Adana Milletvekilimiz Sırrı Süreyya Önder'in Şırnak Milletvekilimiz Faysal Sarıyıldız ile Van Milletvekilimiz Tuğba Hezer'in meclisten atılmak istenmesine ilişkin Genel Kurulda yaptığı konuşma.
24 saat sonra oylama yapılacak ama ben burada milletvekili arkadaşlarımıtemsilen konuşacağım. Ama karar verecek organ oldukça eksik. İktidar sıralarında yaklaşık 12 arkadaşımız var. 24 saat sonra oy verecekler, yüz binlerce oy alan iki milletvekilinin, 6 milyon oy alan bir partinin iki milletvekilinin vekilliğinin düşürülmesi tartışılıyor, yüz yıla damgasını vuracak, bir utanç sayfası olarak geçecek bir günde muhalefet burada.
Konuşmama cezaevindeki, hapishanedeki arkadaşlarımı saymakla başlamak istiyorum. Şu anda, hâlen Sincan Cezaevinde bulunan Muş Milletvekilimiz Burcu Çelik'i ve İdris Baluken'i, Kandıra Cezaevinde bulunan Eş Genel Başkanımız Figen Yüksekdağ'ı, Çağlar Demirel'i, Besime Konca'yı, Ferhat Encu'yu, Selma Irmak'ı ve Gülser Yıldırım'ı; Silivri Cezaevinde bulunan Ayhan Bilgen'i ve Edirne Cezaevinde bulunan Abdullah Zeydan'ı ve Eş Genel Başkanımız Selahattin Demirtaş'ı saygıyla, sevgiyle, özlemle selamlıyorum. Onların yeri asla dört duvar arası değil ama bu da yine Türkiye siyasi tarihinde bir leke olarak kalmaya devam edecek.
Tutuklu belediye eş başkanlarımız o kadar fazla ki, hepsini saymadan birkaç arkadaşımızı, partilimizi de buradan anmak istiyorum. Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı Sevgili Gültan Kışanak, yine önceki dönem İstanbul Milletvekilimiz Sebahat Tuncel, ikisi de Kandıra Cezaevinde; Dersim Belediyesi Eş Başkanı Nurhayat Altun, o da Kandıra Cezaevi'nde; önceki dönem Dersim Milletvekili Edibe Şahin, Kandıra Cezaevinde; Siirt Belediyesi Eş Başkanı Tuncer Bakırhan, Siirt Cezaevinde; yine Siirt Belediyesi Eş Başkanı BelkızaEpözdemir, Siirt Cezaevinde. Onların şahsında hâlen hapishanede olan bütün belediye eş başkanlarımızı da saygıyla, sevgiyle, özlemle selamlamak istiyorum.
Kendi söyleyeceklerime geçmeden önce Vekilimiz Faysal Sarıyıldız'ın göndermiş olduğu yazılı savunmasını okumak isterim, kendisi komisyona da göndermişti, ondan sonra ben söyleyeceklerimi anlatacağım:
"2016 yılı Ekim, Kasım, Aralık aylarında beşer birleşimi aşan devamsızlığım sebebiyle, tüm itirazlarımıza rağmen, çoğunluğun muhalefet üzerinde baskı kurmayı amaçladığı bir süreç TBMM çatısı altında başlatılmıştır. Devamsızlık cetveline itiraz etmeme ve ilgili tarihleri kapsayan sağlık raporumu ibraz etmeme rağmen Meclis Başkanlık Divanının 31 Mayıs 2017 tarihli 39 no.lu Kararı'yla itirazım reddedilmiş ve dosyam Anayasa'nın 84'üncü, İç Tüzük'ün 138'inci maddeleri uyarınca Karma Komisyona gönderilmiştir." Karma Komisyon sürecini anlatıyor, burayı geçiyorum çünkü onlar Komisyon tutanaklarında mevcut.
"Öncelikle yapılan işlemin kendisinde Anayasa'ya aykırı bir durum söz konusudur. Bilindiği üzere, Parlamento çatısı altında kurulan komisyonlar yürütmenin siyasi çıkarlarına göre değil, aksine toplum yararı ilkesine göre oluşturulmalı ve buna göre işlem yapmalıdır. Ancak bu Komisyon böyle bir amaca hizmet etmemektedir. Doksan dört yıllık Parlamento tarihinde ilk defa vekillerin devamsızlığından kaynaklı olarak bir komisyonun kurulması, devamsızlıkla ilgili yüzlerce vekilin sorun yaşadığı ortadayken sadece şahsımın ve Van Milletvekili Tuğba Hezer Öztürk'ün vekilliğinin düşürülmesinin Komisyonca gündeme alınması ve bugün Genel Kurula gelmiş olması amacın aslında ne olduğunu ve neye hizmet ettiğini açıkça göstermektedir. Muhalif olan her kesimin hedef olduğu, vekillerin tutuklu yargılandığı, on binlerce memurun işinden olduğu, barış isteyen akademisyenlerin ihraç edilerek akademinin çöle dönüştürüldüğü, onlarca gazetecinin hapiste olduğu bir ülkede iki parlamenterin vekilliğinin düşürülerek yasama faaliyetlerinden menedilmek istenmesi Hükûmetin zor ve baskı aygıtlarının her türünü kullanmaktan çekinmediğini göstermektedir.
Milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılması için kurulan Komisyondan sonra, milletvekilinin devamsızlığı nedeniyle düşürülmesi için kurulan bu alt komisyonun sadece 2 HDP milletvekilinin düşürülmesini amaç edinmesi, 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra Halkların Demokratik Partisi milletvekillerine yönelik olarak başlatılan siyasi operasyonların devam ettiğine dair kamuoyunda ciddi endişeler hasıl olmuştur.
20 Mayıs 2016'da milletvekillerinin dokunulmazlıkların kaldırılmasından sonra şahsım ve partili milletvekili arkadaşlarımla ilgili yüzlerce fezleke Meclis Başkanlığınca işleme konulmuş ve 4 Kasım 2016 tarihinde eş başkanlarımız dahil olmak üzere 10 milletvekilimiz merkezî ve eş zamanlı operasyonlarla tutuklanarak cezaevine konulmuştur. Tüm bu sürecin 7 Haziran 2015 seçimlerinde partimin almış olduğu yüzde 13,1'lik oy oranıyla doğrudan ilişkili olduğu kamuoyunun malumudur. Türkiye siyasi tarihinde dengelerin altüst olmasına yol açan büyük seçim başarısından sonra, AKP Hükûmeti ve Anayasa'ya göre tarafsız olması gereken Cumhurbaşkanı Erdoğan sandık sonuçlarını yok sayarcasına hareket etmiş, çatışmalı ortamın yeniden başlamasına zemin hazırlayan politikaları devreye sokmuştur. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, çözüm sürecinin siyasi olarak bitirilmesi anlamına gelen "Dolmabahçe mutabakatını doğru bulmuyorum." sözlerinden yedi ay sonra, 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra alınan seçim başarısı Erdoğan ve AKP Hükûmetinin felaketine dönüşmüş ve 20 Temmuz 2015 Suruç katliamından sonra yapılan hava saldırılarıyla çözüm süreci fiilî olarak sonlandırılmıştır. Türkiye, o günden bu yana tabiri caizse ekonomik ve siyasi olarak bir felaketi yaşamaktadır.
AKP Hükûmeti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan 7 Haziran seçimlerinden sonra devletin tüm imkânlarını partimize yönelik kara propaganda amacıyla kullanmaktan çekinmemiştir. LoisAlthusser devletin zor ve ideolojik aygıtlarının iktidar tarafından nasıl da sömürü ve baskı aracı olarak kullanıldığını anlatırken bizim şu an yaşadığımız durumu özetler gibidir. AKP iktidarı, devletin polis, asker, mahkemeler, hapishaneler gibi zor aygıtlarının yanında ideolojik aygıtlarından biri olan medya gücünü fütursuzca kullanarak muhalif vekilleri kriminalize etme gayretine düşmüş, hegemonyasını hukuk dış yol ve yöntemlerle pekiştirmeye çalışmıştır. Rakiplerini demokratik yol ve yöntemlerle alt edemeyen siyasi iktidar zor ve hileyle yenmeye çalışmakta, bu şekilde demokratik siyaseti tasfiye etmeye çalışmaktadır.
Hukukun ayaklar altına alınması sonucu her geçen gün daha da derinleşen kaotik durum, iktidarın yönetememe krizini daha da derinleştirmektedir. Hukukun araçsallaştırılması ve muhalefetin Demokles'in kılıcına dönüştürülmesi hem ülke içinde hem ülke dışında ağır eleştirilere neden olmaktadır. Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararlarında bu durum açıkça tartışmaya açılmıştır. Avrupa insan Hakları Sözleşmesi'nin 18'inci maddesiyle temel hak ve özgürlüklerin, kamu gücü kötüye kullanılarak sınırlandırılmasının engellenmesi sağlanmaya çalışılmıştır. Bu maddeyle hukukun siyasi amaçların aracı hâle getirilmesinin önü kapatılmak istenmektedir. Dolayısıyla, vekilliklerin devamsızlık nedeniyle düşürülmesi hem Anayasa'ya hem de AİHS'e açıkça aykırıdır. Vekilliğimin düşürülmesi için kurulmuş olan bu komisyon parlamento tarihinde usulsüzlüğün ve çifte standardın kayda alınması olarak da tarihe geçecektir. Meclisin teamül hukuku da ayaklar altına alınmış durumdadır. Meclis çatısı altında daha önce eşi benzer olamayan hukuksuzluklara imza atılmaktadır.
Milletvekillerinin devamsızlıklarını düzenleyen Meclis İç Tüzük'ünün 138'inci maddesi milletvekilleri arasında partilerine göre bir ayrım yapmamaktadır. Bu maddenin tüm milletvekillerine eşit bir şekilde uygulanması gerekmektedir. Herhangi bir konuda ayrımcılığın önüne geçmenin temel koşulu kişiye eşit ve adil bir uygulamanın yapılmasından geçmektedir. Ancak burada görülmektedir ki benzer durumda olan vekiller değil, sadece şahsım da dâhil olmak üzere 2 vekil üzerinden süreç işletilmektedir. İç Tüzük'ün ilgili maddesi ve yasalar siyasi iktidar tarafından eğilip bükülerek muhalefet üzerinde bir baskı aracına dönüştürülmüştür. Diğer milletvekilleriyle benzer davranışları sergilememe rağmen sırf HDP milletvekili olmam hasebiyle farklı bir muameleye tabi tutulmaktayım. Şahsım üzerinden komisyon süreci işletilirken bazı milletvekillerinin bundan muaf tutulması Anayasa'nın eşitlik prensibine aykırı bir durum teşkil etmektedir.
Genel Kurul toplantılarının toplantıyı yöneten Meclis Başkanı veya Başkan vekilinin takdirine göre, müşahedeyle veya yoklamayla açıldığı bilinmektedir. Müşahedeyle açılan toplantılarda tüm milletvekilleri mevcut kabul edilmektedir. Şahsımla ilgili hazırlanan devamsızlık cetvelinde listede verilen oturumların hangilerinin müşahedeyle açıldığı, hangilerinin yoklamayla açıldığına dair bir ibare bulunmamaktadır.
Başkanlık makamına ibraz ettiğim doktor raporum geçersiz sayılmıştır. Ancak bu doktor raporuna dayanılarak yok sayıldığımın ortaya çıktığı söylenmiştir. Eğer böyle ise sağlık raporum neden geçersiz sayılmaktadır? Müşahedeyle açılan oturumlarda vekillerin teamül gereği mevcut kabul edildiği ortadayken maddi gerçeğin ortaya çıkarılması adı altında hafiyecilik oyununa girişilmiştir. Komisyonun maddi gerçeklere dayanarak işlem yapması durumunda Parlamentoda birçok vekilin devamsızlık yaptığı ortaya çıkacaktır ki izlenmesi gereken yol kesinlikle bu olmamalıdır. Bir vekilin verdiği beyanın yeterli olması gerekmektedir. Vekil beyanını dikkate almayan, vekile saygı duymayan bir iktidar anlayışı ileride en çok mevcut iktidar vekillerinin başını ağrıtacaktır. Ancak burada güçlünün hukuku uygulanmaktadır. Adaletin herkese lazım olduğunu bir zamanlar mazlum olan iktidar partisi milletvekillerinin iyi bilmesi gerekir. Mazeret bildirmeyip orada bulunan milletvekilleri var sayılırken, mazeret bildirdiğim hâlde sağlık raporumun yok sayılıp buna dayanarak milletvekilliğimin düşürülmesinin hukuki bir açıklaması olabilir mi?
Meclis Başkanlığına gönderdiğim sağlık raporu usulden kaynaklı eksiklikler içerdiği gerekçesiyle reddedilmiş, bunun üzerine istenen mahiyette olacak şekilde raporu yenilememin ardından, bu sefer de raporun günlerce birtakım bürokratik engellemeler yüzünden Başkanlık kayıtlarına girmemesinin siyasi bir tavır olduğu açıkça bilinmektedir. Rapor Başkanlık kayıtlarına ulaştığında ise, bir hastane tarafından, utanç verici bir şekilde, geçersiz sayılmıştır. Mevcut yasaları uygulamakla yükümlü AKP Hükûmeti, vekilliğimizin düşürülmesinin yasal, tüzüksel gerekçelerini yaratmak amacıyla bizzat kendisi yasaları çiğnemiştir. 3 Mart 2017 tarihinde aldığım ve usulüne uygun bir şekilde T.C. Stuttgard Başkonsolosluğuna teslim ettiğim başka bir sağlık raporu, hemen onaylanıp geri verilmesi gerekirken, üzerinden aylar geçmesine rağmen, Hükûmetten verilen yasa dışı talimat nedeniyle henüz onaylanıp tarafımıza verilmiş değil.
İlk sağlık raporumun tartışmaya açık hâle getirilmiş olması, sonraki raporların konsoloslukta bekletiliyor olması, vekillik faaliyetlerimi araştırmakla yükümlü bir ekibin kurulması ve günbegün neler yaptığımın araştırılmış olması, Meclis tarihine büyük bir utanç olarak geçecektir.
Vekilliğimin haksız ve hukuksuz bir biçimde, tamamen çifte standart uygulanarak düşürülmek istenmesini, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP Hükûmeti tarafından şahsıma yönelik olarak başlatılan ve hâlen devam eden siyasi bir linç kampanyasının devamı olarak görmek gerekiyor. Dokunulmazlıklar kaldırılmadan önce, bizzat Erdoğan tarafından, Suriye sınırında arabamda silah taşıdığım iddiasıyla başlatılan iftira kampanyası, fezlekeyi hazırlayan savcı tarafından yalanlanmasına rağmen, hakkımdaki linç kampanyası hiç sektirmeden devam etmiştir. Savcılığın bizzat hazırladığı iddianamede böyle bir suçlamaya yer verilmediği açıkça yazılmış olmasına karşın, Erdoğan, bu isnada devam etmiş ve şahsım üzerinden HDP'li milletvekillerinin dokunulmazlıklarını sürekli gündeme getirmiştir.
Kürt kentlerinde kimi zaman aylarca süren sokağa çıkma yasakları boyunca, başta yaşam hakkı olmak üzere, sayısız hak ihlali çok sayıda ulusal ve uluslararası sivil toplum örgütünün raporlarına yansımış durumdadır.
Cizre'de 14 Aralık 2015'te ilan edilen ve yetmiş dokuz gün boyunca aralıksız devam eden sokağa çıkma yasakları boyunca Cizre'de bulundum. Bu süre zarfında Cizre'de olan biteni kamuoyuna anlatmayı vekil olmanın görevlerinden biri olarak gördüm. Vahşet bodrumlarında yakılan gençlerin canlı tanığı olduğum için ve yaşanan vahşeti tüm dünyaya elimden geldiğince anlatmaya çalıştığım için AKP Hükûmeti ve Erdoğan'ın hedefi konumuna gelmiş durumdayım.
Benim şahsımda bana oy veren binlerce seçmenin iradesi düşürülmek istenmektedir. Millet iradesinin her şeyin üstünde olduğunu söyleyen, on beş yıldır bunu diline pelesenk etmekten çekinmeyen siyasi iktidar hangi millet iradesinin kendileri için kıymetli olduğunu bir kez daha göstermektedir. Bu durum en çok Parlamentonun saygınlığına zarar vermektedir. Adalet duygusu ağır yara almış durumdadır. Öyle görünüyor ki; adaletin bir gün herkese lazım olacağı inancı Hükûmet tarafından çoktan unutulmuş durumdadır.
"Hukuk" kelimesinin "Hak"tan geldiği bilinir. Hak temelli değil güç temelli bir hukuk anlayışının söz konusu olduğu toplum tarafından genel kabul görmektedir ve yargıya güven artık oldukça azalmış durumdadır. Hükûmetin ve bugünlerde Hükûmetin siyasi ortağı olanların bilmesi gereken şudur: Adalet ilkesini yitiren bir iktidar kendi ölüm fermanını imzalamıştır. Ve AKP Hükûmeti uçurumun kenarındadır.
Faysal Sarıyıldız
26. Dönem Şırnak Milletvekili"
Değerli milletvekilleri, Şırnak Milletvekilimizin savunmasını öncelikle okudum. Şimdi ben de onun adına bizim hem Komisyon tutanakları ve hem de partimize yönelik uygulamaları, saldırıları dilim döndüğünce anlatmaya çalışacağım ama bundan önce bugün bu dokunulmazlıkların kaldırılması tezkeresini konuşurken bunun bağlantılarını da bilmemiz gerekiyor. Bu, sadece Tuğba Hezer ve Faysal Sarıyıldız'a yönelik bir operasyon değildir. Bu, aslında çok daha derinlerde şekillenen ve Millî Güvenlik Kurulunda kararı verilen çözüm sürecinin bitirilmesi sürecinden, Millî Güvenlik Kurulunda çökertme planının planlanmasıyla başlayan genel bir konseptin sadece bir ayağıdır.
Bugün, şu anda HDP ne durumda? Sadece grubunu söyleyeyim değerli milletvekilleri: Bir kısmımız buradayız, Genel Kurul çalışmalarına katılıyoruz. 10 arkadaşımız Diyarbakır'da demokratik siyasete özgürlük nöbeti tutuyor. 11 milletvekili arkadaşımız Kandıra, Sincan, Edirne ve Silivri cezaevlerinde tutuluyor. 2 milletvekilimiz Tuğba Hezer ve Faysal Sarıyıldız Avrupa'da. Yöneticilerimizi birazdan anlatacağım. Tabii, bu vesileyle Tuğba Hezer ve Faysal Sarıyıldırız'a da -herhâlde söylemedim- buradan selamlarımı özel olarak göndermek istiyorum.
Savunmaya yine geçmeden önce, şu anda Diyarbakır'daki manzarayı sizlerle paylaşmak istiyorum. Lütfen, buradaki milletvekilleri bir an için orada 10 milletvekilinin yerine koysun kendini. Şu anda, partimize yönelik tasfiye, yok etme, terörize etme, kriminalize etme, tutuklama, saldırma politikaları, OHAL uygulamaları, bir bütün olarak demokratik siyasetin yok edilmesi, hak ve özgürlüklerin tümüyle gasp edilmesi, Türkiye'de adım adım bir faşizmin ve diktatörlüğün inşa edildiği bir dönemde Diyarbakır'da bir aylık demokratik siyaset, özgürlük, adalet ve vicdan nöbetinin ilk bir haftası başladı. Dün Diyarbakır milletvekillerimiz Diyarbakır Valisiyle ve ilgililerle yoğun bir temas kurdular. Bu etkinliğin, bu nöbetin kesinlikle demokratik siyasetin, olmazsa olmaz, demokratik tepkinin bir parçası olduğunu, bu konuda aynı zamanda bir sivil itaatsizlik etkinliği olduğunu ve siyasi partilerin bu tip etkinlikleri yapmak için aslında izne ihtiyaçlarının olmadığını, Koşuyolu Parkı'nda ilk başta grup toplantısı yapılacağını ve sonradan da bu nöbetin tutulacağını anlattılar ve Valilik Diyarbakır'da Ekin Ceren Parkı'nda bu etkinliğin yapılabileceğini söyledi. Bu sabah milletvekillerimiz, halk, sivil toplum örgütleri, parti yöneticilerimiz birlikte grup toplantısının yapıldığı yere gittiler ve neyle karşılaştılar? Her zaman olduğu gibi tam bir ablukayla, her taraf TOMA'larla, panzerlerle, rangerlarla, kolluk gücüyle kuşatılmış durumda. Lütfen, sosyal medyadan şu anda milletvekillerimizin oturduğu yeri bir görün. Bizim hesaplarımızda var, başka hesaplarda da var. İki kat bariyer, tel örgüler çevrilmiş durumda, hiçbir şekilde vatandaşın milletvekillerinin yanına gitmesine izin verilmiyor, grup toplantısında halkın, farklı sivil toplum örgütlerinin ve dinlemek isteyenlerin girişine izin verilmemiş. Her tarafta TOMA'lar -dediğim gibi askerî araçları çok bilmem ama diğerlerine ne deniyor- rangerlar, işte arabalar, hepsi orada konumlanmış durumda, askerî araçlar ve polis araçları ve 55 derece sıcakta arkadaşlarımız orada. Sadece 10 milletvekili arkadaşımız, içinde Parti Sözcümüz Osman Baydemir'in, Grup Başkan Vekilimiz Ahmet Yıldırım'ın, Diyarbakır milletvekillerimiz Ziya Pir, NimetullahErdoğmuş ve Feleknas Uca'nın olduğu; yine Kadın Meclisi Sözcümüz Dilan Dirayet Taşdemir'in olduğu, yine Adıyaman Vekilimiz Behçet Yıldırım'ın, İzmir Vekilimiz Müslüm Doğan'ın, İstanbul vekillerimiz Hüda Kaya ve GaroPaylan'ın olduğu 10 milletvekili arkadaşımız, şu anda yedi gün yirmi dört saat nöbetin ilk gününü tutmaya devam ediyorlar.
Oradaki milletvekili arkadaşlarımız bu Parlamentonun üyesidirler ve şu anda demokratik bir hakkı kullanıyorlar. Bu demokratik hakkın kullanımına engel olanlar hakkında işlem yapılması gerekiyor. Diyarbakır Valisi hangi emir ve talimatla orada etkinliğimizin ziyaret edilmesine izin vermiyor? Gerçekten bir açıklama bekliyoruz. İktidar partisi istediği her ilde, istediği her beldede, istediği her yolda, istediği her güzergâhta ve üstüne üstlük istediği her saatte binlerle, on binlerle ya da daha düşük kalabalıklarla, daha yüksek kalabalıklarla bir araya geliyor ve oraya giden güvenlik güçleri sadece korumak için, taşkınlığı önlemek, herhangi bir zarar ve ziyan olmasını engellemek ve tabii ki milletvekillerini ve oradaki vatandaşı korumak için gidiyor; olması gereken bu. Peki, söz konusu olan HDP ise ve söz konusu olan aynı demokratik tepki ve direniş ise neden partiler arasında bu kadar açık, bu kadar bariz bir ayrımcılık vardır? Şunu Meclis kürsüsünden bir kez daha önemle hatırlatmak istiyorum, İçişleri Bakanına sesleniyorum -grup başkan vekili burada iktidar partisinin- ve Meclis başkan vekiline: Bu bizim demokratik hakkımızdır. Ortada zulüm varsa buna karşı direnmek de bir haktır ve biz orada hiçbir şiddete mahal vermeden, buna izin vermeden, büyük bir kararlılıkla bu demokratik siyasetin tasfiye edilmesi çabalarına karşı, aksine savaşa karşı barışı, şiddete karşı demokratik siyaseti ve ölüme karşı yaşamı savunmak için nöbet tutuyoruz. Biz orada adalet nöbeti tutuyoruz, orada vicdan nöbeti tutuyoruz ve bu uygulama iktidarın bu taleplerden ne kadar korktuğunu, görünür olmasını ne kadar tehlikeli bulduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır.
Hükûmet, derhâl, Diyarbakır'da milletvekillerimizin üzerindeki, etrafındaki ablukayı kaldırsın. Halkın vekillerini ziyaret etmesini engellemeyi bıraksın. Orada 55 derece sıcakta ihtiyaçların bile giderilmesine engel olunan bir ortamda bu zulmü kapatamazlar ve ne yaparlarsa yapsınlar -bir ay boyunca- gelecek hafta İstanbul'da, diğer hafta Van'da, son hafta da İzmir'de, birer haftalık "Demokratik Siyasete Özgürlük" nöbetleri yirmi dört saat boyunca tutulacaktır ve her gün sabah saatlerinde, sanırım on birdi, on ya da on bir, her gün grubumuz orada basına açıklamalarını da yapacak. Bugün arkadaşlarımız, maalesef, tel örgüler arakasından -fotoğraflar geliyor grubumuza- basına demeç vermek zorunda kalıyorlar. Türkiye'nin milletvekilleri ya gerçek hapishanelerde ya da dışarıda siyaset yapmak istediklerinde polis bariyerleriyle çevrili dışarıdaki cezaevlerinde tutuluyor. Bu meseleyi de önemle önemle tekrar hatırlatmak istiyorum.
Değerli milletvekilleri, bunun dışında, şimdi, dokunulmazlıkların kaldırılması sürecine nasıl geldiğimizi genel hatlarıyla bir hatırlatmak isterim. Şimdi, hepinizin bildiği üzere, Türkiye'de "7 Haziran seçimleri" diye bir dönem var. Ne olduysa, çözüm sürecinin bitirilmesi, ondan önceki meseleler ve sonraki meseleler bir kronoloji dahilinde aslında devam ediyor. Neydi bunlar gerçekten? Önce, tabii, Faysal Sarıyıldız'ın savunmasını yaptığım için ona ilişkin birkaç anekdotu da öncelikle paylaşmak istiyorum.
Faysal Sarıyıldız bir milletvekili ama sürekli halkının yanında, hatta canı pahasına kendisini halkına siper eden bir milletvekili, bunu bütün dünya kamuoyu ve Türkiye kamuoyu biliyor. Biz milletvekili olarak öncelikle kime karşı sorumluyuz? Tabii ki halka karşı sorumluyuz. Bu soruyu yanıtlamamız gerekiyor. Faysal Sarıyıldız halkın oylarıyla ikinci kez seçilmiş ve halkının sorunlarını Parlamento çatısı altında dile getirmek ve çözüm üretmek adına Şırnaklılar tarafından, o kadar acı çeken bir coğrafyada, demokratik siyasete olan inancı pekiştirmek uğruna ve gerçekten barış umutlarıyla Faysal Sarıyıldız'ı Parlamentoya göndermiştir.
Peki, gerçekten, bir milletvekilinin üyeliğinin yoklamadan dolayı düşürülmesine ne diyebiliriz? Emin olun, bunu karşılayacak… Ben Türkçe biliyorum, Kürtçe biliyorum, birazcık İngilizce bilirim yani yeteri kadar, azıcık da Zazaca bilirim ama buna karşı bir kelime yok. Bu bir "skandal" desem, az kalır; "Bu dehşet veriyor." desem, çok hafif kalır; "Bu, siyasi bir operasyon." desem, zaten hepimiz biliyoruz; "faşizm" desem, faşizm bile karşılamıyor; bu bir zulüm. Ben size sormak istiyorum, yani Davutoğlu'nu Sırrı Süreyya Önder söyledi, ben başka bir milletvekilini söyleyeyim: Ali Babacan'ı kim gördü Parlamentoda? Aklıma geldi.Kim gördü? Ben kendi adıma Parlamentoyu grubumun adına en çok takip ettiğim için, görev gereği yani görevlendirme sonucunda buraya geldiğim için biliyorum, ben en son 20 Mayısta görmüştüm, kayıtları açıp bakalım.
Şimdi, gören de bu dokunulmazlıkların hani yoklama için düşürüldüğünü görenler, dışarıdan parlamentolar zannedecekler ki burada, her gün Mecliste 550 milletvekilinin en az 500'ü burada. Her gün yoklama yapılıyor, müşahedeyle hiç oturum açılmıyor zaten, biz çok düzenli milletvekilleri olarak haftanın dört günü, beş günü buradayız, imza veriyoruz. Sadece HDP'nin 2 milletvekili 47 birleşime katılmamış. Bu gerçekten büyük bir gaflet, bu büyük bir gaflet. Nasıl böyle bir haksızlık altına imza atılabilir? Faysal Sarıyıldız ve Tuğba Hezer'in vekilliğinin düşürülmesinin yoklamayla, usulle hiçbir ilgisi tabii ki yok. Tabii ki aklımızla alay ettirmeyiz. Ya da halk, 80 milyon yurttaş -sizin seçmenleriniz de dâhil, diğer bütün partilerin seçmenleri de dâhil- hiç kimse Faysal Sarıyıldız ve Tuğba Hezer'in vekilliğinin yoklamaya katılmadıkları için düşürüldüğünü düşünmez, inanmaz çünkü bu konu da gün gibi ortada. Ya, 2 milletvekilinin vekilliği düşürülecek, 15 kişi var salonda; biz daha ne anlatalım? Buraya sadece oy vermeye geliniyor. Yirmi dört saat sonra gelinecek ve vekiller "Hadi vekilliği düşürülsün." Diyecek.
Türkiye bugünü on yıl tartışacak ve iktidar partisi yetkilileri, vekilleri çıkıp nedamet getirecekler, özür dileyecekler, öz eleştiri verecekler, yanlış yaptık diyecekler. Bundan benim şahsen hiç kuşkum yok. Biz de diyoruz ki yarın olmadan, bu nedameti sonradan getirmeden bugün gelin, şu ülkeyi uçuruma götüren uygulamalara evet demeyin. Hep birlikte Parlamentoya, siyasete ve demokrasiye sahip çıkalım diyorum.
Henüz 7 Haziran olmamıştı, HDP'nin o yükselişi ve başarısı görüldükçe sürekli bizi hedef alan konuşmalar dinledik, sıklıkla. Ben o hedef gösteren konuşmaları burada okusam ya da anlatmaya kalksam değil üç saat, otuz üç saat, otuz üç gün anlatmam gerekir. Çünkü iktidar partisi yetkilileri kalkıp, oturup gece bizimle yatıyorlardı, sabah bizimle kalkıyorlardı, her kalkan HDP'ye bir laf söylüyordu, hedef gösterme başlamıştı ve seçim çalışmaları ısrarla sabote edilmeye çalışıldı. Ne oldu? Benim seçim bölgem olan Adana'da -ben hiç unutmam bu tarihi çünkü bomba patlamasından yaklaşık altmış saniye sonra il binasındaydım, kıl payı yaralanmadan ve ölmeden kurtuldum- sokağa girdiğimde büyük bir patlamayla irkildim. Bir baktım ki bizim il binası bombalanmış. 18 Mayıs 2015, 7 Hazirandan kaç gün önce? Üç hafta önce. Hemen gittik olay yerine, polisler geldiler, olay yeri inceleme ekipleri; bomba, masanın yanında bulunan sehpanın üzerine konulmuş ve bizim İl Eş Başkanımız Hüseyin Beyaz hâlâ sakat, arkadaşlarımız yaralanmıştı, şans eseri ölüm olmadı ama bina kullanılamaz hâldeydi ve biz seçim çalışmalarımızı artık o binada yapamaz olduk.Peki, ne oldu biliyor musunuz? Failler yakalandı mı? Hayır. Dosya açık mı? Hayır.Kim attı o bombayı? Faili meçhul, en kolayı bu, "Bilmiyoruz." diyorlar. Dönemin Valisiyle, emniyet yetkilileriyle defalarca görüştüm, oradaydım aday olarak. Bu bombayı kim attı? Aynı saatte, hem Adana hem Mersin İl Binamızda aynı anda, aynı dakikada iki bomba patladı. Önce dediler ki: "Bunlar Suriye'den gelmiş." Sonra başka açıklamalar yapıldı, sonra "IŞİD'ciler" dedi, sonra bizim yargı mensuplarından öğrendiğimiz kadarıyla kamera kayıtlarında -bize göstermediler, hâlâ göstermediler- sanıklar yani o zanlılar, şüpheliler teşhis edilmiş ama kimse yakalanmadı. Sonra, bir hafta sonra -çok iyi hatırlıyorum, çok yakın takip ettim- basında, yandaş basında Adana İl Binasını bombalayan failin adı açıklandı ve Suriye'ye kaçtığı söylendi. Ya, el insaf, mademki faildi, mademki adını biliyordunuz, niye yakalamadınız, niye tutuklamadınız? Kaçtı ya da kaçırttınız, siz götürdünüz Suriye'ye, sonra da "Kaçtı." diye haberler yapıldı. Ve 18 Mayıs 2015 dosyası hâlâ açık. Partimize yönelik ilk bombalı saldırıdır bu, bu nedenle çok önemli bir yerde duruyor.
Peki, diğeri neydi? 5 Haziran -yine unutulmayacak bir tarih- 7 Hazirandan iki gün önce sadece, iki gün önce, Diyarbakır mitingimizin göbeğinde, yüz binlerce insanın olduğu miting alanında bombalar patladı. 5 sivil yaşamını yitirdi. Orhan Gönder -6 sivil- ünlü, Adıyaman'dan geldiği iddia edilen… Adıyamanlıları tabii ki asla suçlamıyorum, sadece basında geçtiği ve bilindiği için, İslam Çay Ocağı, Dokumacılar Grubu.
5 Haziran katliamıyla ilgili dava bugündü biliyor musunuz? Ve 1 sanık tahliye edildi. Bir katliam teşebbüsünde bulunan, katliamı başaramayan, 6 kişiyi katleden IŞİD'çiler mahkeme karşısında tahliye ediliyor. Biraz önce, gelmeden önce baktım, savcı lütfetmiş, itiraz etmiş. Hani, bilmiyoruz artık birileri rahatsız oldu mu? İşte 7 Hazirana böyle bir atmosferde girdik.
Tabii, bununla ilgili, seçim ofislerimize, binalarımıza, stantlarımıza, adaylarımıza sayısız saldırı oldu 7 Hazirana giderken. Biz yanımızda korumalarla ve ruhsatlı silahlarla dolaşmak zorundaydık çünkü her yerde bize yönelik saldırılar ve saldırı teşebbüsleri vardı. Hiç unutmuyorum, Eş Genel Başkanımız Figen Yüksekdağ Antep'ten Adana'ya geldi ve biz bir gün önce, öldürülmesine dair ciddi bir ihbar almıştık. Hatta bunu Ankara da doğruladı ve Sayın Yüksekdağ kıl payı ondan Antep'te kurtuldu, Adana'ya geldi, inanılmaz bir güvenlik kordonuyla biz çalışmalarımızı yürütmek zorunda kaldık. Niye? Biz de partiydik, hâlâ partiyiz; siyaset yapıyoruz ve halka gidiyorduk. Bunların hepsi kayıtlarda mevcut. 7 Hazirana biz böyle bir atmosferde gitmek zorunda kaldık.
Tabii bu saldırıların, bu bombalamaların, bu tutuklamaların amacı tekti: HDP barajı geçmemeli. Hatta "HDP yüzde 10 barajını geçemez zaten, bağımsız olarak seçimlere girsin." denilen tartışmaları da parantez içinde hatırlatıyorum çünkü biz barajı geçsek iktidar tek başına iktidar olamayacaktı. Hesap çok açıktı, biz geçmezsek iktidar oluyorlardı. Zira, iktidardan düşüren tek parti olma unvanını kazanmış olduk 7 Haziranda. Bütün saldırının sebebi buydu. Çoğunluk sağlanamıyordu çünkü, matematik çok açıktı, biz düşürülmek isteniyorduk. Bunu başaramadılar ve bundan sonra ne oldu, 7 Hazirandan sonra? 20 Temmuzu yeni atlattık, çok korkunç bir gündü, çok korkunç bir olaydı, gerçekten 33 Türkiyeli genç İzmir'den İstanbul'a, İstanbul'dan Antalya'ya, Antalya'dan Kayseri'ye, Adana'dan Hatay'a 33 tane genç Kobani'de çocuklara oyuncak ve fidan götürmek için yola çıktılar. Çoğu üniversite öğrencisiydi ve ikisini çok yakından tanıyorum çünkü Adana'da seçim çalışmalarından bizimle birlikte destek çalışmaları yapıyorlardı. Bu çocuklar orada IŞİD'cilerin hedefi oldu. Neden? Şimdi, 20 Temmuzda, 7 Hazirandan bu kadar bir süre sonra, Türkiye'de yola çıkan gençler -etnik kimlik zikretmek için söylemiyorum ama- Kürt olmayan, Türklerden oluşan sosyalist, solcu, demokrat, Müslüman, mütedeyyin birçok kesimden oluşan gençler barış köprüsü olmak istediler, Kobani'de o yıkıma, IŞİD vahşetine karşı bir el uzatmak istediler, bu, İŞID'in hedefi oldu. Suruç'a gidenler bilirler. Urfa Vekilimiz Sayın Dilek Öcalan da burada, dün sohbet ettik. O, parçalanma anını görmüş, hemen gitmiş, ben de gittim sonrasında. Gerçekten, insanın ne vicdanının ne de havsalasının asla kabul edebileceği bir şey değil. O zaman Kaymakamla da görüşmüştüm, Valiyle de. O kadar yüksek güvenlik tedbiri olan Suruç'ta biz gidip sınırda barış nöbetleri tutuyorduk IŞİD gitmesin diye, günde 15 defa gaz atılıyordu yeter ki Suruç'ta, Urfa'da IŞİD'e karşı bir ses çıkmasın, nöbet tutulmasın diye ama o gün o Amara Kültür Merkezi'nde nedense tek bir polis yokmuş, güvenlik gücü yok. Üstelik, basın açıklaması yapacaklar bu gençler, daha önce görüşmüşler. Peki, ne oldu 20 Temmuzdan sonra? Diyeceksiniz "Failler mi yakalandı?" Tabii ki hayır. Şu anda göstermelik bir dava devam ediyor, dosya gizli tutuldu, bütün itirazlarımıza, girişimlerimize rağmen failler hâlâ korunmaya devam ediyor. Bunlar bu şekilde devam etti.
Bir de Ankara Tren Garı katliamı var, 10 Ekim, onu bu kürsüden çok anlattık. Yani 5 Haziran, 20 temmuz, ağustos, eylül, ekim… 1 Kasıma yirmi gün kala Ankara'da barış savunucuları, barış mücadelesini yürüten kadın, genç, yaşlı demeden, yine Ankara'nın göbeğinde bombalar patladı, 101 insan katledildi ve dava hâlâ devam ediyor. Aynı şekilde, siyasetçileri tutuklayan zihniyet, her gün demokratik muhalefete saldıran iktidar partisi, söz konusu olan bu katliam failleri olunca bu kadar hızlı davranmıyor ve davranmadığı için katliamlar devam ediyor; davranmadığı için, koruduğu için bu suçlar işlenmeye devam ediyor.
Peki, sonra ne oldu? 1 Kasım. Tümüyle bir darbeyle -o süreçten başlayan bir tablo var- 1 Kasım seçimlerine gittik. 1 Kasım seçimlerinde -biliyorsunuzdur mutlaka siyasetle bu kadar iç içe olduğunuza göre- HDP olarak biz miting yapmadık biliyor musunuz? Miting yapmadık, yapamadık ve biz Merkez Yürütme Kurulunda bizim seçmenleri ve halkı korumak adına kitlesel mitingler yapmama kararı aldık 10 Ekim ve 20 Temmuzdan sonra. Çünkü biz bizim toplantılarımıza, mitinglerimize, buluşmalarımıza yönelik bu sabotajların, bu provokasyonların, bu saldırıların devam edebileceği kaygısı… "Kaygı" derken korku değil asla, korku değil, biz çalışmalarımızı devam ettirdik ama o kitlesel olaylarda sonuçta iktidar partisi bize yönelik saldırıları da önlemediği için; tersine, teşvik ettiği için, her gün hedef gösterdiği için biz çalışmalarımızı kapı kapı, ev ev, küçük küçük toplantılarla yapmaya çalıştık. Arşivlere bir bakın, 1 Kasım çalışmalarımızın nasıl olduğunu görürsünüz.
Sonra, tabii ki sokağa çıkma yasakları dönemleri oldu ve bu seçimden sonra Burhan Kuzu'nun şu sözü çok söylendi, söylemeden geçemeyeceğim, çok ünlü bir söz -çok ünlü "tweet"leri vardır kendisinin- şöyle bir "tweet" attı: "Evet, seçim bitti. Millet kararını verdi. 'Ya istikrar ya kaos.' dedim, millet kaosu seçti." Doğru Sayın Kuzu, kaosu sizin çıkardığınızı da kabul etmişsiniz. Doğru demişsiniz. Siz iktidar adına herhâlde şunu dediniz: "Bize oy verirseniz istikrar olacak, bize oy vermezseniz biz kaos çıkaracağız." ve kaosu çıkardınız. Tebrik ediyorum sizi, gerçekten tebrik ediyorum. "Millet kaosu seçti." demek ne demek? Ve sonra kaos geldi. Demek ki kaosun planlayıcılarından biri sizsiniz. Bunun başka bir izahı var mı?
Bundan sonra HDP'ye ve HDP'yi destekleyenlere yönelik saldırılar hız kazandı. Peki, sadece Sayın Kuzu mu bu "tweet"i attı? Hayır. Allah var, haklarını yemeyelim, basın hiç geri durmadı. Star gazetesi -adını vermekte hiçbir sakınca görmüyorum- manşette "Ya istikrar ya kaos." Bazı gazeteler var ama onu getiremedim. Akit ve Star gazetesi de aynı şeyi attılar. Sonra, şöyle yazdı Akit: "Ya başkanlık ya kaos." Bu sefer, iş başkanlığa döndü, çünkü başkanlık olmasa kaos olacak. Hâlâ o tehditler ve propagandalar devam ediyor.
Şimdi, bu durumda her türlü engellemeye rağmen 1 Kasımda HDP'yi durduramadılar, 1 Kasımda şeyi aştık ve sonra, Sayın Erdoğan, şu anda AKP'nin Genel Başkanı, anayasal bir hak olan yasama dokunulmazlıklarının kaldırılması meselesini ortaya attı, zaten tartışma da orada başladı. 28 Temmuzda -yanlış tespit etmediysem- bu konuşmalar başladı ve şunu söylüyor Erdoğan eş başkanlarımızı hedef göstererek: "Ve terörle mücadele hedefine yönelik olarak genişletilmiş bir şekilde bu tartışmaya açılmıştır." diyor ve şöyle diyor: "HDP eş başkanları anayasal suç işliyor. Dokunulmazlıklarının kaldırılması terörle mücadeleyi olumlu etkiler. Mecliste temsil edilen siyasi partilerin yasama dokunulmazlıklarının tamamen ve herkes için kaldırılması veya koruma tedbirlerinin uygulanmamasıyla sınırlı tutulması yönünde kalıcı çözüm ve köklü Anayasa değişiklik teklifimize rağmen…" Bunu bazen iktidar partisi hatipleri farklı ifade ediyor. Biz geçici değil tümüyle dokunulmazları düzenleyen, kaldıran, kürsü dokunulmazlığını ayrık tutan bir teklif önerdik ve burada herkes için kaldırılması, sadece koruma tedbirlerinin Parlamento süresince -yani yasama faaliyetini engellemesin diye- uygulanmaması şartıyla bir teklif önerdik. Tabii, bu hiç tartışılmadı, tartıştırılmadı bile. Yani hâlâ kamuoyunda bizim sesimiz nekadar çıkıyorsa onlar biliyor, gerisi şöyle biliyor: "Demirtaş dedi ki: 'Kaldırın.'", işte, "Yüksekdağ dedi ki: 'Kaldırın.' Hadi biz dilekçeleri veriyoruz." Hatta dün iktidar partisinden bir hatip -adını şu anda anımsamadım- şöyle dedi: "Ya, öyle bir söylediler ki üzerimizde siyasi baskı oluştu, biz mecburen dokunulmazlıkları kaldırdık." Yani gerçekten, ben dün çok gülümsemiştim. Biz siyasi baskı oluşturduk, "Hadi bizi cezaevine atın." diye, neredeyse bunu diyecek. "Siz istediniz…" Yani gerçekten, hani, bir ar meselesi varsa, utanmasa diyecek ki: "HDP dedi ki 'Bizi cezaevine atın.'" Bir bunu söylemedi. Diyor ki: "HDP dedi ki 'Biz dilekçe veriyoruz, eş başkanı şunu dedi.'" Ayıptır ya! Yani kendi söyledikleri yalana kendileri inanıyor bir süre sonra ve vatandaşın da inanmasını bekliyor. Böyle bir absürtlük olabilir mi? Böyle bir gerçek dışılık olabilir mi?
Şimdi, bu tartışmaya açıldı. Sonra, Nisan 2016'da tercihi biliyoruz; AKP, MHP ve diğer muhalefetin desteğiyle dokunulmazlıklar kaldırıldı. Beş ay sonra, sizi 4 Kasıma… 4 Kasımda ne olduğunu biliyorsunuz. 4 Kasım 2016 tarihinde, gece saat bir buçukta -ben Diyarbakır'da olduğum için Demirtaş'ın ve Nursel Aydoğan'ın evine gitmiştik milletvekili arkadaşlarımızla beraber- tanıklık ettim nasıl gözaltı işlemi yapıldığına. Bütün bir Kayapınar… Kayapınar'ı bilenler bilir. Bilmiyorum kaç kişi biliyor Diyarbakır'ı? Yani ancak savaş hâlinde böyle bir önlem alınabilir. Dehşet bir şey. Yani bütün kolluk orada, biz zar zor Eş Başkanımızın bahçesine kadar gidebildik, o sırada indiriliyordu ve büyük silahlarla, asla gelemezsiniz, gidemezsiniz. Ne oluyor? Bilgi verin, hiçbir bilgi yok. Ee, darbe böyle oluyor. Yani "15 Temmuz darbe girişimi" diyoruz ya, işte, darbe böyleymiş, biz canlı canlı yaşadık, o yüzden hepsini artık tanıyoruz. Aynı anda İdris Bey, Yüksekdağ, işte, bir kısmı Ankara'da arkadaşların, bir kısmı Mardin'de, bir kısmı Diyarbakır'da, Sırrı bey, sanırım o da Ankara'daydı yani beş ayrı ilde ama aynı dakikada, sorun orda, aynı dakikada -bu kürsüden bir kez daha anlatmıştım- eşzamanlı operasyonlar yapıldı ve sabah beş buçuk civarıydı, Diyarbakır'da adliyeye getirdiler arkadaşları ve asla görmemize izin vermediler. Milletvekillerinden söz ediyorum yani vatandaştan değil. Adliye binasına -"zorla" diyeceğim, abarttığımı düşünmeyin- zorla girdik binlerce polisi yararak. Hani biz içeri gireceğiz çünkü biz milletvekiliyiz ve arkadaşlarımızı gözaltına aldınız, onlar milletvekili. İçeri girdik ve tutuklama kararından sonra da bugüne kadar o tutuklanan arkadaşları görmedik hâlâ. Ne gözaltında görüştürüldük ne tutuklandıktan sonra görüştürüldük. Bu vesileyle Adalet Bakanlığının bize cezaevinde tutulan arkadaşlarımızla görüşme izni vermemesinin izahının olmadığını, bunun keyfiyeti aşan başka bir yönteme dönüştüğünü ısrarla ifade ediyoruz, davalarımızı açtık ve hâlâ yanıt verilmedi. CHP'den milletvekili arkadaşlarımızın gitmesine hiçbir itirazımız yok, aksine mutlu oluyoruz. Keşke diğer partiler de ziyaret etse. Zaman zaman ziyaret edenler var, biliyorum. Biz gidemiyoruz, başka milletvekilleri gidiyor. Ya biz eş başkanlarımızı ziyaret edemiyoruz. Ben avukatım -1991'de başladım- avukatlık kimliğimle gidemiyorum, milletvekili kimliğimle gidemiyorum. Adalet Bakanlığının izin vermesi lazım. Her hafta dilekçe veriyoruz, her hafta. Ya bir kere izin verilmez mi? Ben de üç ay kaldım Silivri'de, milletvekilleri geliyordu ziyarete ama bizim partiden milletvekillerine izin yok. Bu da bu dönemin uygulaması yani bu konseptin parçalarından ve ayaklarından bir tanesi. İşte, buna "hukuk" demiyorlar, buna "demokrasi" demiyorlar, bu başka bir şey.
Şimdi, bu 4 Kasımdaki meselede bütün süreci bir başsavcı vekili yürüttü, şu anda Fethiye Başsavcısı. Kendisi hakkında… Kurtçu Eker; adını söylememde hiçbir sakınca yok, basına yansıdı. İktidar partisi vekili Şamil Tayyar da kendisinin FETÖ'cü olduğunu açıkladı. O mu değil mi bilmiyorum, valla Fetullahçı mı değil mi bilmiyorum ama şunu biliyorum avukat olarak, hukukçu olarak: Yüzlerce hâkim ve savcının KCK dosyalarında ve bizim dava dosyalarımızda önce soruşturmada, kovuşturmada görev alıp sonra tutuklandığını biliyorum. Ama hiçbirisine şu soru sorulmuyor: Mesela "Sen Sur'da niye sivilleri öldürdün?" demiyorlar, böyle bir soru yok. "Niye HDP'ye saldırdın?" sorusu yok. Fetullahçı ha! Yani kendilerince bir ispat var, yargılanıyor ama bize gelince böyle bir soruşturma yapılmıyor. İşte 4 Kasım operasyonu ve sonrasındaki tutuklama.
Sakın şöyle bir yanılgıya kapılmayın, "Yargı karar verdi." demeyin, vallahi ben çok üzülürüm, kişisel bir şeyden söz etmiyorum. Çünkü yargıda böyle bir usul yoktur, başsavcılıklar arasında koordinasyon merkezi yoktur. Diyarbakır başsavcısı İstanbul'u arayıp "Ben Selahattin Demirtaş'ı alacağım, sen de İdris Baluken'i al.", diğeri Ankara başsavcısını arayıp "Sen de Figen Yüksekdağ'ı al." diyemez. Her savcı kendi önündeki dosyadan mesuldür, soruşturmadan. O, soruşturmasını yapar, o, 4'ünde mi alır, 5'inde mi alır, 6'sında mı alır, 7'sinde mi alır, bu onun takdirindedir. Bu, merkezî bir operasyondur. Ankara'da günü, saati, yöntemi, ayrıntıları tespit edilmiş, basın üzerinden verilen talimatlar dışında bütün ayrıntılar zaten kararlaştırılmış ve şu ana kadar da devam ediyor.
Sonrasında, Çağlar Demirel ve Besime Konca biz Meclisten çıktıktan sonra evlerinin önünden gözaltına alındılar, operasyon devam etti yani. Ben de -burada anlatmıştım, çok ayrıntıya girmeyeceğim ama- Anayasa Komisyonu çalışmalarından sonra, 31 Ocakta, İdris Bey tahliye olmuştu, evet, aynı gün tahliye olmuştu İdris Baluken, ben mahkemedeydim. Hatta, açıklamayı yaptık, eve gittim. Saat bir buçukta, HüdaHanım'la ilgilenirken -Afyon'da gözaltına alınmıştı- baktım, benim evime de polisler geldi. Hayırdır? "Vallahi hakkınızda gözaltı kararı var." Gittik ve üç ay kaldık. Davamı eminim merak ediyorsunuzdur, ben olsam ederdim, özellikle hukukçu olarak. Niye tutuklandın yani şimdi hiçbir şey yapmadıysan? Hiçbir arkadaşımız bir şey yapmadı tabii, ben dâhil yani ben sadece kendimi söyleyecek değilim. Ama ben o kadar çok ceza davası yürüttüm ki… Savcı bana sorduğunda gülümsemeden edemedim. Sur'da biz 3 kişilik bir vekil heyeti, sivilleri ve oradaki hastaları çıkarmak için gidip emniyet yetkilileriyle görüşmüşüz. Emniyet kayıtları var, polis kameraları var. Biz orada taranmışız, iki saat boyunca polis emniyet müdür yardımcılarıyla konuşmuşuz ve tabii ki yani milletvekiliyiz, halk bizden yardım istiyor, diyor ki: "Biz buradan, Sur'dan çıkmak istiyoruz, bizi kurtarın yani çıkmaz istiyoruz, öleceğiz." Biz gidiyoruz, yetkililerle, valiyle, emniyetle görüşüyoruz. Benim dava dosyamda "Siz Sur'a zorla girmeye çalışmışsınız." Ya insan… Yani nasıl bir dava dosyası olabilir? Demek ki bir tutuklama kararı verilmesi gerekiyor; uygun bir hazırlık, bir şey yapıyorlar. Diğeri de MYK üyesiymişim, HDP çağrı yapmış; iki tane iddia. Yani eminim… Hani, benimle ilgili olanı çok iyi biliyorum, diğer arkadaşların hepsini de biliyorum. Birazdan Faysal Sarıyıldız hakkındaki "tweet"leri size okuyacağım, ona ilişkin iddiaları.
Böyle dışarıdan kendimizi anlatacak olanağımız da yok çünkü basın kapalı, televizyon kapalı, sözümüzü kendi seçmenlerimize ulaştırıyoruz. Mesela, beni CNN'den NTV'ye kadar çıktıktan sonra aradılar. Bakın, geçmiş olsun için arıyorlar, ilgileniyorlar sağ olsunlar ama haber yapamıyorlar, yasak çünkü. Listedeymişiz, HDP'liler televizyonlara çıkamazmış.
Tutuklu olarak ne yaşadım, onu geçiyorum çünkü hâlâ içeride arkadaşlar var. Ama şunu söyleyeyim, hayatımda hiç unutmayacağım bir şey var: Cezaevinde üç gün eksi 10 derecede kaldım biliyor musunuz Diyarbakır'da, müşahede odasında. Bir milletvekili olarak koğuşa vermediler. Sevk edileceğim diye, orada battaniyelerle iğrenç… Yani hayvan hakları savunucularına saygım sonsuz, ben de bir hayvan hakları savunucusuyum. Yani bir kedi ve köpeği orada tutsanız donar, ben üç battaniyeyle üç gece orada kaldım ve sonra savcının gözü önünde koluma kelepçe takıldı. Sordum, dedim ki yasada yok, bir buçuk saat de direndim. Yani direndim derken 300 polis var, 200 gardiyan var, savcı var, 3 müdür var, şey diyorlar bana utanmadan "Şalınızı üstünüze örtün." Ben dedim şalımı niye örteyim, çekin fotoğrafları, servis edin. Sırf onun için izin verdim çünkü yani onlarla artık tahmin edersiniz ortamı, bu sizin onursuzluğunuz, ayıbınız, utancınız dedim ve utandılar ki "Şalınızı örtün." dediler, ben de lütfen fotoğraf çekin dedim ve sonra dedim ki bir daha takmaya teşebbüs ederseniz ne mahkemeye ne cezaevine gitmiyorum beni sürükleyin, zaten sürükleyeceklerdi. Bu kadar da ahlaksızlar uygulayıcılar, bu kadar da vicdansızlar. Bu Parlamentonun üyesine bunu yapan kolluk, bunu yapan yargı vatandaşa ne yapar, varın, siz düşünün. Şimdi, Eş Genel Başkanımıza kelepçe dayatılıyor. Ben Anayasa Komisyonunda söylediğimde Anayasa değişikliğinde "Asla böyle bir şey olmaz." dediler. Empati yapın ve ben yüzde yüz hukuken değil siyaseten tutuklandığımı bilen bir milletvekiliyim bütün arkadaşlarım gibi. Bu nasıl bir hadsizlik, nasıl bir hukuksuzluk olabilir? Yani 2009 yılında Hatip Dicle'ye, Fırat Anlı'ya kelepçe taktılar, servis ettiler, o zaman iktidar partisi bunu eleştirdi, şimdi milletvekillerine takılıyor ve gıkı çıkmıyor. Edirne'den Eş Başkanımız açıklama yaptı "Asla kelepçe taktırmam." diye ki kararımız var, zaten taktırmayız. Benimki çok özeldi, birkaç arkadaş da daha oldu. Yüzlerce kişi abluka altındasın ve bir bireysin, orada kendine saygını yitirmemek için, onların sana dokunmaması için kabul etmek zorundasın, o başka bir şey, o da bir direniş. Adalet Bakanı hâlâ şunu demedi: "Milletvekillerine kelepçe takmayın, takamazsınız." Ceza İnfaz Kanunu'nda kelepçe ne zaman takılır çok açıktır. Kaçacak biri, saldıracak biri yani bir tehdit olacak ki kelepçe takacak, diğeri direkt onura kastetmektir. İşte, bize diyorsunuz ki: "Faysal Sarıyıldız niye Türkiye'ye gelmiyor, Tuğba Hezer niye gelmiyor?" Hâlâ 12 milletvekili Enis Berberoğlu'yla birlikte cezaevindeyken bunu soruyorsunuz. Gelmiyor çünkü orada çalışma için gittiler, şu anda linç kampanyasının hedefindeler. Linç hedeflerini de size birazdan açıklayacağım.
Şimdi, nasıl bir dönemde yaşıyoruz? Burada, muhalif olan her birey cezaevine konuluyor, televizyon kanalları, gazeteler kapatıldı, biliyorsunuz, haberleşme hakkı, internet erişimi kısıtlandı ve sonra 15 Temmuz darbe teşebbüsü oldu ve bu darbe teşebbüsünden sonra -burada çok değerlendirdik, onun ayrıntılarına girmeyeceğim- biz ne yaşadık HDP olarak? İhraç edilenleri yine bu kürsüden çok söyledik ama yine de hatırlatayım: 1.500 dernek ihraçlar dışında kapatıldı, 123 vakıf KHK'lerle kapatıldı, 16 televizyon, 5 haber ajansı, 24 radyo, 62 gazete, 19 dergi ve 29 yayınevi kapatıldı; toplamda 2.614 kurum kapatıldı. HDP'ye yönelik operasyonlarda 8.655 kişi gözaltına alındı. Bunlar bizim tutabildiğimiz kayıtlar ve aralarında eş genel başkanlarımız, milletvekillerimiz, MYK ve PM üyelerimiz de var. 2.644'ü tutuklandı ve operasyonlar hâlâ devam ediyor, her gün bir ilimizde operasyon var. Tutuklananlar arasında 29 HDP il eş başkanı var, 57 HDP ilçe eş başkanı var, 11 milletvekili, 1 MYK, 3 PM, 750'yi aşkın il ve ilçe yöneticimiz, 81 belediye eş başkanı… Yine, 89 belediyeye ise KHK'yle kayyum atandı. Bu, rakam olarak çok ürkütücü -ama lütfen kapsamı tahayyül edin- bu, demokrasiyi kökten yok etmek demek. Yerel yönetimlere kayyum atıyorsunuz, şu anda halkın iradesi yerelde yok, yöneticiler kayyumlar. Kayyumların icraatı ne? Gidip 13 yaşında çocuğun, Uğur Kaymaz'ın heykelini kaldırabilecek kadar düşüyorlar. Roboski Anıtı'nı Diyarbakır'da kaldırdılar; Cigerxwin'u yani tabelasını kaldırdılar, sonra vazgeçtiler, parka koydular 15 Temmuz Demokrasi Bayramı diye. Ve bunun gibi, Kürt'e düşman, Kürt'ün kültürünü yok eden, oradaki dile, kimliğe yönelik birçok saldırı kayyumlar eliyle kurumsallaştırılıyor. Vatandaş orada kendisinin yöneticisini görmüyor. Başında… Bizim eskiler, annem şey diyordu: "Zabit" Yani böyle, asker hani "…"(x) Gelmiş orada, merkezden atanmış, "Gülten Kışanak cezaevinde ama ben seni yönetiyorum." diyor, "Tuncer Bakırhan içeride ama ben karar veririm, senin oy verdiğin cezaevinde." diyor. Demokrasinin temeli yerinden yönetimdir, yerel yöneticilerdir; bu, köyden başlar, muhtarlığa, sonra belediye meclis üyeleriyle ilçelerde, beldelerde. Hepsine KHK'yle hukuk dışı bir şekilde el konuldu ve diğer STK'lar, toplumun nefes boruları, muhalefet araçları elinden alınıyor ve tabii ki bu kapsamda HDP'ye yönelik saldırılar da ayyuka çıkarılmış durumda. Bu saldırılar 7 Haziran 2015'ten sonra fiilîydi yani bir yasal kılıfı yoktu ama ne zaman yasal kılıfı oldu? 20 Temmuzda. 20 Temmuz 2016'da OHAL yasal kılıfı bulunmaz bir nimet olarak geldi ve yaşamsal bütün haklar askıya alındı gerçekten OHAL'le birlikte.
Yani Nuriye Gülmen ve Semih Özakça'yı da bu arada anmak istiyorum. Gerçekten, ben bir kadın olarak, bir insan olarak, bir anne olarak, demokrat bir insan olarak, yıllarca insan hakları mücadelesi, kadın hakları mücadelesi vermiş sadece bir birey olarak açlık grevinde olan ve adım adım ölüme giden 2 insanın bu kadar görünmez kılınmasını, bu kadar ciddiyetsiz yaklaşılmasını, ölüme terk edilmesini dehşet verici buluyorum. Her gece yatmadan önce mesela, benim aklıma geliyor, onlar aç ve ölüme direniyorlar, ölümüne direniyorlar ve OHAL Komisyonuna hiçbir şey olmasa Hükûmet şöyle bir şey diyebilir: "OHAL Komisyonunda ilkin onların durumu değerlendirilsin." ya da başka bir girişimde bulunabilir. Biz umutla ziyaret ettiğimizde diyorduk ki: Hükûmet bir adım atar, bu büyümez. Attığı adım ilgilenmek olmadı, cezaevine atmak oldu. Dünyanın hiçbir yerinde açlık grevine girmek suç değildir, suç olamaz ama Türkiye'de suç olarak nitelendiriliyor.
16 Nisandan sonra, referandumdan sonra zaten Erdoğan "Atı alan Üsküdar'ı geçti…" Ama çok kötü bir metafor kullandı, hakkını yemeyelim çünkü Üsküdar'ı geçememişti. Üsküdar'ı geçemediği için bu lafı duyduğumuzda gülümsedik, ben o zaman cezaevindeydim, Silivri'de. Ama bir de tersten de şöyle bir şey var: "Atı alan Üsküdar'ı geçti." yani haksız hukuksuz bir geçiş var orada, böyle hak edilip geçiş yok. Herhâlde, ben olsam, danışmanları azlederdim, bu kadar kişiyi azletti KHK'yle, behemehâl danışmanlarını bir gözden geçirsin çünkü çok kötü bir nitelemeydi, "Atı alan Üsküdar'ı geçti." dedi. Sonra, yani gerçekten, ülke bir yıkım ve kıyımın eşiğine getirildi. Şimdi, bu süreçte Faysal Sarıyıldız'ın vekilliğinin düşürülmesine dönük şey önemli bir sembol.
Erdoğan 15 Mart günü bir toplantıya katıldı ve Ekonomi Ödülleri Töreni'ydi aldığım notlara göre, Dolmabahçe'den sonra, "Kürt sorunu yoktur." dedi. O bir sinyaldi yani çözüm sürecinin geldiği aşama vesaire. Sonra, yedi gün sonra da Nevroz kutlamalarının hemen akabinde Dolmabahçe mutabakatını doğru bulmadığını yüksek sesle ifade etti ve o dönem işte, barış iklimini bozdu ve gerçekten, HDP'yi açıkça hedef hâline getirdi. 2002 yılından beri iktidarda olan partinin en büyük zikzaklarından biriydi bu ve Parlamentonun da bu yönlü etkisizleştirilmesi çabası devam ediyor.
Şimdi, Şırnak Milletvekilimiz Sayın Sarıyıldız 14 Aralık 2015'te ilan edilen ve yetmiş dokuz gün boyunca aralıksız devam eden sokağa çıkma yasakları döneminde Cizre'de bulundu. Bu, kendi savunmasında da var, ben de ona atıfta bulunuyorum. O dönemde Cizre'de yaşananları kamuoyuna anlatmak, yansıtmak gibi bir görev icra etti. Ağır insan hakları ihlalleri yaşandı, o döneme bizim de tanıklığımız var ve sokağa çıkma yasaklarının uygulanmaya başlandığı ilk tarih olan 16 Ağustos 2015 ile 1 Haziran 2017 tarihleri arasında Diyarbakır'da 127 kez, Mardin'de 32 kez, Hakkâri'de 20 kez, Şırnak'ta 13 kez, Bitlis'te 8 kez, Batman'da 3 kez, Muş'ta 4 kez, Bingöl'de 5 kez, Tunceli'de 6 kez, Elâzığ'da 1 kez olmak üzere toplam 10 il ve en az 43 ilçede resmî olarak tespit edilebilen en az 218 gün süresiz ve gün boyu sokağa çıkma yasağı ilan edilmiştir. Bu tabloya göre, yasaklar başlamadan önceki 2014 nüfus sayımına göre ilgili ilçelerde yaşadığı bilinen en az 1 milyon 809 bin kişi en başta en temel yaşam ve sağlık hakları ihlal edilerek bu yasaklardan etkilenmiştir. Cizre'de 14 Aralık günü ilan edildi ve yetmiş dokuz gün sürdü, en az 177 kişi sığındıkları bodrum katında olmak üzere 1'i bebek, 41'i çocuk çok sayıda kişi hayatını kaybetti. Cenazelerin teslim edilmemesi, cenazelerin uğradıkları tahribat ve etkili, şeffaf soruşturma yürütülmemesinden dolayı teşhisin mümkün olmaması gibi nedenlerle hayatını kaybeden kişi sayısı hâlâ net değil fakat 259 olduğu yönünde tespitlerin olduğunu da belirtmek istiyorum. Bunlardan sadece 249'unun kimliği tespit edilebilmiş ve 55 kişi ise kimsesizler mezarlığına defnedilmiştir. Hâlâ kimsesizler mezarlığında 33 kişi bulunmaktadır ve aileler DNA eşleşmesini beklemektedir.
Yaşananların kamuoyuyla paylaşılmasında ve Meclis gündemine taşınmasında özel bir yeri olan Faysal Sarıyıldız çeşitli vesilelerle hedef gösterilmiştir. Özellikle, tanzim edilen fezlekeler iktidara yakın, yandaş basın organları tarafından -hiçbir doğruluğu olmamasına rağmen- itham ve iftiralara maruz kalmıştır. Size sadece hazırladığım birkaç tane gazete manşetini göstermek istiyorum.
Değerli milletvekilleri, "HDP'nin Silahlı Kanadı" Faysal Sarıyıldız'ın tabii ki fotoğrafıyla ve başlık şu: "HDP Şırnak Milletvekili Faysal Sarıyıldız Suriye'den gelen silahları PKK adına teslim alacak kuryeyi adrese götürürken suçüstü yakalandı, dokunulmazlığı korudu." diye bir manşet atmışlar. Sekiz sütuna manşet. "HDP'nin cici vekili." Bu hangi gazeteymiş? Yeni Şafak. Bu, Yeni Şafak. "HDP'nin cici vekili." Herkese göstereyim, yine konusu aynı haber, o yüzden açmayacağım. Diğeri: "HDP'li vekil roketatarla yakalandı." Böyle bir manşet sekiz sütuna. "PKK kuryesi HDP'li vekil." Bunlar az tabii, benim bulduklarım daha çok var. "Dokunulmazlığı kurtardı." demiş, "İşte cephanelik." Fotoğraf, altında cephane gösterilmiş, bu gazeteleri söylemeyi unutuyorum, bu Akşam gazetesi. Bu hangi gazete? Sabah gazetesi. "HDP'li vekil PKK kuryesi mi?" diye manşet atılmış. Evet, "Şok görüntüleri ortaya çıktı. HDP'li vekil PKK'nin kuryesi mi?" Sabah gazetesi ve fotoğrafta Faysal Sarıyıldız telefonla konuşuyor yani şaka gibi. Talimat verilmiş ya, Faysal Sarıyıldız hedefe konulacak artık, o Allah'ın emri. Akşam gazetesinde -hiç yorum yapmaya bile gerek yok- bunlar manşetten veriliyor: "HDP'li vekilin bomba sevkiyatı." Bu hangi gazete? Akit. "PKK silahları HDP'li vekilin aracıyla taşıdı." Örgüt üyelerinin fotoğrafını koymuşlar ve bir de Faysal Bey'in fotoğrafının küçük bir karesini koymuşlar. Bu hangi gazete? Akşam gazetesi. "HDP'li vekilin bomba sevkiyatı", böyle bir haber."HDP'nin kanlı planının kanıtı" Dikkat edin, HDP de Faysal Bey'le birlikte hedefte tabii. Yani, bu da Akşam gazetesi.
Şimdi, bu manşetlere ne diyelim, hüküm verilmiş zaten. Şimdi ben bir vatandaş olsam, diğer basını okumasam, fezlekeleri bilmesem, siyaseti okuma gücüm de izlediğimle sınırlı olsa "Asın" diyeceğim. İdam istemelerinin sebebi bu. Gerçeği bilmiyor ki vatandaş, ona ne sunuluyorsa onu kabul ediyor; inanıyor, inanmak zorunda kalıyor çünkü alternatif yayın faaliyeti yok çünkü kendini savunacak olanakları yok çünkü HDP söyleyince yayınlanmıyor.
İşte, Faysal Bey hakkında böyle bir linç kampanyası vardı. Ve ondan sonra Faysal Bey ölüm tehlikesini defalarca atlattı. Mehmet Kaplan'ın mahsur kaldığı bilgisi gelmişti kendisine ve girişimleri oldu Faysal Sarıyıldız'ın. Sonra AİHM'e başvuruldu ve AİHM birçok dosyada tedbir kararı aldı, o bodrumlarda yaşayan sivillerin hemen çıkarılması konusunda tedbir kararları vardı. Faysal Sarıyıldız o tarihte -bizde biliyoruz, bizi de aramıştı- halkla beraber cenazeleri almaya gitti ve yolda -videoda var, tabii, videoyu burada gösteremiyorum, aslında, belki gösterebilirdim arkadaşlarım hazırlarsa ama şu anda hazır değil, orada biz izledik videoyu- zırhlı araçtan ateş açılıyor ve tarandılar, televizyonlarda çıktı, İMC TV muhabiri Refik Tekin ve 9 kişi yaralandı o gün, Faysal Bey de oradaydı, 2 kişi Hamit Poçal ve Selman Erdoğan öldü, yaşamını yitirdi. Yani, Mehmet Kaplan'ın cenazesini almaya giderken Faysal Sarıyıldız'ın içinde bulunduğu grup tarandı, 2 kişi öldü, Hamit Poçal ve Selman Erdoğan; Refik Tekin yaralandı, aylarca tedavi gördü ve şu anda hâlâ bir ayağı sakat. Bu olay sadece siyasi değildi, hedef alınmıştı yani bu açıktı, öldürülmek üzere hedef alınmıştı. Bir kin ve nefret pompalanıyordu bu gazetelerle ve televizyonlarla. Ve sonra, AKP'nin Genel Başkanı Sayın Erdoğan devreye girdi ve şu cümleyi sarf etti Faysal Sarıyıldız hakkında: "Arabasında silah taşıdı." Doğrudan ismini zikrederek "Arabasında silah taşıdı." dedi. Bunun üzerine, acaba hangi kaynaktan aldı arabasında silah taşıdığını çünkü dosyada yok öyle bir şey, basından mı öğrendi; onu artık sayın milletvekilleri nin takdirine sunuyorum. Ama, şöyle bir şeyi de söylemeden edemiyorum: Sayın Erdoğan sanki savcılarla gizli bir hattan telefon görüşmesi yapıyor; tuhaf bir şey yani mesela, Eş Başkanımız Demirtaş'la ilgili de bir konuşma yaptı, onu biraz sonra açıklayacağım, "Yasin Börü dosyası" dedi, "53 Kürt kardeşimin katili." dedi, aynı günlerde Ankara Ağır Ceza Mahkemesi o dosyayla birleştirme istedi; böyle bir tesadüf olabilir mi? Mahkeme birleştirme kararı için dosyayı gönderiyor, aynı gün, aynı saatlerde Erdoğan açıklama yapıyor yani burada bir tuhaflık var, bu tuhaflığı varın siz çözün artık yani gerçekten anlamak çok zor. Sonra nefretin odağı hâline geldi Faysal Sarıyıldız ve gerçekten burada yetmiş dokuz gün boyunca Cizre'de meydana gelen olayların kamuoyuna anlatılması meselesi onu daha da büyük hedef hâline getiriyordu.
Şimdi, bu Cizre meselesinde şunu da anlatmak istiyorum, bu kürsüde bizi dinleyenler bilirler: Cizre'de insanlığa karşı suçlar işlendi ve Uluslararası Ceza Mahkemesinin yargılama yetkisine giren Birleşmiş Milletlerin sözleşmesinin ihlal edildiği çok büyük suçlar işlendi. Biz o dönem ben, İdris Baluken ve Osman Baydemir hatta İçişleri Bakanlığına giderek söz konusu bodrumda kalan sivillerin çıkarılması için yaşam haklarını korumak adına çok sayıda görüşme yaptık, hatta açlık grevine girdik Mecliste fakat o sivilleri ölmekten, katledilmekten kurtaramadık. Ben de o katliamın tanıklarından biriyim. Benim telefonumda Mehmet Yavuzer'le yaptığım görüşme var, hâlâ mesajları duruyor ve silemiyorum. Mehmet Yavuzer bodrumdayken -tek telefon ondaydı- bize ulaştı. Sabah onların kurtarılması konusunda -kayıtlarda var, çok ayrıntılı anlatmıştım- İçişleri Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığıyla anlaşmıştık. Sağlık, İçişleri ve biz üçlü bir masa kurduk orada. Her çıkmaya çalıştıklarında tarama oldu ve asker gidişe izin vermedi. O bir muamma. Şu anda -kayıtlarda- onların örgüt üyesi olduğunu söylüyorlar. Örgüt üyesi falan değillerdi. Ayrıca örgüt üyesi olsalar bile yaşamları kurtarılmak zorunda. Devlet, örgüt üyesini öldüremez ki zaten, yakalayamazsa öldürür. Sağ ele geçirme olanağı varken, sağ ele geçirmek zorundadır, yasamızda var. O zaman devlet örgüt üyesi olarak gördüğü herkesi gidip tarasın, öldürsün. Buna cinayet diyorlar hukukta. Ayrıca bunlar sivildi ve Mehmet Yavuzel'le ben telefondayken Sayın Numan Kurtulmuş da telefonun diğer ucundaydı, kendisine de dinlettim. Çok iyi hafızamda ve asla unutamam o sesi, son görüşmemde -yani o su olmaması, çok uzun görüşmeler oldu- dedi ki: "Bizi tarıyorlar, enkaz altındayız." ve telefon kesildi ve ben bir daha aradığımda ulaşamadım, 10 gün sonra, on beş gün sonra hepsinin cenazesi o bodrumdan çıkarıldı. Ölüm anına tanıklık ettim. Telefonun diğer ucunda ben, Cizre'de bodruma müdahaleye tanıklık ettim ve bu ses kayıtları şu anda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin önünde. Orada hepsi öldü, bir tek kişi canlı çıkmadı o bodrumdan. Rojhat Dilsiz bildiğim bir gazeteci, 17 yaşında çocuk var, Mehmet YavuzelDBP'nin parti meclisi üyesi ve Faysal Sarıyıldız bunları anlattı, kamuoyuna anlattı çünkü devlet insanlığa karşı suç işliyordu. İnsanlığa karşı suçları teşhir etmek onu hedef hâline getirdi.
Deminki manşetler vardı ya, şu anda önümde Faysal Sarıyıldız'ın fezlekeleri var ve iddianameleri var. Bu, hani, anlatılanlar ve gerçekten Faysal Sarıyıldız. Hepsini okusam tabii ki yetmez ama silaha ilişkin olanı özellikle söyleyeceğim.
Evet, bu fezleke, bu manşete konu olan fezleke hâlâ davaya dönüşmemiş şu ana kadar. Yani bu kadar manşet yapılmış, diğerleri iddianameye dönüşmüş bu dönüşmemiş. Silah meselesinde savcı bile Faysal Sarıyıldız'ın olduğu yerde silahların olmadığını söylüyor. Yani Faysal Sarıyıldız ve silah bir arada asla bulunmamış. Böyle bir fotoğraf yok, böyle bir kare yok, Faysal Sarıyıldız'ın silahla bir teması yok; zaten olamaz. Ayrıca, olsa suçüstü hükümlerine göre dokunulmazlık da korumaz; bunu hukukçular bilir. Suçüstü hükümleri başka bir şeydir. Yani silah olması; cinayete teşebbüs, birçok şey olabilir. Öyle olsaydı bırakın dokunulmazlığını koruması, emin olun orada öldürülebilirdi de. Ama burada o kadar zorlamışlar ki ve ifadede, yakalanan vatandaş -adını da söyleyeyim, Mehmet Ali tarafından kullanılıyormuş; diyor ki: -aracın plakası var- "Ben Faysal Sarıyıldız'ın silahla ilgisi olduğunu bilmiyorum. Biz hiç konuşmadık, haberim yok." Bunu, bir sürü ifade var yani hepsini okumak isterim de gerçekten insan konuşurken dinlenmek istiyor. Bir fezleke bu ve manşetlerin ne kadar asılsız ve popülist bir yaklaşımla, sadece suçlamak amacıyla olduğunu gösteriyor.
Bir de şöyle ibretlik bir dava var. Nerede görülüyor? Cizre 3. Asliye Ceza Mahkemesinde. Faysal Bey hakkında toplam 23 tane soruşturma var ve soruşturmalar hakkında size fikir versin diye Faysal Bey'in birkaç konuşması ve "tweet"ini size okuyacağım.
16/12/2015 tarihinde -bu sadece "tweet" davası, birkaç dava sadece attığı "tweet"ler sebebiyle açılmış zaten- diyor ki "tweet"inde: "Cizre'de kenar mahalledeki evlere giren askerler halkı evlerini boşaltmaları yönünde tehdit ediyor, 'Boşaltmazsanız evinizi başınıza yıkarız.'" 17/12/2015 tarihli bir başka "tweet"i: "Cizre'de Kur'an kursu hocası olan Hediye Şen sizin talimatınızla katledildi. Devlet Cizre'de bu akşam ise 3 çocuk sahibi 22 yaşındaki Doğan Aslan adındaki bir babayı katletti. Aslan'ın cenazesi hâlâ mahallede." Bunların hepsi "tweet", küçük küçük "tweet"ler. "Silopi'de Yenişehir Mahellesi'nde hendeklerin olmadığı bir sokakta eve giren askerler gündüz saat 01.00'den itibaren evi işgal etmiş durumda." Diğer bir "tweet": "İki katlı evin üst katına yerleşen askerler evin avlu duvarını yıktı. Ev halkını aşağı kata gönderen askerler üst kata zorla yerleşti. Evin mutfağını ve diğer odalarını fütursuzca kullanan askerler ev halkının evden çıkmasına izin vermiyor. Bu zulüm yanınıza kalmayacak." 18/12/2015: "Cizre'de AKP vahşeti giderek tırmanıyor. Sadece Cudi Mahallesi Dağdibi Sokak'a 15 top atışı yapıldı. Çocukların yüzündeki korku azabınız olacak. Budur kürdistandaki AKP vahşetinin özeti." 19/12/2015 tarihli "tweet"inde ise: "AKP özel halk dairesi ortaklığı kürdistandaki katliamı gerekçelendirmek için durmadan yalan üretiyor. 20'nin üzerinde yaralı var; ölü ve yaralıların hepsi Cizre'nin yerleşik halkı. Faşist katliam ittifakı bunun dışında somut bir şey sunsun." "Zorbalık sistemi Cizre'de az önce de 70 yaşındaki Selahattin Bozkurt'u katletti. Hâlâ kapısının eşiğinde bulunan Bozkurt'un cesedi alınamıyor." 20 Aralık 2015'te: "Cizre aralıksız atılan obüs toplarıyla vuruluyor. Yakılıp yanmaya başlayan evlere ulaşılamıyor. Cizre'de 40 yaşındaki Zeynep Yılmaz'ı şimdi uçaksavarla katlettiler. Cizre Cudi Mahallesi'nde Zeynep Yılmaz'ın katledildiği yerde şimdi de 2 yaşındaki Yusuf Soslu'yu vurdular. Hastaneye kaldırılamıyor." Bu devam ediyor, yani, umarım sıkmıyorumdur.
“Devletin günlerce Cizre'ye, Silopi'ye sevk ettiği yüzlerce araçtan oluşan ağır mühimmat, çocuk, kadın, genç ve yaşlı sivillere ölüm olarak dönüyor." 21.12'de şöyle bir "tweet" var: "Mahallelerden zorla çıkarılan yüzlerce kişi kapalı spor salonuna yerleştirildi, yüzlerce fiilî olarak gözaltında, devlet vahşet sergisinden kareler." Sanırım fotoğraf var, fotoğraf yok bende. Arkadaşlar, bu, en ciddi davalardan biri "tweet"lerden oluşuyor. Bu "tweet"ler doğru. Hiç kimse böyle yalan üretemez. İsim, yer, uçaksavar söylüyor, yani 70 yaşındaki şu, 2 yaşındaki şu ve Cizre'de yaşıyor, her an bilgi ulaşıyor ve tek kanalda vekil çünkü basın giremiyor. Şimdi, bunu yapanlar mı suçlu, bunu duyurmak mı suçlu? Faysal, işlenen suçları söylüyor. "Çocuk öldürdünüz. Kadın öldürdünüz. Sivil öldürdünüz. İnsanlar bodrumda yakıldı." deniyor, hepsi burada yazılı. Şimdi, Faysal'ın niye hedef olduğunu anladık mı? Çünkü Faysal bu suçların tanığı. Orada insanlığa karşı suç işlendi ve Faysal yetmiş dokuz gün boyunca Cizre'den bir adım dışarı çıkmadı ve hakkında açılan davalarda işte "tweet" attın, bunu kamuoyuna duyurdun şekilde. Ama şunu unutmayın, unutmayalım: Uluslararası Ceza Mahkemesi kesinlikle Cizre'yi bugün olmazsa yarın, yarın olmazsa on yıl, on yıl olmazsa tarihin bir dönemecinde mutlaka yargılayacak, sanıklar olacak ve mahkûm edilecek. Birleşmiş Milletlerin Cizre'ye gelmek için defalarca açıklaması var. "Ben Cizre'ye gitmek istiyorum. Bu bodrumda insanlar nasıl yakıldı, tespit etmek istiyorum. Silopi'ye gitmek istiyorum." diyor. Muiznieks defalarca açıklama yaptı, Avrupa Komisyonundan: "Biz gidemiyoruz ilgili yerlere." Defalarca farklı kurumlar açıklama yaptı ama hâlâ Birleşmiş Milletlere izin verilmedi ve o bodrumların yerine şu anda TOKİ yapılıyor. İki ay önce orada insan kemikleri bulundu. Şimdi, bunu Faysal anlattığı için sanık, vekilliği düşürülüyor ama bu suçu işleyenler iktidarda kalmaya devam ediyor. Böyle bir adaletsizliği tarih affetmez. Bu adaletsizlikle er ya da geç yüzleşeceğiz.
Diğer davaları merak ediyorsunuzdur. Bu bir "Nevroz" davası, Cizre 2. Ağır Ceza Mahkemesinde, Faysal Bey "Nevroz"a katılmış. Başka bir tanesi, cezaevinden sonra halkla buluşma ve burada konuşmaları da yok. Bu da bir halkla buluşma davası. Halkla buluşmada şöyle deniyor, bu ilginç, not etmişim: "Orada bulundukları, orada yasa dışı örgütün sloganlarının atıldığı, kendilerinin de orada bulunduğunun tespit edildiği..." Yani bir kitle içinde bulunuyor, birileri slogan atıyor fakat o slogandan vekil sorumlu. Vekil nasıl binlerce kişiyi susturacaksa! O ne suçu işlemiş, o da savcıların takdirinde.
Şimdi, Faysal Bey'in işte bütün iddianameleri ve fezlekeleri bunlar ama tabii, davalardan düşürülmüyor, başka bir formül bulunmuş, dokunulmazlıklardan düşürülmek isteniyor.
Şimdi, dokunulmazlıklarla ilgili ileri sürülen devamsızlık meselesini aslında Komisyonda çok tartıştık ama şunu, tekrar, tabii, söylemek istiyorum: Sağlık raporunu Faysal Sarıyıldız savunmasında anlatmıştı, ben geçiyorum onu çünkü sağlık raporu skandal bir şekilde kabul edilmiyor, garip. Şu anda bir tane sağlık raporu da Stuttgart Konsolosluğunda kayıp. Nasıl bir şey, o zaman biz nasıl bunu görüşebiliriz? Faysal Bey gerçekten hasta, tedavi oluyor ve gelemiyor. Ayrıca onu da bırakalım yani Sırrı Süreyya Önder anlattı, vekilimiz; şu anda bu durumda olup Meclise gelmeyip kaç vekil düşürüldü ki Faysal Sarıyıldız düşürülsün? Yani bunun hukuki bir mesnedi olmadığını hepimiz bal gibi biliyoruz.
Şimdi, burada öyle bir ileri gidilmiş ki Meclis Başkanlığı sağlık raporunu inceletmiş, vekilin iradesine, beyanına zaten güven duyulmuyor, onu da inceletiyor, diğer gönderdiği sağlık raporu da getirtilmiyor. Şimdi, ama bütün bunlara rağmen apar topar Genel Kurulda önümüze gelebiliyor çünkü emir büyük yerden, Faysal Sarıyıldız'ın vekilliği düşürülecek, bu manşetlerden beri hazırlık yapılıyor.
Şimdi, burada hem usul hem Anayasa'ya aykırılık açısından zaten hiçbir uyarlılık yok, tümüyle Anayasa'ya aykırı ve hukuksuz bir şekilde, sadece siyasi saiklerle, sadece siyasi saiklerle burada üyelik düşürülme isteğiyle karşı karşıyayız.
Hani, o filmlerde vardır ya, "zehir hafiye rolü" diye bir rol, Türkiye Cumhuriyeti devleti Faysal Sarıyıldız'ı yurt dışında hangi ilde, hangi ülkede, hangi etkinliğe katıldı, ne dedi, ne yaptı, resmen bunun peşine düşmüş. Böyle bir şey olabilir mi? Bugüne kadar gördük mü böyle bir şey? Partimizin, genel merkezimizin yazısı var, görevlidir.
Birazdan birleşimlere de geleceğim. Hangimiz 47 birleşime katıldık? Hepimizi dâhil ederek söylüyorum, bunu da tartışalım o zaman, açık yüreklilikle tartışalım.
Burada hafiyelik rolünde çok da eline geçen bir şey yok çünkü Faysal Sarıyıldız Avrupa'da partimiz adına çalışmalar yürütüyor, Cizre'yle ilgili tanıklıklarını insan hakları kurumlarına, Birleşmiş Milletler mekanizmalarına, oradaki sivil toplum kuruluşlarına, halk toplantılarına giderek vekillik faaliyetini sürdürüyor. Faysal Sarıyıldız'ın yaptığı iş, bu.
Müşahedeyle açılan oturumlar. Bu, bir muamma tabii. Şimdi, Genel Kurul toplantılarında hepimiz biliyoruz milletvekili olarak ya müşahedeyle ya da yoklamayla açılıyor. Müşahedeyle açıldığında hepimiz "var" kabul ediliyoruz. Mesela, dün açılışta ben yoktum, kendi adıma, yoklama da yok, "var" sayıldım, dilekçe vermeye de gelip imzalamaya gerek duymadık. Hepimizin yaptığı bir şey, müşahedede ağırlıklı oluyor zaten. Fakat, Faysal Sarıyıldız da diyor ki yani lütfen buraya dikkatinizi toplamak istiyorum: "Müşahedeyle açılmış olsa bile Faysal Sarıyıldız mazeret dilekçesi verdiği için yok sayılıyor." Şimdi nasıl yorumlayalım bunu? Gerçekten, ben işin içinden çıkamadım. Yani, biz buradayız bugün, müşahedeyle açıldı, biz mazeret dilekçesi vermedik doğal olarak. Diyelim ki ben yokken danışmanıma söylüyorum, diyorum ki: "Mazeret dilekçelerimizi bırakın, şu ildeyim, şuradayım diye yazın." Şimdi, müşahede olsa, benim o dilekçem gelmiş olsa ben o gün yok sayılacağım yani. İnsaf yani! Nasıl bir mantık bu? Yani, bu, uzaylı mantığım mı? Ben çözemedim, yoruldum herhâlde biraz de. Şimdi, yani tam olarak açıklıyorum, Faysal Sarıyıldız'ın şu anki tutanaklara göre suçu şu, suçu diyorum tırnak içinde: Müşahedeyle açılan oturumlarda mazeret dilekçesi verdiği için yok sayılıyor, bu nedenle vekilliği düşecek. Bu kadar ağır bir yaptırım olabilir mi? Mazeret dilekçesi vermek suç mu? Dürüst davranmış, dürüst davranmış, demiş ki: "Ben bu oturumda yokum." Mazeret dilekçesi göndermiş, bu, onun karşısına "Sen yoklamalara girmedin." diye gidiyor. Tamam da yoklama yok ki. Hadi yoklama olsa zaten mazeret dilekçesi geçerli olacak. Yoklama olmadığı için, tam tersine müşahedeyle açıldığı için yok sayılıyor; işte Tuğba Hezer'in aynen öyle, biraz farklı bir boyutta.
Şimdi, bunun dışında şey diyor: "Maddi gerçeğin ortaya çıkarılması." Ya, Meclis hangimizi izliyor? Bugüne kadar hiçbiriniz şunu hissettiniz mi: Biz yoklamada yokuz, Meclis Başkanlık Divanı yoklamada yokuz diye bizim hangi ilde olduğumuzu tespit ediyor mu? Hangi etkinliğe katıldık, hangi televizyon programına gittik, yurt dışında hangi programa gittik diye bir araştırma yapılıyor mu? Hiç yapılmıyor, yapılamaz. Milletvekilinin işi sadece Parlamento değil. Ama Faysal Sarıyıldız hakkında yapıyor, garip bir şey, yani "Sen bugün buradaydın." diyor. Diğer milletvekilleri neredeydi? Eşitlik olabilmesi için 550 kişi hakkında aynı işlemi yapın, müşahedeyle açılmış, kaç kişi mazeret dilekçesi vermiş, kaç kişi hangi ilde, hepsini tespit edelim. Şimdi, öyle bir durum ki Meclis pratiği ve teamül hukuku yerle bir edilmiş zaten, böyle bir teamül yok. Şimdi, burada Babacan'ı örnek verdim, Sayın Davutoğlu'nu Sırrı Süreyya söyledi, daha birçok milletvekili örnek gösterilebilir, iki kişi tespit edebildik yani devamsızlık meselesinden, çok teknik ayrıntılara girmiyorum çünkü olay siyasi yani devamsızlık sebebiyle düşürülmüyor. Şu anda oy verilse bile asla devamsızlık sebebiyle değil, tümüyle siyasi saiklarla oluyor. Babacan ve Davutoğlu ağzımıza geliyor da varsa örnekler sizler söyleyin yani benim aklıma sadece ikisi geldi.
Burada şunu tekrar tekrar hatırlatmak istiyorum: Hangi milletvekilinin, hangi arkadaşın mantığına uyuyor mazeret dilekçesi verdiği için müşahedeyle açılan oturumda yok sayılmak? Şu anda Meclis başkan vekili de burada, bu soruları sormak istiyorum. Şimdi, hazırlık komisyonunda sorduk: "47 birleşimin kaçı müşahedeyle açıldı?" Cevap alamadık, resmî bir cevap yok. Karma komisyonda sorduk: "47 birleşimin kaçı müşahedeyle açıldı, kaçı yoklamayla?" Yine cevap verilmedi. Şimdi Genel Kurulda soruyoruz: Gerçekten, bu 47 birleşimin kaç tanesi müşahedeyle, yoklamayla açıldı ya da Başkanlık Divanı oluşmadığı için Meclis çalışamamıştır? Soruyoruz Genel Kurulda, Başkanlık Divanında. Bunu bugün bize söylemezseniz, cevap alamazsak hâlâ -yirmi dört saat sonra oylama yapılacak- bunu AYM'ye, sonra AİHM'e söylemek zorundasınız. Bari şimdi söyleyin ki milletvekilleri oy kullanırken hiç değilse bir değerlendirme yapabilsin, adil bir karar verebilelim. Burada bizim dışımızda da bu değerlendirmeyi yapacak milletvekilleri var.
Yine onu es geçiyorum, devam zorunluluğu olmayanlar, gelmeyenler, bakanlar, genel başkan yardımcıları; biz isteseydik Faysal Sarıyıldız'ı rahatlıkla MYK üyesi seçer, Genel Başkan Yardımcısı yapar ve "Devam zorunluluğu olmasın." derdik. Bizim böyle bir kaygımız yok ki, böyle bir şeyi düşünmedik bile çünkü görevlendirmesi var, çalışıyor. Ama önümüze bu meselenin geleceğini bilsek, yani kötü niyetli olsak diyeyim tırnak içinde, olmadığı hâlde yapabilirdik, bu yapılıyor aslında. Böyle bir şeye tenezzül bile etmedik, bundan sonra da etmeyeceğiz.
Şimdi, 138'inci maddeyi arkadaşlar anlattılar, ben oraya girmeyeceğim ama bu süreç ne Anayasa ne İç Tüzük hükümleriyle asla uyumlu değil çünkü Sayın İyimaya'nın bu Komisyonda bir açıklaması var -burada mı bilmiyorum ama genelde olur- "Bir standart belirlemek imkânsızdır." demiş Sayın İyimaya açıklamada ve şöyle demiş: "Somut olay çok iyi değerlendirilecek; yarı yargısal yetki bakımından bir sorun yoksa siyasi takdirde bulunacak, bu da somutun niteliğine göre. Öyle hâl vardır ki düşmesin, öyle hâl vardır ki düşsün." Anlayan, anlamayanlara anlatsın. Sayın İyimaya çok iyi bir hukukçudur gerçekten ve çok iyi makaleleri var, ben de çok okudum, zevkle de okurum. Burada biraz karışık ama "Açıkçası, standart belli değil." diyor aslında. Yani ya sistemle ilgilidir, siyasidir ya da hukukla ilgilidir. Ama şöyle bir şey de söylüyor -hoşuma gidiyor onun yazılarını okumak- "Bir, natürel devamsızlık; iki, antisistem devamsızlığı." diyor. Sayın Meclis başkan vekillerimizin iyi bilmesi lazım. "Denizli'de oturuyor, İstanbul'da oturuyor, sistemle bir sorunu yok, Anayasa'nın 3'üncü maddesindeki temel değerleriyle bir sorunu yok; o, sistem devamsızlığıdır ve sistem devamsızlığında parlamenter hoşgörü takdirle karşılanır. Gerçekten, istisna hâlde düşürülmesi gerekiyorsa düşürülür ama antisistem devamsızlığı, devamsızlıktan çok, bence, vatandaşlık hukukuyla ilgilidir. Eğer siz devamsızlığı kurulu düzenin temel paradigmalarını, demokratik düzenin değişikliği yöntemleri dışında tasvip edilmeyen araçlara başvuruyor, o nedenle devam edemiyorsanız o antisistem devamsızlığıdır. Aslında bu bir anayasal sorundur ve bu, milletvekilliğinin düşmesi değil vatandaşlığın düşmesiyle ilgilidir." İşte burada çok isabetli bir şey söylüyor.
Bu söylenenler yazılı değil ama uygulamanın temelinde yer alıyor esasında çünkü bu 2 milletvekilimizin vatandaşlıktan çıkarılma süreçleri de başlatılmıştır. Bu soruşturma açılmasının ardından, hemen akabinde Erdoğan bir açıklama yaptı ve hemen süreç başlatıldı. Ülke dışında bulunanlar için yaptığı "Vatandaşlıktan çıkarılacaklar." uyarısının ardından, 6 Ocak 2017 Cuma günü 29940 sayılı Resmî Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe giren 680 sayılı OHAL KHK'si haklarında yürütülen soruşturma uyarınca mahkeme tarafından davet edilmelerine rağmen Türkiye'ye gelmedikleri gerekçesiyle vatandaşlıktan çıkarma hükmü getirmekteydi. Bu hüküm uyarınca, 5 Haziran 2017 tarihli Resmî Gazete'de yayınlanan 130 kişilik listede Türkiye'ye gelmeyenlerin vatandaşlıktan çıkarılacağı ilanen duyuruldu. Bunların içinde tahmin edin kim var? Tuğba Hezer ve Faysal Sarıyıldız da var. Yani burada vekillikten çıkarma vatandaşlıktan çıkarılmadan önceki bir basamak. Vekillikten çıkarmak da yetmiyor, vatandaşlıktan bile çıkarılma süreci ilan edilerek başlatılmış durumda. Bu, sadece Meclis seremonisi -tırnak içinde- bu görüşmelerimiz, yaptığımız savunma aslında sonrasının sadece bir ara basamağı. Bu nedenle Parlamentoda hakkaniyetle, objektif değerlerle hanginiz gerçekten "Eşit bir uygulama var." diyebilir bunu içtenlikle merak ediyorum ama siyasetin gereği kimsenin söylemeyeceğini de biliyorum.
Yani özetle şu tablo: Milletvekili sistemle barışıksa, iktidar aleyhine değilse, HDP'li değilse hele özellikle, istediği kadar gelmesin Parlamentoya. Hiç gelmese ne olur? Milletvekilliği düşürülmez ama HDP'liyse hiçbir hukuk kuralı işlemez, hiçbir teamül işlemez, her türlü hukuka aykırılık kural gibi önünüze gelir. İşte burada biz böyle bir çifte standartla karşı karşıyayız. Hukukta çiftçe standart ve ayrımcı uygulamalar en tehlikeli uygulamalardır. Aynı durumda olanlar arasında farklı kararlar verilmesi gerçekten adalet duygusunu bitirir. Yani bir ceza hükmünün Yozgat'ta farklı, Hakkâri'de farklı uygulanması vatandaşın adalete olan güvenini sıfırlar. 4 parti milletvekili arasında 1 partinin milletvekiline ayrımcı bir uygulama ve hukukun aleyhe yorumlanmasıyla verilecek bir karar o ülkede artık anayasanın, demokratik standartların olmadığının ilanıdır aslında. İşte, Faysal Sarıyıldız bunlardan biridir. Hele hele Parlamentoda ayrımcılık varsa, biz milletvekilleri arasında ayrımcılık varsa vatandaş arasındaki ayrımcılığı varın siz düşünün.
Şu anda Diyarbakır'da milletvekillerimiz bir parkta nöbet tutuyorlar, demokratik bir iş yapıyorlar, bir tepki gösteriyorlar tutuklamalara, hukuksuzlara karşı ve polisler etraflarını kuşatmış durumda. Dün buradaydık, önceki gece Diyarbakır'da şöyle bir manzara yaşadım yani özeli hiç anlatmam ama aklıma geldiği için anlatacağım: Ben ve eşim bir hastane dönüşünde polis kontrol noktasına denk geldik. Aracı eşim kullanıyordu, benim makam aracım değildi. Durduk tabii, ışığı açtık. Eşim avukat "İyi akşamlar." dedi, "İyi akşamlar, buyurun, sağa çekin." dedi. Eşim "Ben avukatım." dedi. Hani, avukatın aracı aranmaz normalde, yasal bir şey. "Çek!" dedi. "Beyefendi, avukatın aracını arayamazsınız, nedir mesele?" dedi, kimlik çıkardı. Ben de izliyorum, hani "Vekilim." demeye gerek duymuyorum çünkü orada "Vekilim." demek de aleyhe bir şey, daha çok üstünde duruyor bu sefer, işin yoksa uğraş. Bir baktım, artık tuhaf bir şey oldu, ben de şöyle kafamı uzattım, mecbur kaldık, yanımda bir doktor arkadaş vardı "Milletvekili var." dedi. "Geçin diyorum size!" dedi. Allah Allah. "Memur bey, siz ne diyorsunuz? Bakın, araçta kart var, ben size kimliğimi de gösteriyorum, nasıl bir saygısızlıktır bu? Yani bırakın vekili, vatandaşa bile böyle davranmanız kabul edilemez, herkese eşit davranın." dedim. "Ben sabahtan beri buradayım…" O kadar büyük bir saygısızlıkla konuştu ki onun düzeyine düşsem ineceğim, onunla tartışacağım. "İyi akşamlar." deyip ayrıldım.
Şimdi, bu uygulamaya herhangi biriniz ilinizde karşılaşsanız ne hissedersiniz? Bize niye böyle davranılıyor? Adana'da bana böyle davranılmıyor mesela, benim ilimde böyle davranılmıyor, gayet standartlar yerinde, İstanbul'da da böyle davranılmıyor, Ankara'da da ama Diyarbakır'da, Mardin'de, Siirt'te, Hakkâri'de, Kürt illerinde, kürdistan illerinde -15'inci maddede yasak gelecek ya bu kullanıma, biz bol bol "kürdistan" diyelim Sayın Akçay, sonra herhâlde ceza verilecek- orada polis böyle davranıyor. Gerçekten, bunu hissetmek komik değil acı veriyor çünkü sen ayrımcılığa uğradığını hissediyorsun. Adana'da polis selam verirken, saygı sunarken orada sana çok kötü bir muamele yapıyor. Niye, gücü nereden alıyor? Siyasetten alıyor. Diyor ki: "Yahu, bunların eş başkanı cezaevinde. Polis her gün bunları gözaltına alıyor. Her gün Cumhurbaşkanı -genel başkan- bunlara 'terörist' diyor. AKP her kalkıp oturduğu yerde HDP'yi suçlayan açıklamalar yapıyor." Polis de durumdan vazife çıkarıyor "Ben niye saygı göstereyim." diyor. Şimdi, bu siyasi bir yaklaşım değil mi? Şu anda yapılan da bu siyasetin devamıdır işte. Biz aynı yerden geldik ama maalesef aynı uygulamalara muhatap olmuyoruz.
Şimdi, bu yoklama sebebiyle vekillikten düşürme istisnalar dışında gündeme gelmemiş. Benim bildiğim, tespit ettiğim kadarıyla bu konuda iki sayı var, devamsızlıktan dolayı. Diğer dönem, Cemil Çiçek'in Başkan olduğu dönemde böyle bir uygulama olmadı; aksine, dönem sonuna bırakıldı, cezalar olduğu hâlde dönem sonuna bırakıldı fakat burada gündeme alınması ayrımcı siyasetin açıkça yansımasıdır yani siyasi rekabet, seçim sandıklarında değil devamsızlıkta, tutuklamalarda, siyaseten gücünü kullanarak, hukukun gücü değil gücün hukukunu yaratarak bir partiyi siyasetten atmaya yöneliktir. Bu, bir öç almadır, bu bir intikam alma duygusudur ve intikam hukukta en tehlikeli kavramdır, ihkakı hak yasaktır, ceza hukukumuz "Cezayı devlet verir." der. Bir kişi sizin babanızı öldürmüşse sizin onu öldürmeniz hak değildir, sadece meşru müdafaa hâlleri, belirli hâller saklıdır ama burada, iktidar açıkça siyasi rakibine karşı 7 Haziran ve öncesindeki seçim başarısı ve barış konusundaki söylemi, kendisinin savaşa dönmesi sebebiyle bir intikam duygusuyla yaklaşmaktadır. Rövanşist bir duygu vardır burada. Burada Türkiye halklarının gerçekten demokrasiye olan inancı zayıflıyor. Biz, halkımıza karşı sorumluyuz ve bize bu görevi veren halktır, ancak halk alabilir bu görevi. Bunu konuşmamın sonunda söyleyeceğim. Halkın görevimizi elimizden alması dışında bütün laflar lafı güzaftır, hiçbir şekilde dikkate alınmaz.
Şimdi, başka bir bölüme geçeceğim. İktidar partisi, sıklıkla, konuşmalarında tek parti dönemini eleştiren, ayaklar altına alan bir dil tutturuyor. Sadece bunu arada hatırlatmak istiyorum. Ama bu dönemde, öncesinde Adalet ve Kalkınma Partisi milliyetçiliği ayaklarının altına almıştı. Çok da iyi bir şey yapmıştı. Milliyetçilik -tırnak içinde- olumsuz anlamda olursa faşizme ve ırkçılığa kadar varır, Hitler Almanyasında olduğu gibi. Ama şimdi ne yapıyor? "Kürt" diyeni cezalandıran, her türlü milliyetçiliği ayyuka çıkaran, göklere çıkaran bir yaklaşımı var. Ve burada gerçekten Kürt milletvekillerine özellikle sesleniyorum: Kürt'e yapılan bu düşmanlık izzetinefsinize gerçekten dokunmuyor mu? Şırnak vekilinin bu şekilde hukuksuzca vekilliğinin düşürülmesi konusunda siz bir tutum almayacaksınız diye sormak istiyorum.
Burada, Meclis Divanının arkasında, görüyorsunuz ne yazıyor? "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir." yazıyor. Bu İç Tüzük'te bunu geniş konuşacağız, bundan sonra artık şöyle söylememiz lazım: Egemenlik kayıtsız şartsız iktidarındır, çoğunluğundur, milletin değil. Millet bölünemez çünkü. Size oy veren de millet, bize oy veren de millet; Diyarbakırlısı da milletin bir parçası, İstanbullusu da, Antalyalısı da, Adanalısı da, Mersinlisi de. Şırnaklı da bu milletin bir parçasıdır. Eğer Şırnak vekilinin oy verenlerini, halkını, oradaki milletini, siz, vekilliğini düşürerek elinden alırsanız milleti böldünüz demektir. Egemenlik kayıtsız şartsız artık milletin olmuyor. İşte, bu, bu kadar önemli bir meseledir.
Şimdi, bu -konuşmamın başında ifade ettim- HDP'ye yönelik operasyonların bir parçasıdır dedim. Yani Faysal Sarıyıldız ve Tuğba Hezer'in bugün vekilliklerinin düşürülmesi gündemi, HDP'ye yönelik başlatılan konseptin sadece bir ayağıdır.
Peki, hani, sık sık söylüyoruz ya -bulursam o notumu okuyacağım- "Bütün partiler için dokunulmazlık kalktı, siz niye itiraz ediyorsunuz?" diyorlar. "Herkesinki kalktı." Aslında doğru bir laf ama bizim o zaman da, 20 Mayısta da şunu söylediğimizi çok iyi hatırlıyorum: "Yargı bu hâldeyken siz kuzuyu kurda teslim ediyorsunuz. Bu sadece bize yöneliktir, biz bunu biliyoruz." dedik ve dediğimiz oldu.
Nasıl oldu? Daha tartışmalar başlar başlamaz savcılar harekete geçti, bir anda bütün illerin savcılıkları HDP'li milletvekilleri hakkında fezlekeler hazırlamaya başladılar.
Şurada artış var. Mayıstan sonra HDP'ye yönelik fezlekelerin artış oranı: Yüzde yüz değil ha, daha fazla. Bir anda savcılara verilen talimatlar sonucunda fezlekeler, hepimiz hakkında, son dakikada, 20 Mayısta bile hızla fezlekeler Meclise gönderildi.
Size sadece birkaç rakam söyleyeceğim, yargının bağımsız ve tarafsız olmadığını, yargının talimatları siyasi iktidardan aldığını ve ona göre çalıştığını gösteren.
2007 ile 24 Aralık 2015 yılları arasında, sekiz yıllık dönemde, partimizin daha öncesi ve siyaset yapan, aynı gelenekten gelen partilerin milletvekilleriyle ilgili olarak sadece 180 fezleke vardı Meclise gönderilen. Aralık 2015 ile Mayıs 2016 arasında, beş aylık dönemde ise 382 fezleke Meclise gönderilmiş. Bu fezlekelerin 152 tanesi Hükûmet Anayasa değişikliğini sunduktan ve 20 Mayısta yapılan son bir aylık dönemlerde savcılar tarafından alelacele hazırlanarak Meclise intikal ettirilmiş. Sadece bu gösterdiğim tablo bile yargının nasıl araçsallaştırıldığını aslında açıkça gözler önüne seriyor.
Şöyle bir dikkatinizi çekmek istiyorum. Gerçi Mecliste de kimse kalmadı ama ben savunmamı yapmaya devam edeceğim. Arkadaşlarımıza, burada kalanlara anlatmak yetiyor zaten. Tabii ki kendilerini de anlıyorum, bu kadar uzun konuşmak da dinlemek de çok zor, belirli bir süresi var. Eğlenceli bir konu olsaydı araya espriler, farklı şeyler yerleştirirdim ama gerçekten çok tarihsel bir dönem ve sonuçta halk iradesinin ortadan kaldırılmasıyla ilgili bir mesele olduğu için farklı anekdotlar bilerek yerleştirmiyorum, yoksa sıkmayacak bir savunma yapmayı da becerebilirim aslında. Yani öyle bir durum da olabilirdi. Bu konuda affınıza sığınıyorum.
Anayasa değişikliğinin Mecliste ve kamuoyunda tartışıldığı dönemde Meclise yeni 468 fezleke geldi. Bu normal bir rakam değil. Bu fezlekelerin yüzde 79'u sadece bize, HDP'ye geldi, yüzde 79-80'i. Üç parti var. Üç partiye yüzde 20 fezleke, bize yüzde 80 fezleke. AKP vekilleri hakkında 2 Ocak 2016 tarihinden itibaren sadece 8 yeni fezleke gelmiş. Sizce bu normal mi? Değil. Hiç kimse bunu normal karşılamaz. Oranla açıklayayım size; her 40 AKP'li vekilden sadece 1'i hakkında fezleke var, her HDP'li vekil için 6,3 fezleke hazırlanmış. Toplamda 798 fezlekenin 519'u yani yüzde 63'ü HDP'li, 145 tanesi CHP'li, 46 tanesi AKP'li, 20 tanesi MHP'li vekil hakkındadır. Partimizin 59 milletvekilinin 55'i hakkında yani yüzde 93'ü hakkında fezleke var. Bu da nasıl bir artış gösterdiğini, bu talimatlarla, savcılarla kurulan diyaloğun nasıl etkili sonuç doğurduğunu açıkça ortaya koyuyor. Mesela benim bir fezlekem 20 Mayıs tarihli. Savcı çok acele etmiş ama yetiştirememiş, yazık gerçekten! Adana'da Demirtaş hakkında -2 tanesini yakından biliyorum- son gün yetişmiş, bazıları bakanlığa gelememiş, direkt Mecliste kalmış, böyle… Sonrasında ciddi bir aceleyle baş başa kaldık.
Şimdi, başka bir mesele var, o da bu siyasi operasyonun hukuktaki karşılığı nedir gerçekten? Bu cezasız kalacak mı ve bu siyasi operasyon ne anlama geliyor?
Şimdi, bir madde var, Türk Ceza Kanunu'nun 77'nci maddesi. Bunu özellikle Parlamentonun dikkatine sunmak istiyorum ve bu dönem bununla ilgili, merkezi hukuk komisyonumuzla da parti grubumuzla da avukat arkadaşlarla da bir çalışma başlatmayı düşünüyoruz.
Ne diyor bu 77'nci madde? Şöyle diyor, insanlığa karşı suçları düzenliyor; 1/d fıkrası, kişi hürriyetinden yoksun kılmanın siyasal, felsefi, ırki veya dinî saiklerle toplumun bir kesimine karşı bir plan doğrultusunda sistemli olarak işlenmesinin insanlığa karşı suç oluşturduğunu ve ilgili cezaları belirtmiştir. Son fıkrada ise bu suçlarda zaman aşımının işlemeyeceği düzenlenmiş.
Şimdi, savcı ve hâkimler tutuklama kararları verirken bir hata ya da ihmal sonucu bu kararları verebilirler, kasten hukuka aykırı karar da verebilirler. Bu durumda yargı mensupları ya görevi ihmal ya da görevi kötüye kullanmaktan ceza alırlar. Türk Ceza Kanunu'nun 257'nci maddesi ve TCK'nın 109'uncu maddesine göre kişiyi hürriyetinden yoksun bırakmak suçlarının oluştuğu gündeme gelebilir.
Savcı veya hâkimlerin -burada tabii şu bağlantıyla söylüyorum- siyasal iktidarın talimatları ve belirli bir sistematik dâhilinde yaptığı operasyonlardan söz ediyorum. Siyasal, felsefi, ırki veya dinî saiklerle toplumun bir kesimine karşı sistemli ve planlanmış şekilde şahısları hürriyetinden yoksun bırakmaya dönük verilen tutuklama kararlarını insanlığa karşı suç olarak Türk Ceza Kanunu'nun 77'nci maddesine göre tartışmamız gerekiyor. 77'nci maddenin gerekçesine mutlaka bakmanızı öneririm. Burada Nürnberg Statüsü'nün 6/(c) maddesinden esinlenilmiştir, kaynaklarda bu var. İlk defa insanlığa karşı suç, siyasi operasyonlar Nürnberg Statüsü'nde geçmiştir. Burada sonrasında, Roma Statüsü'nde uluslararası hukukun temel kurallarının ihlali sonucu hapsetme veya fiziksel özgürlüğün başka biçimlerde ciddi olarak kısıtlanması insanlığa karşı suç olarak tanımlanmıştır; 7/(1). Bu arada, suçun failini, tutuklama kararı verenlerin mutlaka tutuklamaya yetkili olup olmaması da önemli değildir. Yani tutuklama kararı veren hâkimler dışında tutuklama kararı verilmesini sağlayan kişiler de fail olabilir.
Bu, sizi doğrudan ilgilendiriyor. Siyasi operasyonlarda Türk Ceza Kanunu'nun 77'nci maddesine göre sistematik, planlı siyasi saiklerle yapılan operasyonlar insanlığa karşı suçtur ve bunun için savcı ve hâkim olmak gerekmez, bunu destekleyenler de aynı suçun faili olabilir. Yani bugün vereceğimiz oylarla aslında insanlığa karşı işlenen suçlara imza atıyor olabilirsiniz; bunu hatırlatmak istiyorum.
Günümüzden bin yıl daha geriye bir gidip baktığımızda, 1215 yılında MagnaCarta'yı anmadan geçmek istemiyorum gerçekten.
Ben de MagnaCarta'yı tam size okuyordum. 1215'te çok güzel bir tespit yapmış, -bugünle kıyaslayınca binlerce yıl önceyi aradaki farkı görüyoruz- şöyle diyor: "Özgür hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak, hapsedilmeyecek, mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak, kanun dışı ilan edilmeyecek veya hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır." 1215, değerli arkadaşlar. 2017, bugün milletvekilleri hüküm giymeden cezaevindeler, belediye eş başkanları hüküm giymeden cezaevindeler. MagnaCarta'dan bugüne ne kadar geriye gittiğimizi herhâlde söylememe gerek yok bu kıyastan sonra.
Şimdi, sizi biraz günümüze getireceğim, sonra da 94'e götürmek istiyorum sizi, 2 Mart 1994 ama ondan önce şu güncel siyasete dair çok önemli bir gündemimiz var ama o notumu bulursam tabii bu arada.
Şimdi, değerli milletvekilleri, gerçekten, "dokunulmazlıkların kaldırılması" deyince son dönemde siyasi gelişmelerden bağımsız değerlendirmememiz gerekiyor çünkü HDP'ye yönelik operasyonlar bütün hızıyla devam ediyor, hiçbir şekilde bu operasyonlar hızından hız kaybetmiyor. Şimdi, bununla ilgili, en son bu kürsüden daha önce de ifade etmiştim ama o konuya geçmeden önce ben... Notlarım biraz fazla, o yüzden karıştırdım galiba.
Şimdi, değerli milletvekilleri, 1994'te, gerçekten, aynen bu geceki gibi, milletvekilleri oturmuş ve yapılan savunmaları dinlemişler. O dönemden elimde çok veri var, bütün tutanakları, kayıtları çıkardım aslında fakat birkaç muhalefet şerhini özellikle ilginize sunmak istiyorum gerçekten.
Hangi muhalefet şerhiyle başlayayım? Mümtaz Soysal'la başlayayım. Karşı oy yazısı, kısa bu, şöyle diyor: "Yasama dokunulmazlığı kurumunun başlıca iki amacı vardır. Birincisi, milletvekillerinin olur olmaz vesilelerle yasama görevlerinde alıkonmalarını önlemek, ikincisi de bu görevlerin toplumda büyük çoğunlukça benimsenen görüşlere ve hatta değerlere karşı sürdürülebilmesini sağlamak. Çünkü görüşler ve değerler zaman içinde değişebilir ve farklı görüşlerle, değerleri Parlamento içinde temsil etmek de milletvekillerinin ödevidir. Dokunulmazlığı kaldırma kararları özellikle bu ikinci amaca ters düştüğü için karşıyım."
Rahmetli Erdal İnönü'nün bir muhalefet şerhi var, burada diyor ki: "23 Aralık Perşembe günü yapılan toplantıda 4 milletvekilinin dokunulmazlıklarının kaldırılması önerisine karşı oy verdim çünkü ilke ve pratik açılarından bu dokunulmazlıkların kaldırılmasının yanlış olduğuna inanıyorum. İlke açısından her zaman savunageldiğim ilke, düşünce özgürlüğünün demokrasi ve daha genel olarak insan yaşamının temel bir niteliği olduğudur. Bu bakımdan, düşünce suçu diye bir şeyin demokrasilerde olmaması gerektiğini, zararlı fikirlerin de söylenmesinden korkulmamasını, zararlı fikirler söylenmeden hangi fikirlerin doğru ve yararlı olduğunun anlaşılamayacağını, bu yapılmadan sağlıklı fikirlerin toplumca içtenlikle benimsenemeyeceğini her zaman ve fırsatta öne sürdüm.
Dokunulmazlıkların kaldırılması önerilen milletvekillerinin sözle ve yazıyla açıkladıkları fikirlerine hiçbir şekilde katılmıyorum. Bu fikirler yanlıştır, zararlıdır, gerçeğe uymayan yorumlarla doludur ama milletvekillerinin bu yanlış fikirleri söyleme olanağını zorla ortadan kaldırırsak bu fikirlerin yanlışlığını vatandaşlarımıza gönül rahatlığıyla kabul ettiremeyiz.
Pratik açıdan hepimizin ortak amacımız olan vatanın bütünlüğünü koruma davasına, bu dokunulmazlıkların kaldırılması nasıl katkı yapar? Yararları mı, zararları mı daha fazla olur? Hem kısa vadeli hem uzun vadeli bütün olası etkileri düşündüğümde zararın yarardan daha çok olacağını görüyorum. Saygıyla bilginize sunarım." diyor. Bu, başka bir muhalefet şerhiydi.
Cemalettin Gürbüz'ün uzun bir muhalefet şerhi var, Amasya Birinci Hazırlık Komisyonu Üyesi; bir paragrafını paylaşmak istiyorum: "İnkârı da yapılan bu münferit davranışların bölgedeki tüm insanları temsilcisiz bırakabilecek şekilde çözüme kavuşturulmaya çalışılmasının doğru olup olmayacağı konusunda titiz olmalıyız. Oralarda yapılabilecek yeni bir seçimde ya da ara seçimde seçilecek temsilcileri bizim belirleyebilmemiz veya istediğimiz yapı ve düşüncede insanları seçtirebilmemiz gibi bir konumumuz yoktur. Seçimde gösterdikleri iradeye, demokrasi içerisinde belli önemi ve saygıyı gösteregeldiğimiz inancının zayıflaması konuyu yeni boyutlara getirebilir.
Ana hatlarıyla belirtmeye çalıştığım bu düşüncelerle bu aşamada dokunulmazlığın kaldırılması yönündeki çoğunluk kararına katılamadığımdan muhalefet şerhimi yazıyorum." diyor.
Bu muhalefet şerhleri bize bir şey anlatıyor. O dönemde de aslında Meclisin aynı fikirde olmadığını, çok farklı görüşlerin olduğunu ve 1994 yılında bile milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasının Türkiye'deki gelişmelere, siyasi olaylara bu kadar damgasını vurduğunu çok iyi biliyoruz. 1994'te ne oldu? Milletvekilleri cezaevine konuldu. Leyla Zana, Hatip Dicle, Orhan Doğan, Selim Sadak on yıl cezaevinde kaldılar; basit değil, on yıl yani hayatın çok önemli bir bölümü. Sonra, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu kararı bozdu ve adil yargılanmadıklarına hükmetti. Kürt meselesi mi çözüldü? Hayır. Demokratik siyaset güçlendi mi? Hayır. Demokrasi bir adım ileri gitti mi? Hayır. Şiddet bitti mi? Hayır. Kürtler boyun eğdi mi? Hayır. Bu vesileyle, artık Kürtlerin hak ve özgürlükleri talep etmeleri önlenebildi mi? Hayır. Kürt meselesi hâlâ çözüm bekliyor mu? Evet. Peki, 1994'te on yıl tutuklu kalmaları ve dokunulmazlıklarının kaldırılması hiçbir şeyi çözmemişken aynı yöntemle ve çok daha vahim bir şekilde, sistematik bir hâle getirerek bizim bugün bunu görüşmemiz Türkiye tarihinde bir ileri bir geri gittiğimizin kanıtıdır, ilerleyemiyoruz, geriye doğru gidiyoruz. Demin okuduğum tutanaklar aslında bunu gösteriyor. İşte bu nedenle, 2 Mart 1994 Kürtlerin hafızasına "DEP depremi" olarak, "DEP darbesi" olarak geçti, onlar için 12 Eylül darbesinden, 28 Şubat muhtırasından hiçbir farkı yoktur. İşte bugün darbe mekaniklerinin ve Kürtlere karşı olan tahammülsüzlük söylemlerinin ayyuka çıktığı dönemlerde de hep bu uygulamalar devam etti, sadece uygulayanlar farklılaştı; o dönem DYP iktidardaydı şimdi AKP iktidarda. Dokunulmazlıkları kaldırılan kim? O dönem DEP milletvekilleri muhalefet partisinden, onlar Kürt'tü, şimdi HDP bir Türkiye partisi olarak bütün farklılıkları içinde barındırıyor, Kürt, Türk, kimlik, inanç ayrımı yapmıyor ama yine Kürt meselesinin çözümünü önüne koyduğu için, demokratik siyaseti öncelediği için, Kürtlerin eşit ve özgür yurttaşlık taleplerini kendi programına koyduğu için bu saldırılarla karşı karşıyadır. Bunun başka bir izahı zaten olamaz.
Şimdi, 1993'te ne diyorduk? "Çiller-Ağar konsepti var." diyorduk, kamuoyunda sıkça bilinen bir sözdür bu ve o zaman siyasal yaşantıda en fazla çalkantının olduğu yıllardı gerçekten. Hatırlarsak, Turgut Özal'ın ani ölümü sonrasında Başbakan Demirel'in Cumhurbaşkanı olarak Köşk'e çıkması, SHP lideri Erdal İnönü'nün aktif siyasetten çekilmesi bir çatlağa yol açmıştı ve unutmayalım ki o dönemde… Bu arada Sevgili Mehmet Sincar'ı da saygıyla, rahmetle anmak istiyorum. 4 Eylül 1993'te DEP Mardin Milletvekili Mehmet Sincar Batman'da katledildi ve o saldırıdan Nizamettin Toğuç yaralı olarak kurtulmuştu ve maalesef, aynen bu dönem olduğu gibi -sadece bir kıyası hatırlatmak istiyorum- DEP'e yönelik saldıralar da tıpkı bugün HDP'ye yönelik saldırılara büyük bir benzerlik gösteriyordu. Şimdi, DEP'ten, HADEP'e, DTP'ye, HDP'ye baskıları uygulayanların kimliği, siyasi kimliği değişti ama uygulamalar maalesef değişmedi. Yani hatırlasak HADEP Genel Başkanı Murat Bozlak ve partinin genel merkez yöneticileri üç defa tutuklandılar, üç buçuk yıl hapis yattılar, HADEP kapatıldı, sonra DEHAP kuruldu, DTP kuruldu ve günden bugüne geldik. Sonra KCK operasyonlarıyla Kürt siyasetçileri yine tasfiye edilmeye çalışıldı. Hatta hatırlarsınız, Sayın Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk'un o zaman vekillikleri de düşürülmüştü ve maalesef Türkiye tarihinde bir ileri bir geri gitmeye devam ediyoruz. Peki, KCK operasyonları nasıl oldu? Burada çok anlattık, 2009'da başlayan demokratik siyasete yönelik operasyonlar aslında yine bir sistematik dâhilinde devam ettirildi ve o uygulamanın en önemli boyutu şudur ki: KCK operasyonlarında kararı veren hâkim ve savcılar Fetullahçılıktan, terör örgütü üyeliğinden tutuklandılar ama KCK operasyonlarından yargılananlar ceza almaya devam ediyor yani kendilerini yargılayanlar terör örgütü üyeliğinden yargılanıyor ama yargılananlar aklanmıyor, beraat etmiyor. Nasıl bir farkla? Eğer Balyoz davası sanığıysanız beraat ediyorsunuz ya da Ergenekon davası sanığıysanız yine beraat ediyorsunuz. Daha doğrusu özetle, HDP'li değilseniz, Kürt değilseniz Fetullahçı hâkim ve savcıların yaptığı yargılamalardan aklanabilirsiniz ama söz konusu olan HDP'yse, Kürtlerse cemaat ve iktidar uyuma, ittifaka, birlikte yönetmeye ve iktidara devam ediyorlar.
Şimdi, burada baskılar gerçekten HDP'ye kadar aralıksız devam etti ve burada, Kürt meselesinin çözümü konusunda, özellikle şu anda yaşadıklarımızın hepsinin temel dayanağı Kürt meselesinin çözülmemesiyle ilgilidir ve şiddet politikasının bilerek devam ettirilmesiyle ilgilidir. Neden? Çünkü şu anda bu fezlekelerle, bu dokunulmazlıkların kaldırılması talebiyle yapılmak istenen "Demokratik siyaseti bitirelim." Peki demokratik siyaset bitince ne olacak? Gerçekten bir an düşünelim, HDP kapatıldı, hepimiz cezaevine girdik, hepimiz ceza aldık, hepimizin milletvekilliği düşürüldü, parti fiilen işlevsiz hâle geldi -bunu başaramayacaklar tabii, o ayrı bir şey- bir an için varsayalım, ne olacak? Türkiye'de demokrasi ya da özgürlükler tahkim mi edilmiş olacak? Huzur mu olacak, ekonomik gelişmeler mi büyüyecek, yoksa Türkiye Avrupa Birliğine daha koşar adım mı gidecek? Dış politikamız mı düzelecek? Öyle bir şey yok. Ya, HDP'nin değerini bilmiyorsunuz. Biz burada şiddetsiz bir çözüm için mücadele ediyoruz, hayatımızı ortaya koyan insanlarız; yeter ki bu ülkede daha fazla ölüm olmasın, Kürt meselesi eşit ve özgür yurttaşlık temelinde çözülsün, Alevi meselesi çözülsün, kadın hakları meselesi çözülsün, çevre meselesi çözülsün, gençliğin temsiliyeti sağlansın, bu ülkede her türlü ayrımcılık son bulsun, Süryanilerin el konulan malları, vakıfların malları iade edilsin. Biz tam demokrasiyi savunuyoruz. Bize yönelik baskı arttıkça şiddet paralel oranda artar; bu, işin doğasında vardır, siyasetin doğasında vardır. Siz halkın bize güvenini yok ederseniz... Şimdi, halka şöyle bir cümle söylettiğinizi varsayın: "Yani ne yapalım, biz milletvekili seçtik, çalışamıyor, onu tutukladılar, o zaman ben dağa giderim." demiyorlar mı sanıyorsunuz? Diyorlar. Demokratik siyasete baskılar artıkça başka çareler aranır, bu işin diyalektiğinde vardır. Ve bu nedenle, bu söylediklerimizi lütfen, zaman gecikmeden gerçekten, ciddiyetle düşünelim. Ama, ne var ki önümüzdeki tablo çok daha ağır. Mesela, bu HDP'ye yönelik topyekûn saldırılardan bir tanesi de geçenlerde Eş Başkanımız Demirtaş hakkında Erdoğan'ın terörist şeklinde suçlamasıydı. Korkunç bir şey, buradan başka arkadaşlarımız da ifade etti ve bunu niye anlatıyoruz? Çünkü bunun peşini bırakamayız. Biz HDP olarak Eş Başkanımıza terörist denmesini, yasa dışı ilan edilmesini kabul etmeyiz, kabul edemeyiz. Biz o Başkanın, o partinin milletvekilleriyiz, eğer o teröristse biz de teröristiz, biz teröristsek bize oy veren seçmenler de terörist. Peki, terörizmin tanımı nedir? Nasıl böyle bir cüret ve hadle bu söyleniyor ve hâlâ bu yalanlanmadı, hâlâ bu cümle geri alınmadı? Bu iftiranın peşini kesinlikle bırakmayacağız.
Şimdi, bu tabii ki, Sarıyıldız'la ilgilidir, Tuğba Hezer Öztürk'le ilgilidir, tüm HDP'yle ilgilidir. Çıta git gide yükseltildi, yükseltildi, yükseltildi, HDP'ye yönelik saldırılar en son terörizme kadar vardırıldı; ya el insaf. Biz buradayız, elimizde silah mı var? Biz şiddeti mi savunuyoruz? Biz canhıraş bir şekilde… Bu ülkede demin grubumuzun kaç parçaya bölündüğünü söyledim. Bizim eş başkanlarımız içerideyken, milletvekillerimiz hapisteyken biz gelip Parlamentoya oturuyorsak bunun değerini bilin, bu çok değerlidir. Biz sineyimillete de dönebilirdik, bütün umudu koparabilirdik çünkü demokratik siyasete ve vekâlete güven kalmamış. Biz o güveni tekrar tesis etmeye çalışıyoruz, halka bunu anlatıyoruz, "Aman demokratik siyaseti bırakmayalım, aman demokratik siyaseti, özgürlük mücadelesini yürütelim, bunu hak etmiyoruz." diyoruz. Biz bunu anlattıkça işte bu açıklama gibi açıklamalar oluyor. Biz çağrı yaptık, bir daha yapıyoruz. Varsa Sayın Erdoğan'ın elinde bir delil savcılara vermesi gerekiyor. Peki, burada yaptığı açıklamada gerçekten… "Onun nice suçları var." dedi. Bu nice suçlar… Hani ben dedim ya savcılarla Erdoğan arasında kırmızı bir hat var, özel bir hat. Çünkü nedense aynı cümleleri aynı dönemde sarf ediyorlar. Ama şimdi açıklamadı. Savcılarla arasında bir sorun oluştu demek ki. Çünkü ortada suç yok. Daha Demirtaş mahkemeye çıkmadı. Çıktığı davaların hepsi tutuksuz olduğu davalar. 4 Kasımdan bu yana mahkemeye çıkmadı. Hakkâri Milletvekili Selma Irmak bütün ısrarlarına rağmen daha mahkeme önüne çıkamadı. Sebahat Tuncel çıkmak istedi bir kere Malatya'ya gitti, Kışanak'ı çıkarmadılar, Gülser Yıldırım Mardin'de duruşmaya çıkamıyor, İdris Baluken Diyarbakır'daki duruşmasına ısrarla gitmek istiyor, çıkarılmıyor, Çağlar Demirel Diyarbakır'daki duruşmasına gitmek istiyor, çıkarılmıyor. Bir Abdullah Zeydan getirildi istisna olarak Edirne'den. Diğer milletvekillerimiz ve eş başkanlarımız "Yargıya gidip savunma yapalım, açıklayalım bunları." diyorlar. "Bu konuda kesinlikle SEGBİS dışında beyanda bulunamazsınız." diyor. Peki "Bu suçu açıkla." diyoruz. Ama açıklamazsa Erdoğan'a şunu söylüyorum bir hukukçu olarak: "Şu suçları işliyorsun." diyorum. Türk Ceza Kanunundaki üç suçtan yargılanacak. O kendisi itiraf ediyor. Biri: Türk Ceza Kanunu 271'deki suç uydurma düzenlemesi, üç yıla kadar hapis cezası var. Suç yoksa, suç uyduruyorsa hapis alması lazım madem öyle. İkincisi: Türk Ceza Kanunu 288'inci maddesinde adil yargılamayı etkileme maddesi var. O da para cezası. Türk Ceza Kanunu'nun 283'üncü maddesi var, TMK yasasına göre suçu ve suçluyu saklamak. Mademki suçu biliyor, suçluları da biliyor, bugüne kadar niye sustu? Gerçekten açıklamaya davet ediyoruz ve bunun cezası da on yıla kadar hapis cezası. Şimdi ben Eş Başkanımızın yaptığı çağrıyı grubumuz adına bir kez daha söylüyorum: Gerçekten ne belge varsa elinizde lütfen savcılara verin, lütfen. Vermezseniz eğer bu durumda iftiracı oluyorsunuz, yalan atmış oluyorsunuz. Çünkü belge varsa… Yoksa zaten o bir iftiradır, yani bunun bir zemini yoktuk.
Şimdi, bununla ilgili bir de şöyle bir şey diyor. Yani çok dikkat çekici bir mesele. G20'de Sayın Erdoğan'ın yaptığı konuşmada diyor ki… Demirtaş için söylediği hiçbir şey doğru değil zaten. Bunu biliyoruz. Bunun zemini yok. Sayın Demirtaş'a rakibi olarak, öç alma duygusuyla, rövanşist duygularla yaklaşıyor. Şimdi ben hangisini düzelteyim? Diyor ki Erdoğan: "53 Kürt kardeşim." diyor. Söylediği hiçbir şey doğru olmadığı gibi, bu da doğru değil. Niye? Eğer kardeşi olarak Kürtleri görseydi müzakere masasını devirmezdi. Eğer Kürtleri kardeşi olarak görseydi "Kobani düştü, düşecek." demezdi. Eğer Kürtleri kardeşi olarak görseydi, olsaydı Erdoğan, Roboski katliamının sorumluları şu anda cezaevinde olurdu, takipsizlik kararıyla aklanmazlardı. Roboski katliamı Türk savaş uçaklarının Kürt köylerini bombalaması sonucu gençlerin ölümüdür. TSK uçaklarında uçağı kullanan tespit edilip sanık yapılmıyorsa nasıl bir Kürt kardeşliği oluyor bu? Anıtına bile tahammül edilemiyor. Şimdi, kayyım Roboski anıtını yıkmazdı mesela eğer kardeş olsaydı. Kardeşi olsaydı, Cizre'de, bodrumda, bir yaşındaki bebekler, gazeteciler, kadınlar, gençler yakılmazdı.
Sen Kürtlerin kardeşi değilsin Erdoğan. Bunu açıkça söylemek istiyorum. Kürtlerin neyi olduğunu tarih yazacak. Bu konuda hiç endişelenmemesini tavsiye ederim. Ama kardeşi olmadığını biz çok iyi biliyoruz.
Mecliste üçüncü büyük parti grubunun bir milletvekili olarak burada konuşuyorum ve öyle bir milletvekiliyim ki, eş genel başkanlarım ve milletvekili arkadaşlarım, MYK üyelerim cezaevinde, rehin durumdalar. "Tutuklu" deyin diyorsunuz ama tutukluluğun Ceza Kanunu'nda bir karşılığı vardır. Suç vasfı, mevcut delil durumu; ne bileyim, katalog suç, işte, anayasal meselesi… Ee, Balbay kararı var; Anayasa'ya aykırı bir şekilde, serbest seçim hakkına aykırı bir şekilde tutuklama olmaz. Bu, siyasi rehin meselesidir.
Şimdi, Demirtaş duruşmaya çıkmak istedi, kelepçe takmak istediniz. Kimse Demirtaş'a kelepçe takamaz, siz de taktıramazsınız. Başka bir milletvekilimize de bundan sonra asla ve kata takamazsınız. Biz bunu, sizi bu konuda her yerde teşhir ederiz. Siz kelepçe takmaya teşebbüs etmekle aslında düzeyinizi ve hıncınızın ne kadar basit koşullarda oluştuğunu göstermiş oluyorsunuz. Demirtaş'ın kelepçe takmaması tavrı bizler için, partimiz için, halklarımız için bir onurdur. Tarih sizin tüm bu hukuksuzluklarınızı, siyaseten yenmeyi başaramadığınız Demirtaş'ı, Yüksekdağ'ı yargı yoluyla alt etmeye çalışmanızı zulüm sayfalarına yazacak hiç merak etmeyin. Demirtaş'ın duruşunu, Yüksekdağ'ın duruşunu da onur sayfasına yazacak, bunu da hiç merak etmeyin.
Evet, şimdi daha, şu anda günü belli olmayan, sadece duruşma günü belli olmayan, en son Ayhan Bilgen'in belli oldu; 8 Ağustos ama Sayın Demirtaş'ın hâlâ duruşma günü belli değil, diğer milletvekillerimizinki belli oldu. Ama şöyle diyorlar… Baştan beri gün verilmiyor, çıkarılmıyor, Nedir peki? "Yargılayacağız, yargılayacağz" diye tutturdunuz. "Hesap vereceksiniz, hesap soracağız." Tamam. "Yargılayacağız" dediniz, yargılayın; çıkarın mahkemeye. Çıkmaması için niye bu kadar uğraşıyorsunuz? Buradan AKP'nin hukuk komisyonlarına da seslenmek istiyorum: Selahattin Demirtaş'ı mahkemeye çıkarın, size hukuk dersi versin gerçekten. Kim yargılanacak o mahkeme salonunda, bütün Türkiye ve dünya kamuoyu görecek. Sen böyle, oturduğun yerden, G20 Zirvesi'nden, bir lideri terörist ilan edersen ne güvenilirliğin kalır ne inandırıcılığın ne söylediğin sözün bir kıymetiharbiyesi kalır. Hadi yargılayın, bu hukuk dersini de alın. Ha, Demirtaş'tan bu kadar da korkmayın. Korktuğunuzu biliyoruz. Korkuyorsanız da bu kadar belli etmeyin bari. Hani insan bazı şeyleri hisseder ama belli etmez, bu kadar da bizce belli etmeyin.
Buradan Sayın Meclis Başkanına da seslenmek istiyorum, Sayın İsmail Kahraman'a: Sayın Başkanın belki haberi yoktur, dün söyleyecektik fırsat olmadı, Eş Genel Başkanımız Sayın Demirtaş Anayasa Mahkemesine tutukluluğa itiraz için başvurdu. Adalet Bakanlığı da bir görüş yazısı iletti. Burada Bakanlık özetle şunu söylüyor, diyor ki: "Demirtaş'ın tutuklu olması Meclis faaliyetlerine katılmasına engel değil." Adalet Bakanlığı bu cevabı vermiş resmî olarak. Milletvekilleri Demirtaş'ı ziyaret edemiyor. Anayasa değişiklik teklifi için defalarca başvuru yaptık, grup başkan vekillerimiz önerge verdi "Gelip oy kullansınlar." diye; kabul edilmedi. Biz bile avukatlar aracılığıyla haberleşiyoruz. Adalet Bakanlığı böyle bir görüş söylemiş. Bunun üzerine Demirtaş da: "Ben SEGBİS yoluyla Meclis grup toplantımı yapmak istiyorum." dedi haklı olarak -yani, yasama faaliyetinin bir parçası Mecliste grup toplantısı yapmaktır, yasama organının çalışmalarına katılmaktır- ve Meclis Başkanlığına bir dilekçe yazdı avukatlar vasıtasıyla. Bir hafta geçti, Sayın Meclis Başkanı hâlâ cevap vermedi. Söz konusu kişi bizim Eş Genel Başkanımız Selahattin Demirtaş'tır.
Sayın Meclis Başkanı, Demirtaş aynı zamanda TBMM üyesidir, bu Mecliste 3'üncü büyük grubun başkanıdır, onun dilekçesine niye cevap vermiyorsunuz? Eğer gerçekten araba alıyorsanız, ayıptır. Sizin Meclisinizde 12 milletvekili cezaevinde, bugüne kadar milletvekillerinin cezaevinde olmasıyla ilgili tek cümle sarf etmediniz. Hiçbir şey demediniz. Ben daha öncede söylemiştim -basında biraz komik algılandı- demiştim ki: "Apartman yöneticisi olsa gider daireye der ki, nedir durumunuz?" Meclis Başkanından söz ediyoruz. İnsan demez mi benim üyem tutuklu ya, niye tutuklu? Bir peşine düşeyim yani, bir hâlini hatırını sorayım, bunlar benim üyelerim.
Meclis Başkanına şu çağrıyı yapıyoruz: Daha fazla görmezden gelemezsiniz. Gerçi ne cevap vereceğinizi aslında tahmin ediyorum, biz biliyoruz ama kayıtlara bir girsin, tarihte yer alsın istiyorum. Gerçekten, Adalet Bakanına da diyoruz ki: "SEGBİS'le Demirtaş'ı grup toplantısına bağla çünkü Adalet Bakanı olarak verdiğin görüş bunu emrediyor, bunun gereğini yerine getirmeniz gerekiyor."
Şimdi, değerli milletvekilleri, toparlayacak olursam, ben savunmamda şöyle bir çerçeve çizmeye çalıştım, şu anda devamsızlık sebebiyle önümüze gelen dosyaların arka planında devamsızlık mesnedi yok aslında. Bu, uzun süredir hazırlanan, toparlamak adına söylüyorum, bir siyasal planın bir parçası. Faysal Sarıyıldız'la ilgili gösterdiğim gazete haberleri, bu konuda yapılan konuşmalar, ithamlar, hepsi aslında bunun altyapısını oluşturuyor. Tabii ki bu aynı zamanda Halkların Demokratik Partisine yönelik saldırılardan bağımsız da değil. Türkiye tarihinde hiçbir dönem yoktur ki Meclis bu kadar itibarını kaybetsin. Hiçbir dönemde Meclisin 12 milletvekili cezaevinde değildi. Ve üstüne üstlük, dışarıda olan milletvekilleri de bizler de bu saldırılardan her gün nasibimizi alıyoruz. Mesela, Siirt Milletvekilimiz Besime Konca, hukukçu arkadaşlar lütfen dikkat etsinler, propaganda fiilinden 3 defa tutuklandı, aynı dosyadan. Propaganda fiilinin cezası bir yıldır, normalde on ay verilir, erteleme kapsamındadır, paraya çevrilir. Her seferinde tahliye oldu, başsavcı itiraz etti, tekrar tutuklandı, tekrar, üçüncü kere oldu ve yerel mahkeme iki yıl altı ay ceza verdi, Batman. İstinaf mahkemesine gitti, kaç günde onaylandı biliyor musunuz? Üç günde. Üç günde bir milletvekiline verilen ceza tasdik edildi.
Grup Başkan Vekilimiz Ahmet Yıldırım Cumhurbaşkanına hakaretten bir yıl üç ay ceza aldı. Şaka gibi geliyor değil mi? Milletvekilliğini düşürmek için Urfa Vekilimiz İbrahim Ayhan hakkında attığı "tweet" sebebiyle, bir anma "tweet"i sebebiyle bir yıl üç ay ceza verildi. Mahkemeler bize çalışıyor bu ara, hızla mahkumiyet kararı vermek için büyük bir aceleleri var. Garip bir şekilde öyle bir hâle geldi ki bu yargılamalar; mesela, Çağlar Demirel ve Abdullah Zeydan vekillerimiz Diyarbakır'da aynı gün, ara kararlar tekemmül ettirilmeden ceza aldılar.
Bunu niye söylüyorum? Tutuklu arkadaşlar tutulmaya devam ediyor, dışarıdaki arkadaşlara bu şekilde ceza kararları veriliyor. Biz buradaki hedefi saptayamadık. İktidar, acaba HDP Grubunun tümünü bu şekilde cezalandırarak, milletvekilliğini düşürerek partiyi fiilen kapatmak mı istiyor? Bu soruyu doğrudan savunma adına soruyorum. Bizim hesabını veremeyeceğimiz hiçbir fiil yok. Biz ne rüşvetten, ne hırsızlıktan, ne başka bir suçtan yargılanıyoruz. Bize yönelik ithamların tümü siyaset yapmakla ilgili, demokratik siyaseti kullanmamızla ilgili. Bizimle ilgili davaların tümü parti faaliyetlerimizdir; nevroz kutlamasıdır, 8 Marttır, parti mitingleridir, yaptığımız basın açıklamalarıdır, düşünce açıklamalarıdır ve yani milletvekilleri ne yaparsa biz de onu yapıyoruz. Emniyet müdürleriyle görüşmemiz bile suç.
Şimdi, böyle bir ortamda, 11 arkadaşımız içerideyken, 3-5 arkadaşımız ceza almışken, diğer yargılamalar devam ederken bir de devamsızlık sebebiyle alelacele önümüze 2 düşürme dosyası geldi. Tabii, bu arada Eş Başkanımız Figen Yüksekdağ ve Diyarbakır Milletvekilimiz Nursel Aydoğan'ın vekilliği de düşürüldü. 2 arkadaşımızın daha vekilliği düşürülürse 4 arkadaşımızın vekilliği düşmüş olacak. Bu öylesine bir mesele değil. Milletvekilliğini sadece halk geri alabilir. Halk yetki vermiş, halk oylarını vermiş, desteğini vermiş. Ne için vermiş? Beni temsil edin demiş. Ama burada iktidar partisinin siyasi emelleri uğruna, siyasi istikbali uğruna bir partiyi yok etme emri aldığı için yargı, bu iş tıkır tıkır yürüyor. Bunu durdurmamız lazım. Parlamentonun itibarına, halkın iradesine sahip çıkması lazım.
Bu sizin elinizde. Gerçekten buna karşı tutum almak bizim elimizde. Her birimiz vekiliz. İktidar partisi vekillerinin burada olmasını çok arzu ederdim gerçekten çünkü vereceğiniz her oy, sizin halk iradesine ve millet iradesine ne kadar önem verdiğinizin, birlikte nasıl kurtulacağımızın yol haritası da olacak. Ama maalesef iktidar partisinden çok çok az sayıda, 10-12 arkadaşımız burada. Oy kullanırken neye göre oy kullanacaklar çok merak ediyorum. Sabah, Akşam, Yeni Şafak, Akit gazetelerinin attığı manşetlere göre karar vereceklerse büyük bir tarihsel yanlışa imza atmış olacaklar.
Gerçekten öyle bir imza olacak çünkü onlar yalan manşetler. Bizim elimizde bunun doneleri var, bunun ispatları var.
Bu siyasi saldırı, bu siyasi operasyonlar, yargılamalar tümüyle -demin anlattığım gibi- siyasi saikla yapıldığı için ve bir hedefe yöneldiği için insanlığa karşı suçtur, Türk Ceza Kanunu'nun 77'nci maddesi bunu açıkça düzenlemiştir ve orada, hâkim, savcı olmak gerekmiyor, aynı zamanda bunun talimatını da vermiş olmak yeterlidir diyorum.
Meclis tam boşalmadan bitirmek istiyorum aslında. Yoksa ben daha gayet iyiyim, devam edebilirdim ama arkadaşların yüzüne bakıyorum, böyle bir uyku hâli var, bitirmemi istiyorlar gibi yüz ifadeleri görüyorum genelde, o nedenle sonlandıracağım ama üç saati doldurayım Başkan. Toparlıyorum gerçekten.
Yani bu kadar mesele anlattım ama neticede geldiğimiz nokta, hepimizin demokrasiye sahip çıkması gerektiği noktasıdır. Kürt meselesini çözemediğimiz için, Kürt meselesini bilindik, aynı yöntemlerle çözmeye çalıştığımız için şu anda yine Türkiye bir çözümsüzlük girdabında kaybolmak üzere ve dış politikada da kesinlikle şu anda bizim uluslararası ilişkilerimizin kötü olmasının, itibarın sarsılmasının, bize yönelik saldırıların, bugün Almanya'yla ilgili konuştuklarımızın, bugün Suriye'yle ilgili konuştuklarımızın, bugün ABD'yle ilgili konuştuklarımızın, Orta Doğu'daki gelişmelerle ilgili bütün değerlendirmelerimizin temelinde Kürtlere yaklaşım var. Bu doğru değil, Kürt halkı Türkiye'nin düşmanı değil, Kürtler Türklerin düşmanı hiç olamaz zaten. Halklar birbirine düşman olmaz; düşmanlığı yaratan, sistemlerdir, devletlerdir ve devletler, maalesef, halkı karşı karşıya getirmeye devam ediyor.
Türkiye'nin tek bir çıkışı var, o da demokrasidir, hukuk kurallarıdır, imzacısı olduğumuz uluslararası evrensel değerlerdir. Bugün, birçok sözleşmenin altında Türkiye'nin imzası var. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nden başlayarak söylemek isterim ki Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi, Çocuk Hakları Sözleşmesi, Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi, Yerel Yönetimler ve Özerklik Şartı sözleşmesi ve daha bir dolu sözleşmedeki imzalarımıza sahip çıkmamız gerekiyor. Onların şöyle bir uygulaması olamaz: "Ben sözleşmeyi imzalarım ama insan hakları savunucularını, siyasetçileri de baskı altına alırım." Böyle bir çifte standart olmaz.
Bizim, Avrupa'ya kafa tutmamızın bir tek yolu var, daha çok demokrat olmak, kendi vatandaşımıza daha çok hak ve özgürlük tanımak. Kendi vatandaşımızı ezdiğimizi Avrupa bize söylüyorsa bizim diklenmemiz değil düşünmemiz lazım, başımızı önümüze eğmemiz lazım. Kendi vatandaşlarına hukuksuzluk uyguladıklarında biz de burada karşı çıkıyoruz. İsrail'e laf söylüyoruz Filistin'de yaptıkları için. Gerçi İsrail'le anlaşmalarımız, o gizli kapaklı ilişkiler bir yana, şu anda artık ona girmeyeyim, çok uzar o. Fakat uluslararası ilişkilerde dünyada artık sınırlar yoktur aslında, insanlık değerleri vardır ve Avrupa Birliği de böyle bir değerler bütünüdür ve biz bu değerler bütününü -eğer kabul ediyorsak- burada işkenceye de siyasete baskıya da hak ve özgürlüklere saldırıya da… Basın-yayın özgürlüğüne de saygılı olmamız lazım.
Hâlâ Cumhuriyet gazetesi yazarları üç dört gün herhâlde yargılanacaklar, daha devam ediyor ve büyük bir utanç olarak o da Türkiye'de tarih sayfalarına geçiyor. Şu anda hak savunucuları yine cezaevinde. Akademisyenler… Dün Diyarbakır'da çok iyi tanıdığımız 2 cerrah tutuklandı biliyor musunuz? Biri Selçuk Mızraklı, Tabipler Odası eski Başkanı; diğeri de Şemsettin Koç, o da Diyarbakır'ın Tabipler Odası eski Başkanı. Doktorlara kadar vardı bu av, bu saldırılar. Neden? Neyi amaçlıyoruz? Daha fazla demokrasi değil, burada faşizmin inşasında rol almayalım. Biz Meclis olarak bu itibar düşürme faaliyetlerine karşı itibarımızı koruyalım çağrısı yapıyorum.
Faysal Sarıyıldız sizler gibi bu Parlamentoya girmeye hak kazanmış milletvekilidir. Buraya sınavla girmemiştir, burada memur değildir, burada işçi değildir, bizler de patron değiliz. Onun vekilliğini düşürme hakkımız aslında yoktur. Milletvekilliği düşürmek bir işçiyi işten çıkarmak gibi bir imzayla olacak bir mesele değildir, bir KHK'de binlerce memuru ihraç etmek gibi de değildir. İşte, başta da söylediğim gibi "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir." sözünü kaldırmamızı gerektirir artık. Eğer biz bu Mecliste bunun gereğini yapacaksak bu savunmaları gerçekten dikkate almanızı öneririm.
Objektif verilerle anlatmaya çalıştım, dava dosyaları, basın-yayın organlarının görüntülerini vermeye çalıştım. Hepinize sabrınız için, dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum, saygılar sunuyorum.
25 Temmuz 2017