
Van Milletvekilimiz Bedia Özgökçe Ertan, Dünya Mülteci Günü dolayısıyla genel merkezimizde yaptığı açıklamada, AKP Hükümetinin yürüttüğü mülteci politikasına ilişkin değerlendirmelerde bulunarak Türkiye'de mültecilerin yaşadığı hak ihlallerini anlattı.
Ertan basın toplantısında şunları söyledi:
İlk kez 2001 yılında düzenlenen Mülteci Günü etkinliklerinin amacı, her ne şekilde olursa olsun yaşadığı topraklardan ayrılmak zorunda bırakılan milyonlarca insanın içinde bulundukları sorunlara dair insanlık ailesinde bir farkındalık yaratmaktır. Fakat aradan geçen 16 yılda ulus devletlerin izledikleri savaş ve yayılma politikaları sorunu daha da derinleştirmiştir. Bugün hala savaş, çatışma, insan hak ve özgürlükleri üzerindeki baskılar nedeniyle evlerini ve ülkelerini terk etmek zorunda kalan mültecilerin sorunları artarak devam etmektedir.
Mülteciliği bir sorun haline getiren devletlerdir
Kalıcı iyileştirme yerine samimiyetten uzak ve eşitlik sağlama anlayışı bulunmayan hukuki düzenlemelerin yetersiz kaldığı “mültecilik”, devletler eliyle bir sorunmuş gibi gösterilmektedir. Oysa bu statüyü sorun hale getiren, devletler eliyle uygulanan insan hakları ihlalleri, güvenlik duvarları, elektrikli tel örgüler, beton bariyerler ve tekne faciaları ile birlikte mültecilik artık insanlık trajedisi olmuştur. Dolayısıyla bugün yanı başımızda devam eden Suriye savaşının da etkisiyle yeryüzü tarihinin en büyük toplumsal krizlerinden biriyle karşı karşıyadır.
Birleşmiş Milletler verilerine göre yaklaşık 70 milyon insan yaşadığı topraklardan ayrılmak zorunda bırakılmıştır. Yarısını çocukların oluşturduğu bu rakama maalesef her sene 5 milyon kişi daha eklenmektedir ve bu insanlar en temel yaşamsal ihtiyaçlarından mahrum bırakılmaktadırlar. Özellikle de çocuk, kadın ve LGBTİ mülteciler, yaşamlarını kaybetme riski de dahil olmak üzere hakları ihlal edilen en dezavantajlı nüfus olmaktadırlar.
Her geçen yıl Türkiye nüfusuna yaklaşan mülteci sayısı durumun vahametini anlatmak için dahi tek başına yeterlidir. Şöyle ki, eğer sadece yerinden edilen kişilerden oluşan bir ülke olsaydı, bu ülke nüfus bakımından dünyanın en kalabalık ilk 20 ülkesi arasında kendine yer bulacaktı. Sayısal anlamda en fazla mülteciye ev sahipliği yapan ülke konumunda olan Türkiye’de kayıt dışı olanlarla birlikte yaklaşık 4 milyon yerinden edilmiş, gördüğü zulüm nedeniyle ülkesini terk etmek zorunda kalmış mülteci vardır. Ve elbette her birinin Türkiye’de de karşılaştığı ayrı ayrı binlerce sorun bulunmaktadır. Ne yazık ki bu sorunların temel kaynağını ise kamu hizmetlerine erişim önündeki engeller, ayrımcı uygulamalar ve nefret politikaları oluşturmaktadır.
Türkiye’nin karşı karşıya olduğu mülteci nüfusu ve karşılaştıkları sorunlar, AB ile imzalanan mülteci antlaşması gibi gelişmeler, Türkiye’nin yakın gelecekte batıya bir geçiş ülkesi olmaktan çıkıp iltica etme hedefli bir ülke olma yolunda ilerleyeceğini göstermektedir. Dolayısıyla bu alanın günlük politikalarla belirlenmesinden artık vazgeçilmelidir. Kalıcı bir hukuki statüden yoksun olmaları nedeniyle çalışma, barınma, eğitim ve sağlık gibi temel insan haklarından yararlanmada sıkıntılar yaşayan çok sayıda mülteci mevzuata aykırı davranmakla suçlanarak Geri Gönderme merkezlerinde tutulmaktadır. Bu konu işkence iddiaları bakımından büyük önem taşımaktadır. Çünkü yapılan başvurular ve kamuoyuna yansıdığı ölçüde yapılan haberlere bakıldığında en yoğun insan hakları ihlali iddiaları Geri Gönderme Merkezlerindeki uygulamalardan kaynaklanmaktadır.
Geri Gönderme Merkezlerindeki hukuksuzluklar
Türkiye’nin Guantanamoları olarak adlandırılan Geri Gönderme Merkezlerinin amacı ülke sınırlarında yakalanan yasa dışı göçmenlerin veya yasal olarak ülkede kalmaları sorunlu hale gelen yabancıların sınır dışı edilene kadar tutuldukları yerlerdir. Ülkeye düzensiz giriş, ülkede kalma ya da düzensiz çıkma girişimleri sırasında yakalanan kişiler, gözaltına alınmalarından itibaren, genellikle Türkiye’den ayrılmalarına ya da sınır dışı edilmelerine kadar İçişleri Bakanlığının idari kararı gereğince geri gönderme merkezlerinde tutulmaktadır. Fakat bu idari gözetim uygulamaları oldukça sorunlu bir konu haline gelmiştir. Bu sorunun oluşmasında öncelikli olarak Geri Gönderme Merkezlerinin adeta bir cezaevi mantığıyla işletilmesi ve idari tedbir anlamında bu merkezlerde tutulan yabancıların aylarca hatta yıllara varan sürelerle tutulmaları gelmektedir.
Mevcut durumda Geri Gönderme Merkezlerinin sahip olduğu sorunlara ayrıca ülkelerine veya 3. bir ülkeye gönderilmek üzere burada bekletilen yabancıların karşılaştıkları işkence ve kötü muamele vakaları, kalabalık koğuşlar, yetersiz beslenme, sağlıksız koşullar, havalandırma hakkının verilmemesi, yakınlarıyla veya avukatlarıyla görüşmelerinin engellenmesi gelmektedir.
İnsan hakları hukukuna ve mülteci hukukuna aykırı mevcut bu sorunlara yakın zamanda bir yenisi daha eklenmiştir. 676 sayılı OHAL KHK’si ile 6458 sayılı Yasa’nın 54. maddesinde değişiklik yapılmış ve artık statüsü olsa bile, idareye mülteciler hakkında kamu düzeni ya da kamu güvenliği gibi iddialarla sınır dışı kararı verme yetkisi tanınmıştır. 676 sayılı KHK ile yine aynı kanunun 53. maddesinde yapılan değişiklikle bahsi geçen sebeplerle sınır dışı edilenler hakkında yargı süreci de devre dışı bırakılmış ve bu kişiler, idarenin kararına karşı açtıkları davanın sonuçları beklenmeden sınır dışı edilebilir hale gelmişlerdir. Bu düzenleme uluslararası sözleşmelerde ve Türkiye iç hukukunda yer alan geri gönderme yasağı (non-refoulement) ilkesine açıkça aykırıdır.
KHK ile evrensel düzenlemeleri hiçe sayamazsınız
Bir KHK ile evrensel düzenlemeleri hiçe sayamazsınız. KHK ile yapılan mültecilik hukukundaki en temel ilkeler lağvedilmiş hale getirilmiştir. Hem keyfiliğin önünü açacak hem de binlerce ihlale zemin sunacak bir düzenlemenin uluslararası hukukta yeri yoktur. Bundan başka Türkiye'nin güvenli ülke olmasını ciddi derecede tartışmalı hale getirecek olan bir düzenlemedir.
Daha önce İstanbul’daki Kumkapı Geri Gönderme Merkezi ile gündeme gelen insanlık dışı uygulamalara son verileceği, merkezlerin uluslararası standartlara uygun hale getirileceği ileri sürülmüş ve finansmanının büyük bir kısmı Avrupa Birliği’nden sağlanan yeni merkezler inşa edilmiştir. Fakat ne yazık ki yeni kurulan Geri Gönderme Merkezlerinin de asgari standartlardan uzak olduğu, çok sayıda resmi kurumun ve sivil toplum örgütünün raporlarına yansımıştır.
Bu raporlara ek olarak yakın zamanda İzmir’de bulunan Harmandalı Geri Gönderme Merkezi’nde tutulan yabancıların “yardım edin” çığlıkları bu kapatılma mekânlarındaki işkence vakalarını ve insanlık dışı koşulları iddiadan öteye taşımış ve gerçekliğe büründürmüştür.
Bir başka örnek olarak sunabileceğimiz vaka da Van Geri Gönderme Merkezi’nde meydana gelmiştir. Yaklaşık 3 hafta önce Van Geri Gönderme Merkezi’nde tutulan çoğu genç yaştaki erkeklerden oluşan aralarında Iraklı ve Suriyelilerin olduğu yaklaşık 350 kişi bir gece Hatay üzerinden sınır dışı edilmişlerdir ve akıbetleri bilinmemektedir. İddianın duyulması üzerine Van’da yapmak istediğimiz görüşmeler ise yetkililerin kaba bir üslupla reddetmeleri sonucu gerçekleşememiştir. Bizler merak ediyoruz. Bu toplu sınırdışı uygulamasının sebebi nedir? Sınırdışı edilen ya da gönderilen kişilerin profili nedir? Hangi amaçla gönderilmişlerdir ve böylesi uygulamalara devam edilecek midir? Bu uygulama karşısında her fırsatta övünülen geri göndermeme kuralını ihlal etmek değil de nedir?
Öte yandan, bu merkezlerdeki insan hakları ihlalleri daha önce AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararları ile tespitli olsa da hala idare tarafından dikkate alınmamaktadır. AİHM’nin değişik kararlarında, geri gönderme merkezlerindeki koşullar nedeni ile Türkiye’nin AİHS’in 3. ve 5. maddelerini ihlal ettiği değerlendirmiştir. Bu konuda sayısız ihlal kararı bulunuyor.
Dolayısıyla genel hatlarına baktığımız Geri Gönderme Merkezlerinde bireylerin asgari insan hakları standartlarının yerine getirilmediği, güvenlik gerekçesiyle bu kişilerin bahçeye/açık havaya dahi çıkışına izin verilmediği, hukuki yardım olanakların ve iletişim koşullarının engellediği iddiaları bağımsız, uzman kişi ve kurumlarca incelenmeye muhtaç konulardır.
Geri Gönderme Merkezleri "depo" olarak kullanılıyor
Bu noktadan hareketle Geri Gönderme Merkezlerinin uluslararası asgari standartlar bir yana Türkiye’nin iç hukukuna dahi aykırı düzenlemeler içerdiği, insan hak ve özgürlüklerine aykırı olarak fiiliyatta “depo” olarak kullanıldığı ifade edilebilir.
Geri Gönderme Merkezlerindeki hukuksuzluklardan biri de bu binalarda tutulan ve “Yabancı Savaşçı” adı verilen kişilerin de bu merkezlerde tutulmasıdır. Daha önce Göç İdaresi Genel Müdürlüğü web sayfasında istatistiklerine yer verilen yabancı savaşçılar mahkemeler tarafından tutuklanmayıp sivil yabancıların tutulduğu bu merkezlere gönderilerek burada tutulmaktadırlar.
Geri Gönderme Merkezlerine yöntem ve statü olarak benzeyen bir başka yer de Türkiye’deki Suriyeli ve Iraklı Êzidî mültecilerin yaklaşık yüzde 10’unun kaldığı AFAD kamplarıdır. Bu nokta da bilinmelidir ki, AFAD’a bağlı kamplarda kalan mültecilere yönelik de çok sayıda ihlal gerçekleşmektedir. Resmi kurumların haricinde girişlerin yasak olduğu bu kamplarda çok sayıda taciz, tecavüz ve çocuğun cinsel istismarı vakalarının olduğu bilinmektedir.
Mültecileri şantaj malzemesi olarak kullanmak kimsenin haddi değildir
Hal bu iken diğer yanıyla Türkiye’nin halihazırda izlediği mülteci politikası insan hakları hukukuna aykırı ve AB’ye yönelik doğrudan bir şantaj politikası olduğu görülmektedir. Coğrafi çekincenin devam etmesi, sığınmacı ve mültecilerin mevcut prosedürlere erişim sorunları ve Türkiye'deki yetkililerin "geri-gönderme yasağı" zorunluluğuna saygı göstermeyen tutum ve düzenlemeleri bu iddiayı yanıtlar nitelik taşımaktadır.
Mülteci ve sığınmacılara yönelik bu politika söz konusu Suriyeliler olduğunda daha da insanlık dışı bir hal almaktadır. Çünkü hükümet, 6458 sayılı Kanun kapsamında yayınlanan Geçici Koruma Yönetmeliği’yle 3 milyondan fazla Suriyeliyi “geçici koruma statüsü” kapsamına almış ve bu yönde politikalar izlemiştir.
Artan ırkçılık ve idarenin ayrımcı tasarrufları, hükümet temsilcilerinin söylemleri geçici koruma statüsündeki Suriyelilere yönelik saldırıları arttırmaktadır. Fakat bakıldığında mültecilerin zorlukla erişebildikleri kısıtlı kamusal hizmetler bile kendilerine temel insan hakkı değil bir “lütuf” olarak sunulduğunu görebiliriz.
Hükümet bir süredir bu “lütfu” Rojava halkından esirgemektedir. Son dönemde Türkiye’nin güvenlik gerekçeleri ile Suriye sınırındaki kapıları kapatmasının yanı sıra özellikle Rojava sınırından geçişlerde başta yargısız infaz yoluyla yaşam hakkı olmak üzere meydana gelen hak ihlalleri kaygı vericidir. Demokratik Suriye Güçlerinin mücadelesi sayesinde eskiye nazaran azalsa da IŞİD barbarlığından kaçarak, Türkiye’ye geçmek isteyen Suriyelilerin bu talebinin engellenmesi hukuk devleti standartları ile bağdaşmamaktadır.
Sınırlarımızda güvenlik güçlerinin sığınmacı ve mültecilere yönelik yargısız infazları devam ederken değinilmesi gereken bir başka husus ise Türkiye’nin önce Suriye sınırında başlattığı ve yakın zamanda da İran sınırında başlayacağı duvar örme politikasıdır. Beton, hendek, dikenli tellerle örülecek bu duvarın, idam cezasının olduğu İran ve cihatçı çetelerin en vahşi yöntemlerle insan öldürdüğü Suriye düşünüldüğünde “sığınma hakkı” ve “açık kapı” ilkesiyle bağdaşan bir yanı yoktur.
Yargısız infazlar, işkenceler, tecavüzler ve taciz vakaları, Suriyeli kadınların fuhuşa itilmeleri, ırkçı ayrımcı politikalar ve saldırılar Türkiye’deki 4 milyon mültecinin gündelik yaşamlarında karşı karşıya kaldıkları olağan vakalar haline gelmişlerdir.
Bu ihlallerin önüne geçmek, 4 milyon insana “mülteci hukukundan” doğan haklarını teslim etmek ve eşit muamele görmelerini sağlamak bu hükümetin öncelikli sorumluluklarındandır.
Mültecilerin insan hakları göz ardı edilerek şantaj malzemesi olarak kullanmak ve AB ile ilişkiler her gerildiğinde “doldururuz otobüslere göndeririz” demek kimsenin hakkı ve haddi değildir.
Bu noktadan hareketle,
Türkiye, Suriye ve Irak başta olmak üzere Ortadoğu’da yürüttüğü savaş politikalarına, bu coğrafyada şiddeti tetikleyen politikalara son vererek mülteci olma nedenlerinin ortadan kaldırılması için çaba sarf etmelidir.
Türkiye, mülteci kabulünde coğrafi çekince şartını derhal kaldırmalıdır.
Ege’de “umuda yolculuk” adı altında yüzlerce canın yitip gitmesine neden olan kaçış nedenleri ortadan kaldırılmalı, insan kaçakçılarıyla ve bu vahşete sessiz kalan kamu görevlileriyle etkili mücadele edilmelidir.
AB ile imzalanan hukuka aykırı Mülteci Anlaşması gözden geçirilmeli, AB ve AB ülkeleri üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getirmelidirler.
İdari gözetim kararı verilenlerin tutulduğu geri gönderme merkezleri bir an önce insani koşullara kavuşturulmalı ve AFAD kampları mülteci hukuku alanında çalışan STK’ların denetimine açılmalıdır.
676 sayılı KHK düzenlemesi bir an önce iptal edilmeli, mültecileri zorla sınır dışı etme, gönüllü geri dönüşe zorlama gibi uygulamalardan vazgeçmelidir.
Hükümet temsilcileri, kamu yetkilileri ve siyasi partiler hedef gösterici, ayrımcı dil kullanmaktan vazgeçmeli, Türkiye toplumunun mültecilerle yaşamasına ön ayak olmalıdırlar. Nefret söylemi terk edilmeli nefret suçu bir insan hakkı ihlali olarak benimsenmelidir.
AKP hükümeti, Türkiye’ye sığınan herkesin insan onuruna yaraşır koşullarda yaşamaları konusunda artık somut politikalar geliştirmelidir.
Son olarak, her zaman her fırsatta belirttiğimiz gibi esas sorunları görmeyen, görmek istemeyen tutumlar yerine sahici ve samimi adımlar atıldığını görmeye hepimizin ihtiyacı var. Bu alanda çalışan derneklerin, kurumların KHK’ler ile kapatılması, ihlalleri belgeleyen ve çözüm önerilerini içeren raporların yayınlanmasının engellenmesi kesinlikle Türkiye lehine değildir. İnsan hakları savunucularını ve mülteci hakları savunucularını tutuklamakla sorunu çözmüş olmuyorsunuz. Bu saikle tutuklandığını bildiğimiz, bu konuya tüm hayatını vakfetmiş Uluslararası Af örgütü Türkiye şube Başkanı Taner Kılıç’ın derhal serbest bırakılması gerekir.
20 Haziran 2017