Erdoğan şimdilik ‘virgül’ koyduğunu söyleyerek ’Demokrasi mitingi’ ve ‘Demokrasi nöbetleri’ni bitirdi. Belli ki kendini hala güvende hissetmiyor ve düşmanlarına karşı yığınların arkasına sığınarak varlığını koruyabileceğine inanıyor. Sokağı ve kitleleri sırf kendi iktidarı için elinde tutmak istiyor. Onun demokrasi dediğinden de ‘darbeye karşı direnme hakkı’ dediğinden de anladığı kendi tek adam iktidarının savunulması. Despotik iktidarına güç vermeyen hiçbir kitlesel eylemi meşru görmek, kendinden olmayan hiçbir toplumsal kesimin en ufak bir talebine cevap vermek, bağımsızlığına, farklılığına saygı duymak gibi bir ilkeye de, ahlaka da sahip değil.

Üç gün önce bir avuç işçiye, TEDİ işçilerine polisin silah sıkarak müdahale edebilmesindeki gözü dönmüşlük tek adam iktidarının bu yapısından kaynaklanıyor. TEDİ işçileri sendikalı oldukları için işten atılmışlardı ve bu yüzden direnişteler. TEDİ direnişinin OHAL bahane edilerek sonlandırılmak istenmesi, işçilere müdahale ederken silah sıkılması, gözaltı yapılması nemenem bir ‘demokrasi’ ile karşı karşıya olduğumuzun en son örneğidir.

Yine aynı günlerde SOMA işçi katliamı ile ilgili basın açıklamasını Taksim'de yapmak isteyen Sosyal Haklar Derneği engellendi. Daha birkaç gün önce Taksim'de 'demokrasi nöbeti' vardı oysa. İşçilere gelince Taksim yasak olmaya devam ediyor. Emekçileri sürekli baskı altında tutmak, örgütlenmelerinin önünü tıkamak; kiralık işçilik gibi, zorunlu Bireysel Emeklilik Sistemi gibi piyasacı normları dayatan bu iktidarın olmazsa olmazlarından. Zira biri olmadan öbürünü de gerçekleştiremez.

AKP Saray iktidarı yıllardır emekçilere çok gördüğü, yasakladığı meydanları haftalarca tepe tepe kullandı. Bunun için bütün devlet kurumlarını da seferber etti.

15 Temmuz’dan 10 Ağustos’a kadar her gün ve her gece devletin, yerel yönetimlerin bütün imkanlarını kitleleri meydanlara taşımak için kullandı.

Belki de ücretsiz ulaşım, sağlanan bu imkanlardan en olumlu olanıydı. Demek ki parasız ulaşım son derece kolay ve mümkünmüş. İstendikten sonra gayet güzel olabilirmiş.

Öte yandan meydanları kimlerin doldurduğu ve nasıl dolduğu konusu hala tartışma konusu olmaya devam ediyor.

‘Orada halk vardı’, ‘Halk yoktu’ ‘Döner yemeye gitmişlerdi’ gibi bir uçtan öbür uca salınan düşünceler, bazı gerçekleri gözardı etmemize sebep olabilir. Elbetteki tankların önünde de meydanlarda da halk vardı. Aynı zamanda anti demokratik, baskıcı, despotik iktidarın yaptırımları sonucu nöbetlere katılanlar da vardı. Emekçilerin nasıl bir baskı rejiminin kıskacında olduklarını görmek bakımından resmin bu yüzüne bakmak önemli diye düşünüyorum.

Güçsüz işçi sınıfının karşısında insafsız patronları ve insafsız iktidarları bulmasından daha doğal ne olabilir? 

İşte iktidarın meşruiyet can simidine dönüşen mitinglere taşınacak kitlenin hedef gruplarından bir bölümü de ‘bu benim işim değil' diyebilecek konumda olamayan devlette çalışan emekçilerdi. Gündüz işte çalışıp akşam zorunlu olarak bu nöbetlere taşındılar.

Başta belediye çalışanları olmak üzere taşeron, memur, işçi kamu çalışanları iktidarın düzenlediği mitinglere katılmaya mecbur bırakıldılar. Mahalle baskısı, işini kaybetme korkusu, kendini ispat etme kaygısı gibi pek çok nedenle o fotoğrafa dahil olunması adeta zorunluluk haline getirildi.

Aralarında açık açık işten atma tehdidiyle meydanlara taşınanlar da var. Onlar en güvencesiz çalışanlar. Yani taşeron ve sözleşmeli işçilerdi. İktidarla iş yapan bütün taşeron şirketlerin çalışanlarını alana firesiz taşımaları, gelmeyen işçileri tespit için yoklama yapmaları ve ‘Nöbete gelmeyen işe de gelmesin’ tehditleri ile mümkün olabilmişti. Belediye çalışanları da bunlara dahil. Katılmayanın izole edileceği belki her suçun ve kötülüğün adresi olarak gösterilen FETO ile ilişkilendirilme korkusu pek çok kişinin davranışını belirledi. Bu konuda medyatik bir örnek de var. 'Demokrasi mitingi'ni bir şova benzettiği ve inandırıcı bulmadığı için katılmayı kabul etmeyen şarkıcı Sıla'nın belediyelerle yapılan bütün konser sözleşmeleri iptal edildi ve eleştirileri alttan almayınca da havuz medya tarafından lince maruz kaldı.

Başka bir nokta da tasfiyelerle açılan alanla ilgili. 70 bini aşkın çalışanın tasfiye edildiği, devlet kadrolarını paylaşmak için AKP, MHP, CHP’nin kirli ittifak kurduğu böyle bir dönemde iş başvurusu yapacak olanlar için 'demokrasi nöbetleri' bir kimliklenme fırsatı ve referans olarak adres ve makbul CV oluşturma aracı oluyor ister istemez. Liyakat ve objektif kriterlerin yok sayıldığı bu iklimde bir çürümenin yerini başka bir çürüme alıyor. Bu da işin başka bir boyutudur. 

Sonuç olarak emekçilerin bağımsız örgütlerine, '100 yıllık kazanımlarına', anayasal haklarını kullanmalarına, sistematik olarak saldıran AKP/Saray iktidarının 'demokrasi mitingleri' ya da 'demokrasi nöbetleri'nin mimarisindeki emek boyutu ortadadır. Onu görmeden edemeyiz. Ancak güçlenen sınıf eksenli bir örgütlenme ve irade olabilen bir emek hareketi tarafından bu çürümeye cevap verilebilir.

Serpil Kemalbay