
Mardin Milletvekilimiz Erol Dora, Mecliste devam eden bütçe görüşmelerinde söz aldı ve şu ifadeleri kullandı:
Azınlık vakıflarının işleyişini sekteye uğratan ve temel demokratik prensipleri dahi askıya alan son derece yanlış bir politik tutumun yarattığı sorunu öncelikle dile getirmek istiyorum. Azınlık vakıflarının tam 5 yıldır, yanlış söylemiyorum, tam 5 yıldır askıya alınan bir seçim yönetmelikleri sorunu vardır ve bu sorun artık bir an önce çözüme kavuşturulmalıdır.
Vakıflarımız seçme ve seçilme hakkından mahrum edildi
Maalesef Ocak 2013'ten beri cemaat vakıflarımız örgütlenme ve yönetme iradesinin en temel prensibi olan seçme ve seçilme hakkından mahrum edilmişlerdir. Yönetmelik konusunda bugüne kadar bir gelişme olmaması, seçme ve seçilme özgürlüğünün, örgütlenme özgürlüğünün engellenmesi bakımından oldukça vahim bir durumdur.
Süreli seçimle göreve gelen vakıf yönetimlerinin görev süresi dolmuş olmasına rağmen kendisinden sonraki yönetimlerin yetkilerini kullanması vakıflarımızın özgür, demokratik ve şeffaf olarak yönetilmesini engellemektedir. Bu durum, cemaat vakıflarına ait üyelerin gerçek iradelerine ipotek koymaktır. Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün görevi adaleti, eşitliği, hukuksuzluğun ve hukuki boşlukların giderilmesini sağlamaktır. Buradan vakıflardan sorumlu Sayın Hakan Çavuşoğlu'na ve Vakıflar Genel Müdürümüze bir kez daha seslenmek istiyorum. Öncelikle bu sorunun gündeme alınarak bir an önce çözülmesini yine Parlamento'nun önünde bir kez daha hatırlatarak konuşmama devam etmek istiyorum.
Azınlık vakıflarının çözüm bekleyen temel meselelerinin başında çeşitli biçimlerde el konulmuş taşınmaz mülkler sorunu gelmektedir. Gayrimüslim yurttaşlarımıza ilişkin azınlık vakıflarına ait taşınmazlara el konulması meselesi, uzunca bir süredir Türkiye'nin önünde çözüm bekleyen önemli sorunlardan birisidir.
El konulan taşınmazlarla ilgili kapsayıcı çözümler üretilmedi
Türkiye Cumhuriyeti'nde azınlıkların dinsel, toplumsal ve kültürel yaşamlarını sürdürmelerinde merkezi önem taşıyan kurumların büyük çoğunluğu Osmanlı dönemlinde kurulmuş cemaat vakıflarıdır. Vakıflar Kanunu'nun yürürlüğe girmesiyle birlikte 1936 yılında tüm vakıflara, mülklerini beyan etme ve tapuya kaydetme zorunluluğu getirilmiştir. 1936 yılından sonra da azınlık vakıfları gerek satın alma gerekse bağış yoluyla gayrimenkul edinebilmiş ve bu taşınmazları tapuya kaydedebilmişlerdir. Ancak, 1974 tarihli Yargıtay kararıyla bu beyannameler vakfiye olarak kabul edilmeye başlanmış ve bu tarihten sonra cemaat vakıflarının yeni mal edinmeleri engellenmiş, Yargıtayın bu kararına istinaden peş peşe açılan davalar neticesinde Ermeni, Rum, Süryani, Keldani ve Musevi cemaat vakıflarına ait yüzlerce taşınmaza el konulmuştur. Aradan geçen süre zarfında azınlık vakıflarının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde açtığı davaların da etkisiyle 2003, 2008 ve 2011 yıllarında olmak üzere Adalet ve Kalkınma Partisi Hükümetleri döneminde azınlık vakıflarıyla ilgili bizim de önemli bulduğumuz bazı olumlu yasal düzenlemeler gerçekleştirilmiştir. Ancak, bu düzenlemeler azınlıklara ait mazbutaya alınmış vakıfları içermediği gibi el konulmuş taşınmazlar meselesine de kapsayıcı çözümler üretmemiştir.
Vakıflar Kanunu'ndaki geçici 11'inci madde yetersiz
Vakıflar Kanunu'ndaki geçici 11'inci maddenin mevcut şekli ve uygulaması da azınlık vakıflarının kimi sorunlarının çözümü bakımından oldukça yetersiz kalmaktadır. Geçici maddede, azınlık vakıflarına yapılacak taşınmaz iadelerinin 1936 Beyannamesi'de kayıtlı olması şartına bağlanması önemli mülkiyet hakkı ihlallerine ve mağduriyetlere yol açmaktadır. Söz konusu maddenin 1936 Beyannamesi'ni temel alması, 1936 Beyannamesi olmayan vakıfları mülkiyet haklarından yoksun bırakmaktadır. Diğer taraftan, örneğin, Hatay ilindeki vakıfların 1936 Beyannamesi olması zaten mümkün değildir çünkü 1936 yılında Hatay Türkiye'ye bağlı değildi. Söz konusu 11'inci maddedeki çok önemli bir diğer eksiklik de 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup cemaat vakıfları mülkiyetinde olan fakat kamu kurumları veya üçüncü şahıslar adına kayıtlı bulunan taşınmazlar hakkında bir düzenleme içermemesidir.
2008'den önce Mardin ve Midyat'a bağlı bazı köylerde yapılan kadastro çalışmalarında, vakıflar adına taşınmaz mal edinimi o dönemdeki mevzuat ve yargı kararlarıyla mümkün olmadığından kiliseler, manastırlar, mezarlıklar ve onlara ait taşınmazlar içinde bulundukları köy tüzel kişilikleri adına tescil edilmekteydi. Daha sonra, Büyükşehir Yasası'yla birlikte köy tüzel kişilikleri ortadan kalkınca bu gayrimenkullerin bir kısmı bulundukları yer belediyesi adına tescil edildi, bir kısmı da Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne devredildi. Bu durum, bölgedeki Süryani vakıfları açısından önemli mağduriyetlere sebebiyet vermiştir. Tabii, ardından konuya ilişkin olarak vakıflardan sorumlu Başbakan Yardımcısı Sayın Hakan Çavuşoğlu, masa başında hatalı bir işlem yapıldığını belirterek mülkleri iade edeceklerini ifade etmişlerdir. Sayın Bakanın bu ifadeleri, Süryani toplumunda memnuniyet yaratmış ancak konuyla ilgili henüz somut bir düzenleme de yapılmamıştır. Bu konudaki düzenlemeleri bir an önce beklemekteyiz.
2013 yılında Sayın Cumhurbaşkanının deklare ettiği demokratikleşme paketi kapsamında el konulmuş olan Mor Gabriel Vakfı'na ait 30 parsel taşınmazın 12 parseli vakfa iade edilmişti ancak bu taşınmazların 18 parseline dair mahkeme süreçleri devam etmektedir. Bu vesileyle bu sorunun da bir an önce çözüme kavuşturulması noktasında çağrımızı bir kez daha yeniliyoruz.
Azınlıklara ait taşınmazlar hiçbir şart ileri sürülmeden iade edilmeli
Netice itibarıyla, azınlık vakıf mülkleriyle ilgili olarak yurttaşlarımızın talebi şudur ki: 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup olmamasına bakılmaksızın başta Ermeni, Rum, Süryani olmak üzere, Musevi, Keldani, Maruni, Gürcü ve Bulgarlara ait vakıfların ellerinden alınmış taşınmazlar, mazbutaya alınmış vakıflar ve üçüncü şahıslara satılmış taşınmazlar da dâhil olmak üzere, hiçbir şart ileri sürmeden ilgili vakıflara iade edilmelidir. Biz de yurttaşlarımızın bu talebini bir kez daha Parlamentonun önünde dile getiriyoruz.
Heybeliada Ruhban Okulunun açılmamış olması Lozan’a aykırı
Din ve inanç özgürlüğünün önemli bir bileşeni olan din adamı eğitimine ilişkin kısıtlamaların azınlıkların karşılaştığı temel sorunlardan biri olmaya devam ettiğini de vurgulamak istiyorum. Bu bağlamda Heybeliada Ruhban Okulu'nun da halâ Lozan'a aykırı olarak açılmamış olması da ülkemiz açısından bir eksiklik ve bu anlamda da Hristiyan vatandaşlarımızı rencide eden bir durum olmaya devam etmektedir.
Lozan Antlaşması, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Türkiye'nin taraf olduğu diğer uluslararası sözleşmeler de dikkate alınarak var olan, demokratik olmayan ve evrensel hukuka aykırı uygulamaları bertaraf edecek yasal düzenlemelerin bir an önce gerçekleştirilmesi söz konusu sorunların büyük ölçüde giderilmesini sağlayacaktır. Bu sorunların bir demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti meselesi olarak düşünülmesi ve eşit yurttaşlık, anayasal vatandaşlık gibi kavramlar çerçevesinde düşünülmesi zaruridir. Tabii, gerek azınlık olan halklara mensup yurttaşlarımızın kendilerini ötekileştirilmiş hissetmemeleri, devletle olan ilişkilerin bu temelde yıpranmaması ve gerekse demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti niteliğinin gereği olarak Hükümetin çağdaş hukuk gereği üzerine düşen yükümlülükleri sağlamada daha titiz davranmasını beklemek tüm yurttaşlarımızın doğal hakkıdır.
13 Aralık 2017