
Ağrı Milletvekilimiz Berdan Öztürk, Meclis’te devam eden bütçe görüşmelerinde söz aldı.
Öztürk şu ifadeleri kullandı:
Egemen siyaset biçimleri, tarihsel ve toplumsal olarak erkek egemenliğine dayanan güç ve istismar siyasetine bağlanırlar. Kuşkusuz bunlar iç içe ve birbirlerini tamamlayan tarzda yürütülürler. Biri, boyunduruk altına alıp bağımlı kalmaya yönelik baskı, tehdit, şantaj, korku, zorbalık gibi yollarla yürütülen zor-siyasetidir. Fetih ve talan siyaseti olarak da açımlanabilir. Faydacılık ve çıkarcılığın kaynakları burada aranabilir. İkincisine ‘yumuşak güç siyaseti de denilebilmektedir. Bitmek tükenmek bilmeyen krizler, savaşlar ve giderek “kaos yönetimi”ne dayanan çözümsüzlük siyasetleri bunlarla bağlantılıdır.
Alman hukukçu ve siyaset felsefecisi Carl Schmitt’in “politikanın dostlar ve düşmanlar, biz ve onlarla ilgili olduğu” yolundaki tanımlaması bu yönleriyle dikkat çekicidir. Kaldı ki, çok daha öncesinde, kapitalist modernitenin siyaset felsefesinin Hegel’de en sistemli haline ulaştığını söyleyebiliriz. Halen sisteme damgasını vuran, esas olarak Hegelci yapısal zihniyet kalıplarıdır.
İktidarcı zihniyet tarafından askeri bir deha olarak görülüp lanse edilen Prusyalı General Clausewitz’e göre savaş, siyasetin farklı araçlarla yürütülmesidir. Burada savaş, çelişkilerin asli çözüm platformu olarak görülüp ele alınır. Çünkü siyaset yalana ve devletli diplomasiye indirgenmiştir. Hakikat, anlam savaşından ziyade askeri savaşta aranır… M Foucault’ya göre ise tersi doğrudur. Siyaset savaşın farklı araçlarla yürütülmesidir. Ve toplumu, bu bakımdan savunmak gerekir. M. Foucault görüşlerini, “Doğa gereklerine ya da düzenin işlevsel ihtiyaçlarına inanmamamıza yol açan unutuşların, hayallerin ve yalanların altında, savaşı bulmak gerekir. Çünkü savaş, barışın şifresidir. Tüm toplumsal varlığı da sürekli olarak bölüp durur; her birimizi bir kampa ya da başka bir kampa yerleştirir” şeklinde temellendirir.
Genel olarak savaşın kendisi iktidar amaçlı olup, çelişkileri çözerek aşmaya değil, daha da yozlaştırmaya ve siyasetin tasfiyesine hizmet eder. Böyle bir rol üstlenir. Bu yaklaşımın temelinde, çelişkiye zemin olan ikilem ve taraflardan birinin tümüyle boyunduruk (tahakküm) altına alınarak, bu yolla “çelişkinin ortadan kaldırılması veya kaldırılabileceği” kavrayışı bulunmaktadır ki, gerek tarihsel deneyimler, gerekse bilimsel gerçeklik bu bakışı doğrulamamaktadır. Çünkü çelişkiye taraf olan ikilemler zor yoluyla ortadan kaldırılamaz; ancak zamanla işlevsizleştirilerek aşılabilirler. Nasıl ki, doğada karşıtların birbirleriyle yüklenerek dönüşmesi söz konusuysa; toplumsal ikilemlerde de, bunun bire bir aynısı olmamakla birlikte, karşıtların mücadelesini, zıtların birbirlerini yok etmesi temelinde kavramak yanlıştır. Bu durum demokrasi ile devlet arasındaki ilkesel farklılıkları gözden kaçırmamız anlamına gelmez. Karşıt sistemi yok etmek değil, ilkeli mücadele yoluyla aşmak esastır. Bu da devletin demokrasiyle aşılması mücadelesidir. Buna bağlı olarak, demokrasi ile devlet arasında, demokrasinin iktidar ve devletleşmeyi hedeflemediği, devletin ise demokrasiyi bastırıp kendi içinde eritmesine müsaade edilmediği ilkeli bir ilişki ve çelişki dahilinde, ne inkar ve yok etmek, ne de birbirinin içinde erimek şeklinde özetlenebilir… Bu durumda her ne kadar uzun süreli bir arada yaşamaları söz konusu olsa da, demokrasinin meziyetleri ve de sorunları çözüm gücü karşısında devletin gerileyeceği tarihsel öngörüsüne bağlı olarak, devletli siyasetin de tarihsel süreçte etkinliğini giderek yitireceğini söyleyebiliriz. Burada Engels’in “devletin sönümlenmesi” perspektifi geçerliliğini korumaktadır…
Sermaye ve iktidar tekeli siyasetin en temel, başta gelen toplumsal sorunsalıdır. Bu kategoriler dışında siyaseti yeniden inşa etmek toplumsal sorunların ertelenemez çözüm yoludur. Tahakkümü süreklileştiren iktidar tuzaklarına düşmeden, devlete karşı direnişin ahlaki ölçülerini yaratan, netleştiren bir toplumsallık olarak siyaseti, yeni bir yol olarak düşünmemiz gerekiyor… Demokratik değişimin doğasını, özgür gelişimin diyalektiğini, değişik yöntemleri, çeşitli biçimleri, farklı sorumluluk ve katılım düzeylerini kendinde birleştiren bir toplumsal doğanın varoluş temeli olarak siyaseti yeniden anlamlandırmak bu ihtiyacın sonucudur. İktidar ve devlet eleştirisi temelinde, ahlaki ve politik toplum ışığında yeni bir alternatif siyaset icra etmek görev ve sorumluluğuyla yükümlüyüz. Dolayısıyla yeni bir siyasi ilişkinin kurulması gerektiğine ve bu yeni ilişkinin biricik kaynağının ahlaki toplum doğası olacağına inanıyoruz. Bu ilişki sadece yeni bir siyaset değil, yeni bir sistem inşa ederek toplumsal özgürleşmenin ufku olarak yaşam bulmaktadır.
Yeni siyaset ahlakı, iktidar ve devlet olgusuna, onun idareciliğine karşıt olarak tanımlanır. Bu yeni siyaset ahlaki, iktidarı almak ya da elinde bulundurmak diye bir derdi, amacı olmayan, tersine onun önüne ahlaki ve politik toplum mekanizmalarıyla set çeken, iktidar ve devlet-dışı toplumsallık düzleminde özgürlükçü bir alanda kurulur. Dolayısıyla yeni bir siyaset anlayışı gelişmektedir. Siyasetin demokratikleşmesi, devlet zihniyetinden kopuşu ifade eder. Toplumsalın çözüm odağı olarak siyaset, komünal düzlemde kendini yeniden inşa etmekte ve anlamlandırmaktadır. Epistemolojik olarak iktidar-devlet ekseninden kopuş aynı zamanda siyasetin ahlaki temeller üzerinde toplumun varoluş özelliği olarak, özgürlük ekseninde kendini kurmasıdır. Bu özelliğiyle toplumsal olanın ortaklaşması, dayanışması ve özyönetimin kolektif iradesi olur.
İşlev-anlam ve yapısallık bağlamlarında baktığımızda, demokrasi tarafında ahlakı esas alan ilişkiler, sözleşmeler, ortakçılık, çoğulluk ve özyönetim bulunmaktadır. Burada paylaşım ve kullanım değerine dayalı demokratik katılımcı topluluk ekonomisi, ekolojik yaşam, özgür kadın duruşu ve ideolojisi, toplum ve halk için bilim, vicdan, din ve inanç özgürlüğü, halkın meşru savunma tutumu ve örgütlenmesi, demokratik otorite ve özgür yurttaşlık ile demokratik tarzda işleyen komün, meclis, kongre, akademi, üretim ve tüketim birlikleri örgütlenmeleri başlıca ilke ve kurumlaşmalar oluyor… Devlet açısından bakıldığında ise bunların yerine kar ve iktidar tekelini, tekçi-inkârcı, baskıcı, ayrıcalıklı ve istismarcı anlayışlar olarak cinsiyetçilik, dincilik, milliyetçilik, pozitivist bilimcilik gibi zihniyet köleliklerini, zorunlu vatandaşlık, zorunlu askerlik, zorunlu eğitim gibi yasal ve hukuksal kılıflara büründürülmüş tahakkümcülüğü, zora dayalı otorite ile toplum aleyhine ur gibi büyüyen toplumu giderek nefessiz bırakan bürokrasi ve orduyu, polisi görmekteyiz…
Şimdi demokratik siyasetle özgür bir dünyanın var olduğunu yaşayarak ve yaşatarak haykırmanın vaktidir…