklardır. Sınıf çelişkisini derli toplu düşünmek, derinleştirmek lazım. Diyarbakır’daki gençlerin duruma bakın, nüfusun çok büyük kesimi açlık sınırında. Bir milyonluk bir kentte, muhtemelen iki yüz bin insan sadece insani diyebileceğimiz şartlarda yaşıyor, sekiz yüz bin insan ise tam tersi durumda. Böylesi bir koşulda sınıf siyasetini ciddi bir şekilde düşünmeyeceksiniz de ne olacak? Ancak kültür, kimlik problemini sınıfsal çelişkilerin karşıtı gibi konumlandırmak çok problemlidir. Sınıfsal kültürel talepler iç içedir, bazen uzlaşma, bazen çatışma. Bizim siyaset dediğimiz de bu değil midir? Devinim devam edecek, çatışmalar, iç mücadeleler de öyle.
Özgür toplum inşasında eşitlik meselesinde yapılması gerekenler? Bir de iki kitap yazanın kendini Dostoyevski, iki film çekenin Fellini ilan etmesi hakkındaki düşünceleriniz neler?
Kürtler homojen bir yapı değil. Çeşitli kesimler var. Alevisi, Sünni’si, zengini, fakiri, kadını, aristokratı, elitleri, köylüleri var. Dünya kadar farklılıklar var. Bu normal bir durum. Normal olmayan mesela Diyarbakır’ı kültürel olarak pazarlayanlar. Kültür simsarları onlar. Ya da kültürcülük üzerinden Kürdistan’ın diğer illerini ve değerleri pazarlayanlar. Bakın Diyarbakır bir mücadele kenti ama bir anda bir medeniyet söylemi eşliğinde “sur kenti” oldu. Biz medeniyetin harcının kan olduğunu biliyoruz. İnsan kanı olduğunu biliyoruz. Bu tür kültür söylemleri de son derece sınıfsaldır. Diyarbakır kültürüne yönelik. Bir siyasetçi mesela “Diyarbakır surlarının kıymetini Diyarbakırlılar bilmiyor” diye bir söylemde bulundu. Evet surlar bizce de önemli, nihayetinde kültürel tarihsel bir mirastır. Yalnız o surların hemen dibinde yaşayan yoksul kadınlar surların değil temizliğe gittikleri villaların özlemini yaşarlar. Kürt toplumunun gerçekleridir bunlar. Konuşmamız, siyaseten çözümünü üretmemiz lazım. Kürdistan’da ciddi bir şekilde derinleşmiş sınıfsal çelişkiler var. Hem Türkiye için hem Kürdistan için aydınlığı tekeline alan kesimler var. Bu işte siyasetin konusudur. Konuşmaktan korkmamak, içini de boşaltmamak gerekir.
“Bölgemizde AKP iktidarı sırasında ilerleme değil gerileme var”
Kalkınma bakanı Bingöllü, Maliye bakanı Batmanlı memleketlerine nasıl katkılar yaptılar?
Hiçbir katkı yapmadılar. Sosyoekonomik gelişmişlik endekslerine bakın. Bingöl ve Batman ya yerinde sayıyor, ya da geriye gitmiş. Eğitim, işsizlik, sağlık hiçbir konuda ne Bingöl’e ne Batman’a hizmet etmişler. Niye böyle? Çünkü bakanlar para musluklarını ellerinde tutmuşlar ama devletçi bir mantıkla meseleye yönelmişler. Türkiye’de bölgeler arası gelişmişlik farkı açısından bile bölgeye pozitif ayrımcılık yapılıp, bölgedeki kaynakların bölgede kullanılması yada ek kaynakların aktarılması gibi durumlar olabilirdi. Hep gönderdik diyorlar. Bir örnek vereyim. Bingöl’e gönderdikleri para yoğunlukla, yüzde yetmiş-seksen oranında barajlara HES’lere gidiyor. Bingöl’ün üç tarafını HES’lerle kaplamışlar. Bunların tüm ihalesini Bingöl’deki bütün işleri iki tane şirkete vermişler ki bunlar zaten ortak: Özaltın-Cengiz İnşaat. Sistematik olarak katrilyonlarca para aktarılıyor bu şirketlere, sözüm ona kamu yatırımı yapılıyor. Mesela görüntüde bakan “Bingöl’e 800 katrilyon para gönderdim” diyor. Ama bunun yarısından fazlasını baraj yapımına veriyor. Bingöl’ün yerel ekonomisine bir katkısı yok. İşçilerini taşeron sistemiyle dışarıdan getiriyorlar. Çevre de katlediliyor. Artı buradan üretilen enerji Türkiye’nin batısına sanayiye gönderiliyor. Bu kış Adaklı’da, barajın hemen beş km ötesinde bir köyde, yirmi gün elektrik yokmuş. Elektrik üretiliyor, Bursa’ya Yalova’ya gidiyor, ama o köy elektriksiz kalabiliyor. Bingöl elektrik kullanımı açısından, tüm iller arasında sondan onuncu ya da on birinci sırada. Zaten Kürdistan coğrafyasındaki iller her endekste son on beşteler. Eğitim, sağlık, enerji, yıllık gelir, hepsinde sonlarda. Bizim bölgemizde on üç yıllık AKP iktidarı sırasında bakanlar da çıktı ama 2003 ve 2014 resmi verilerine baktığınızda nettir; ilerleme değil gerileme var.
“Türkiye üniversiteleri makbul müşteri üretmek için çalışıyor”
Akademi dünyasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
En genel anlamıyla akademiyi devletin ideolojik aygıtı olarak görmek mümkün. Devletin ve piyasanın ideolojik aygıtları. Tabii ki bu tür kurumlarda, daha eleştirel bilgi, tavır üreten kesimler yok değil. Bazı hocalar, öğrenciler, öğrenci hareketleri, gençlik hareketleri de var akademide. Bu anlamda akademideki hegemonya total değil. Ancak Türkiye üniversiteleri makbul vatandaş ve normalleştirilmiş vatandaş yetiştiriyor. Şimdi ise makbul müşteri üretmek için çalışıyor. Özellikle küresel kapitalizm, neoliberal ekonomilerde vatandaştan müşteriye doğru ilerledi. Daha önce ulusal vatandaş üretirlerdi. Şimdi daha çok küresel sermayeye uygun, tüketebilen, normalleştirilmiş, disipline edilmiş ve tüketim canavarına dönüştürülmüş müşteriler üretmeye çalışıyorlar. Revaçta olan bölümlere bakın, sürekli olarak piyasaya çalışan, piyasa için bilgi üreten yerler artık üniversiteler. Bilim, aydınlanma yuvası değil toplumu bilinçli bir şekilde aptallaştırma yuvasıdır. Ben de bu tarif ettiğim akademiden geliyorum. Hem öğrenciler hem hocalar olarak o okullarda o iktidarcı hegemonyanın tam egemen olmaması için çok ciddi mücadeleler veriyoruz. Entelektüellerin asıl sorumluluklarının iktidara eleştirel bilgi üretmek, tahayyül dışına itilmiş yasam ve ilişki biçimlerini düşündürtmek olduğunu düşünüyorum. Maalesef akademisyenlerin büyük çoğunluğu devletin ve piyasanın çizdiği sınırlar içerisinde klişeleşmiş bilgi üretme dışında çok fazla bir iş yapmıyorlar. Yalnızca akademik üretim olarak baktığınızda Türkiye’deki üniversitelerin, dünyada çok geride olduğunu görürsünüz. Durum iç açıcı değil. Daha çok ideolojik kararların alındığı, fişlemelerin, kadrolaşmaların olduğu bir alan. Onun için maalesef kimse akademiye saygı da göstermiyor. Çok saygın olması gerekirken itibarsızlaşmış ne yazık ki.
“Kürtler artık ölmeden de siyaset yapabilir”
Son olarak eklemek istedikleriniz…
Türkiye’de bir seçim yapıyoruz. Türkiye’nin batısından görünmese de biz hala seçim konvoylarıyla birlikte cenaze konvoyları (IŞİD’le savaşan ve Rojava’daki çatışmalarda ölen Kürt gençlerini kastediyor) yapıyoruz. Uzakta olanlar için, “Kürtler dirensin, savaş sürsün” gibi görünebilir ama o kadar da kolay bir şey değil. Kürtler son derece zor koşullarda mücadele yürütüyorlar. Bingöl’de bir ay içerisinde iki tane cenaze geldi. Biri Kobani ‘den, 24 yaşında bir genç, Karlıova’ya geldi cenazesi. Sonra Çınar’a cenazeye gittik. Savaş aşağıda alabildiğine devam ediyor. Maalesef Kürtler hala ölerek siyaset yapmak durumundalar. HDP üzerinden Kürtlerin kendi taleplerini meclise taşıması mümkün olursa belki en önemlisi Kürtler artık ölmeden de siyaset yapabilir. HDP’nin meclise girmesi bu açıdan da çok önemli.