Geldiğimiz yer
Darbe girişiminin yarattığı bir hava var ülkede. En azından bütün medyanın toplumun üzerine faş ettiği bir hava bu. “Bütün millet sokaklarda demokrasiye sahip çıkıyor” sloganı neredeyse bütün medyanın hep birlikte yaymaya çalıştığı bir hava. Oysa sahip çıkılanın “demokrasiden” çok her bir partinin kendi fikriyatı ve kendi tabanı olduğu açık. Bunu da partilerin ayrı ayrı mitingler yapmasından anlamak mümkün. Yani toplum “kimlikçi siyasetlerden vazgeçiyor”, “biz” oluyoruz beklentisi neredeyse bütün toplum tarafından paylaşılan bir beklenti olsa da sokaklara yansıyan bu değil.

Medyanın pompaladığı bu havadan iktidar partisi ve tabii ki Cumhurbaşkanı Erdoğan da çok memnunlar. Nitekim “Bu bize Allahın bir lütfudur” cümlesi de bunu anlatıyordu zaten. Başlangıçta HDP hariç muhalefete yönelik bir iki jest yaptıktan sonra “Bizim oğlan bina okur, döner döner bir daha okur” sözüne uygun biçimde darbe öncesi kaldığımız yere döndük. Üstelik bu kez siyasi güç daha da merkezileşmiş durumda.

Kılıçdaroğlu orduyla ilgili yapılan düzenlemelere itiraz ederken “Devlet hepimizin... Bu devletin yeniden inşa edilmesinin yeri milletin oylarıyla seçilmiş Parlamento olmalıdır” demiş. Doğrusu, söz doğru ama öyle bir parlamento kaldı mı ki? Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasete müdahale etmeye başlamasıyla birlikte siyasetin parlamentonun dışına taşındığı, parlamentonun etkisinin ortadan kalktığı çıplak bir gerçek değil mi? (Zaten bu nedenle bu sütünlarda HDP ile birlikte sine-i millete dönün önerisinde bulunmuştum).

Eğer gerçekleri gerçeklerden korkmadan ifade edeceksek bugün Türkiye’de “devrim” demeyeceğim ama tıpkı Mustafa Kemal’in 1920’lerde yaptığına benzer bir biçimde bir “alt-üstlük” yaşanıyor. Mustafa Kemal ve arkadaşları nasıl savaşın içinden yeni bir Türkiye yaratmışsa, tıpkı onun gibi Tayyip Erdoğan ve arkadaşları da seçimlerle elde ettiği çoğunluğa dayanarak yeni bir Türkiye yaratmaya girişmiş durumda. Bu yolda karşısına çıkan en büyük engellerden biri olan Fettullah Gülen hareketinin Ordu’nun içinden bir darbeyle kendisini tasfiye etme girişimini önlemesi ise adımlarını daha da hızlandırmasına neden oluyor. Üstelik de bir taşla iki kuş vurarak. Bence çıplak gerçek bu...

Peki ama böyle yaparak yeni bir Türkiye kurmak mümkün müdür?

Mümkün olsa bile Kemalist yönetim altında Türkiye ne ölçüde “yeni” olmuşsa, kurulacak Türkiye de o ölçüde “yeni” olacaktır. Nasıl ki doksan yıllık Cumhuriyet idaresi, İslamcıları, Kürtleri ve solcuları baskı altında tutmakla bu toplumun bir “biz” duygusu altında toplanmasını başaramamışsa, tıpkı onun gibi daha ilk günlerinden itibaren Kürtlere, Alevilere, laiklere ve solculara yapılan baskılarla kurulacak bir Türkiye’nin de “yeni” olması bence mümkün değildir.

Bu söylediklerimi şöyle de söyleyebilirim. Nasıl ki Mustafa Kemal ve arkadaşları 1921 Anayasa’sında vurgulanan ülkedeki farklılıkları kapsayıcı bir demokrasi anlayışından vazgeçip, laikçi ve Türkçü, yani homojenleştirici bir ulus devlet hattını seçerek yanlış yapmışlarsa, bugün Tayyip Erdoğan ve arkadaşları da, laikleri, Kürtleri, Alevileri dikkate almadan davranarak yanlış yapmaktadırlar. Dolayısıyla buradan “yeni” bir Türkiye değil olsa olsa daha kaotik bir Türkiye çıkma olasılığı daha yüksek.

Oysa Türkiye’nin ihtiyacı “biz” olma ihtiyacıdır. Bunun da yolu İslamcıların da, laiklerin de, milliyetçilerin de, Kürtlerin de, Alevilerin de sözlerini söyleyebilmelerini sağlayacak yeni bir devlet yapılanmasıdır. Böyle bir devlet yapılanmasının yolu ise, tam da bu zamanda, sözünü ettiğim bütün bu kesimlerin bir araya getirilmesini gerektirir. Oysa bugünlerde gördüklerimiz Laik Kemalistlerin geçmişte yaptıkları hatanın İslami bir siyaset tarafından yeniden tekrarlanmakta olduğu...

Ne yazık ki!

Erol Katırcıoğlu