Demirtaş: Türkiye kurtulmuş falan değil, 100 yıl öncekinden daha kötü durumda

Önceki dönem Eş Genel Başkanımız Selahattin Demirtaş'ın tutuklu bulunduğu davanın Sincan’da görülen duruşmasının ilk gününde yaptığı savunmanın ikinci kısmı:

Fezlekeyi hazırlayan savcı konuşmamı ne izlemiş ne çözüm tutanağı yazdırmış, umurunda değil!

Bilirkişi raporunu okuyor:

 "….kalabalığın Bijî Serok Apo sloganları attığı görülmektedir. Selahattin Demirtaş’ın herhangi bir konuşması bulunmamaktadır. Kalabalığın dağılma görüntüleri bulunmaktadır, Selahattin Demirtaş'ın herhangi bir konuşması bulunmamaktadır. Polis müdahalesi görüntüsü bulunmaktadır. Selahattin Demirtaş’ın herhangi bir konuşması bulunmamaktadır." 

Devam ediyor, muhtemelen sahneden kitleyi selamlıyorum. Başka bir fotoğraf görüntüsü çıktısı almış bilirkişi. Başka bir fotoğraf görüntüsü var. Batman'da yan tarafta tamamlanmamış bir inşaatın katları görünüyor. Bazı pankartlar asılı, burada okuyamıyorum ama Roboski ile alakalı okuyabildiğim kadarıyla. Yine başka bir fotoğrafta, kalabalığın içinde gençlerin fotoğrafı var ama ne olduğu anlaşılmıyor. Yine bir tarafta küçük çocuklar var. Başka bir fotoğrafta zafer işareti yapan insanlar var. Bir fotoğraf daha var anlaşılmıyor elimdeki çıktıdan. Bazı araçların fotoğrafı var. Evet, bilirkişi raporu bu kadar. Başka bana verilmeyen olabilir ama elimdeki bu kadar.

Az önce iddia edilen konuşmayı okudum. Savcı bu konuşmayı nereden aldı? Niye bu şekilde fezleke düzenlendi? Ben böyle saçma sapan cümlelerle konuşma yapmam. Batman’daki konuşmayı yapmışım ya, uzun uzun siyasi düşüncelerimi anlatmışım. Ama fezlekede yazıldığı gibi birbirinden kopuk, anlamı çarpıtılmış, bozulmuş değil ki bu haliyle dahi ben bir suç oluşturduğunu görmüyorum. Savcının niyetini anlamak açısından bunun altını çiziyorum. Demek ki elinizde bir konuşma görüntüsü, tutanağı bile yok. Ama yine de fezleke hazırlayıp, Meclis'e gönderip, özellikle de Öcalan ile ilgili kısmını öne çıkarıp ‘terör örgütü propaganda yaptı’ demek ihtiyacı duymuşsunuz. Savcının elinde delil yoksa görüntü yoksa bu konuşmayı yaptığımı neye dayanarak söylüyor? Muhtemelen polis tutanağına dayanarak söylüyor. Meydanda polisler not tutuyorlar, o notlara dayanıyorlar. Bu notları savcının teyit etmesi gerekmez mi, konuşmayı baştan sona dinlemesi gerekmez mi? Evet konuşmayı baştan sona dinleme ihtiyacı duymuyor. Konuşmayı ilk cümlesinden ve son cümlesine kadar ele alıp anlamlı ve bütünlüklü bir şekilde incelemesi gerekmez mi? Terör övgüsü var mı, bu konuşma bunun için mi yapılmış savcının buna bakması lazım. Ama umurunda değil, bu konuşmayı savcı ne dinlemiş, ne izlemiş, ne çözüm tutanağı yazdırmış. Muhtemelen Batman'da görev yapan polisler aldıkları talimat gereği, İmralı Çözüm Süreci başlamasın diye, bunun önüne geçmek için her şeyiyle ne yapması gerekiyorsa Batman'da yapmış.

Muhalefetin bir kısmının da desteğiyle bu fezlekelere dayanılarak dokunulmazlığımız kaldırıldı

Cemaatçi polis hazırlıyor, Cemaatçi savcıya gönderiyor, Cemaatçi savcı gereğini yapıyor, Meclis’e gönderiyor. Sözde Cemaatle mücadele ettiğini söyleyen iktidar, muhalefetin bir kısmının da desteğiyle, bu fezlekeye dayanarak, bu fezlekelerle bizi suçlu, terörist, katil ilan ederek, dokunulmazlığımızı kaldırıyor. Bu fezlekeler ile Diyarbakır’daki bir başka savcı iddianame hazırlıyor. Ve neredeyse üç yıldır bu fezlekeye dayanarak biz hapishanede tutuluyoruz.

Meclis’te Vatan-Millet-Sakarya diye bağırıp çağıran milletvekilleri kuliste devleti tırtıklama derdine düşer

Ben bunları anlayabiliyorum. Benim açımdan çok sarsıcı değil. Devlette işler böyle yürüyor. Gemisini kurtaran kaptan misali hiç kimse devleti düşünmez aslında. Benim bugüne kadar siyasi yaşamımda, İnsan Hakları Derneğinde görev yaptığım dönemlerde, avukatlık yaptığım dönemlerde, il yönetiminde yer aldığım dönemlerde kendini Türkçü, İslamcı, Türk milliyetçisi, vatanperver olarak tanımlayıp da devlette görev alan çok istisnai insanların gerçekten devlete bağlı olduğunu gördüm. Benim gördüğüm o idi. Parlamento'da da bunu gördüm. Sizin o kürsüden izlediğiniz Vatan-Millet-Sakarya diye bağırıp çağıran o milliyetçi görünen milletvekilleri kulise çıktıklarında, şovunu tamamlayıp kulise çıktıklarında Meclis’in verdiği o bedava cep telefonlarıyla ikisiyle aynı anda ihale pazarlığında atama, yakınlarına kredi peşinde koşarlar. İki telefon yetmez onlara, 3 kulakları olsa onunla da konuşurlar. Buna devletçi diyorlar. Devleti nereden tırtıklayabilirim, işleri güçleri budur. Siyasetçisi de böyledir, bürokratı da böyledir. İşin zulmünü fakir fukara halk çeker.

Kürt, Türk ölürken sefa sürenler barış girişimimizi engellemeye çalışanlardır

Geçenlerde bir şehit cenazesi geldi. Yanılmıyorsam, Suriye’den bir teğmen. Ya da Hakkari emin değilim. İçim acıyarak izledim. İçler acısı. Bir Anadolu emekçisi evladını yetiştirmiş, okutmuş, harp okuluna göndermiş, teğmen olmuş, 30’lu yaşlarının ortasında genç bir kardeşim. Evine Türk bayrağını asmışlar ama o ev aslında bayrağın ağırlığını taşıyamayacak yıkık dökük bir gecekondu. İşte faturayı bunlar ödüyorlar. Ceremesini yoksul halk çekiyor. Hangi zengin çocuğu asker olmuş, polis olmuş, şehit olmuş. Meclis’te defalarca tanıklık ettim, bana bu fezlekeyi hazırlayan savcıgiller de dahil olmak üzere yedi sülalesinden herhangi biri askerlik yapmasın diye her türlü torpil girişimini yaparlar. Bırakın doğuda; Ankara'nın doğusunda,  Ege’nin doğusunda bile askerlik yapmazlar. İstanbul’un boğazına bakarak askerlik yapan çocukları var. Ama bizler gibi Kürt’ü, Türk’ü ile bu halkın yoksul evlatları bunun bedelini ödüyoruz. Kürt, Türk ölürken sefa sürenler barış girişimimizi engellemeye çalışanlardır. Ben buna isyan ediyorum. Kabul etmiyorum.

Bu fezleke barışı girişimimizi engellemek için hazırlanmış bir fezlekedir

Sizler bu yoksul halkın evlatları olarak okudunuz, yoksulluk içerisinde büyüdünüz. Hukukçu oldunuz. Bu ülkede savcı oldunuz, hakim oldunuz. Koruyacaksak bu ülkenin onurunu, haysiyetini ancak böyle koruruz, yükseltiriz. Bunlar milliyetçilik yaparak size bize parmak sallarken, siyasetçiye, yargıya parmak sallarken susamayız. Bu fezleke öyle bir fezlekedir. Barışı engellemek için barış girişimini engellemek için hazırlanmış bir fezlekedir.

Öcalan ülke bölünsün mü dedi, Türkiye’nin sınırlarını tartışmaya mı açtı?

Efendim Öcalan’la görüşülür, PKK ile görüşülürse ülke bölünür diyen varsa iddiasını ortaya koymalıdır. Nasıl bölünür? “Ben karşı çıktım çünkü ülke bölünecekti o yüzden karşı çıktım" iddiasında olan varsa da bunu somut gerekçelerle ispatlamalıdır. Öcalan ülke bölünsün mü dedi? HDP ülke bölünsün mü dedi? Türkiye’nin sınırlarını, bayrağını mı tartışmaya açtı? Böyle bir şey olmadı. Ne parti programımızda var ne taleplerimizde var. Ülkenin sınırları içerisinde en demokratik hak ve özgürlüklerin hayata geçmesi için yeni bir anayasa öneriyoruz.

Yoksulluğun da acının ve zulmün ne olduğunu da biliyorum

Dolayısıyla halen dışarıda milliyetçilik vatan- millet edebiyatı yapıp, yoksulların emeği, kanı ve canı üzerinden kendini var edenlere boyun eğmedik, eğmeyeceğiz. Bu fezleke buna dairdir. Ben halkın yoksul evladıyım. Yedi çocuklu bir işçi ailesinin evladıyım. Babamın okuma yazması yok.  Annem çok sonra okuma yazma öğrendi. Ama yedi çocuğu da üniversite mezunudur. Bir işçi maaşı ile okuttu evlatlarını. Ben yoksulluğun da ne demek olduğunu biliyorum. Bu ülkede acının zulmün de ne olduğunu biliyorum. Ailem zengin değildi. Arkamda büyük holdingler yoktur, aşiretler yoktur, medya patronları yoktu. Ama ben ülkede BDP ve HDP Eş Genel Başkanı oldum. 12 yıl vekillik yaptım. Arkamda yoksul halklar vardı; Kürt’üyle Türk’üyle. Benim de boynumun borcudur; görev yaptığım her yerde içeride de olsa, dışarıda da olsa, ezilen Kürt ve Türk halklarının hakkını hukukunu savunacağım. Ben polisin, askerin şehit edilmesine de karşı çıktım, hakkını hukukunu savundum. Onların ailesinin de Kürt gençlerinin de. Ölen biz öldürülen biz, Kürt’üyle Türk’üyle zulmü çeken yoksullar. İşin rantını yiyen ulusal ve uluslararası düzeyde palazlanan güçlü elit kesim. Medyasında, akademi dünyasında, bürokrasisinde, yargısında bunları görmek mümkündür. Yazık, üzülüyorum. Bunun için bedel ödemeye devam edeceğiz. Kolay olmayacak biliyoruz.

Cemaatin gerçekten inançlı üyeleri ile ilgili benim söyleyecek bir şeyim yoktur. Samimiyetle Allah korkusunu taşıyan hangi cemaate mensup olursa olsun ben ifade özgürlüğüne saygı duyuyorum. Bu, Fethullah Gülen Cemaatine inanmış insanlarımız için de geçerli. Fakat Cemaatin gücü sermayeyi ele geçirme, toplumun belli kesimlerini baskı altına alma, yargıyı kendi amaçları doğrultusunda kullanma faaliyetleri kabul edilemez. 7-8 yıl önce de söylemiştim, şimdi de söylüyorum. Dolayısıyla bu fezlekeyi, okuyacağım fezlekeyi hazırlayan savcı da kesinlikle barış ve çözüm sürecine duyulan rahatsızlığın fezlekesini vermiştir.

Gülen Cemaatinin yaptığı bir yaşama biçimi olarak, bir inanç biçimi olarak kendini ifade etme değildir

Partimin önerisi vardı; cemaatler anayasal güvence altına alınsın. Nasıl? Şeffaf olsun, hukukun hem koruması hem güvencesi hem denetimi altında olsun. Öyle gizli saklı cemaatçilik olmaz. Herkes inancını özgürce yaşasın. Bunu savunuyordu. Bunu Gülen Cemaati için de savundum ben de. Ama sizin yaptığınız bir yaşama biçimi olarak, bir inanç biçimi olarak kendini ifade etme değildi. Benim tutuklanmama vesile edilen fezlekelerin 12'si -ki hepsinin tutuklama gerekçeleri de var, şu andaki mahkeme heyetiniz tarafından tutuklanmamın gerekçesi yapılıyor- bizatihi Gülen Cemaati ve FETÖ nedeniyle tutuklu savcılarınız tarafından hazırlanmıştır. Bunları söylemeyelim mi yani? 

...

Az önce sabah oturumunda savunmasını yaptığım fezlekeler, daha önce Meclis’te yaptığım konuşmaların bir devamı niteliğinde, siyasi konuşmalarımın istikrarlı bir şekilde tekrarlanması niteliğinde olduğunu belirtmiştim. Örneğin 11.12.2011 tarihli grup konuşmam, 14.02.2012 tarihli grup konuşmam, 05.06.2012 tarihli grup konuşmam, hakeza şimdi bir bölümünü okuyacağım 09.10.2012 tarihli konuşmam tümüyle benzer siyasi görüş olarak ifade ettiğim görüşlerdir.

09.10.2012 tarihli konuşmam müsaadenizle şöyle: “Bir kere Sayın Öcalan, Suriye’den çıkarılması vesilesiyle Türkiye uluslararası güçler tarafından esir alınmıştır. Bunun karşılığında Rusya ile, İtalya ile Amerika ile İsrail’le silah alımları dahil bağlayıcı sözleşmeler yapılmıştır. Gizli protokoller imzalanmıştır. Yapılan anlaşmalar sadece Öcalan’ın esir alınması karşılığında yapılmıştır. Bu şekilde Kürt sorununu halledeceğini, sorunun kökten çözüleceğine Türkiye ikna edilmiştir. Peki gelinen noktada Kürt sorununun çözülmemesinde kaybeden kimdir? Tabii ki Türkiye’dir. Uluslararası güçlerden bu komploya dahil olanlardan hangisi o günden bugüne Türkiye kadar kaybetmiştir. Bu uluslararası tezgaha dahil olanlardan hangisi Türkiye kadar zarar görmüştür. Türkiye aldatılmıştır ve aldatıldığını da kabul etmeyecek, hatasını anlamayacak noktadadır hükümet maalesef.

9 Ekim 1998’de yapılan hatadan vazgeçilmelidir. Suriye için istenen ne ise Türkiye için de aynısıdır. Bu nedenle Türkiye’nin içine düştüğü, özellikle 9 Ekim 1998’de uluslararası komplo ile içine düşürüldüğü bu tezgahtan kurtulmanın en akıllı, en makul, en cesur yolunu hayata geçirmek zorundadır. Ben çok açık, samimiyetle ve inanarak söylüyorum; slogan olarak söylemiyorum. Söylediklerimizin veya söyleyeceklerimizin bir cinnet haliyle değil; akıllıca tartışılması, serinkanlı bir şekilde tartışılması gerektiği için söylüyorum. Öcalan’ı serbest bırakırsanız, özgürlüğüne kavuşturursanız Türkiye’nin eli, içeride de dışarıda da güçlenir. Türkiye, Kürt sorunun çözümüne en etkin aktör olarak rol alabilir. O nedenle Öcalan’ın özgürlüğü gereklidir. Binlerce, milyonlarca insan bunu haykırıyor, söylüyorsak bunu bir slogan olarak ifade etmiyoruz. Bunun sosyolojik, siyasi bir karşılığı var. Milliyetçi hislerle bu tartışmayı ötelemek yerine, serinkanlı bir şekilde ciddi bir yolla bunun tartışılması lazım. Ülke barış istiyor, toplum barış istiyor. Kürt, Türk herkes barış istiyor. Bu sorun diyalogla, müzakere ile çözülsün istiyor.  Ama bu ülkenin başbakanı içeride ve dışarıda nasıl kan dökeceğini grup toplantısında anlatmaya çalışarak Türkiye’yi savaşa sürüklüyor. Oysa Türkiye toplumu, çok iyi biliyoruz ki, savaş yanlısı değildir. Kan dökülmesini istemiyor. Belki bir grup milliyetçi damarı kuvvetli insan savaş isteyebilir. Bu da onların kendi tercihi olsun. Ama Türkiye toplumunun %90’ından fazlası bugün içeride ve dışarıda savaşa karşı iken Başbakan bu savaşı yürütemez. Buna hakkı yoktur, bu savaşın meşruiyeti yoktur. Müzakere ve diyalogla halkların hakkını tanımak zorundadır.”

Şimdi, konuşmam devam ediyor bu şekilde. Uzun konuşmalar. Bunların her biri 1 saati aşkın Meclis konuşmalarıdır. Benim siyasi düşüncelerim olduğunu anlatmaya çalışıyorum. İstikrarlı bir şekilde, uzun yıllardır benzer siyasi görüş ve düşünceleri savunmuşum, parlamento içinde ve dışında savunmuşum. Meclis’te yaptığım bu konuşmaların neresi mesela terör propagandası? Terörün neyini övmüşüm? Neyini teşvik etmişim? Dışarıda yaptığım konuşmalarda bu şekilde. İçinde Sayın Öcalan, Kürt Halk Önderi kavramı geçtiği anda birileri için bu hemen terör propagandası oluyor. Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin çok sayıda bozma kararına rağmen bu son dönemlerde istinaf mahkemeleri de görev alan ceza mahkemeleri de terör propagandası yapmakla alakası olmayan konuşmalara, sloganlara ağır cezalar veriyor. Ben dahil, Sırrı Süreyya Önder dahil. 4 yıl 8 ay buna benzer bir barış konuşmasından ötürü ceza onaylandı. Sırrı Süreyya Önder barış konuşmalarından dolayı içeride. Diğer arkadaşlarım da bundan farklı değil. Ve bu fezlekeler hiçbir hukuk kuralını, hiçbir etik kuralını dikkate almadan, bırakın dikkate almayı tam tersine onları boşa çıkarma niyetiyle hazırlanmış fezlekelerdir.

Türkiye kurtulmuş falan değil, 100 yıl öncekinden daha kötü durumda

Aslında savcılar hukuki açıdan sorumlu bulma görevlerini kötüye kullanıyorlar. Görevlerini kötüye kullanarak sadece bizi mi mağdur ettiler? Hayır, Türkiye siyasetine yön vermeye, doğrultu vermeye çalıştılar ve uluslararası emperyal güçlerin çıkarları doğrultusunda bunu yaptılar. Asıl yargılanması ya da soru sorulması gereken bu savcıların kendisidir. Mahkemeniz de bunları görmelidir. Neler olduğunu görmeli, anlamalıdır. Ben Türkiye siyaseti için nasıl bir tehdit oluşturuyorum da içeri atılıyorum? Benim bildiğim Türkiye siyaseti AKP’den ibaret değil. AKP iktidarı için bir tehdit oluşturuyor olabiliriz ben ve partim. Biz muhalefet partisiyiz. Siyasi olarak da iktidarı değiştirmeyi hedefliyoruz, kendimiz iktidara gelmek için mücadele ediyoruz. Siyasi partinin meşru, yasal amacıdır bu. Ama birileri yine AKP’yi kandırdı. Belki gün gelecek AKP’den şunları duyacağız: “Bunlar öyle şeyler yaptılar ki -bunlar dediği kimdir bilmiyorum, kimi suçlayacaklar kim bilir- seçilmişleri tuttular içeri attılar.” diyecekler. AKP sözcüleri diyecek bunu. Ne zaman söylerler bilmiyorum. “Bunlar öyle oyunlar içine girdileri ki seçilmiş belediye eşbaşkanlarını, vekilleri hapse attılar, tutuklu yargıladılar” diyebilirler. Deseler şaşırmam. Çünkü ilkeleri yok. Belirli çizgileri yok. Rüzgara göre, konjonktüre göre kendini korumak adına her türlü pragmatizmi yaparlar. Yanlıştır, yaptıkları yanlıştır. Türkiye siyasetine, demokrasisine, hukukuna zarar vermiştir. Türkiye devletinin siyasal geleceği bu mu olmalıdır? 19 Mayıs’ın 100’üncü yılında geçenlerde Samsun’da bir araya geldiler. Böyle midir yani? Türkiye Cumhuriyeti’nin 100’üncü yılı bu mu olmalıdır? Savaş narası atan birkaç erkek siyasetçi Türkiye’nin demokrasisini hukukunu katletmişler ve bir araya gelip cumhuriyetin, ülkenin kurtuluşunu bu şekilde mi kutlayacaklar? Türkiye kurtulmuş falan değil. Türkiye 100 yıl öncekinden daha kötü durumda. Kurtulacaksa eğer bir kez daha her birimiz Türk’üyle Kürt’üyle demokrasi ilkeleri etrafında buluşarak ancak kurtarabiliriz. Başından beri ısrarla belirtiyorum. Yıllar öncesinden yaptığım uyarılar bugün doğru çıkıyor, bugün de benzer uyarıları yapmaya devam ediyorum. Zarar verdiniz bu yapılanlarla. Türkiye Cumhuriyeti Devletine senelerce zarar verdiler, Türkiye toplumuna da zarar verdiler. Keşke demokrasi hakim gelse de Türkiye bütün bu belalardan kurtulabilse diyorum. Bu meseleye ilişkin bu aşamada bunları ifade etmek istiyorum. 

18 Haziran 2019