Ebru Günay: DAİŞ üzerinden ulus devletler kendilerini dizayn ediyor

Parti Sözcümüz Ebru Günay'ın JinNews'e verdiği röportaj:

HDP Sözcüsü Ebru Günay, "Halepçe Katliamı'nın yaşandığı, toplumsal hafızanın kimyasal silaha bu kadar tepkili olduğu bir coğrafyanın yönetimi, Federe Kürdistan’da kimyasal silah kullanımına dair tek bir söz söylemedi. Şengal ve Maxmur bombalandı. Daha o saldırılardaki kayıpların sayıları ortaya çıkmazken gelip Saraydan bir fotoğraf vermek AKP’nin politikalarına ortak olmaktır" dedi. 

Halkların Demokratik Partisi (HDP) Sözcüsü Ebru Günay Kuzey ve Doğu Suriye’ye, Maxmur ve Şengal’e dönük saldırılar, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) HDP’li milletvekilleri ile ilgili verdiği dokunulmazlık kararı, İmralı tecridi, cezaevlerindeki ihlaller, hasta tutsakların durumu olmak ve daha birçok gündemdeki gelişmelere dair sorularımızı yanıtladı. 

Öncelikle güncel gelimlerden başlayalım. TSK 1 Şubat’ta eş zamanlı olarak Şengal, Maxmur Mülteci Kampı ile Kuzey ve Doğu Suriye kenti Dêrik ilçesine bağlı köyleri havadan bombaladı. Saldırıda can kayıpları yaşandı. Bu saldırıyı nasıl okumak gerekiyor?

Türkiye’nin özellikle Kuzey Suriye topraklarında, DAİŞ’li çeteleri desteklediğine dair dünyada çok yaygın bir veri var. Bu son saldırıları,  Hesekê’deki meseleden bağımsız ele almamak gerekiyor. Hesekê’de DAİŞ’lilerin tutulduğu cezaevinden kaçma girişimleri oldu. Günlerce süren çatışmadan sonra DAİŞ’e karşı verilen mücadelede 121 kişi hayatını kaybetti. DAİŞ orada bir başarıya ulaşamadı ve DAİŞ’in başarıya ulaşamama hali olarak iktidar başka bir saldırı konseptini devreye soktu. Şengal, Maxmur ve Dêrik çok tesadüfü yerler değil. Şengal, ilk DAİŞ saldırısının gerçekleştiği ve kıyımdan geçirilen kentlerden biri. Ortadoğu’nun en özgün yeri ve Şengal dağının bir inanç merkezi olması itibariyle çok daha ayrı bir anlamının olduğu bir kent. DAİŞ’e karşı verilen savaşta aydınlık ve insanlık değerinin savunulduğu alanı ifade ediyor Şengal dağı. Şengal’e dönük saldırılar, DAİŞ’in tamamlayamadığını tamamlama girişimiydi. Maxmur’a baktığımız da; Maxmur geçmişi itibariyle 90’larda Türkiye’nin baskı ve şiddet politikaları sonucunda göçmek zorunda kalan ve Birleşmiş Milletler’in (BM) koruması altında yaşayan çoğunluğu Türkiye’den gitmiş Kürtlerin yaşam mücadelesi vermeye çalıştığı bir yer. DAİŞ’e karşı direnerek ayakta duran yerleri Türkiye’nin özellikle hedef alması aslında DAİŞ ile ortak hareket etme, DAİŞ zihniyetinin karşılıklı birbirini beslemesi sonucu. 

Kobanê’ye saldırdığında müjde verir gibi, “Kobanê düştü düşecek” diyen bir iktidar gerçeği var. Dünyanın tamamı DAİŞ’e karşı mücadelede Kürtlerle dayanışma içerisinde girdi ama bu iktidar DAİŞ’e karşı mücadele eden, bütün insanlık değerlerini ölümü pahasına savunan Kürtlere saldırmayı ve onların kazanımlarını yok etmeyi hedefledi. Hesekê’deki saldırıda kimi hükümet yetkililerin Şırnak’ta beklediği, oradan süreci izledikleri ve yürüttükleri şeklinde kamuoyunda yapılan değerlendirmeler var. Türkiye’nin mevcut pozisyonunu değerlendirdiğimiz de hepimiz bunun bir “hakikati” ifade ettiğini biliyoruz. DAİŞ’in bu kadar rahat Türkiye’den Suriye’ye geçmesi, burada çok rahat eylemlerde bulunması ilişkileri gösteriyor. DAİŞ’in yaptığı bütün katliamların hiçbirinde failler gerçek manada hesap veren, yargılanan bir pozisyonda olmadı. Birçoğunda neredeyse sanık olmadı, kaçmalarına müsaade edildi. Neredeyse saldırıların gerçekleşmesine müsaade edildi. İşbirliği halinin olduğu çok açık görülüyor. Türkiye Ortadoğu’da savaş konseptini yeniden harekete geçirmeye çalışıyor. Çünkü AKP’nin, iktidarının devamı ve bekası için elinde savaştan başka argüman yok. Savaştır AKP iktidarının çarkını çeviren, savaştır bu iktidara güç vermeye çalışan. Hem de bunu DAİŞ çetelerini destekleyerek yapıyor.

Özellikle her fırsatta hedef alınan Şengal’e yönelik son saldırının 2017’den beri gerçekleştirilen en kapsamlı saldırı olduğu değerlendirdi. Bu saldırı nasıl bir mesaj içeriyor, iç siyasete yansıması ne olur?

Şengal Kürt kimliğini, dilini en saf haliyle koruyan, bu konuda Kürt kimliğinin belirgin olduğu topraklardan biri. AKP iktidarının Kürt düşmanlığı politikasının en somutlaştığı alanlardan biri. Afganistan’da Taliban'ın kazandığı gün Türkiye Şengal’e yönelik bir saldırı gerçekleştirdi. Irak’ta seçimler öncesiydi, Şengal’deki yönetimin yaptığı açıklamalardan sonra ortaya çıktı ki, Irak Cumhurbaşkanı Şengal’e bir ziyaret gerçekleştirecekti. Görüşme öncesi bu saldırının gerçekleşmesi Irak hükümetine de bir mesajdı. ‘Kürtleri muhatap almaya başladığın anda özellikle Êzidî Kürtleri muhatap almaya başladığınız anda hedefimizdesiniz’ mesajı çok açık bir şekilde verildi. Türkiye’nin dış politikada yürüttüğü savaş siyaseti ile ülkelerin kendileriyle olan ilişkilerini ve kendilerine yaklaşımını dizayn etme çabası da söz konusu. Şengal coğrafik olarak stratejik bir alan. Kürdistani kimliğin yoğun olduğu bir alan ve Kuzey Doğu Suriye topraklarına, Federe Kürdistan Bölgesi’ne ve Türkiye toprakları üzerinde çok kilit bir noktayı ifade ediyor. Oradaki olumlu demokratik süreç, Kürdistan coğrafyasının tamamını etkileyecek bir dinamiğe sahip. DAİŞ saldırısında gösterdiği direnişten kaynaklı da dünya kamuoyunun gözlerinin olduğu bir yer. Tümden tanımama, yok etme durumunu ifade ediyor. İktidar bunu özellikle seçiyor. Ortadoğu ülkelerini kendisine göre dizayn ediyor. Tüm saldırılara rağmen Irak hükümeti hala sessiz. Başka bir devletin, yönetiminde bulunan toprakların bombalandığı bir devletten ses yok. Adım adım örerek bu günlere getirildi.

DAİŞ, Sinaa saldırısı sonrası tekrar hareketlendirilmeye çalışıldı ancak Hesekê’de ciddi bir direniş sergilendi. Kuzey ve Doğu Suriye yönetimi Hesekê’de verilen mücadeleyi “İkinci Kobane zaferi” olarak değerlendirdi. Hem Türkiye, hem uluslararası güçler bu anlamda hangi pozisyonda duruyor? DAİŞ’i diriltme hesaplarının arkasında kimler var? Nasıl bir mesaj verilmek isteniyor?

DAİŞ’e karşı Kürtler çok uzun süre mücadele ettikten sonra uluslararası güçler devreye girdi. Orada da bütün halklar, dünya kamuoyu, demokratik güçler DAİŞ’e karşı direnen Kürtlerle dayanışma içerisine girdikten sonra bu dayanışma süreci başladı. Kürtler tekrardan bütün dünya halklarını kendi direnişleriyle harekete geçirdi. DAİŞ dediğimiz mesele ulus devletlerin yeniden kendini inşa etme sürecini ifade ediyor. DAİŞ sadece Ortadoğu’da faaliyet yürütmedi. DAİŞ’in oluşturduğu algı, yaptığı eylemsellik hattına bakıldığında, bir anda dünya ülkelerinde güvenlik politikaları hat safhaya ulaştı. Bu güvenlikçi politikalar aslında DAİŞ eliyle toplumda “rıza yaratma” hali ortaya çıkardı. Fransa’da tiyatro izleyenlere karşı bir bombalı saldırı oldu. Onlarca insanı katlettiler ve ardından Fransa hükümetinin aldığı güvenlikçi politikalara toplumlar ses çıkartamadı. Şu anda yaşanan süreç ulus devletlerin tabanında gelişen demokratik yapılara karşı, direnme ve kendisini dizayn etme biçimiyle ilgili. Sınırlar artık anlamsızlaşıyor, devletlerin yönetilme biçimleri anlamsızlaşıyor. Dayanışma, mücadele hattı sınırları aşan enternasyonal bir noktada. Toplumsal realite devletlerin üstten, merkeziyetçi yapılarını kabul edilebilecek noktada değiller. Hal böyle olunca, iktidarlar kendi direnç alanlarını genişletmeye çalışıyorlar. DAİŞ’i böyle ele almak lazım, ulus devletlerin yeniden direnme, kendisini dizayn etme ve toplumda sınırlar ve güvenlikçi politikalara “rıza” üretme sürecini ifade ediyor. Sessiz kalmalarının bir anlamda böyle etkileri var. DAİŞ’in varlığı bir yerden sonra kendi çıkarlarına hizmet ediyor. Afganistan’daki durumu bundan bağımsız değerlendirmemek gerekiyor. Bir anda Afganistan’da Taliban güçleri etkin bir güç oluşturdu. Uluslararası güçler bir anda geri çekildi ve bu cihatçı, radikal köktenci gruplarda bir etki ve motivasyon hali yaratmaya başladı. Bu dinamikler birbirini besleyen dinamiklere dönüştü.

Bir taraftan, Rojava’daki Kürt kadınlarının mücadelesi, Afganistan’daki kadınlara ilham kaynağı oldu. İspanya’daki kadınların sokaktaki eylemleri, Şili’deki kadınların eylemi, Türkiye’deki kadınlara ve Kürt kadınlarına ilham oldu. Dolayısıyla tabanı da çok doğrudan besleyen etki gücü ortaya çıktı. İktidar bu etki alanını engellemeye çalışıyor. Bu konuda DAİŞ’in hedef aldığı alanlarda çok önemli. İlk saldırı Şengal üzerinde başladı, özellikle o farklılığı ve geçmişten gelen mirasını yok etmeye yönelik bir saldırı hattını ifade ediyordu. Onlar içerisinde de Êzidî kadınları hedef aldı. Sıradan, hesaplanmamış, planlanmamış durumlar değildi bu saldırılar. Toplumsal muhalefeti harekete geçirecek bütün dinamiklere saldırmaya başladılar. Şengal’de 21’inci yüzyılda Êzidî kadınlar köle pazarlarında satıldı. Bu dünyanın gözü önünde yapıldı ve özgürlükçülükten söz eden devletler göz yumdu. Êzidî toplumu kaybolan kızlarını hala arıyor. Bu bir sembolü ifade ediyor. İnsanların yaşam alanlarını hedefleyen eylemler gerçekleştirildi. Bunlar bilinçli tercihler ve devletlerin sessizliği bundan kaynaklı. Bütün devlet kendi iktidarlarını düşünüyor.

Kuzey Suriye’de DAİŞ hareketlenmeye çalıştırılıyor. Bu noktada bazı görüşmeler var. Türkiye’nin bu hamleleri uluslararası güçlerden bağımsız mı? Nasıl bir ‘danışıklı dövüş’ var ortada?

Ortadoğu pozisyonu ile düşündüğümüz de Türkiye aslında biraz daha önde pratik işleri yapan bir devlet konumunda. Politik hattı itibariyle karar veren, geleceğe dair tahayyüllerde bulunan bir devlet durumunda değil. Kendi başına ve icazet almadan hareket etmesi mümkün değil. Bu görüşme trafiklerin gerçekleşmesinin asıl nedenlerinden biri bu. Ortadoğu’da etkin bir güç olmak için icazet almaya çalışıyor. Ortadoğu’nun neresine gidilirse gitsin, Türkiye’nin savaşçı politikaları ile savaşı desteklemesi ve DAİŞ çeteleri ile işbirliğinden dolayı Ortadoğu halkları tarafından ciddi bir tepki ve rahatsızlık var. Efrîn’e yönelik saldırıya bütün dünya tanıklık etti. Efrîn Kuzey Doğu Suriye’nin en güvenli kentlerinden biriydi. Türkiye’nin saldırısından sonra neredeyse en tehlikeli kentlerden birine döndü. Türkiye gidip oraya DAİŞ çetelerini yerleştirdi. Masalardaki görüşmeler çok bir anlam ifade etmez, belki kimi yıkımlar, tahribatlara neden olabilir ama toplum nezdinde bir anlamı yoktur.

Bölgesel Yönetim bu konuda dikkat çekici mesajlar da veriyor. Sivil yerleşim alanlarının bombalandığının görüntülenmesinin ardından Neçirvan Barzani’nin Erdoğan ile görüşmesi dikkat çekti. Şengal yok edilirse Bölgesel Yönetim’in çıkarı ne olacak? Bölgesel Yönetim’in neyi fark etmesi gerekiyor?

Bölgesel Yönetim’in şunu anlaması lazım; AKP iktidarı Kürt düşmanı. Kürtlerin her zemindeki kazanımına saldırıyor. Kürtlerin her kazanımı bu iktidar için bir tehdit oluşturuyor. 2016 Referandumunda çıkan sonuçtan kaynaklı uzun süre sınır kapalı kaldı. Bu kadar şeyden sonra Neçirvan Barzani Türkiye’deydi. Paylaşılan o fotoğraf karesi çok şey ifade etti. Bölgesel Yönetim’in AKP politikalarına onay verdiğini, AKP politikalarının ortağı olduğunun açık göstergesiydi. Maxmur Mülteci Kampı, Federe Kürdistan Bölgesi’nde olduğu halde bombalandı, tek bir şey söylenmedi. BM, saldırıyı kınadığına dair açıklama yaptı. Şengal yine Irak toprakları içerisinde ve buna dair de tek bir söz söylemedi. Aslında kendi ülkesini yönetme biçimi, AKP’nin yönetme biçimi. Güney’deki iz düşüm Federe Yönetim üzerinden gerçekleşiyor. Bütün dünya Türkiye’nin Federe Bölge’de kullandığı kimyasal silahları konuşuyor. Halepçe Katliamı’nın yaşandığı, toplumsal hafızanın kimyasal silaha bu kadar tepkili olduğu bir coğrafyanın yönetimi, Federe Kürdistan’da kimyasal silah kullanımına dair tek bir söz söylemedi. Bütün dünya ve yerel kaynaklar “Türkiye Irak’ta kimyasal kullanıyor” dedi. Bu iddiaya karşı söz söylemedi. Şengal ve Maxmur bombalandı. Daha o saldırılardaki kayıpların sayıları ortaya çıkmazken gelip Saraydan bir fotoğraf vermek AKP’nin politikalarına ortak olmaktır. Güney Kürdistan’daki duruma baktığımız da tabanda Kürt halkının bu olan bitene karşı tepkileri var. Tıpkı AKP’nin yaptığı gibi insanların söylediğine kulak tıkayarak kendi iktidarını ve geleceklerini yürütmeye çalışan bir hükümet gerçekliği var. Oradaki pozisyon biçimini AKP’den ayrı düşünmemek gerekiyor.

Kürt ulusal biçimi açısından bütün Kürdistani yapıların içerisinde olması ve desteklemesi önemli. Ama esas önemli olan Kürt halkında ulusal birliğin gerçekleşmesidir. Kürt halkının bütünün yaşadığı ve olaylar karşısındaki tepkisine baktığımız da aslında Kürt halkı ulusal birlik ruhuyla hareket ediyor. Kürt halkının yaşadığı coğrafyanın, kentin bir önemi yok. Bu konuda asıl misyonunu oynamayan ulusal birlik çalışmalarını kendi dar, kişisel, iktidarsal hesapları için engellemeye çalışan iktidar grupları var. Tabanda ulusal birlik gerçeklemiş, Kürt olma bilinciyle hareket etme hali gerçekleşmiş. Sadece iktidarlarını korumaya çalışan küçük gruplar, ulusal birliği engellemeye çalışıyor.

Kürtlerin kazanımlarına bu kadar saldırı varken, bu politika kazandırır mı?

Bu politika asla kazandırmaz. Bir gerçeklik var, Kürt halkı tüm bu tepedeki iktidar gruplarına rağmen direnerek büyük kazanım elde ettiler. Şimdi bu kazanımları korumanın ve büyütmenin zamanı. Kürt halkı bu bilinçle hareket ediyor. İktidar grupları ise kendi iktidarlarını korumanın peşinde. AKP iktidarı Kürt’ün nefes aldığı her yerde Kürt’ün kazanımına saldırıyor. Bu akılla yan yana durmak, Kürt’ün kazanımlarına saldırıya onay vermektir. Kazandırıcı olan; Kürt halkı ile yan yana durmak ve kazanımlarını korumaktır. 21’nci yüzyılda Kürtlere kazandıracak budur. Bu nedenle Kürtlerin kazanımları küçük ekonomik ilişkilere, basit iktidarsal çıkarlara kurban edilmeyecek kadar anlamlı ve önemli. Kürtler çok ağır bedeller ödeyerek kazandılar, hayatları pahasına kazandılar ve hayatları pahasına da kazanımlarını korumaya devam ediyorlar. Bölgesel yönetimin anlaması gereken mesele bu.

AİHM 6 yıl sonra 40 HDP’li vekilin dokunulmazlığının kaldırılmasına ilişkin hak ihlali kararı verdi. Bu karar ne anlama geliyor? Buna rağmen yeniden dokunulmazlıkların kaldırılması gündemde,  hatta muhalefetin yeniden bu adıma destek vereceği belirtiliyor. AİHM kararına rağmen AKP bu hukuksuzlukta neden ısrar ediyor?

AİHM’in de onayladığı bir gerçeklik var. AKP iktidarı siyaseten alt edemediği partimize yönelik hilelerle, kumpaslarla Anayasayı yıkarak partimizi çalıştırılamaz duruma getirmeye çalışıyor. İlk dokunulmazlığın kaldırılmasından itibaren AKP iktidarının yaptığı şey bu. Muhalefetinde düştüğü hata, iktidarın değirmenine su taşımak. O dönemde de bunu söyledik. Dokunulmazlıkların kaldırılmasına “evet” demek, Türkiye muhalefetinin geleceğine “hayır” demektir. AKP’nin yapacağı politikaları onaylamaktır. O dönem de çok anlattık, muhalefet bilerek ya da bilmeyerek çanak tuttu. Partimize dönük kapatma davası ve Kobanê Kumpas Davası, siyaseten alt edemediğini yargı eliyle tasfiye etmenin başka bir yolu. Yargının siyasallaştığı, her şeyin tek adam rejimine bağlandığı bir yerde bütün kumpaslarla, yalan dolanlarla bir Türkiye hareketi tasfiye edilmeye çalışılıyor. Bugün Türkiye’nin tamamı, bütün demokrasi güçlerinin kabul ettiği bir realite var. AKP iktidarının karşısında tüm baskılar ve zora rağmen geri durmadan, cesurca hakikatleri söyleyen, stratejik adımlarla, yaptığı hamlelerle turnusol kağıdı görevini gören bir parti gerçeği var. HDP’nin fikriyatı, bu iktidara kaybettireceğini gösterdi. 31 Mart seçimleri, 7 Haziran süreci böylesi bir süreçti. Bu iktidarın geliştirmeye çalıştığı faşizmin baraj hatlarını engelleyen HDP’nin kendisidir. İktidar sürekli buraya saldırmakla kendisini devam ettirmeye çalışıyor.

Şimdi de benzer bir süreci milletvekillimiz Semra Güzel üzerinden gerçekleştiriyor. Süreç başladığından itibaren arkadaşımız yazdığı açıklamada ifade etti, bizler de savunma hattını oluştururken ifade ettik. Bu sürecin tamamı çözüm sürecinde gerçekleşmiş. Herkesin sevdikleri, yakınları ile temas kurduğu zamanlarda gerçekleşen bir şey. Olaydan tam 6 yıl sonra böylesi bir zamanda gündeme getirmek, partimize dönük saldırıların bu kadar yoğunlaştığı bir zamanda bunu ifade etmek, iktidarın bir hesabının olduğunun çok açık göstergesi. İktidarın oyunlarını görmeden, hareket etmeye çalışmak, muhalefet açısından iktidarın değirmenine su taşımaktır. Bunun adı muhalif olmak değildir. Muhalif olmak gerçeği, hakikati yüksek sesle söylemeyi ifade eder. “Muhalefet ediyorum” adı altında milliyetçi, hamaset söylemleri ile ülkenin geleceği inşa edilemez. Bu yeniden yapılmaya çalışılan kumpasın daha derinleştirilmiş halidir. Her iktidarın arkasına dizildiği anda iktidarın ömrü biraz daha uzar. Türkiye muhalefetinin anlaması gereken şey bu. Tek adam rejiminin Türkiye toplumuna kaybettirdikleri ortada. İktidarda geçirdiği her gün Türkiye toplumuna kaybettirmeyi devam ediyor. Muhalefet, sürekli iktidarın sıkıştığı durumda can simidi atmak iktidarın ömrünü uzatmak ve Türkiye halklarına geleceksizlik, yoksulluk vaat etmek değil.

Şu an en temel gündemlerden biri tecrit. PKK Lideri Abdullah Öcalan’a yönelik tecrit devam ediyor, 10 aydır hiçbir şekilde haber alınamıyor. Tecrit ağırlaşırken bir yandan da Erdoğan Demirtaş’ı kastederek “İmralı’ya hesap verecek” diyor. Bu politik bir denklem mi?

AKP’nin bir yönetme tarzı var. Olayları ele alma, kriz anları kurtarma tarzı var. Bu da bir şekilde çatışma ve çelişki havası yaratmaktır. Erdoğan’ın son yapmaya çalıştığı hikâye bu. Yaptığı şey tecridi derinleştirmekten başka bir şey değil. Bir devlete Cumhurbaşkanı olacaksınız, yönetiminizdeki bir cezaevi dünya tarihinde en korkunç tecrit sisteminin uygulandığı bir cezaevi olacak. Bağımsız heyetlerin, insan hakları örgütlerin, ailelerin, avukatların, heyetlerin gidip gelmediği, hiç kimsenin temas kuramadığı, mektupların dahi gelip gitmediği, telefonun dahil edilmediği bir mekanizma kuracaksınız. Bir de bu işin müsebbibi siz değilmiş gibi tecrit koşulları ile ilgili algı yaratacaksınız. Tecridin müsebbibi aslında siz ve sizin savaş politikalarınız. Bütün dünya biliyor; Sayın Öcalan ile temas kurulduğundan itibaren, Türkiye’de bir barış iklimi hakim oluyor. Savaştan beslenen bir iktidar bundan rahatsız ve tecridi derinleştiriyor. 

Haddi olmayan bir şekilde Sayın Öcalan adına konuşma ihtiyacı duyuyor. Tecridin müsebbibinden Ada’da neler olup bittiğine dair, Sayın Öcalan’ın görüşlerine dair bir şey öğrenmek istemiyoruz. Türkiye kamuoyu doğrudan Sayın Öcalan’dan duymak istiyor. Açsın kapıları, eleştiriyor mu, kızıyor mu? Ne diyorsa Sayın Öcalan görüşlerini doğrudan kendisi ifade etsin. Kapıları açacak, Sayın Öcalan’ın ne düşündüğüne dair sözlerini dinleyecek. Türkiye demokrasi güçleri, Kürt siyaseti hareketi ve Kürt halkı Sayın Öcalan’ı yakinen takip ediyor. Sayın Öcalan’ın olaylar karşısında neler söyleyebileceğini öngörebilir ama bunu söyleyecek kişi Sayın Öcalan’ın kendisidir. Bunun da yolu İmralı kapılarının açılması ve mutlak tecridin kaldırılmasıdır. Sayın Öcalan’ın dış dünyayla bağlantısının kurulmasıdır. Hukukun ve adaletin işlenmesidir, bütün yapılması gereken mesele bu.

Tecritle bağlantılı olarak cezaevleri son süreçte “ölüm evlerine” dönüştü. Üst üste tutsaklar yaşamını yitiriyor. Bu ölümlerin çoğu da şüpheli. Buna ilişkin ne söylemek istersiniz. Öte yandan geçtiğimiz günlerde Adalet Bakanı’nın yanı sıra ATK Başkanı da değişti. Bundan sonraki süreç açısından bu ne anlama geliyor?

Kişilerin değişmesi bir şey ifade etmiyor. Bir düşman hukuku var. Kişiler değişse bile iktidarın bütün mekanizmalarında yer alanlar düşman hukukuna göre hareket ediyor. Adalet Bakanı değişti. Aslında mevcut yeni bakan Bekir Bozdağ görevini Abdülhamit Gül’e devretmişti. Türkiye’nin ortalama 8 yıllık Adalet Bakanlığı süreci var. Dönüp baktığımızda 90’lı yıllarda bile olmadığı kadar tutuklama ve gözaltı, hak ihlallerin yaşandığı, cezaevlerinin ölüm evlerine dönüştüğü zamanları ifade ediyor. Kişilerin değişmesi bir şey ifade etmiyor, Kürt sorununa yaklaşımı, savaşa, barışa ve meselelere nasıl yaklaştığınız ile ilgili bir durum.  90’larda derin devlet, faili meçhul cinayetleri işleyerek Kürtleri katlediyordu. Bu yüzyılda 90’ların faili meçhul cinayetlerinin yerini cezaevindeki ölümler yer almaya başladı. Daha iki gün önce Mehmet Hanifi Bilgin hayatını kaybetti. 29 yıldır cezaevinde, tahliye olmasına 5 ay kalmıştı. Sağlık problemleri olduğu halde, tedavisinin yapılmadığı bütün dosyalarda belgeli. 30 yılın sonunda devletin koruması altında olan birinden söz ediyorum. 5 ay sonra tahliye edilmesi gerekirken, ailesine bir tabut verildi. Bunu ancak düşmanlık izah edebilir. Bu bilerek isteyerek kasten planlayarak öldürmek demektir.  Son dönemlerde gerçekleşen ölümlerin tamamı tekli hücrelerde,  tedavilerinin yapılmadığı için sağlığa erişemedikleri için hastane süreçlerinde takip edilmediği için aslında göz göre göre ölüm hücrelerine bırakılarak işleniyor. Doğal bir ölümle izahı kesinlikle mümkün değil. Hepsi planlayarak işlenmiş cinayetlerdir. Kimi tutsaklar aslında ilk geldikleri anda hala yaşadıkları, müdahalenin geç yapıldığı için ölüyor. Bu konuda özel bir politika var. Bir ülkede cezaevlerinin durumu, o ülkedeki demokrasinin ve insan haklarının göstergesidir.

Türkiye cezaevlerine baktığımız da bir demokrasiden, insan haklarından söz etmek mümkün değil. Gün aşırı işkence haberlerini geldiği, kötü muamelenin geldiği bir Türkiye ve adalet sistemi söz konusu. Bu konuda nasıl düşmanlaştırıcı olduklarını biliyoruz. Çözüm sürecindeki temel atılması gereken adımlardan biri, hasta tutsakların tahliye edilmesiydi. Hala da tahliye etmiyor, aksine yürüttüğü politikalarla bir öldürme siyaseti güdüyor. Dışarıda hava saldırılarla katlediyor, cezaevinde başka bir şekilde hasta mahpusları katlediyor. Demokratik kamuoyu ve bütün duyarlı çevrelerde bir tepki söz konusu. Diyarbakır ve Van’da aileler nöbet halindeler. Kimi yerlerde bu konuda aktif eylemler gerçekleşiyor. Vicdanı olan hiçbir insan cezaevinde ölümlere izin vermez.

Tüm bu atmosferin yanında geçtiğimiz haftalarda HDP’nin çağrısıyla 8 parti “Demokrasi İttifakı” için bir araya geldi. İttifakın süreç açısında önemi nedir, nereye evrilir, halklara kazanımı ne olur?

Yakın zamanda Parti Meclisi (PM) toplantısı da gerçekleştirdik. Önemli gündem maddelerimizden biri de Demokrasi İttifakı tartışmalarıydı. Toplantıda her arkadaşımızın ifade ettiği temel bir gündem maddesi vardı. Birincisi; Türkiye’nin toplumlarına ve halklarına faşizm dayatan bir iktidar gerçeği tespitiydi. Bunun karşısında kendisini sorunlara, yapısal meselelere alternatif gücünü ortaya koymayan, yeri geldiğinde iktidarın değirmenine su taşıyan bir muhalefet gerçeği var. Türkiye toplumu bu iki seçeneğe mahkum değil. Bir alternatif üretmek, demokrasi ittifakı yaratmak ve çözüm üretmek mümkün. 3’ncü yol hattını oluşturmak mümkün. Türkiye’ye geleceksizlik, siyasetsizlik, yoksulluk ve krizden başka bir şey vaat etmeyen oluşumlara mahkum değil. Parti olarak tarihi sorumluluğumuzun farkındayız. HDP’nin kendisi bir fikriyat, ötekilerin, gençlerin, kadınların, ezilenlerin kendini ifade ettiği ve Türkiye siyasetini belirleyen bir realite. Demokrasi ittifakını da örerken de bunu büyütmeyi hedefliyoruz. 8 parti ile bir görüşme gerçekleştirdik. Hepimizin ortak vardığı mesele mücadele birliği. Bunun farkındayız, ittifak masalarda olmaz, ittifak sokaklarda, dayanışarak olur. İktidarın bize dayattığı bu kötücül politikalara karşı halkların ittifakı ekolojik, savaş ve yıkıma karşı ortak mücadele ile gerçekleşir. Bir mücadele hattımız fiilen alanlarda, sokaklarda gelişmişti. Toplantıda mücadele birliği somutlaştı. Bunu güçlendirmek, hepimiz için tarihi bir öneme sahip. Türkiye halkları için bir 3’üncü alternatifi inşa etmeyi düşünüyoruz. Bize kazandıracak olan 3’ncü alternatiftir. Bu faşizmi bertaraf edecek olanda odur.

Demokrasi İttifakı’nın yanı sıra “kadın ittifakı” da tartışılıyor. En son Gültan Kışanak’ın kadınların, ittifakı genişletmesi yönünde bir çağrısı olmuştu. Kadınların böylesi süreçlerde refleksi ve mücadele azmini de göz önüne alırsak kadın ittifakının çerçevesi ve öznesi ne olur, kimler olur?

Kadın mücadelesi yürüten herkes aslında hep şunu söyler; kadın olmak bütün kimliklerin üstünde, bağımsız ve dünyanın neresinde olursan olsun kadın dayanışmasını ve ittifakı gerektiren bir kimliktir. Kadın kazanımları konusunda önemli adımlar atmış bir partiyiz. HDP eşbaşkanlık sistemi ve eşit temsiliyet gibi temel argümanları güçlendiren ve bunu hayata geçiren, bunu bütün parti mekanizmalarını uygulayan bir parti olarak, kadın dayanışma ağını ve mücadele hattını herkese kazandıracağını düşünüyoruz. Dünya’nın neresinde olursa olsun kadınların dayanışması birbirine güç ve moral verir. Sınırları aşan bir ittifak ruhuyla hareket eder. Bu ruh Türkiye toplumu içinde geçerli. Türkiye’de yaşayan her kadın, iktidarın kışkırttığı bu tekçi, erkek aklın mağduru. Kadın kimliği her zaman saldırı altında. Bizi koruyacak olan ve güçlendirecek olan yan yana omuz omuza durmak. İstanbul Sözleşmesi geri çekildiğinde bütün kadınların ortak mücadele etmesi, kadınların ne kadar güçlü olduğu ve kazanımları korumak için bütün kimlikleri ile nasıl yan yana geldiğinin göstergesiydi. Bunu güçlendirmek ve büyütmek önemli görevlerimizden biri.

Son süreçte Semra Güzel’den tutalım Sezen Aksu’ya kadar kadınlar hedef alındı. Öte yandan özellikle birkaç yıldır HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan da dahil çok sayıda vekil ve siyasetçi eril tehditlere maruz kalıyor. Bu politikanın nedeni nedir?

Her iktidar özünde bir erkek iktidardır. Bir erkeklikten ve aklından beslenir. Karşısındaki güçlenmiş bir kadını kabul etmesi kolay değildir. Türkiye koşullarına baktığımız da ülkeyi bir erkek aklının yönettiği, kadınların erkek aklının sistematik bir şekilde katliamları beslediği ve faillerin korunduğu bir ortamdan söz ediyoruz.  Kadınların dayanışması, sınırları aşan ve kadın kimliğinin yan yana gelmesinde kendisi için bir tehlike olarak gördüğünün farkındalar. İktidarlarını devam ettirmek için bir savaştan besleniyor, bir yandan kadın düşmanlığından besleniyor. Her koşulda direnen ve mücadele eden bir kadın gerçekliğinden söz ediyoruz. Bu faşizmi geriletecek olan bir realitedir. Dünya pandemi sürecinde iktidarlar kadınları evlere hapsederek, erkek şiddeti ile yüz yüze bıraktı. Ama kadınlar buna rağmen sokaklarda direnmeye devam ettiler. Bunun düşündüğümüzde kendi faşizmleri için tehlikeli bir durum.  İktidar her koşulda olduğu gibi saldırı konseptleri ile kadınları geriletmeye çalışıyordu ama kadınların özgürlüklerinden başka kaybedecek bir şeyleri yok. Dolayısıyla kadınların hepsi sonuna kadar geri adım atmayarak özgürlüklerini savunacak.

Röportaj: Dilan Babat 

7 Şubat 2022