Beştaş: Sosyal medya tasarınız ırkçılık ve cinsiyetçilikle mücadele etmiyor: en sert muhalefeti yapacağız

Grup Başkanvekilimiz Meral Danış Beştaş, haftalık basın toplantısı düzenleyerek gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Beştaş, şunları söyledi:

Basın toplantımızın girişinde Merkez Disiplin Kurulumuz, Muş Milletvekilimiz Munsur Işık ile ilgili, eşine şiddet uygulaması sebebiyle yakından takip edilen bir vaka. Merkez Disiplin Kurulumuz en son karar için yaptığı toplantı şöyle bir karar aldı. Disiplin Kurulumuz, ilkelerimiz gereği, tabii ki kadının beyanı ilkesi esastır ilkesinden hareketle tarafları dinledi hem Mensur Işık’ı hem de Ebru Işık’ı dinledi. Daha kısa sürede karar çıkması yönünde toplumda bir beklenti vardı. 

Disiplin Kurulu Mensur Işık’a 2 yıl boyunca partiden çıkarma cezası verdi 

Takdir edersiniz ki, Merkez Disiplin Kurulu da belirli kurallara uymak zorunda. Savunma hakkı gibi kurallara uymak zorunda, savunmalar alındı, iddialar alındı. Bunun üzerine Mensur Işık’a 2 yıl süreyle geçici çıkarma cezası verildi. Bunu ilk kez Diyarbakır’dan açıklıyoruz. HDP olarak bizim için kim tarafından ve kime uygulanırsa uygulansın şiddet kabullenemeyeceğimiz bir şeydir. HDP olarak yaklaşımımız bu konuda da nettir. Aile içi şiddet konusunda da toplumsal şiddet konusunda da mücadele eden parti olarak bundan sonraki tutumumuz daha güçlü bir şekilde devam edecektir.  Üzgünüz, partimizden bir milletvekilinin böyle bir mesele ile anılması, böyle bir şiddet uygulaması bizi derinden sarsmış, üzmüştür. Ama bu bizim tutumumuzu asla etkilememiştir. Bu konuda bir söz söylememiz gerekirse başta Muş halkı olmak üzere, halkımıza öz eleştiri konusunda kaçınmayacağız, halkımıza özeleştirel yaklaşımımız devam edecek. Şiddet, kesinlikle bizim hiçbir şekilde ıskalayacağımız, arkasında duracağımız ya da meşru göreceğimiz bir olgu değildir. İlkin bu kararı paylaşmak istedim. Tekrar etmem gerekirse iki yıl süreyle geçici çıkarma cezasıyla cezalandırıldı. Parti ile iki yıl boyunca ilişkisi kesilmiştir. 

İnsanlığın asla unutmayacağı 33 Kurşun Katliamını lanetliyoruz 

Bugün 33 kurşun katliamının 77’nci yıl dönümü. Bundan 77 yıl önce Kürt halkının hafızasından hiçbir zaman unutulmayacak ve  insanlığın vicdanında mahkum olan olaylardan biridir. Van Özalp’ta 33 Kürdün kaçakçı oldukları gerekçesiyle katledilmesi. Orgeneral Mustafa Muğlalı tarafından gerçekleştirilen bu katliamda 32 kişi kurşuna dizilerek insanlık dışı bir şekilde öldürüldü. Bu olayın faili olan Muğlalı adeta kahramanlaştırıldı ve ismi kışlalara verildi. Muğlalının isminin kışlalara veren zihniyeti ve bu zihniyete karşı mücadelemizin dün olduğu gibi bugün de devam edeceğimizi belirtmek isterim. 

Kadınlara yönelik hayatın her alanında adeta savaş açılmış 

Son haftalarda İstanbul Sözleşmesi, temel gündemlerden birisi. Bundan 9 yıl önce büyük bir sükse ile iktidar partisi tarafından imzalanan İstanbul Sözleşmesi, şimdi iktidarın hedefinde. Biliyorsunuz her gün İstanbul Sözleşmesi'nin kaldırılmasına dönük konuşmalar yapılıyor. O zaman iktidar, bu sözleşmenin bir Türkiye ilinin ismini almasından büyük bir memnuniyet ve onur duyarak gerçekleşmesini hedeflemişti. 

Şimdi ortada kadına yönelik o kadar büyük bir şiddet var ki. Adeta kadınlara savaş açılmış. Adeta kavramı bile yetersiz. Çünkü her gün ev içinde, sokakta, işyerinde, kolluk gücünün fail olduğu, sokaktaki herhangi bir erkeğin fail olduğu binlerce olaya tanıklık ediyoruz. Bu dönemde İstanbul Sözleşmesi'nin neden yeterince uygulanmadığını tartışmamız gerekirken, İstanbul Sözleşmesi kaldırılmak isteniyor.  

İstanbul Sözleşmesi kadına yönelik her türlü şiddeti engellemeye yönelik hazırlanmış titiz bir metin 

Bunun arka planının paylaşılması gerektiğini düşünüyoruz. İstanbul Sözleşmesi nedir? İstanbul Sözleşmesi’nin temel algısı kadınların şiddet görmemesidir. Hayatın hiçbir alanında ve diliminde kadınların şiddet görmemesidir. Buna dair çok ayrıntılı bir sözleşme kaleme alınmış; kadınların her türlü şiddetten korunması, kadınlara yönelik şiddet faillerin cezalandırılması gibi çok titiz hazırlanan bir metin. Sözleşme, psikolojik şiddet, fiziki şiddet, zorla evlendirilme, kürtaja zorlama, zorla kısırlaştırma, kadın sünneti, tecavüz ve taciz gibi cinsel taciz olmak üzere bütün şiddet yöntemlerini içeriyor. İstanbul Sözleşmesi nedir diye halk tarafından soruluyor. Çünkü bazı anketlerde bilinmediği yönünde yorumlar var. Ama İstanbul Sözleşmesi aslında biliniyor. Bugüne kadar uygulanmadı, iktidar bilinçli bir şekilde uygulamıyordu. Çünkü kadına yönelik şiddeti meşrulaştıran, hoş gören, kadını eve kapatan ve biat etmesini sağlamak  isteyen bir iktidar aklıyla karşı karşıyayız.  

Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi'nden çekilmesini isteyenler kim? 

İstanbul Sözleşmesi'ne ilişkin ayrıntılı değerlendirmeler var ama bu sözleşme öyle bir sözleşme ki  silahlı çatışma durumlarında bile geçerliliğini koruyor ve taraf devletlerin sorumluluklarının yerine getirilmesini istiyor. Burada devletin sorumluluğu birinci derecedir. Kadına yönelik her türlü şiddetin önlenmesi sorumluluğunu devletlere yüklüyor. Bununla ilgili tazmin de devlete ait. Bu konuda Erdoğan’ın Türk aile yapısına zarar verdiğini söyleyerek Türkiye’nin sözleşmeden çekilmesini isteyen bir kesimin olduğunu da biliyoruz. Peki kim bu kesimler? Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden imzasını çekmesini isteyenler kim? 18 yaş altı evlilik destekçisi olanlar, nafakaya karşı olanlar, mağdur koca edebiyatı yapanlar bunun iptali için kampanyalar yürütüyorlar. Aslında tanıdık bir kesim, kadınlara şiddet uygulayan erkeklere mağdur koca olarak tanımlamaktan imtina etmiyorlar. Bu kampanyalarla bütün ülkeyi bir suç mahalline çeviriyorlar. 

Kürt kadınlarına ve çocuklarına yönelik özel bir saldırı planı devrede 

Bu kampanyalar bütün ülkeyi suç mahalline çeviriyor ve bu işin mağduru saldırıya uğrayan kadın oluyor. İşte dün Pınar, önceki gün Fatma Altınmakas ve bu konuda ismini sayamayacağımız kadar kadın bu şiddetin mağduru oluyor. Bölgemizde, Kürt illerinde ayrıca önemle üzerinde durmamız gereken bir mesele var. Faiilin kolluk olduğu tecavüz ve taciz vakaları. Buna ilişkin kamuoyunu son dönemde yansıyan ve genellikle üstü örtülen ve cezasızlıkla ödüllendirilen olayları da  gayet iyi biliyoruz. Önce Şırnak'ta sonra İdil'de failin kolluk olduğu taciz ve tecavüz ve istismar vakaları yaşandı. M.O tutuklanmadı bile. 20 gün boyunca bir kadına tecavüz eden bir insan tutuklanmadı, failin kolluk gücüdür, uzman çavuştur diye tutuklanmadığı böyle bir manzara yaşıyoruz. Bunu kabul etmemiz mümkün değildir. Kadına yönelik şiddetten ayrı olmasa bile, ayrı bir şiddet yöntemi olduğunu görüyoruz. Bu özel bir saldırının devrede olduğunu gösteriyor. Kürt kadınlarına, Kürt çocuklarına özel bir yönelimle, kolluk gücüyle ister korucu ister polis ister asker böyle bir taciz ve tecavüzün yaşandığını biliyoruz. Bunu da bir namus meselesi üzerinden tarif eden bir yaklaşıma tanıklık ediyoruz.  Bu failler yargılanmıyorlar serbest bırakılıyorlar. Batman’daki olayda olduğu gibi. 

Kadın bedeninin bu vakaların tabii ki en önemli çıktılarından biri yeniden namus olgusu üzerinden kodlanması amacına hizmet etmek istediğini de biliyoruz. Kürt kadınlarının bu konuda çok uzun soluklu bir mücadelesi vardır. Kürt kadın hareketinin bu tür taciz ve tecavüze ilişkin geçmişten beri ısrarlı bir mücadeleleri var, bunu hoş görmeyecek ve buna karşı en sert mücadeleyi ortaya koyacaktır. 1990’lı yıllarda gözaltındaki işkence vakalarını çalışan bir avukat olarak biliyorum ki bu yeni vakalar değil. 1990’lı yıllardan beri devam eden sistematik bir hal almıştır. Bu konudaki cezasızlık politikası da faillere güç vermektedir. 

İktidar mücadele eden itiraz eden kadınları kendisine düşman bellemiş 

Şimdi İstanbul Sözleşmesi en etkili mevzuattır şiddetin önlenmesi konusunda. Şiddetin hiçbir bahanesinin olmayacağını ortaya koyar. Şiddetin hiçbir bahanesi olamaz. Bu konuda caydırıcılığı sağlama konusunda kolluğun işlediği suçlar da dahil, bu durum devletin ve yargının sorumluluğundadır. İstanbul Sözleşmesi, devletin görevinin şiddeti önlemek için kaynağına inmesi gerektiğinin ve bunun nedenlerini ortaya çıkarıp, gerekli tedbirleri alması  gerektiğini de ortaya koyar. Eğitimde sağlıkta, istihdamda, yargıda cinsiyetçiliği, toplumsal cinsiyet ayrımcılığını ortadan kaldırma görevini yine devlete yükler. İktidarın neden bu sözleşmeye karşı olduğuna bir de şöyle bir yönden bakalım. 2 gün önce kadın özgürlük mücadelesi yürütenlere, saldırıların, komploların, operasyonların, gözaltıların olduğunu biliyoruz. Rosa Kadın Derneği’ne, kadın hukukçulara ve kadın aktivistlere bir bütün olarak saldırılar yürütülüyor. En son ESP Eş Genel Başkanı Özlem Gümüştaş ve SKM Sözcüsü Hatice Deniz’in olduğu 9 kadın Balıkesir Altınoluk’ta gözaltına alındılar. Hala gözaltındandalar. Neymiş? İktidar kadın mücadelesi yürüten kadınları kendisine düşman bellemiş. Çünkü bu konuda kadınların konuşmasını mücadele yürütmesini engellemek istiyor. Kadınların durmayacağını kendisi gayet iyi bilsin; bizler durmayacağız, bu mücadeleyi sonuna kadar sürdüreceğiz. 

Bizler tane değiliz bizler sembolik değiliz 

AKP ve MHP iktidarının son dönemlerde kadınlara yönelik artan saldırılarına karşı sessiz kalmayan sokakları terk etmeyen kadınlara yönelik baskıları tesadüf değil. Bu İstanbul Sözleşmesi’nden çekilelim söylemiyle paralel bir yaklaşım evet, "eşitlik kadının fıtratına aykırıdır" diyerek kadın katliamlarını ve kadına yönelik şiddeti körükleyen İstanbul Sözleşmesi'nden çekilmeyi gündeme getiren 6284 sayılı yasayı uygulamayan, 4 duvar arasına sıkışmış makbul, biat eden kadınları yaratmaya çalışanlara karşı kadınlar eşitlik özgürlük ve adalet mücadelesinden asla vazgeçmediler. Bizler tane değiliz, bizler sembolik değiliz. Erdoğan kendi partisinin toplantılarında “iki tane kadın vekil sembolik olarak buraya gelsin” derken kadına yönelik yaklaşımını ortaya koymaktadır. Bu konuda tepkiyi en başta kadın hakları savunucuları vermiştir. Bununla ilgili kadın mücadelesinin bu saldırılarla geriletilmediğini, yolumuza devam ettiğimizi, bu konuda yolumuza devam edeceğimizi belirtiyoruz. 

Dünyada milyonlarca kadın şiddete karşı sosyal medyayı etkili bir şekilde kullanıyor 

Diğer bir önemli konu; Sosyal Medya Yasası bugün saat 15.00’te Genel Kurul gündemine gelecek ve bununla ilgili çok önemli içerikler var. Ben önce kadın aktivizmi açısından yine sosyal medyayı değerlendirmek isterim. Evet, uzun zamandır sosyal medya, bütün dünyada kadınların hak talep ettiği, maruz kaldığı şiddeti duyurduğu ve kadın eylemlerinin örgütlendiği önemli bir mecra olarak işlev görmektedir. “Ni una Menos” ve “Me Too” eylemlerinde görüldüğü gibi Latin Amerika başta olmak üzere, Amerika’dan Avrupa’ya ve Ortadoğu’ya  kadar dünyanın birçok yerinde yaşayan kadınlar; şiddete, tacize, tecavüze dur demek ve adalet talep etmek için sosyal medyayı etkin bir biçimde kullanıyor. Sosyal medya Türkiye’de de önemli bir süredir bu işlevi görüyor aslında. Sosyal medyanın, kadınların seslerinin yükseldiği, kadına yönelik şiddetin teşhir edildiği ve adaletin talep edildiği ve zaman zaman gerçekleştiği bir alan haline geldiğini söylemek isterim. 

Kadınların defalarca sosyal medyada seslerini yükselterek sonuç aldıklarını biliyoruz 

Örneğin; Pınar Gültekin’in katledilmesinden sonra  bazı kadınlar erkekler tarafından  tacize  ve tecavüze uğradıklarını sosyal medyadan duyurdu. Daha önce Arya Amis örneğinde görüldüğü gibi her hafta kadınlar, maruz kaldığı şiddetin son bulması için ve kolluk ile yargının bu konuda harekete geçmesi için sosyal medyada sesini duyurmaya çalıştı. Defalarca emniyete başvurup sonuç alamayan kadınların sosyal medyada onbinler, yüzbinler, milyonlarla seslerini birleştirerek bu konuda sosyal medyada sonuç aldıklarını biliyoruz. 

Sosyal medya kadın aktivizm alanıdır: kadınların da sesini kısmak istiyorlar 

Bu aynı zamanda; kadınların sosyal medyayı bir aktivizm alanı haline getirdiklerini ve bu konuda çok ciddi bir rol üstlendiklerini söylemek isterim. Şule Çet davası bunlardan biridir. Bu yönüyle de sosyal medyanın kadına yönelik şiddetin kodlandığı bir mecra olarak gösterilmesi, AKP’nin bu alana hegemonya kurması için yaptığı korkunç bir manipülasyon. Ne diyorlar? AKP-MHP iktidarı, sosyal medya düzenlemesi ile ilgili diğer kesimlerin seslerini kısmak gibi kadın hareketinin sesini de kısmak istiyor. Yıllardır iktidarın trolleri tarafından kadınların sosyal medya, cinsiyetçi söylemler dahi her türlü saldırıya maruz kalması tüm Türkiye’nin bildiği bir gerçek. Muhalif kadınlar yıllardır bu saldırıların hedefinde. Parti sözcümüz dahil, partimiz bünyesinden bütün kadınlar bu tür çirkin saldırılara maruz kaldı, iktidar bu konuda tek bir söz etmedi. 

Cinsiyetçiliği, ırkçılığı iktidarın trolleri yapıyor 

Kendi trolleri vasıtasıyla bunu şimdi karşı saldırı cinsiyetçi, ırkçı söylemler üreten ve bunun destekleyicileri şimdi efendim sosyal medya için ırkçı, cinsiyetçi, hakaret ve küfürler varmış. Tamam da, bunu sizin trolleriniz yapıyor. 7 bin 500 hesap Twitter Genel Merkez hesabı tarafından askıya alındığında bütün Türkiye ve dünya bunu gördü. Sizin, yeşil küreli hesaplarınızın nasıl bir dil kullandığını hepimiz yaşadık. Tabi iki cinsiyetçi söylemlere ve ırkçılığa karşıyız, ama sizin sosyal medya düzenlemesini getirmenin amacının bu olmadığını gayet iyi biliyoruz, dertleri asla cinsiyetçilik ve ırkçılık değildir. Medya kanallarını ele geçiren AKP iktidarının tek derdi kaldı daha doğrusu dertlerinden bir tanesi, medyayı kontrol altına almak. 

Düşünce ve ifade özgürlüğünü tamamen ortadan kaldıran bir teklifle karşı karşıyayız 

Bu konuda düşünce ve ifade özgürlüğünü tamamen ortadan kaldıran bir düzenlemeyle karşı karşıyayız. Garip bir durum daha var. Her yıl ortalama 60 bin insan Cumhurbaşkanına hakaretten soruşturma geçiriyor. Dolayısıyla, hakaret ve siyasi ifade özgürlüğü arasında ince bir çizgi var ve teklif bunu göz ardı ediyor. O çizgi nedir? Hakikatten, yargı tarafsız ve bağımsız olsa bunu ortaya koyacak. tabiki. Ama Erdoğan’a yönelik her sözü hakaret ve suç sayan bir anlayıştan şimdi başka bir mecraya geldik. Yaşanan skandalları hemen karartmak ve halkın gözünden gerçekleri kaçırmak istiyorlar. Bu, hakikate de bir operasyondur. Çünkü gerçekler, en çok sosyal medyada açığa çıkıyor. Basın yayın üzerindeki sansürden dolayı yazılamayan hakikatler, sosyal medyada ilk anda doğru kanallardan dolaşıma sokuluyor. Bu da ayrı bir mesele. 

İktidar internetteki suç kayıtlarını sildirmek istiyor 

Bununla birlikte, 17-25 Aralık ve sonrasındaki meselelere ilişkin şöyle bir kurnazlık var. Her zamanki gibi iktidarın kurnazlık dediği ama aslında herkesin ne yaptıklarını bildiği bir mesele. Unutulma hakkını getiriyorlar. Yani; internette insanlar istedikleri zaman dilimindeki haberleri, olayları, olguları sildirebilecekler, arama yapıldığında kendileriyle ilgili bilgi, fotoğraf ve belge gibi verilere yer verilmemesini isteme hakkı getiriyorlar. Şimdi burada şöyle bir şey söyleyelim; cemaate bir savaş ilan ettiler ve ortaklarını terörist ilan ettikten sonra bolca resimler, kareler, fotoğraflar, videolar, haberler, yazılar, belgeler çıktı. Bütün bunları sildirecekler. Sanki yokmuş gibi olacak. Buradaki manipülasyonun,meselesinin arka planını bu oluşturuyor. Örneğin; bu mesele ile  başka bir amaç, geçmişteki eylem ve söylemlerinin de silinmesi. Şimdi bu konuda, heralde AKP yetkililerinin geçmişte söyledikleriyle bugün söyledikleri arasındaki uçurumu herkes görüyor. Bu konuda yetişkin olmaya, siyasi olmaya ya da olayları takip etmeye gerek yok. 10 yıl önce ne dedi, 20 yıl önce ne dedi, bugün ne diyor. Bunu karşılaştırmak o kadar iyi bir resim veriyor ki çünkü her gün değişen bir söylemle karşı karşıyayız. İşte bunu da kaldıracaklar. Örneğin; Erdoğan'ın eyalet sistemini savunduğu konuşmasını kimse dinleyemeyecek ya da çözüm sürecine ilişkin “baldıran zehiri içeriz” açıklamalarını kimse bilmeyecek ya da Ensar Vakfı meselesine, çocuklara taciz meselesini bu şekilde unutturmayı hedefliyorlar. Bilmiyorum okudunuz mu, okumadıysanız öneririm. George Orwel’in 1984 romanını. Orada kitaplar siliniyor ya, düşünce polisleri, o hafızanın silinmesi, yeni bilgiler yüklenmesi. 

Irkçılık ve cinyisetçilikle mücadele etmiyorsunuz: en sert muhalefeti yapacağız  

Burada Goebbels’ten epey yararlanmışlar, geçmişi sıfırlama operasyonunun nasıl olduğunu ayrıntılardan görüyoruz. Düşünce ve ifade özgürlüğüne bir darbe yapılıyor. Biz bu yasa teklifine sonuna kadar karşıyız. Irkçılık ve cinsiyetçilik sadece sosyal medya değil, hayatın hiçbir alanında olmamalı, biz bu konuda her türlü mücadeleyi yürütüyoruz. Bundan sonra da tabiki mücadele edeceğiz. Düşünce ve ifade özgürlüğüne böyle kapsamlı saldırarak, sözüm ona ırkçılık ve cinsiyetçilikle mücadele edemezsiniz. Çünkü amacınız bu değil, bunu gayet iyi biliyoruz. Bununla ilgili söyleyecek çok şey var. Bugün ya da yarın kanunlaşması bekleniyor, arkadaşlarımız Ankara’da, Genel Kurul’da buna ilişkin en sert, en net ve en nitelikli muhalefeti ortaya koyacaklar. Biz sosyal medya düzenlemesinin yeni bir düşünce ve ifade özgürlüğü darbesi olduğunu önemle hatırlatıyoruz. 

Taziye evinin Ülkü Ocakları'na verilmesi toplum düşmanlığıdır 

Kayyım meselesi biliyorsunuz gündemimizden hiç çıkmadı. Kayyım icraatları her geçen gün vehametini artırıyor. Artık Sayıştay ve İçişleri Bakanlığı müfettişleri kayyımlar için ya da kayyımın, işte en son Vali Yaman (Mardin Büyükşehir Belediyesi’nin önceki kayyımı Mustaya Yaman) ile ilgili -galiba en son 16 kişiydi işten atılan sayı- bizzat müfettiş diyor ki; bunlar hırsız, bunlar rüşvetçi, bunlar ihaleye fesat karıştırıyor. Kendi denetimcileri bile bunu söylüyor. Siirt’te vekili olduğum ilde, yine enteresan, vahim bir olay yaşandı: Taziye Evi Ülkü Ocakları'na devredildi. Yani daha önce Celalet Alî Bedirxan’ın kütüphanesi yıkılmıştı. Vali Fuat Atik o zaman İstiklal Marşı’yla, Erdoğan ve Soylu fotoğraflarıyla, büyük bir fetihle gidip belediyeye oturmuştu. Şimdi bunu kurt işaretli semboller asarak, taziye evini ele geçirdiler. Nasıl bir ele geçirmesi bunu kamuoyunun takdirine sunuyoruz. Aslında ne Siirt ne Siirt’in kurumları ne belediyesi bunlara ait değil. Diğer bir mesele burada halkın belediye başkanı olmayacaklarını, olamayacaklarını ilk günde söylemiştik. Bugün de söylüyoruz. Belediye binasına bayrak asmakla, İstiklal Marşı okumakla, şimdi halkın halkın ölüleri için yas tuttuğu bir mekanın bir ganimet gibi peşkeş çekilmesi takip ediyor. Bu bir halk düşmanlığıdır, Siirtlilere düşmanlık yapılıyor. Siirt gibi çok yerde suça bulaşmış bir gençlik örgütüne taziye evini peşkeş çekmek, açık bir halk düşmanlığıdır, bunu kabul etmeyeceğiz. Tabiki kayyımlar atadıkları günden beri mezarlık tahribatlarından cenazelere el koymalara kadar kirli işlerde aktif rol oynadılar, ölülere dahi saygısı olmayan kin ve nefrete bezenmiş bu zihniyetin temsilcileri şimdi de yas evini saygısızca gasp ediyor. Ayasofya ile birlikte yüksek sesle dillendirilen fetih söylemleri Kürt kentlerinde epeydir işlenen bir pratikti. Taziye evini Ülkü Ocakları'na veren, talan ve fetih mantığıyla hareket eden zihniyetin bu olduğunu gayet iyi biliyoruz. 

Kayyımların zararları dipsiz kuyu 

Bir de Yüksekova’da dudak uçuklatacak bir veri var. Bunu paylaşmadan geçmeyeceğim. Kayyım tartışmaları ve kayyımın ortaya koyduğu zararlar, dipsiz kuyu gerçekten. Şu sıcak günlerde insanları susuz, aç, işsiz ve geleceksiz bırakan bir kayyım pratiği ile karşı karşıyayız. Şimdi Yüksekova örneği, halk günlük ihtiyaçlarını, su ihtiyacını karşılamak için tanker ve bidonlarla su taşıyor. Bu konuda dikkatinizi özellikle çekmek istiyorum; birinci kayyım dönemi sonucu aylık geliri 4 milyon TL olan bir belediye var. Yüksekova Belediyesi’nin aylık geliri 4 milyon TL. Tahmin edin borcu ne kadar: 680 milyon TL. Önceki kayyım 680 milyon TL borç edinmiş. Ve bu sadece İller Bankası’ndan 680 milyon TL çekmiş, kredi iller bankasından ilçenin 5 bin nüfuslu olduğu ve belediyenin aylık su gelirinin 5 milyon TL olduğu söylenerek alınmış. Yani böyle büyük bir yalan ve manipülasyon ortada. Ortada büyük bir yalan var, gerçek ise ilçe 100 bin nüfuslu ve abone sayısı 9 bin. Bunun üzerinden çekilen borcu artık siz hesaplayın. Birinci kayyım döneminde İller Bankası Müdürlüğü Belediyeler Yasası’nı ihlal etti tabi ki. Bu konuda belediye gelirinin yüzde 40’ına el konulabilir diyen yasa delindi ve seçim yapıldıktan sonra gelirlerin tamamına el konuldu. 

300 milyon TL nereye harcandı?  

Bu borç ile Yüksekova halkı ve Yüksekova Belediyesi yirmi borç altına sokulmuş oldu. Şimdi bununla ilgili astronomik kredi biliyorsunuz tamamlanmamış içme suyu, isale hattı ve arıtma tesisi ile kanalizasyona harcadık diyorlar. Bu parayı oraya harcadık diyorlar. Ama Yüksekova'da kanalizasyon sistemi hala yok, insanlar foseptik çukurları kendileri kazıyorlar. 2020 yılında su hizmeti vermediği halde, 50 ile 150 TL arasında aboneye fatura gönderen yeni kayyım belediyesi, yurttaşları canından bezdirmek dışında hiçbir şey yapmıyor. Bu açık bir cezalandırmadır. Bu konuda kayyım bu ayıba, bu yalana, bu hırsızlığa bir çare bulacağına, çıkıp şunu söyledi geçenlerde, ‘halk bahçe işlerinde çok su kullanıyor, ondan böyle’. Yani 680 milyon TL borç almış, kanalizasyon parasını yemiş, 20 yıl belediyeyi borç altına sokmuş. O bahçeler sulanıyor diye böyle bir borcumuz var ve siz tanklarla, tankerlerle su taşıyorsunuz diyebiliyorlar. Ve şu anda Yüksekova’nın mevcut borcu, 925 milyon TL’ye çıkmış durumda. Yani yeni kayyım bir yıl geçmeden, 300 milyon TL üzeri borç yapmış. Bu durumda küçücük bir ilçede hiç bir çalışmanın ve hizmetin olmadığı bu ilçede bu para nereye harcandı? Ne yapıldı? Kimler yedi? Bunları soruyoruz tabi ki. 

Soru: Mensur Işık’ın cezası neden ihraç değil de uzaklaşma? 

Merkez Disiplin Kurulu kendi disiplin yönetmeliğine oradaki ceza sistemine göre karar verir. O bizimle birlikte çalışmaz. Kendi takdiri, disiplin yönetmeliği, deliller ve araştırmalar sonucunda böyle bir karar vermiş. Ben kararın içeriğine dair yorum yapmaktan ziyade, Merkez Disiplin Kurulu’nun kararını sadece kamuoyuyla paylaştım. Sanırım Merkez Disiplin Kurulu da önümüzdeki saatlerde açıklama yapabilir. Geçici çıkarma yönünde bir fiili olduğu yönünde bir bilgim var. Bunu sadece kişisel bilgim. Karar verirken belirli ilkelere uyuyorlar. Ama Merkez Disiplin Kurulu adına bir yorum yapmam organa saygısızlık olur. 

28 Temmuz 2020