Bu tıkanıklığı aşarak halka dayanan demokratik ve özgürlükçü bir siyasal çerçeveye sahip olmak için güçlü bir siyasi proje ve iradenin olması gerekmektedir
Hepinizi şahsım ve Halkların Demokratik Partisi adına sevgiyle, saygıyla selamlıyorum.
 Türkiye halklarının ve bütün çocuklarımızın Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nı kutluyorum.
23 Nisan 1920’de çoğulcu bir anlayışla kurulan TBMM’nin 96. Yılını bugün geride bırakmaktayız. Her şeyden evvel, bugün, çocuklara armağan edilen böyle bir günü sevinçle ve umutla karşılayamamanın burukluğu içerisindeyiz.

Bu Meclis 96 yıl önce bu topraklarda yaşayan halklara eşit yurttaşlık temelinde ortak bir yaşamı kurma umudunun mecrası olarak kurulmuştu. Farklılıkları zenginlik olarak gören ve temsilde adalet prensibini esas alan kurucu meclisin ruhu, çoğulcu ve ademi merkeziyetçi bir yönetim anlayışını esas alan 1921 Anayasası’na da yansımıştı.

Fakat kısa bir zaman sonra, 1924 yılında hazırlanan yeni anayasa ile çoğulcu ve eşitlikçi anlayışın yerini otoriter, tekçi ve merkeziyetçi bir yaklaşım aldı.

Değerli milletvekilleri,

Meclis’in, 96’ıncı yıl dönümünde dönüp siyasi tarihimize bakarsak, demokratik cumhuriyete ulaşma şansları ve demokrasiye yönelik darbe süreçleri görürüz. Türkiye’de çoğulculuğu, muhtariyet adı altında ifade edilen aslında öz yönetimi, karşılıklı saygıyı ve eşit haklara sahip olmayı öngören 1920 ruhu, 1924 yılından başlayarak demokratik yaşamı darbe uygulamalarına maruz kalmıştı.

1921’de Cumhuriyeti demokratikleştiren Anayasa, bugün tabi olduğumuz 1980 Darbe Anayasası’na göre çok daha ileri bir konumdaydı. Fakat gücünü şiddetten alan ve politikasını baskıdan yana tercih edenler, 1924 yılında demokrasiye darbe yapmıştı. Bu darbe, Kürtleri, Alevileri, İslamcıları, gayri Müslimleri, sosyalistleri başta olmak üzere tüm toplumsal kesimleri zulme maruz bıraktı.
1924 yılında başlayan darbe süreci özerkliğe dayalı bir arada yaşama iradesini hiçe sayarak, tekçi bir gündemi ülkeye dayatmıştır. Bu dayatmaya karşı çoğul kimliklere dayalı demokratik toplumsal talepler yükselmiştir. 1920 kurucu meclisin ruhuna karşı darbe anlayışının ürünü olan 1924 anlayışı, toplumsal talepler karşısında demokratik müzakere yerine, şiddet ve baskı araçlarını devreye koymuştur. Bu kapsamda halk olmaktan kaynaklı haklı taleplerde bulunan Kürtlere karşı Şeyh Sait, Ağrı Zilan, Dersim, Roboski katliamını gerçekleştirmiştir.

Aynı şekilde Alevilere karşı Çorum, Maraş, Sivas, Gazi katliamları gerçekleştirilmiştir. Gayri Müslimler Varlık Vergisi aracılığıyla zulme uğratılmıştır. Yine ülkemizde 1924 anlayışı tarafından eş zamanlı canlı tutulan darbe süreçleri, demokrasiyi sürekli olarak kesintiye uğratmıştır. Bu ülkenin Başbakanı darbeciler tarafından idam edilmiş, çok sayıda yurttaşımız kılık ve kıyafet bahane gösterilerek öldürülmüştür. Yine Deniz Gezmiş ve arkadaşları darbeciler tarafından ülkemizdeki halklara özgürlük ve eşitlik talep ettikleri için idam edilmiştir.

Bugün ise hala bu darbe anlayışının ürünü olan 1982 Cunta Anayasası ile yönetilmekteyiz. Anayasaların toplumsal sözleşme sayıldığı bu çağda, Türkiye halkları arasındaki toplumsal sözleşmenin darbeciler tarafından yapılmış olması siyaset kurumu açısından kabul edilemezdir. Darbe ürünü olan Anayasa, Türkiye’de siyaset kurumu ve parlamentonun halklarımız ile bağlantısını koparmıştır. Egemenliğinin kaynağını halktan alan Parlamento, darbe Anayasası kapsamında halka kapatılmıştır. Halktan koparılan Parlamentonun iradesi, vesayetçi kurumlara teslim edilmiştir.Açıktır ki, 1982 Anayasası yürürlükte olduğu sürece siyaset kurumunun halkla arasındaki bağlar kopmuş vaziyette kalacak ve hükümete hangi siyasi irade gelirse gelsin bu vaziyette bir değişme olmayacaktır.

Bu tıkanıklığı aşarak halka dayanan demokratik ve özgürlükçü bir siyasal çerçeveye sahip olmak için güçlü bir siyasi proje ve iradenin olması gerekmektedir. Bizler, çözüm süreci boyunca parti olarak darbeci anlayışın yerleştirdiği tıkanıklığı aşmak ve çoğul kimliklere dayanan demokratik bir siyasetin yerleşmesini sağlamak için çaba içerisinde olduk. Nitekim bu çabalarımız Dolmabahçe Mutabakatı ile deyim yerindeyse ete kemiğe büründü. Demokratik Anayasa, kimliklerin çoğulluğu, her kimliğin bir arada özgürlükçü yaşamı gibi evrensel değerleri esas alan Dolmabahçe Mutabakatı, 1925’te tohumları atılan ve 1982 Darbe Anayasası ile günümüze kadar gelen vesayetçiliği tarihe gömecek bir şans yaratmıştır.

Türkiye’de kimlikler arasında kalıcı barışı tesis etme ve darbecilere değil, halka dayanan siyaseti sağlayacak olan Dolmabahçe Mutabakatı, her türlü tekçi, inkarcı ve asimilasyonu merkezine alan anlayışı mahkum etme potansiyeline sahip bir demokratik anlayışın dışa vurumudur. Fakat bu demokratik anlayış ve kalıcı barışa yönelik somut çağrıya karşı darbeci anlayıştan miras kalan bir yok sayma, tekçilik, inkarcılık çizgisi siyasi irade tarafından esas alınmıştır.

Dolmabahçe Mutabakatının inkarı ile birlikte ülkemiz büyük bir savaş atmosferinin içerisine sokulmuştur. Bu atmosfer içerisinde siyasi irade tarafından dayatılan öneri, bir rejim değişikliğidir. Türk işi Başkanlık sistemi adı altında getirilen bu rejim, Meclis iradesini devre dışı bırakmak, tekçiliği tesis etmek, güçler ayrılığını tuzla buz etmek üzerinden kendisini var etmek istemektedir. 
Bizler bu teklife karşı, demokratik, özgürlükçü, eşitlikçi bir teklif sunmaktayız. Partimiz, çoğul kimliklerin özgünlüğünü esas alan, tüm kimliklerin haklarını teslim eden, yetkiyi yerele yayarak olası otoriterleşmenin önüne geçen, halkın kendisini, kendi için yönetmesini benimseyen, güçler ayrılığını tahkim eden güçlü bir parlamenter sistemi önermektedir. Halklarımızın kimlikler mozaiğinin tam da ihtiyacı olan ve demokratik, özgürlükçü, eşitlikçi anlayışı esas alan Yeni Anayasa teklifimiz Türkiye’nin tarihten gelen veya güncel sorunlarına en uygun çözümü sunduğunu belirtmek durumdayız. 

Tekçiliği merkezine alan Başkanlık teklifinin sahipleri, yerinden yönetimi esas alan özgürlükçü teklifin sahibi olan bizlere karşı dokunulmazlık konusunu gündeme getirmektedir. Dokunulmazlık konusu, kesinlikle bir hukukun konusu değil, bilakis Türkiye halklarına sunulan demokratik anayasa teklifimizin anti demokratik ve hukuka aykırı yollarla yok edilmek istenmesidir. Dokunulmazlık konusu ile elde edilmek istenen, Türkiye’nin yerinden yönetimi esas alan demokratik ve özgürlükçü anlayışı ile kendini yönetmesinin önüne geçerek yönetim erkini tek bir kişide toplayan, güçler ayrılığını devre dışı bırakan, halkı politik bir özne olmadan yönetimden dışlayan niteliklere sahip bir otoriter rejim inşa etmektir.

Bu kapsamda, dokunulmazlıklar konusu özelinde başlayan tartışma hem bugünümüzü hem de geleceğimizi ilgilendirmektedir. Nitekim önerilen teklifin toplumsal yaşamımızı etkileme biçimlerine bugünlerde Cizre, Sur, Silopi, Nusaybin, Yüksekova, Şırnak, Silvan, İdil’deki çocukların yaşamlarında görmek mümkündür.

Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı kutladığımız bugünde, dokuz aydır süren ablukalardan ötürü yaşamını yitiren 600’dan fazla kişiyle birlikte, bugüne kadar 102’si çocuk, 99’u kadın olmak üzere toplamda 868 kişi yaşamını yitirmiştir. Sur’da, Silopi’de, Yüksekova’da, Nusaybin’de, Şırnak’ta bugün çocuklar dışarı çıkıp Bayramı kutlamak bir yana, evinin bahçesine çıkıp oyun bile oynayamamaktadır. Evlerin içinde ya da önünde çocuklar katledilmektedir. Silopi’de top atışı sonucu katledilen 2 yaşındaki Esra Şalk bebek, Cizre’de 3 aylık Miray bebek bunlardan sadece ikisidir. Ölü bedeni buzdolabında bekletilen 10 yaşındaki Cemile Çağırga, Sur’da ekmek almaya giderken 3 polis kurşunuyla yere yığılan 12 yaşındaki Helin Hasret Şen, cenazesi Sur’da yerde olan ve ailesi tarafından alınmasına izin verilmeyen 17 yaşındaki Rozerin Çukur, bu ülkede mevcut hükümetin abluka politikasının çocuklara dayattığı yıkımdır.

Hükümet politikaları neticesinde ülkemizin her bir yöresinde çocukları koruyan Evrensel bildirgeler, Avrupa Birliği’nin Çocukları koruyan sözleşmeleri, Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi tamamen askıya alınmış durumdadır. Türkiye, sahillere mülteci bebeklerin vurduğu bir ülke haline gelmiştir. Küçücük yaşlarda atölyelerde, tarlalarda çalıştırılan; sokaklarda mendil satan; evlerinden yüzlerce kilometre uzakta bir savaştan kaçarak bu ülkede yoksulluğa ve yoksunluğa maruz kalan; ihmali, istismarı, taciz, tecavüz ve şiddeti en ağır biçimlerde yaşayan; cezaevlerine kapatılan ve cezaevlerinde şiddet ve işkence gören politik çocukların ülkesi haline gelmiş durumdayız.

Bu olumsuz tablodan dönülmesi için gerekli adımları atmak siyaset kurumunun hem hukuki hem ahlaki hem de politik sorumluluğudur. Bir kez daha parti olarak başta iktidar partisi olmak üzere tüm siyasi partilere bu sorumlulukları bir kez daha hatırlatmak isteriz.

Bu vesileyle, hem çocuklar açısından hem de Türkiye’deki demokratik siyaset açısından oldukça karanlık bir tabloda bulunan ülkemizi başta çocuklarımız olmak üzere tüm kimlikler ve toplumsal kesimler için aydınlığa ulaştıracağımıza dair mücadele sözümüzü yineliyor, genel kurulu saygıyla selamlıyorum.


Çağlar Demirel

Halkların Demokratik Partisi
Grup Başkanvekili