Bilgen: Cizre ve Sur’da ölümleri engelleyemediğimiz için bu süreci yaşadık

MYK Üyemiz Ayhan Bilgen'in Mezopotamya Haber Ajansı'na verdiği röportaj:

HDP'li Ayhan Bilgen, Meclis İnsan Hakları Komisyonu üyesiyken gidemediği cezaevinde 8 ay boyunca "yerinde inceleme" imkânı buldu. Bilgen, “Cizre'de Sur'da insanların ölümünü engelleyemediğimiz için bu süreci yaşamak zorunda kaldık. Önemsememiz gereken devletin değil, toplum nezdindeki yargılanmamızdır” dedi. 

Halkların Demokratik Partisi'nin (HDP) sözcülüğünü yürütürken 31 Ocak'ta tutuklanan ve 8 aylık tutukluluk sürecinden sonra 8 Eylül’de tahliye edilen Kars Milletvekili Ayhan Bilgen, tutuklanma, cezaevi ve tahliye sonrasında yaşananlara ilişkin Mezopotamya Ajansı'nın (MA) sorularını yanıtladı. 
 
Tutuklamanıza konu olan dosyadan başlayalım. Siz mahkemeye çıkmamışken medya tutuklandığınızı duyurdu. Tutuklanmanıza gerekçe neydi, dosya içeriğini anlatır mısınız? 
 
Benimle ilgili 3 fezleke hazırlanmıştı. Asıl dosya 6-8 Ekim Kobanê eylemleri ile ilgiliydi. “Halkı suça tahrik” maddesinden hazırlanan “örgüt üyeliği” iddiası olmayan bir dosya idi. Halkı suça tahrikten tutuklama yapamayacakları için önce tutuklamaya karar vermişler sonra tutuklamanın bir yolunu aramışlar. Fezlekede bulunmadığı halde örgüt üyeliğini de eklemişler. Gerekçe sadece Murat Karayılan adına açılmış bir hesaptan tweet mesajı. Yani güya talimat olarak yorumlanıyor ve bu talimattan örgüt üyeliği çıkarılıyor ve tutuklama böyle gerçekleşti. Fezlekede olmayan bir suç isnadı teknik olarak mümkün değil. Bunu aslında kendi kurallarına uymayan, kendi putlarını yiyen bir zihniyet diye tarif ediyorum. Eğer siz milletvekili yargılamasına dair bir düzenleme yapmışsanız, hatta bunu keyfi biçimde Anayasaya ek madde koyarak yapmışsanız hiç olmazsa bu hukuksuzluğunuza bağlı kalın, sadakat gösterin ve kendi yaptığınız keyfi düzenlemenin arkasında durun. Onun bile arkasında durmuyorlar. 

Yani parlamentoda yapılan başka bir hukuksuzluk var. Hem yasa yapma tekniği hem anayasa değişikliği tekniği açısından, hem de yargılamanın en temel öğesi olan geriye yürümeme açısından hukuksuzluk var. Savcılık o parlamentodaki hukuksuzluğu yeterli görmüyor ve üzerine kendisi yeni bir hukuksuzluk yapma ihtiyacı hissediyor. Yani yargılama bu şekilde işliyor. Mahkeme ilginç bir şekilde yargılamaya yetkili olmadığı gerekçesi ile dosyayı Ankara’ya gönderdi. Sonuç itibariyle de Yargıtay tekrar Diyarbakır’a gönderdi. Diyarbakır’daki mahkeme de ilginç şekilde adli tatile duruşma günü verdi. Yani bizim beklediğimizden daha hızlı bir duruşma günü verdi.  

Ama dosya ile ilgili hiçbir bilgisi olmayan savcı ve mahkeme heyeti yargılamaya girdi. Dosyanın içeriğini bilmeyen bir heyete karşı da savunma yapmanın ne kadar anlamı var. Bu da ayrı bir tartışma konusu. Kasım ayına duruşma günü verildiği halde de ilk tutukluluk incelemesinde mahkeme tahliye kararı verdi. Neredeyse her şey absürt, her şey abes bir süreç söz konusu.  

Ama savcılık da tahliye kararına hemen itiraz etti. 

Normalde tahliyeye itiraz yolu kapalı olmasına rağmen savcılık itiraz etti. 6’ncı Ağır Ceza Mahkemesi de itirazı kabul etti. Ve yeniden tutuklama kararı verdi. İlginç biçimde tutuklama kararına da itiraz edilemeyeceği yönünde bir ifade kullandı.

Kanunlarda tahliyeye itiraz edilemeyeceği açık olmasına rağmen bu örneği HDP’li vekillerde birçok kez gördük. Bu size özel olarak mı hayata geçiriliyor? 

Ne yazık ki bunu bir rutine çevirdiler. Tahliyeye itiraz edilemez olduğu halde tahliyeye itiraz ediyorlar. Bir de üstüne üstlük bizimkine tutukluluk kararına da itiraz edilemeyeceği gibi bir ifade kullandılar. Bu başlı başına açık bir suç, yani ceza muhakemeler kanunu bu konuda çok açık düzenlemeler yapıyor. Nihayet fiilen tutuklama uygulanmadan tekrar avukatlarımızın itirazı ile 7’nci Ağır Ceza Mahkemesi tekrar tutukluğu bozan bir karar aldı. Baştan sona yanlışlarla hukuksuzluklarla dolu. Baştan sona keyfilikle dolu bir tablo söz konusudur. Dolayısı ile çok teknik ve hukuk üzerine bir analiz yapmak yerine belki, bunun siyasi değerlendirmesini yapmak lazım.

Tutuklanmanıza gerekçe yapılan 6-8 Ekim Kobanê olayları üzerinden 3 yıl geçti. Hükümet hala birçok platformda HDP’yi hedef gösteriyor. Bu tavrının nedeni ne? 

İlginç şekilde dosyada 6-8 Ekim ile ilgili çok net değerlendirme şudur. Deniliyor ki; 120 bin civarında kişi 3 gün boyunca o eylemlere katıldı. Bu da eksik bir bilgi. Çünkü 6-8 Ekim diye adlandırılan o protestolar Ekim ayının başında başlamıştı. Kobani’de IŞİD barbarlığının ve vahşetinin zirve yaptığı bir ortamda büyük katliamların, büyük insanlık suçlarının işlenmesinin önüne geçilmesine engellenmesine dair duyarlılık tüm Türkiye kamuoyunda, tabi özellikle Kürtler’de son derece yüksekti. O dönemde HDP’nin yaptığı yani çok olağanüstü bir tutum, davranış; ortada hiçbir sorun yokken durup dururken halkı sokağa çağırma gibi bir şey değildi. Halk zaten sokaktaydı. Şimdi 120 bin kişi ile açılmış bir yargılama yok. Bakıyorsunuz  dosyada çok net şekilde Hüda-Par (Hür Dava Partisi) çevresinden Yasin Börü ve arkadaşlarının bulunduğu dosya ve başka birkaç şehirde yine Hüda-Par çevresinde hayatını kaybedenler ile ilgili kim tarafından öldürüldüklerine dair isimler dosyada geçiyor. O iddialar üzerinden yargılamanın başladığı, kamu soruşturmasının başladığı ifade ediliyor.

Dosyada 53 kişinin öldüğü ifade edilmiş. Burada eğer HDP’nin bir çağrısı talimat kabul ediliyorsa ölenlerin hiç olmazsa kimlikleri ve aidiyetleri dolayısı ile kim tarafından öldürülmüş olabileceklerine dair de bir değerlendirmenin olması gerekir.  Belli ki 40 civarında kişi ölümü hak etmiş tırnak içerisinde söylüyorum bunu. Dolayısı ile kim tarafından öldürüldüklerinin hiçbir önemi yok. Soruşturma yapma ihtiyacı bile duyulmuyor.  Dosyada buna dair bir söz söyleme gereği bile duyulmuyor. Dosya sadece Yasin Börü ve arkadaşlarına odaklanmış ki bu da bilinçli bir tercih ile kamuoyu algısı oluşturmaya yönelik bir tutumdu.

Burada siyaseten iki şey amaçlanıyor. Birisi Kobanê ile ilgili duyarlılık cezalandırılmaya değer görülüyor. Aslında bu duyarlılığın kendisi yargılanıyor. Yoksa yapılan çağrıların belirli olmayacağını güvenlik istihbarat birimleri de biliyor. Nitekim o günlerde eylemlerin durdurulması konusunda hükümetten HDP’ye yönelik son derece yüksek talepler vardı. Eğer halkın çağrısı tıpkı HDP’nin çağrısı ve diğer toplumsal siyasi aktörlerin çağrısı gibi haksız bir çağrıysa, hükümet neden bu çağrının gereğini yerine getirdi. Yani neden KDP’nin askeri gücünün Türkiye sınırları içerisinden geçerek, tüm kamuoyunun önünde Suriye Kürdistanı’na gitmesine izin verdi. Eğer bu suç ise o zaman suçun ortağı hükümettir. Dolayısı ile burada çok açık bir şekilde ileriye dönük bir siyasi argüman üretiliyor. 

İki kesime çok açık mesaj veriliyor. Birisi HDP’ye yönelik Kürt siyasetine yönelik bir algı oluşturma çabası o da şöyle; Erdoğan’ın kendi ifadesi ile söyleyeyim işte ‘Kürtleri birbirine öldürttünüz’ algısı. Özellikle Kürt toplumunda Kürt halkı içerisinde HDP’ye yönelik bir tepkiyi güçlendirmek için. İkinci önemli mesaj da daha çok HDP’nin Türkiye’ye yönelik politikasının önünü kesmeye için kriminalize etme çabasıdır. Yargılamanın kendisinden bağımsız çok açık biçimde toplum nezdinde HDP’yi kriminalize etmeye dönük, bir suç örgütüymüş gibi göstermeye yönelik bir tutum; ki bu da HDP’nin Türkiye toplumunun farklı kesimlerinden engellenmesini, destek bulmasını engellemeye yönelik genel politikanın bir parçasıdır.

O günlerde yaşamını yitirenlerin büyük bir bölümü HDP üyesiydi. Bunlarla ilgili bir gelişme ya da soruşturma var mı? 

Ne yazık ki dosyadaki en yaman çelişkilerden birisi bu. Hiç olmazsa otopsi raporları, hiç olmasa balistik incelemelerin olması yani bu ölümlerin sebebi olan ateşli silahların kimlerin kullandığına dair bir yargılamanın yapılması gerekiyor. Aslında Kobanê ile ilgili yargılanması gereken biz değiliz ya da o eylemlere katılanlar değil o insanların ölümüne sebep veren o günün siyasi iktidarıdır.

Cezaevi sürecine gelirsek OHAL süreciyle birlikte hak ihlallerinin tavan yaptığı bir dönem yaşanıyor cezaevlerinde. Siz de 7 ay boyunca o ortamdaydınız. Oradaki hak ihlallerini biraz anlatır mısınız? 

Burada ilginç olan şey her cezaevinde neredeyse farklı bir uygulamanın yaşanıyor olması. Ziyaretimize gelen avukatlarımızdan dinlediklerimiz, yine farklı cezaevlerinde bulunan arkadaşlarımızla yaptığımız mektuplaşmalardan öğrendiklerimize bakıldığına bir standart yok. Son derece keyfi ki bir kısmı muhtemelen merkezi bir keyfiliğe dayanıyor. Silivri 9 Nolu Cezaevi’ndeki yasaklar, ne Silivri’deki başka cezaevlerinde uygulanıyordu ne de Türkiye’nin başka cezaevlerinden uygulanıyordu. Örneğin kitap yasağı vardı. Ne dış kantinden satın alarak, ne posta ya da el yolu ile kitap ulaştırması mümkün değildi. Sorduğumuzda cezaevi savcısı OHAL nedeni ile böyle bir karar almış deniliyordu. 

Kitap yasağını bir süre sonra kaldırdılar ama hiç kalkmayan bir şey varsa o da son derece insanlık dışı bir tecrit mantığıdır. Yani herkes ilk gittiğinde bir iki ay boyunca yalnız kalıyor. Biz de diğer milletvekili arkadaşlarımız da kaldı. Ne yazık ki bunun mevzuatta da karşılığı var. Yani böyle bir keyfi uygulamaya kapı açılmış ama bunun dünyadaki karşılığı şudur; ‘çevreye zarar vermeyeceğinizin gözlemlenmesi.’’ İkinci bir kişi ile sosyal bir yaşam kurabileceğinize dair bir gözlem yetkisi tanınmıştır cezaevi idaresine. Ama bu siyasi suçlarla ilgili bir şey değildir. Aslında bu bir mesajdır. Bir psikolojik harptır, bir yıldırma yöntemidir. Burada böyle cezaevi koşullarını 20-25 yıl yaşayan, Türkiye’nin tüm cezaevlerini dolaşanların yaşadıkları ile karşılaştırılamaz kıyaslanamaz ama ben şöyle bir karşılaştırmayı doğrusu önemli görüyorum. Hani 12 Eylül’de Kenan Evren döneminde bile o meşhur deyimle ‘karıştır barıştır’ diye tarif edilen bir uygulama vardı. Farklı suçlardan cezaevine girmiş insanları aynı koğuşlarda tutarsak belki aralarında bir diyalog olur konuşurlar düşüncesiyle. O mantık bile bence bugün ki mantıktan tırnak içerisinde söylüyorum daha ehven. Yani ehveni şer diyebileceğimiz bir mantık. 

Silivri’de koridorda tanıdığınız bir yazar ile göz selamı bile vermenizi engellemek için sizin koridorda karşılaşmamanız için birbirinize selam vermemeniz için önce biri götürülüyor sonra o geçtikten sonra götürülüyorsunuz. Böyle bir yaklaşımın ne modern ceza infaz mantığında bir karşılığı olabilir ne de Türkiye hukukundaki tabirleri ile söylüyorum ıslah anlamında bir karşılığı olabilir. 

Sizin de ilk cezaevi deneyiminiz oldu. Cezaevi koşullarından biraz bahsedecek olursanız...

Ben kişisel olarak cezaevi koşullarının tartışma konusu yapılmasının aslında keyfi tutuklulukla ilgili tartışmayı örttüğü kanaatindeyim. O yüzden cezaevi koşullarını gündemleştirmeyi siyaseten yerinden görmüyorum. Ama bu cezaevindeki kötü koşulların teşhir edilmemesi anlamına da asla gelmiyor. Nitekim cezaevlerinde yaşanan uygulamalar nedeniyle biz de 5 günlük bir açlık grevi eylemi yaptık. Ramazan ayında o eylemi yaptık. Ramazan ayında oruçlu olmanız bir cezalandırma nedeni değil. Öğle yemeği hakkımı ben almayacağım dolayısı ile akşam hakkımı kullanıyorum demeniz Ramazan da suç değilken, Ramazan dışında açlık grevinde aynı gerekçeniz ile yemek almayacağınızı belirtmeniz suç kabul ediliyor. 

Ben Meclis İnsan Hakları Komisyon üyesiyim. Normalde o cezaevini ziyarete gidip, cezaevi koşullarını incelemesi gereken birisiyken tutukluyum cezaevindeyim ve cezaevi koşullarını protesto etmek için bir eylem yapıyorum. Şiddet içermiyor, oradaki kuralları bozacak herhangi bir nitelik taşımıyor, kamu mallarına zarar vermiyor buna rağmen sosyal faaliyete çıkma cezası verildi. Sosyal faaliyet diye, her hafta oda arkadaşım Bekir Kaya ile odada durmak yerine halı sahada top oynadık ya da spor yaptık. Bunu sosyal faaliyet diye imzalattılar. Bunun ortak alan sayılması düşünülebilir mi? Ortak alan odanızda beraber kaldığınız insanların dışında kalanlar ile ortak kullandığınız alandır. Yani bir atölye, bir kütüphane, bir sportif alanın ortak alan olarak kullanılmasıdır. Biz neredeyse 4 ay boyunca 2 oda arkadaşı birlikte ortak alan kullandık. APS ya da taahhütlü gönderilen mektupların bir kısmı ulaşıyor ama adi posta ile gönderilenler neredeyse hiç teslim edilmiyor. Çünkü bir takip etme mekanizması yok. 

Adeta ticaret mantığı ile bir ticari kazanç kapısına dönüştürülmüş bir cezaevi gerçeği var karşınızda.  Yani baskılar ve yasakların dışında açık cezaevleri adeta bir ucuz iş gücü ile, ucuz emekle bir mekanizmanın kurulması ve bunun da bir pazara dönüştürülmesi tablosu söz konusu. Örneğin Silivri’de yemekleri dağıtan personel açık cezaevlerindeki mahkumlar.

Çok ironik olduğu için söylüyorum. Diyarbakır’da çantamdaki seccade için Silivri Cezaevinde ‘Bunu alamayız’ dediler. Bizim elimizdeki listeye göre içeriye sokulacak eşyalar listesinde seccade yok dediler. Yani sonuçta bir metreden oluşan bir bez parçası. Onu orada almadılar çözüm olarak da ‘Kantinden seccade alabilirsiniz’ dediler. Yani bu bile bir işletme mantığını ortaya koymaya yetiyor. ‘Siz bu seccade ile intihar etme teşebbüsünde bulunabilirsiniz’ diye ilginç bir gerekçe sundular. İçeride koca çarşaf var ve içeride satılıyor. Dolayısıyla hiçbir mantığı olmayan çok yoğun biçimde bir şeyler satmaya kurgulanmış. Örneğin siz içeri girerken bir şeyi satın alıyorsunuz çıkarken o eşyayı kendiniz ile götüremiyorsunuz. Yani buzdolabını televizyonu sırtınıza alıp götürecek haliniz yok sonuçta. Onların kime bırakılacağı konusunda bir yetkiniz de yok. Siz cezaevine iade ediyorsunuz cezaevi onu ne yapıyor bilmiyorsunuz. 

Ben tek tip kıyafet mantığının da bir boyutu ile işletme mantığına dönüşebileceğini hissettim. Çünkü Cumhurbaşkanı o konuşmayı ilk yaptığında hemen birkaç tekstil sektöründe haber yaptılar. Bazıları numuneler üretmişler işte Guantanamon’daki örneklere benzer tulumlar yelekler ve pantolonlar üretmişler ve Adalet Bakanlığı da ihaleye girme ve cezaevi genel müdürlükleri de bunları satmanın telaşı içinde düşmüşler. 

Meclis İnsan Hakları Komisyonu üyesi olarak cezaevlerine gidişiniz engellendiği için, uzun bir inceleme imkanı bulduğunuzu söylediniz…

Evet uzun bir inceleme oldu. Çünkü bizim cezaevlerine incelemeye gitmemize ne İnsan Hakları Komisyonu ne Meclis izin veriyor. Bu da bir süredir keyfi olarak sadece bizim partimize uygulanıyor. Bu anlamda yerinde inceleme imkanı verdiği için herhalde devlete bir müteşekkir borcumuz var. O keyfiliğe dikkat çekmek için sadece ironi olsun diye diyorum. Çok sayıda CHP'li milletvekili, gazeteciler diğer arkadaşlarımızı ziyaret ettiği gibi beni de ziyaret etti; ama kendi partimizden arkadaşlarımız beni ancak bir kaç kez izin alıp ziyaret etmeyi başarabildi. 

Normalde zaten çok net biçimde milletvekillerinin cezaevlerindeki hak ihlallerini yerinde görme, hükümlü ve tutuklularla görüşmesi hem hakları hem de görevleri. Bu da aslında cezaevlerindeki yönetmeliklerde yazıyorken sonradan bir ek yaparak yakın bir tarihteki düzenlemeyle bu bakanlık iznine bağlandı. Adalet Bakanlığı keyfi biçimde kime izin vermek istiyorsa; ya da gidilmek istenen kişiye bağlı olarak izin veriyor ya da vermiyor.

Cezaevinde bir kitabınız yayımlandı. 2 kitabınız da yayımlanma aşamasında. Anlaşılan cezaevi günleri yazma fırsatı sunmuş… 

Onlar belki pişmanlık duyma gibi bir duygu psikoloji içerisine girmemizi istedi. Şüphesiz biz kendi durumumuzla ilgili değerlendirmeyi yaptık. Cezaevi bu anlamda daha yoğun düşünmek için de önemli bir fırsat. Nerede eksik yaptık, nerede yanlış yaptık. Sadece bizim tutuklanmamızla ilgili durum değil; belediye başkanlarımızın, gazetecilerin binlerce partili arkadaşlarımızın tutuklu olması elbette bizim açımızdan da sorgulanmaya değer bir durum. Ama bu benim açımdan yaptıklarımızdan dolayı sorgulanması gereken bir şey değil, yapmadıklarımızdan yapamadıklarımızdan dolayı sorgulanmaya değer bir şey. Tutukluluğumuz her ne kadar onlar teknik olarak Kobanê eylemleri nedeniyle işletmiş olsalar da ben şu düşünceye samimi olarak inanıyorum; Cizre'de Sur'da insanların ölümünü engelleyemediğimiz için aslında bir biçimde 'bu süreci yaşamak zorunda kaldık.' Yani bu süreci yaşamamızın toplumsal sebebini, kendi parti mensuplarımız açısından, onların psikolojisinde onların ruh dünyasındaki karşılığını anlamak zorundaydık. Belediye başkanlarımız tutuklandığında da biz milletvekilleri olarak bunu engelleyebilecek güçlü ve etkin bir iradeyi ortaya koyamadık. 

Takvim olarak baktığımızda bence asıl Cizre Sur bir dönüm noktasıdır. Orada aslında belki biz çok büyük engellerle karşılaştık daha başka yapabileceğimiz ne vardı, bu elbette sorgulanmalı. Elimizden geleni yapmaya çalıştığımızı sanıyoruz; ama sonuç itibariyle gücümüz yetmedi. Cenazelerin haftalarca sokakta kalmasını engelleyemedik, çocukların cenazelerinin kokmasın diye buzdolaplarında saklamasını engelleyemedik. O zaman asıl belki de bizim önemsememiz gereken yargılama devletin yaptığı yargılama değil; devletin işte bizi cezalandırma gerekçesi değil bizim toplum nezdindeki yargılanmamızdır. Onların düşünce dünyasında bizimle ilgili işleyen yargılama sürecidir. Toplumsal yargılama devletlerin yargılanmasından çok daha önemlidir, belirleyicidir. Bunun öz eleştirisini yapmak, bununla yüzleşmek açısından elbette cezaevi önemli bir değerlendirme ortamını belki sağlıyor. 

İkincisi de okumak ve tepki vermek. Yani süreci anlamaya çalışmak, yorumlamaya çalışmak. Tutuklanmasaydık ne diyeceksek tutuklandığımızda da aynısını söyledik. Belki basın önünde değil ama avukatlar aracılığıyla söyledik, belki gönderdiğimiz mektuplar üzerinden tavrımızın tutumumuzun dışarıya yansımasını sağladık. 

Halen tutuklu 9 HDP milletvekili var. Yakın zamanda çıkmaları söz konusu olabilir mi? 

Burada bütün arkadaşlarımız için söylüyorum. Onların bir an önce çıkmasının yolu dışarıda ortaya konulacak tepki ve içerideki kararlı tutumdur. Dışarıda eğer 16 Nisan referandumunda ortaya çıktığı gibi hatta daha güçlü bir irade, kararlılık sergilenirse - bunu toplumsal gösteriler için de söyleyebiliriz sandıktan çıkan oy için de söyleyebiliriz- bu durumu bir laboratuvar gibi siyaset mühendisliği yapanlar bu durumu ölçmeye çalışıyorlar. Sonuçta siyasi bir operasyon yapıyorlar. Eğer milletvekillerinin, belediye başkanlarının tutuklanması siyaseten bizi zayıflatıyor ise herkes emin olsun ki bu tutuklamalar devam edecek. 

Sizce zayıflatıyor mu?

Ben tam tersi olduğunu düşünüyorum. Bunu daha güçlü hissettirmek, daha net bir biçimde ortaya koymak gerekiyor. Bir belediye başkanı görevden alınıp yerine kayyum atandığında eğer halk hiçbir şey olmamış gibi yaklaşırsa emin olun ki orada sadece belediye başkanları değil belediyenin önünden geçen bile bir süre sonra tutuklanır. Ama tersi olursa halk kendi iradesine sahip çıkarsa, bunu kabul etmediğini hissettirirse, bu tavrı güçlü bir şekilde ortaya koyarsa; partinin milletvekilleri tutuklansa da çok önemli değil sonuçta herkes kendi iradesi ile siyaset yapar. Dolayısıyla ben tutuklu arkadaşlarımızın tutuklulukları ne kadar süreceği konusunda bir kehanette falan bulunmak için söylemiyorum ama iki şey çok önemlidir. 

Birincisi Kürt sorunundaki bölgesel gelişmeler. Yani Suriye başta olmak üzere Irak'ta Kürtlerin tarihsel ve bölgesel yaşadıklarının seyri son derece belirleyici olacak. Ama hepsinden önemlisi bizim doğrudan belirleyebileceğimiz dinamiğe odaklanmamız lazım. Bizim elimizde olan, tutuklulukların önüne geçecek kozumuz toplumsal duyarlılıktır, toplumsal dirençtir. Bugünkü iktidar ya da devletin bir takım başka birimleri eğer tutuklamaların ters teptiğini anlarsa, yani bir belediye başkanını tutuklarsa tutuklanan belediye başkanının partisi açısından daha fazla oy artışı olduğunu hissederse emin olun tutuklulukları bir gün dahi uzatmaz. 
 
Röportaj: Hayri Demir & Selman Güzelyüz

11 Ekim 2017