
MYK Üyemiz ve Batman Milletvekilimiz Ayşe Acar Başaran, Mecliste devam eden bütçe görüşmelerinde söz aldı ve şu ifadeleri kullandı:
İsrail'de Filistinliler, Türkiye'de Kürtler hapiste
Bugün içerisinde bulunduğumuz koşullarda, en çok adaletsiz olduğumuz, adaleti en çok aradığımız, adaletin olmadığı bir ortamda Adalet Bakanlığının bütçesini konuşmak da ayrıca trajikomik bir durum. Çünkü bildiğiniz üzere uzun bir süredir zaten OHAL koşullarında yönetiliyoruz. Adaletin tek bir cümleyle, tek bir kişinin ağızından çıkan lafla tecelli ettiği bir süreçteyiz. Aslında kanunların değil, fermanların yayımlandığı bir süreçteyiz ve biz bu konuda da buradaki bütçe üzerinde konuşmaya çalışıyoruz.
Adalet bakanlığının bütçesini incelediğimizde bütçenin en büyük payının Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğüne ayrıldığını görüyoruz, yüzde 31,9. Türkiye'de Adalet Bakanlığının bütçesi en fazla oranda buraya gidiyormuş.
İkinci olarak da aslında verebileceğimiz çok önemli bir istatistik: Nüfus oranına göre cezaevi nüfusunun en yüksek olduğu ülkeler sıralamasında Amerika ve İsrail'den sonra 3'üncü ülke de bizmişiz. Muhtemelen İsrail'de Filistinliler var, Türkiye'de de Kürtler var.
Sürgün politikası suçun şahsiliği ilkesinin ihlalidir
Biz cezaevlerini konuşurken birazcık ceza ve suçun tarihsel altyapısına da bakmak gerekiyor. Ceza ve suç aslında yeni icat edilen bir durum değil, insanlık tarihinin ilk gününden bu yana hem bilinen tarih, bilinmeyen, literatüre geçmiş, mitolojik metinlerde de çokça üzerinde tartışılmış, konuşulmuş bir durumdur suç ve ceza. Klan, kabile topluluklarından bugüne gelene kadar aslında birçok cezalandırma yöntemi uygulanmış ama modern hukuk sisteminde öç alma usulü şeklinde cezalandırma yöntemi bir tarafa bırakılmış ve cezalar kişiselleştirilmiştir. Yani modern hukukta, uluslararası kanunlarda da geçen cezanın kişisel olduğu, şahsi olduğu ön kabulüyle yaklaşılır eğer gerçekten bu uygulanırsa.
Biz de aslında hem Türk Ceza Kanunu'nda hem uluslararası kanunlarda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve diğer kanunlarda cezaların şahsiliğini benimseriz. Ama maalesef Türkiye'de cezalar şahsi uygulanmıyor. Hem cezaevlerindeki usul açısından şahsi uygulanmıyor, bir bütün topluma, aileye nüfuz edecek şekilde uygulanıyor hem de cezaların diğer boyutunda artık kolektifleşmiş, toplumsallaşmış bir cezalandırma yöntemi uygulanıyor. Bunu en çok nerede görüyoruz? Aslında hiç konuşulmayan ya da konuşulmak istenmeyen cenazelerde görüyoruz. Öldürülenlerin cenazeleri, hayatını kaybedenlerin cenazeleri tahrip ediliyor ve sosyal medyada paylaşılıyor. O kişiye bir şekilde devlet ceza verdiğini düşünüyor ama yanında, yetmezmiş gibi, ailesi ve toplumun bütününde cezalandırma yöntemine gidiliyor. Bu, dediğim gibi cezaların şahsiliği ilkesine tamamen aykırı bir yöntem olarak kullanılıyor.
Cezaevlerinde bu cezaların şahsiliği nasıl yok sayılıyor? Sürgünlerle yok sayılıyor. Adalet Bakanımız da burada, son süreç de en fazla sürgünlerin yapıldığı süreçtir. Kişinin kendisi Diyarbakır'da yargılanıyor ama ülkenin diğer bir ucunda, Edirne'de cezaevinde tutuluyor. Bunun en önemli örnekleri aslında var: Bakın, Abdullah Zeydan Diyarbakır'da yargılanıyor, ili Hakkâri, Edirne'de. Sayın Selahattin Demirtaş Ankara'da yargılanıyor, aslında Diyarbakır'da yargılanması gerekiyordu, ailesi Diyarbakır'da, en uzak, en ücra köşeye, Edirde'ye gönderiliyor. Şimdi, kişi zaten cezalandırılıyor, ayrıca yanında ailesi de cezalandırılıyor, ailesi kişiyle görüşemiyor.
Bunun yanında nasıl bir cezalandırma yöntemi var? Özellikle telefonla görüş hakkı son çıkan KHK'larla beraber çok fazla kısıtlanmış durumda. Telefonla görüş hakları kısıtlanıyor, aile görüş hakları kısıtlanıyor, avukat görüş hakları kısıtlanıyor, bir kez daha aile bir cezalandırma yöntemiyle cezalandırılıyor.
Bir devlet kendi yurttaşına hasmane bir tavır sergileyebilir mi?
Ayrıca bununla da kalınmıyor, bildiğiniz üzere kişiye bir defa ceza verildi mi bitti, o cezanın infazının dolması gerekiyor. Bizde ayrıca bir ceza var mı, hapis cezasından başka bir ceza, daha farklı bir ceza? Bildiğim kadarıyla zaten idam kaldırıldı, bunun yanında işkence de Ceza Kanunu'nda suç olan bir ülkeyiz, uluslararası imzaladığımız sözleşmelerde de işkencenin suç olduğunu kabul etmişiz ama cezaevinde ayrıca cezalandırılıyor. Tek hücrede tutuluyor, kötü muameleye maruz kalıyor kimlik dayatması nedeniyle. Elâzığ Cezaevinde mesela kırk beş gündür tutsaklar açlık grevinde, dört aya yakındır aile görüşüne, telefon görüşüne, postaya çıkamıyorlar; bu ayrıca bir cezalandırma yöntemidir, ayrıca bir işkence yöntemidir arkadaşlar.
Zaten Türkiye'de suç tanımı da çok geniş. Düşünce suçlusuydu, siyasi suçluydu, herkesi dibi delik bir çuvala attınız "terörist" kavramı, herkes terörist bu ülkede. Cezaevlerinin yarısı teröristle dolu; bir "tweet" atan da terörist kabul ediliyor -dokuz yıl ceza alan var, en ufak bir muhalif ses çıkaran da terörist kavramı içerisine sıkıştırılıp cezaevine gönderiliyor. Birincisi, zaten tutuklayarak, özgürlüğünden mahrum bırakılarak bu insanlara bir işkence yapılıyor ama yetmiyor, kendine göre bir hizaya çekmesi gerekiyor devletin.
"İşte bir kabile devleti değiliz" dedikleri ama klan, kabile mantığıyla hareket edilen ve bu mantıkla, öç duygusuyla, hasmane bir tavırla cezaevindeki tutsaklara her türlü kötü muamele hak görülüyor. Bir devlet kendi yurttaşına hasmane bir tavır sergileyebilir mi? Bunun herhangi bir açıklanır tarafı var mı? Suçu ne olursa olsun.
Burada cezayı verecek, bu cezayı onaylayacak merci ne benim ne bu sıralarda oturan arkadaşlarımız ne de cezaevi idareleri, cezaevi yönetimleri. Cezaevi idaresi ve yönetimi infaz yapar, tek görevleri budur ama orada o insanlara kötü muamele, işkence yapma hakkına sahip değillerdir.
Bakın, tutsaklar, mahpuslar gidiyorlar hastaneye, hastanede de ayrıca kötü muameleye uğruyorlar. İşlemiş oldukları suçtan dolayı gittikleri her hastanede ayrımcı bir tavra maruz kalıyorlar. Bunları kendileri de söylüyorlar. Peki, bu kadarla mı sınırlı cezaevi meseleleri? Değil.
Adli Tıp raporları olmasına rağmen hasta mahpusların cezaevlerinde ölümleri bekleniyor
Şu anda 1.000'den fazla hasta tutsak var cezaevinde. Bakın, çözüm sürecinde bu konu konuşuldu, bir mutabakata varıldı. Eğer bu devlet, iktidar vatandaşına hasmane bir tavır takınmıyorsa cezaevinde bu kadar hasta tutsak varken bunlarla ilgili bir düzenleme yapar. Adli Tıp raporları var, Adli Tıp raporları olmasına rağmen ölümleri bekleniyor cezaevinde. Daha birkaç gün önce bir cenaze çıktı. Bu hasmane tutum değil de nedir?
İmralı ile başlayan tecrit sistemi tüm ülkeye yayıldı
Bir tane daha işkence yöntemi: Tecrit. Bugün, İmralı Cezaevinden başlayan, Sayın Öcalan'la başlayan ve Türkiye'nin birçok yerine yayılan, birçok cezaevine yayılan bir insanlık suçu işleniyor. Siz ceza verirsiniz ve infazını gerçekleştirirsiniz, tecritte tutamazsınız. Ama aylardır, yıllardır İmralı Cezaevindeki Sayın Öcalan, ailesiyle, avukatıyla, herhangi bir kimseyle görüşemiyor. Neden? İktidarın politik yaklaşımları nedeniyle ve bu peyderpey diğer cezaevlerine de yansıyor. Bunu sadece biz söylemiyoruz; uluslararası sözleşmeler de söylüyor, bağımsız kurum ve kuruluşlar da söylüyor: Tecrit insanlık suçudur. Bir insanı tecritte tutamazsınız, kendi vatandaşınıza hasmane bir tutumla yaklaşamazsınız; diyoruz, dinlemiyorsunuz.
Madem cezaevlerinde işkence yok, neden CPT'nin raporlarını açıklamasına izin vermiyorsunuz?
Adalet Bakanlığından cevaplanmasını beklediğim başka bir soru var. 2016 yılında ve 2017 yılında CPT Türkiye'deki cezaevleri için incelemeye geldi. Biliyoruz ki CPT raporlarını açıklarken İçişleri Bakanının onayı gerekiyor. Madem her defasında biz "Cezaevlerinde işkence var" dediğimizde "Yok." diyorsunuz, madem cezaevlerinde işkence yok, neden CPT'nin raporlarını açıklamasına izin vermiyorsunuz? Eğer yoksa bir işkence, bırakın, CPT gelip yaptığı gözlemleri kamuoyuyla paylaşsın. Biz söylemeyelim, siz söylemeyin; zaten bizim girişimize izin vermiyorsunuz. Bakın, iki buçuk yıldır bizler cezaevlerine hiçbir şekilde gözlem için gidemiyoruz, siz de gitmiyorsunuz. İnsan Hakları Komisyonunun iki buçuk yılda gittiği üç beş cezaevi, o da belirlediği cezaevleri, kendi bakış açısına göre belirlediği cezaevlerine gitti. Biz gidemiyoruz, Meclisin Cezaevi Komisyonu da gitmiyor; yurt dışından heyet geliyor, raporunu açıklamasına izin vermiyorsunuz. Kapalı bir kutu hâlinde ne olduğu bilinmeyen bir bölge hâline geldi. Zaten Türkiye'nin içerisinde bulunduğu durum açık cezaevi hâlinde.
Zan altında kalmak istemiyorsanız cezaevlerini incelememize izin verirsiniz
Her gün cezaevi yapma müjdesi veriyorsunuz; çevreleyin bütün Türkiye'nin etrafını, açık cezaevi hâlindeyiz. Amenna, tamam, bunu da kabul ettik artık, en azından biz bunun karşısında konuşabiliyoruz, bunu kamuoyuyla paylaşabiliyoruz elimizden geldiğince. Peki, onlar? Onların sağlığından da, güvenliğinden de, hayatından da siz sorumlusunuz, iktidar olarak sorumlusunuz. Bu raporların ne dediğini, nasıl bir sonuç çıktığını da açıklamasına izin vermek zorundasınız, bizim gidişimize de izin vermek zorundasınız eğer zan altında kalmak istemiyorsanız, eğer hâlâ işkencenin yokluğunu iddia ediyorsanız. Bırakın, biz de gidelim, uluslararası kurumlar da gitsin, bakalım var mı yok mu, hep beraber tescil edelim.
15 Aralık 2017