Bilgen: Tek bir kaleminin bile değiştirilemediği bütçe görüşmelerine müzakere denmez münazara denir

Grup Başkanvekilimiz Ayhan Bilgen'in 2019 Merkezi Yönetim Bütçe Tasarısı kapanış konuşması: 

Şimdiye kadar hatiplerimiz gelin “bu bütçeye hayır diyelim” dedi. “Hayır” diyeceğiz zaten ama benim daha orijinal bir teklifim var; bundan sonraki senelerde bütçe görüşmelerinde ilk gün önce bütçeyi oylayalım sonra burada konuşalım. 

Bir şeye müzakere demek için onun üzerinde yapmış olduğunuz tartışmanın anlamı olması gerekir. Bir konu 20 günden fazla komisyonda, 10 gün burada konuşulur da bir cümlesi değiştirilemiyorsa buna müzakere denmez münazara denir. Münazarayı da biliyorsunuz okullarda liselerde hepimiz yaşamışızdır. Konu paylaşırsınız, inanırsınız inanmasınız siz bir tezi savunursunuz karşıdaki farklı bir tezi savunur. Tartışma biter herkes notunu alır gider. Sonuçta kimse kimseyi bir milim ileri itemez. Şimdi bizim yaptığımız iş şeklen bir bütçe görüşmesi ama sahici bir iş yapmıyoruz. Sahici bir iş yapmış olsaydık herhalde Allah için bir tek kalemde bir oylama gerçekleşirdi. 

Bu olmadığına göre ya buradaki 4 grup hiçbir şey bilmiyor ya siz her şeyi biliyorsunuz. İnsan hiç olmazsa şu çatıya saygı için, demokrasi imajı vermek için kısmen bir şeyi değiştirme ihtiyacı duymaz mı? Siz bu ihtiyacı duymadan bizim bütçede bir şeyleri konuşmamızı istiyorsunuz. Biz de konuşuyoruz. 

Hani meşhur bir ifadedir diyorlar ya sözün sahibi de var ama ismini anmayayım; "Tanzimat ilan ettik olmadı, meşrutiyet ilan ettik olmadı, cumhuriyet ilan ettik, keşke aslında ciddiyet ilan etseydik…" 

Bu yaptığınız iş, aslında rejimi, tek adamı, başkanlığı, parlamentoyu, güçler dengesini, denge denetlemeyi her şeyi bir kenara bırakın; ciddiyetten yoksun. Bir tek örnek vereceğim. İşin ne kadar ciddiyetinde olduğumuza dair. Bir komisyon üyemiz belediyenin borçları ile ilgili İller Bankasından hangi belediyeye ne kadar para aktarıldığını öğrenmek için bir soru yöneltiyor. Gelen cevapta ne diyor biliyor musunuz? Bankacılık Kanunu’nun meşhur mahremiyeti hatırlatılıyor, "müşterilerin bilgilerinin verilmesi mahremdir verilemez". Okuduğumda şaşırdım. Kanunu tekrar okudum, dedim herhalde bir yanlış var. Bizim yazılı sorularımıza cevaplar verenler İller Bankasının içindeki banka kelimesini görünce İller Bankasını banka sanmış, belediyelerimizi müşteri sanmış ve bize böyle cevap vermiş.

Burada 10 gün boyunca Aralık ayının çeşitli geçmişte yaşanmış olaylarına göndermeler yapıldı, tekrar hatırlatmayacağım ama bugün başka birkaç şeyin yıldönümü. Çok ilginç, çok ironik; 21 Aralık 1918, Meclisi Mebusan’ın Vahdettin tarafından kapatılmasının 100’üncü yıldönümü. Neden önemli 21 Aralık 1918? Çok ilginç bir sürecin dönüm noktası. Mebusan Meclisi son seçiminde 5. döneminde bütün temsil hakkını tek parti İttihak Terakki elde ediyor. Yani son Mebusan Meclisi’nde Vahdettin'in kapattığı Meclis'te tek parti var. Seçime gönderme yapıyorsunuz ya öyle başarılı bir seçim olmuş halk sadece bir tek partinin mebuslarını seçmiş ve Mebusan Meclisi’ne göndermiş. 

Şimdi nasıl kapandı, sonunda mebuslar ne oldu, 1918 sonrası ülkeye nereye gitti; uzun uzun tartışmaya imkan yok ama sadece bir vakayı özellikle bugünkü tartışmalara ışık tutması açısından hatırlatmak istiyorum. Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nde Arnavutluk sorunu biliyorsunuz en yoğun tartışılan konulardan biridir. Arnavutluk sorunu bugün tartıştığımız pek çok konunun ilk, belki de bugünkü Meclis’in öncüsü kabul edilebilecek Mebusan Meclisi’ndeki tartışmalara baktığınızda 130 yıl boyunca dönüp dönüp aynı şeyi tartıştığımızı gösteriyor. 

Bakın Preveze Mebusu Hamdi Bey, Üsküp Mebusu Sait Bey neleri tartışmışlar biliyor musunuz? Gazeteleri ve cemiyetleri kapatmanın Arnavutluk'taki isyanı büyütmekten başka bir işe yaramayacağını söylemişler. 100 yıl önce tartışmışız, demek ki hiç ilerlememişiz, biz hala gazete ve cemiyet kapatarak sorunlarımızı çözeceğimizi, güvenliği sağlayacağımızı sanıyoruz. Arnavutluk’ta Fevzi Çakmak 10 yıl görev yapmış. Fevzi Çakmak toplumsal sorunlara müdahale konusunda uyarıyor, diyor ki bu yöntemle asayişi sağlayamazsınız sadece isyanı büyütürsünüz. Yine dille ilgili tartışmalar var. 

Bütün bu ayrıntıyı şunun için aktardım; bir ülkede 100 yıl içinde hiçbir ilerleme kat edilemiyor, hiçbir tartışmanın hiçbir öğreticiliği olmuyor, herkes aynı yanlışı yapmaya devam ediyorsa bu çatı altında söylenen sözlerin hiçbir kıymeti harbiyesi kalmaz. 

Bakın belki Arnavutluk muhalefetinin Osmanlı Mebusan Meclisi’nde söylediği sözlerden azıcık ders alınsaydı belki Arnavutluk’la başlayan kopuş ve bu büyük savaşa sürüklenmezdik. Tarihi geriye götürme imkanı yok ama hiç olmazsa aynı yanlışları tekrarlamamak için bunları söylüyorum. 

Arkadaşlarımız ekonomik verilerle ilgili ayrıntılı veriler de sundular. Onları tekrarlamamak için izninizle küçük bir fıkra ile devam edeyim. Sovyetlerin tam dağılma döneminde, Gorbaçov döneminde birisi diyor ki, “ya Parti sürekli bolluktan, bereketten bahsediyor, zenginlikten, refahtan bahsediyor ama ben eve gidip dolabı açtığımda dolabı boş görüyorum." Hemen yanındaki diyor ki "şunu yap; buzdolabının fişi ile radyonunkini birbirine bağla. Dolabı açtığında parti yetkilileri dolabın ne kadar dolu olduğuna dair radyodan öyle konuşmalar yapacak ki sen de inanacaksın buna." 

Bu çatı altında 10 gün boyunca en çok tartışılan konu yolsuzluk darbe ilişkisiydi. Bütün dünyada genel geçer bir şeyi hatırlatıyoruz. Diyoruz ki, bir ülkede şeffaflık yoksa, hesap sorma ve hesap verme sistemi işlemiyorsa orada sadece ekonomik yolsuzluk olmaz. Orada darbelere ortam hazırlanır. Siz tersinden okuyorsunuz siz diyorsunuz ki, "17 - 25 Aralık’ta bir darbe hazırlandı ve 15 Temmuz’da da tamamlandı”. İlginç bir ülkeyiz. Dünyanın her yerinde şeffaflıkla ilgili, devletin illegal yapılar tarafından ele geçirilmesi ile ilgili bütün çalışmalar tersini söylüyor siz tersini ifade ediyorsunuz. Ya sizin okumanızda bir sorun var ya da dünya tersine dönüyor. Hani meşhur fıkrada denildiği gibi: Bir araç ters istikamette gidiyormuş sonra sürücüsü anonsu duymuş, “bir araç tersine gidiyor”. O da “ne birisi hepsi tersine gidiyor” demiş. Biz hep tersine gidiyoruz. 

Eğer 17-25 Aralık’ta arkadaşlarınızı yargılatıp yargılatmamak başka bir bahis ama bu ülkede rüşvetle, zimmetle ilgili bir sorun varsa birileri bunu koz olarak kullanır ve darbe vurmayı, ülkeyi ele geçirmeyi dener. Bunu anlamak için çok büyük bir siyasi dehaya ihtiyaç yok. Ama siz bunu örtmeyi tercih ettiniz. Siz bunu örterken, biz 15 Temmuz'dan öncesinde de buradan dedik ki, "sadece 17-25 Aralık değil, bütün göstergeler darbe işareti." Ben en az 4-5 kez bu kürsüde darbe uyarısı yaptım. Diğer arkadaşlarımız da bunu defaaten yaptılar. Biz ne zaman darbe desek sol tarafımızda oturanlar bağırıyordu “artık o devir kapandı” diyorlardı.

Bir kez daha uyarıyoruz net biçimde söylüyoruz, demokrasiyi bütün kurum ve kuralları ile işleterek, muhalefet ile konuşarak kendi yanlışlarımızı düzeltecek bir siyasi aklı inşa etmezseniz bugün değilse yarın başka şekilde demokrasiye tahammülü olmayanların başka formüller arama çabalarına kapı aralarsınız. Gelin bunun önüne geçelim bunun önüne geçmenin yolu bütün demokratik rejimlerde çok nettir çok açıktır. 

Yine meşhur bir sözdür, deniyor ki “krallar tebaaya hükmeder, çıkarlar da krallara.” Elbette ki  bir ülkede yozlaşma, çürüme - siz metal yorgunluğu diye tarif edebilirsiniz başka türlü ifade edebilirsiniz- gittikçe yayılıyorsa o toplum helaka sürüklenir. Sadece yönetenlerin akçeli işleri olmaktan çıkar, toplumlar çürürler. En meşhur hadislerden biridir; Hz Peygamber diyor ki, "emanet ehline verilmediğinde kıyameti bekleyin". Şimdi o kıyamet, bazılarına göre bir gün muhtemelen olacak kıyamet ama birçok muhadis diyor ki o aslında her gün yaşadığımız kıyamet. 

Hani Nasrettin Hoca fıkrasındaki gibi "eşim ölürse küçük kıyamet, ben ölürsem büyük kıyamet". Tam o aslında. Bir ülkede emanet ehline verilmediğinde, tren yollarında da sel felaketlerinde de felaket yaşarsınız. 

Bugün ilk konuşmalarda Magna Carta'ya, 1200 yılları İngiltere’sine gönderme yapıldı. O tarihlerde İngiltere'de meşhur biz söz varmış: Devletin arazisinden birisi bir kaz çalarsa o kişi hapsi boylar ama bir kişi devletin arazisini çalarsa elini kolunu sallayarak dolaşır. 

Bu ülkede özellikle yolsuzluklar konusunun, özellikle haksız kazanç konusunun, devlet makam, imkan ve statüsünü kullanarak güce erişmenin zengin olmanın önüne geçemezsek bu ülkede demokrasinin kırıntısını bile bulamayız. 

İbn-i Rüşd, Platon’un meşhur “Devlet” eserine şerh yazıyor diyor ki: siyasetle uğraşanlar devlet yönetenler mal mülk edinmesinler. Çünkü mal ve mülk edinmekle meşgul olurken ya devlet işlerini işgal ederler ya da gerilimlere taraf olurlar. 

Bakara suresinin 44. ayetini tasavvufçular, büyük utanç diye tarif ediyorlar. Bakara 44’te şuna vurgu var; yapmayacağınız şeyi söylemeyin. Elbette herkesin her şeye gücü yetmez, ama hem yaptıklarınızın hesabını vermek hem de gücünüz yettiği halde yapmadıklarınızın hesabını vermek tam da demokrasidir. 

İki bütçe ile doğrudan ilgili kavrama değineceğim. Birisi Jefferson'ın sürekli borçlanma kavramı ile ilgili değerlendirmesi. Diyor ki Jefferson, “Sürekli borçluluk ümitsiz saldırganlık eylemlerini beraberinde getirir.” Bunu kişi hayatına da vursanız hemen hemen aynı gerçekle ile karşılarsınız, siyasete devletlerin hayatına da vursanız aynı şey ile karşılarsınız. 

Çünkü borçlanma konusu sadece ekonomi konusu değildir, borçlanma konusu egemenlik konusudur, bağımsızlık konusudur. Devletlerin saygınlığı konusudur. 

İkinci kavram ise siyasetle ekonominin köklü kavramlarından birisi bütçeyi de ilgilendiren güven kavramıdır. Bakın bu konuda da Sartre’ın çok ilginç bir tespiti var: "Değişimin lokomotif kavramı güvendir. Güven varsa özgüven vardır. Güvenin karşıtı korkudur. Bir ülkede korku egemense orada statüko egemendir".

Hatırlayın bundan 5 - 6 yıl önce yine aynı grup iktidarda iken bizim şimdi sağımız ve solumuzda oturan iki grupta en çok kullanılan tabir “statükocu” idi. Hatta bizi de içine katarak bu tabir kullanılıyordu. Şimdi değişim hayatın gerçeği ise değişim kaçınılmaz ise hangi yönde ileriye doğru mu geriye doğru mu değişip değişmediğimiz konusunda bir açıklama yapmamız gerekiyor. O gün statükoculukla suçladığınız adreslere, yaklaşımlara bugün siz dönmüşseniz o gün suçlama için kullandığınız statükoculuk tarifi iktidarın yönetme biçimine dönüşmüş değil mi? 

Yine bu Meclis'te bütçe tartışmalarına en çok damgasını vuran şeylerden birisi sembollerle ilgili olan tartışma idi. Semboller dünyası ülkelerin tarihinde siyasette elbette değerler dünyasını, anlamlar dünyasını çağrıştırdığı ölçüde kıymetlidir. 

Değerler dünyası erozyona uğramışsa, anlamlar dünyasında bir iletişim kuramıyorsak, ortak anlam vermiyorsa, ortak acılarımız, ortak umutlarımız, ortak heyecanlarımız yoksa bir toplumu, ülkeyi semboller üzerinden bir arada tutmanın neredeyse imkanı yoktur. 

Neredeyse 4 gündür Gezi üzerinden tartışmalar yürüyor. Birkaç somut örnek söyleyeceğim. 1986 yılında Çin’de Tiananmen Meydanı’nda bir avuç genç çıktı ve demokrasi istediler ve o gençler kurşuna dizildiler ve protesto bastırıldı. Tarihi keşkelerle okuyamayız. 1986'da Çin'de gençler katledilmeseydi bugün Doğu Türkistan'da 1 milyon insan kamplarda yaşamaya mahkum edilmezdi. 

Başka örnekler; mesela Seattle'da küreselleşme karşıtı gösteriler yapıldı. O göstericilerin sözü dinlenseydi, bugün dünya bu kadar otoriter rejimlere kalmazdı. Belki bugün Avrupa’da bu kadar ırkçılık, İslamafobi yükselmezdi. 

Kendi kendinizi ikna için argümanlar geliştirdiğinizde sorunları çözmezsiniz. Bütçe görüşmelerinin yayınlandığı günlerde TRT 3 reytinglerini dizilerle kıyasladım. Halkımız hangi imkanlarla yaşayacağını mı izlemiş, dizileri mi diye. Hiçbir dizi TRT 3’ten daha az reytinge sahip değil. Onun için isterseniz bizi izleyenler açısından Müslüm Gürses’in meşhur türküsü ile, Çukur dizisindeki o türkü ile sesleneyim: Yakarsa dünyayı garipler yakar. 

Fransa'daki olayları tanımlarken, burada tartışma konusu yaparken sadece bugüne dair ve kendimize dair bir savunma psikolojisi ile değil gerçekten anlama ve ülkelerin kaderinde toplumsal patlamaların doğurduğu sonuçlara bakarsak dünya tarihinde buna dair çok sonuç var. 

Hallac-ı Mansur’un güzel bir sözü var. “Cehennem acı çektiğiniz yer değil acı çektiğinizi kimsenin duymadığı yerdir.” Bu coğrafyada bu ortak vatanda herhangi köşede, bu ülkenin herhangi bir yerinde, birisi evine ekmek götüremediği için acı içindeyse, birisi bir haksızlığa uğradığı için acı içerisindeyse ve biz bunu duymuyorsak o acıyı duymadığımız için bu toprakları onlar için cehenneme çevirmişiz demektir. 

Kant’ın ülkeleri cehenneme çevirme dışında bir alternatifi var. Diyor ki “barışı ya mezarlıklarda ararız ya kendi ellerimizle kurarız.” 

Bu coğrafyada Orta Doğu’da, Balkanlar ve Kafkasya’da eğer siyasetçiler eliyle barışı kurmak toplumsal barışı hayata geçirmek konusunda sorumluluk üstlenip bunun bedelini ödeyip gereğini yerine getiremezsek, mezarlıklarda sükuneti ve mezarlıklarda sessizliği, istikrarı aramaya devam ederiz. 

Bugünler başka iki anmayı da yapmayı gerektiriyor. Bunlardan birisi Şeyh Bedrettin. O da ilginç biçimde 1418 yılında yani 600 yıl önce bugünlerde idam edildi. 

Şeyh Bedrettin aslında sadece Şeyh Bedrettin değildir. Osmanlı’da Fetret’tir, Fetret döneminde hakikate şahitlik etmektir. Ve hakikate şahitlik ettiğinizde bunun bedelini göze almaktır. 

Şeyh Bedrettin idam edildi, ama çok ilginç idamı ile ilgili hüküm şu şekilde “Şeyh Bedrettin’in şer’an değil siyaseten asılması...” Şer’an dediğimiz şeriat değildir, hukuktur.  Yani aslında diyor ki, bugünkü dile çevirdiğimizde hukuken idam edilmesini gerektiren bir durum yok ama siyaseten katledilmesi gerekiyor. Yani fetret dönemlerinin, hukukun tamamen askıya alınıp saray, saltanat kavgalarının her şeyin önüne geçtiği dönemlerde Musa Çelebi kazansaydı Şeyh Bedrettin’in Anadolu’nun her tarafına heykelleri dikilecekti. 

Ama taht kavgasında Musa Çelebi ve Anadolu kaybettiği için Şeyh Bedrettin’in payına kayıp bir mezar ve bize bıraktığı sözleri kaldı. O günden bugüne merkezileşmenin birleştirmediğini ortaklaştırmadığını tam tersine fetret dönemlerinin sonunda kamplaştırdığını, kırdığını sadece Şeyh Bedrettin döneminden bile görmek mümkün. 

Son olarak anmak istediğim isim. Aziz Nesin’dir. Bugünkü Nesinlik halimizi tarif edebileceğimiz tarif edebileceğimiz birkaç güzel söz söylemiş. Bugün doğum günü. “Nesin soyismini nereden aldın” sorusuna şöyle cevap veriyor: “Soyismi Kanunu çıktığında en tembeller çalışkan ismini, en cimriler cömert ismini aldılar, ben de düşündüm dedim ki bana durmadan sorsunlar sen nesin, sen nesin, bende hatırlayayım neyim ne için varım diye Nesin soyismini aldım”.  

Aslında bu güzel sözleri sadece okuyarak bitireyim. Bana soruyorlar “Alevi değilsin ki sana ne oluyor?” O da cevap veriyor “Siz de insan değilsiniz ki size ne anlatayım.” 

“İnsan sadece söylediklerinden sustuklarından da sorumludur.” 

Başka bir güzel söz. “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın diyerek yaşattığınız yılanlar bir sonraki hedefte sizi vurur”. 

Son söz, diyor ki “rüzgarın şiddeti ne kadar büyük olursa olsun martıyı denize ulaşma arzusundan asla vazgeçiremez.” 

Özgürlük barış ve adalet arzumuzdan yaşadığımız kasırga hiçbirimizi, bu ülkede yaşayan hiç kimseyi vazgeçirmemesi gerekiyor. Genel kurulu saygı ile selamlıyorum.

 

21 Aralık 2018

Etiketler: #ayhan bilgen