
Sayın Başkan,
Değerli milletvekilleri,
2017 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı hakkında Halkların Demokratik Partisinin görüşlerini sunmak üzere söz almış bulunmaktayım. Konuşmama başlarken genel kurulu, ekranları başında bizleri izleyenleri, kadınları, gençleri, emekçileri ve emeklileri saygı ile sevgi ile selamlıyorum.
Günlerdir burada 2017 bütçesi üzerine görüşmeler yürüttük, Bakanlıkları tek tek değerlendirdik ve şimdi de kapanış konuşması yapmak üzere kürsüdeyiz. Fakat bu bütçeyi kapatmak zor; çok ölüm çok zulüm çok yoksulluk, az gelir, yok derecede özgürlük olan bir bütçeyi kapatmak zor… Peki, bu bütçenin özeti nedir diye sorulursa, vereceğimiz tek yanıt 2017 Bütçesi; işçinin, kadının, öğrencinin, engellilerin, emeklilerin, farklı kimliklerin, inançların, yani Türkiye toplumunu oluşturan halkların, içinde kendini göremeyeceği bir bütçedir. Bütçenin toplumun tamamını ilgilendirmesi ve yaşamını doğrudan etkilemesine karşılık siyasi iktidar halkı, sivil toplum örgütlerini, meslek kuruluşlarını ve muhalefet partilerini devre dışı bırakarak bütçeyi tamamen bürokratik ve teknik bir sürece indirgemektedir.
Değerli milletvekilleri,
Bu konuşmamı ağırlıklı olarak bütçe üzerine değerlendirmelerde bulunarak sürdürmeyi ebetteki ben de isterdim. Fakat sadece bütçe görüşmelerinin sürdüğü 12 gün boyunca biz bu çatı altındayken ülkeyi kasıp kavuran onlarca sorun ve kriz ile karşı karşıya kaldık.
Aladağ’da 12 kız öğrencinin kamusal barınma hakkını tarikatlara sevk edilmesi ve büyük ihmaller sonucu yanarak can vermesi, Beşiktaş’ta meydana gelen canlı bomba saldırısı sonucu 44 yurttaşımızın yaşamını yitirmesi, kapalı kapılar ardında hazırlanan anayasa teklifinin Meclis’e sunulması, içişleri bakanının intikam çağrısının hemen akabinde, esasen bu konuşmayı yapacak olan grup başkanvekilimiz Çağlar Demirel ve Kadın Sözcümüz Besime Konca’nın rehin alınması, Dersim vekilimiz Alican Önlü ve daha dün eski Diyarbakır müftüsü, Diyarbakır vekilimiz Nimetullah Erdoğmuş’un Cuma namazı kıldırdığı ve akabinde Hudeybiye Barış anlaşmasını anlattığı vaaz gerekçe gösterilerek sabah yapılacak duruşması için gece yarısında evinden alınması, binlerce parti yöneticimiz ve üyemizin gözaltına alınması, parti binalarımızın çetevari yöntemler ile sözde güvenlik güçlerince talan edilmesi, dün gece ise seferberlik emrini almış bir saldırgan tarafından Genel Merkezimize yapılan silahlı saldırı, sömürgeci yöntemler ile belediyelere kayyum atanması ve halkın iradesi olan seçilmişlerin rehin alınmaya devam edilmesi, yeni gazetecilerin gözaltına alınması, tutuklanması, parkta spor yapan bir kadına saldırılması…. Ve son olarak da cumhurbaşkanı tarafından anayasaya aykırı bir şekilde milli seferberlik ilan edilmesi… Arkadaşlar bu ülkede 12 günde bunlar oldu. Bu kadar hukuksuzluğun ve felaketin arasında öğrencilerine idam ipi ile poz verdiren öğretmeni, Üsküdar belediyesinin resmi aracından halifelik çağrısı yapanları, “okuma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor, ben okumamış cahil kesime güveniyorum” diyen profesörün YÖK denetleme kurumu üyeliğine atanmasını, 48 gündür bulunamayan Müjgan Ekin’in akıbetini, İstanbul Vatan Emniyetten ve başka şehirlerden yükselen işkence seslerini konuşamıyoruz bile…
Değerli milletvekilleri,
Bu ülkede tüm bunlar yaşanırken, hiçbir şey olmamış gibi, yasama organını sarayın gündemine göre işletmeye devam etmektedir. Ülkenin içinde bulunduğu durum ve halkın acil ihtiyacı olan sorunları yok sayarak, Meclis gündemini bir kişinin başkanlık hırsına ve ihtirasına göre belirlemektedir. Denetimin temel kurumu olan yasama organını bypass etmektedir. Kendisini günden güne halkın iradesi olmaktan çıkararak, sarayın kolluk gücüne dönüştüren iktidar partisi temsilcileri, bu süreçte özellikle parti grubumuzu hedef almaya başlamıştır. İktidar partisi grubunun seçilmiş milletvekillerimize karşı uygulanan bütün hukuksuzlukları normalleştirmeye ve olağanlaştırmaya çalışmalarını ibret ile izliyoruz. Gelinen noktada, bir aydan fazladır rehin tutulan arkadaşlarımızın resimlerine dahi sözüm ona tarafsız Meclis Başkanı’nın ve hatta haddi olmayan Meclis TV’nin bile tahammül edemediğini görmüş bulunuyoruz.
Dört gün önce, bütçe görüşmeleri devam ederken, neredeyse 24 saatini burada, yasama faaliyetleri ile geçiren grup başkanvekilimiz Sayın Çağlar Demirel hakkında yurtdışına kaçma ihtimali bulunduğu gerekçesi ile bir yakalama kararı çıkarıldı. Arkadaşlar yani 24 saat mecliste sizler ile çalışan bir parlamenter hakkında, hakikat ile hiçbir ilişkisi olmayan bir durum üretilerek yakalama kararı çıkartılıyor. Mecliste bir siyasi parti grubunun resmi aracı, gece yarısı kar maskeli polislerce durduruluyor. Korsanvari yöntemler ile iki milletvekili adeta kaçırılıyor. Besime Konca vekilimize yol boyunca psikolojik ve fiziki işkence yapılıyor… Arkadaşlarımıza yakalama emri olarak üzerinde bir tek imza bulunmayan, hiçbir hukukçunun anlam veremediği bir belge gösteriliyor. Aranızda benim gibi hukukçular var, bu belgeyi nasıl açıkladığınızı merak ediyorum. Bu belge bir savcı tarafından mı hazırlandı yoksa saraydaki bir emir kulu tarafından mı?
Bizim açımızdan bu derece hukuksuzluğun tek bir açıklaması vardır o da bu operasyonların hukuki değil, siyasi olduğudur. Tekrar söylemek istiyorum ki, 4 Kasımda da eş başkanlarımıza, grup başkanvekilimize ve milletvekillerimize yapılan eş zamanlı operasyon da hukuki değil, siyasi bir operasyondu. Farklı savcılıklarca yürütülen, farklı mahkemelerce görüşülmesi gereken soruşturmaların aynı anda yapılması, bu operasyonlar yapılırken ülkenin bir bölümünde internetin tamamen kesilmesi, tüm televizyon kanallarının ve gazetelerin aynı, bakın özellikle vurgulamak istiyorum aynı manşet ile çıkması hangi hukuki kriter ile açıklanmaktadır? Mahkeme başkanları henüz duruşma kararını açıklamadan, milletvekillerimizin tutuklandığına dair haberlerin belli ajanslarda servis edilmesini, “Bu “yargının görev alanında bir süreç” şeklinde mi açıklıyorsunuz? Lütfen bizi de güldürmeyin, halkın aklıyla da alay etmeyin!
Sayın Başkan Değerli Milletvekilleri
Demokratik bir ülkede Hükümet, ülkeyi yönetirken sadece kendisine oy verenlerin değil tüm yurttaşların hakkını hukukunu korumak ve kollamakla yükümlüdür. Bizler aynı şeyleri düşünmek zorunda değiliz, aynı şeyleri düşünerek bu parlamentoda siyaset yapamayız. Demokrasilerde devletin halkla kurduğu bu temel hukuksal bağ temsil bağıdır. Bu bağ aynı zamanda devletin egemenlik alanındaki hukuksal meşruluğunu oluşturan temel özelliktir. Hakkâri gibi Şırnak’ın da neredeyse bütün belediye eş başkanları, il ilçe yöneticileri ve iki vekili tutuklanmıştır. Devlet bu yönüyle meşruluk alanı olan halkın egemenliği ilkesini kendisi yok ederek kendi meşruluğunu da tartışmalı hale getirmiştir. Örneğin Hakkari’de tüm vekillerinin yanı sıra, belediye eşbaşkanlarını aldığınız, belediyesine el koyduğunuz halk ile ne tarz bir hukuksal bağ kurmayı düşünüyorsunuz? Ya da Şırnak ile Bitlis veya bir vekilini, yani HDP Eş Genel Başkanını rehin aldığınız İstanbul ile ne gibi bir bağ kurmayı düşünüyorsunuz?
Yine demokratik bir ülkede iktidarı elinde bulunduran Hükümet kendisine oy vermeyenlere düşmanca saldırmaz aksine kendisine muhalif olan kesimleri demokratik bir siyaset anlayışının olmazsa olmazı kabul eder. Zira esasen demokratik yaşamın özü budur.
Karşısında tek güç olarak gördüğü HDP’nin temsil ettiği çoğulculuğa, adalete, barışa da bu yüzden saldırmaktadır. Bugün eş başkanlara ve vekillerimize uygulanan tecrit ve işkencenin nedeni de budur. Türkiye tarihine kara bir leke olarak geçen Yassıada, Zincirbozan, Diyarbakır Cezaevi’nden sonra bugün de Edirne’de, Kandıra’da, Silivri’de, Bolu’da aynı uygulamalar bu yüzden yapılmaktadır.
Neredeyse her gün bir il veya ilçe binamızın basılmasının, Cizre’de, Sur’da, Nusaybin’de ve diğer ilçelerde sokağa çıkma yasaklarının ilan edilmesinin, akabinde bu şehirlerin yıkılmasının, evlerin içlerine ve sokak duvarlarına yazılan cinsiyetçi, ırkçı ve militarist sözlerin yaygınlaştırılmasının temel nedeni budur.
Terörle kapsamlı bir mücadele içerisine girdiği izlenimi uyandırarak, milliyetçi ve militarist bir iklim yaratarak yeniden seçimle tek parti iktidarına geçişin sağlanması planı, iktidar için ülkeyi yakma planıdır. Erdoğan-AKP iktidarının, Kürt halkına yönelik mücadeleyi, IŞİD’le mücadelenin içine sokması asla kabul edilemez. Orada da kalmaz; böyle bir “dinamik”, HDP’ye baskıya, çok geçmeden tüm Türkiye halklarının bir arada yaşama zeminine ciddi bir saldırıya dönüşecektir.
Değerli milletvekilleri
AKP hükümetinin Kürt sorununda çözüm yolu olarak güvenlikçi politikaları ve savaşı tek yol olarak ele alması 15 Temmuz darbe girişiminin de zeminini hazırladı. Suruç katliamında 33 gencin yaşamını yitirmesiyle başlayan savaş sürecinin, darbeye zemin hazırladığı konusunda defalarca uyarı yapmıştık. Uzun uzun yeniden anlatmayacağız. Sadece ölü bedeni günlerce sokakta bırakılan ve defnedilmesine izin verilmeyen Taybet Ana ve Cizre’de bodrumlarda yakılan siviller o süreçte yaşananlara birkaç örnek teşkil ediyor. Askerin 15 Temmuz’da darbe yapmaya cüret etmesi; Kürt kentlerindeki yıkımda siyasi iradenin kendilerine sunduğu imkânlarla doğrudan ilişkiliydi.
Darbenin esas hedefi, iç savaş çıkarmak ve ülkede büyük bir yıkım gerçekleştirmekti. 15 Temmuz’da şunu gördük: Barış ve özgürlüklere, güçlü, sivil demokratik bir siyasete, bir ekmek, bir su kadar ihtiyacımız varmış. Bu girişimi, bir bütün olarak demokrasiye, barışa inanan farklı toplumsal kesimler olarak hep birlikte durdurduk, gerçekleşmesini önledik ve halkın iradesine darbe vuran bu anlayışa karşı aynı safta birlikte durduk. Eş Genel Başkanımız Selahattin Demirtaş ilk olarak liderler zirvesinin toplanması için acil çağrı yaptı. Darbelere karşı birlik olmak gerektiğini vurguladı.
HDP olarak sadece askeri darbe değil; aynı zamanda, bürokratik veya sivil hiçbir darbenin tek bir meşru gerekçesinin olamayacağının altını çizdik. 16 Temmuz’da Parlamento’nun olağanüstü toplantıya çağrıldığı birleşimde de, şu an rehin alınan Grup Başkanvekilimiz İdris Baluken de, 15 Temmuz darbe girişiminin kontrol altına alınmasını, püskürtülmesini ve demokratik siyasete darbenin önlenmesini, partimiz açısından en büyük temenni ve amaç olarak ortaya koymuştu.
15 Temmuz böylesi bir felaketi ortaya koymuşken; aynı zamanda bu felaketten ders çıkaracak, 7 Haziran’dan sonra başlayan çatışmalı ortamı bitirecek, kutuplaşmayı ortadan kaldıracak ve toplumsal birlikteliği yeniden inşa edeceğimiz, demokrasiyi güçlendirecek, özgürlük ve barışı sağlayabileceğimiz önemli bir fırsatı önümüze sunmuştu.
Değerli milletvekilleri
16 Temmuz itibari ile sivil siyasetin önünde iki yol var demiştik. İlki; barış, demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti temelinde her türlü siyasi işbirliğini gerçekleştirebileceğimiz, ülkeyi bütünleştirecek bir siyaset anlayışını ortaya koymaktı. Biz bu ilk yolu, demokrasi yolu olarak tanımladık. Zira 15 Temmuz’da siyasetin ve halklarımızın, kimlik ayrımı yapmadan; etnik kökenini, dilini, inancını sorgulamadan darbeye karşı demokrasiden yana duruşu, gelecek açısından hepimizde büyük bir umut yaratmıştı. Bunu gerçekleştirmek mümkündü.
15 Temmuz’dan sonra sivil siyasetin önünde, bir de ikinci yol vardı. Peki, neydi ikinci yol? 15 Temmuz’da gerçekleşmemiş, darbecilerin bile tahayyül edemeyeceği boyutta bir otoriter rejim inşa etmekti. Biz bunu da; faşizm yolu olarak tanımladık. Bugünkü tablodan çok açık görüldüğü gibi; darbecilerin yapmaya cesaret edemeyeceği şeyler OHAL ile hayata geçirildi.
Bu çerçevede tercih ettiğiniz faşizm yolunun bir sonucu olarak siyasi iradenin talimatıyla rehin alınan Eş Genel Başkanımız Selahattin Demirtaş’ın sözlerine kulak verelim. Bakın Sayın Demirtaş, Erdoğan/AKP’nin 15 Temmuz sonrası tercih ettiği yolu 15 Temmuz’un üzerinden daha bir ay bile geçmeden, yani şimdiye kadarki hukuksuzluklar daha yaşanmadan evvel, 13 Ağustos’ta şöyle tanımlıyor;
“Darbe girişiminin başarısız olması Türkiye’ye bir olanak yarattı. Demokrasi etrafında birlik, Kürt sorununda barışçıl çözüm, müzakereye dönüş, kamplaşma ve kutuplaşmanın önüne geçilmesi için bir ortak siyaset dili yaratılabilirdi. Fakat aynı oranda başka bir olanak da açılmıştı. Erdoğan, darbeyi ve darbenin başarısızlığını, Allah’ın kendisi için bir lütfu olarak görüyordu. Bir yanı ile toplum için bir olanaktı, diğer taraftan da Erdoğan için bir lütuftu. Erdoğan kendisi için olanı tercih etti. Yenikapı Mitingi’ni AKP gösterisine dönüştürerek toplumun yarısını dışladı. Kamplaşmayı kalıcı hale getirdi. Bunu çok planlı programlı yaptığını düşünüyorum.”
Darbecilerin amacı ülkeyi karanlık bir döneme hapsetmekti, aynısı şu an AKP Hükümeti tarafından, çok daha fazlasıyla yapılıyor. Siz darbecileri içeri attığınızı düşünebilirsiniz, ancak onların fikirleri sizin politikalarınızla dışarda hayat buluyor. Ülke muazzam bir kutuplaşma ve gerginliğin içine düşmüş durumda. Herkes umutsuz, gelecek endişesi taşıyor. Bu bizin geleceğimizi kaybetmemiz haline geliyor.
Değerli milletvekilleri bu arada yeniden hatırlatalım ki; Fethullahçı yapının palazlanması bu iktidar döneminde gerçekleşmiştir. MGK raporlarında Fethullahçı yapı ile mücadele kararlarını işlerine gelmedikleri için görmezden gelenler bu yapıdan en çok zarar gören kesimleri hedef tahtasına oturtmuş durumdadır. Milletvekili, devlet yetkilileri, gazetecisi, yazarı ile Pensilvania’da Fethullah Gülen ile poz verenlerin kimler olduğunu tüm kamuoyu yakından biliyor.
Değerli milletvekilleri,
Dikkat çekmek istediğim diğer bir husus da 15 Temmuz sonrası, muhalefet partilerinin ve oluşan toplumsal talebi sonucu TBMM bünyesinde dört partinin imzasıyla kurulan Darbeleri Araştırma Komisyonun yürüttüğü çalışmalardır. Kamuoyunun komisyondan beklentisi, darbe girişimine karışan tüm kişi ve kurumların açığa çıkartılması ve darbe sürecinde yaşananları tüm boyutları ile araştırılmasıdır. Fakat geldiğimiz noktada yönetimi ve çoğunluğu AKP’li vekillerde olan bu komisyonun temel amacından uzaklaşarak darbe girişiminin üstünü örtme, gizlemeye çalıştığı gibi güçlü bir izlenim oluşmaya başlamıştır. Birkaç hafta önce Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “komisyon bence işlevini yitirdi, rapor yazılıp çalışmalar bitirilebilir” şeklindeki komisyona doğrudan müdahale, talimat içeren sözleri bu izlenimi güçlendirir niteliktedir. AKP’li Komisyon başkanı ve AKP’li üyelerin zamanında Fethullah Gülen’e övgü dolu sözleri hafızalarda tazedir. Komisyon çalışmaları boyunca muhalefet milletvekillerinin dinlenmesini talep ettiği birçok kişi ve kurumun dinlenmemiş olması da dikkat çekicidir. Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan bunlardan sadece birkaçıdır. Yurtta Sulh Bildirisi’nin altında kimlerin imzası vardır, örneğin içinde bulunduğumuz bu meclisi bombalayan pilotlar neden dinlenmemiştir? Bilmiyoruz…
Değerli milletvekilleri,
15 Temmuz sonrası girilen bu yol sonucu siyasi kriz aynı zamanda geleceğimizi de tehdit eden ağır bir ekonomik ve diplomatik krizi de tetiklemiştir. Dolardaki durdurulamayan yükseliş, işsizliğin ve enflasyonun artması, ardı ardına gelen zamlar, esnek ve güvencesiz çalışmanın yaygınlaştırılması, iflas ertelemelerinin artması ülkenin içine sokulduğu OHAL rejiminin ekonomik alana yansımalarından sadece bazılarıdır. Siyasi iktidar yaşanan ekonomik krizin siyasi sorumluluğunu hiçbir şekilde üzerine almadığı gibi, kendi marifeti olan ekonomideki çarpıklığı da gözlerden saklamaya çalışıyor. Bugün bu masalları anlatanlar, bugüne kadar sağladıkları rantlarını bu yabancı finansmana borçlu olduklarını ve dış borca gittikçe daha fazla bağımlı hale gelmekten ibaret olan bu ekonomik modeli 14 sene boyunca onaylayıp uyguladıklarını unutmamalıdırlar. Bu sistem, verimli bir sanayi üretimi yerine iç tüketim ve ranta dayalı inşaat yatırımları ile sağlıksız bir büyümeyi esas almıştır. Ancak büyüyen emekçiler değil, teşviklerle, vergisizlik rejimiyle ve aflarla ödüllendirilen sermaye kesimi olmuştur. Siyasi iktidar da bu sermaye düzeninden payını almıştır. Her ne kadar 17 Aralık'ın yıl dönümüne geldiğimiz bugünlerde bu rant ilişkisinin ve yolsuzlukların detayını öğrenmemiz iktidar tarafından yasaklanmış olsa da, bize kalanın neler olduğunu çok iyi biliyoruz. Bu 14 sene boyunca 50 milyondan fazla kişi yoksulluk sınırının altında kalmış, işçilere açlık sınırının altında asgari ücret reva görülmüş, insanlar madenlerde, şantiyelerde iş cinayetleriyle hayatını kaybetmiştir. Bizler için zaten bir cehennem olan ekonomik düzen, artan dış borçla birlikte kendileri için bile sürdürülemez hale gelip çökmeye başlayınca da kendi hatalarını örtbas etmek için “Dünya 5’ten büyüktür!” demeye, Batı'yı sömürgecilikle suçlayıp faşizan bir histeri inşa etmeye başlamışlardır. Ancak bu yola başvuranların derdi bağımsızlık değil, sömürü ve sömürgecilik üzerine kurulmuş yeni bir emperyalist devlet olmaktır.
Erdoğan’ın diplomatik nezaketten ve tutarlılıktan yoksun söylemleri ve politikaları, OHAL rejimindeki uygulamaları aynı zamanda Türkiye’yi adım adım adayı olduğu Avrupa Birliğinden ve Avrupa Birliğinin temsili ettiği değerlerden uzaklaştırmaktadır. Burada kritik nokta ise bunu bilinçli bir şekilde yapmasıdır. Bu yol Türkiye’yi Ortadoğu’da egemen olan, anti demokratik devlet yönetimlerine benzeştirmektedir.
Bugünün dünyasında hiçbir karşılığı olmayanların temel özelliği, kendilerini geçmiş bir tarihte aramalarıdır. AKP’nin sürekli Osmanlı dönemi referansları üzerinden kitleleri bir araya getirme çabası bunun en bariz örneğidir. İktidara geldiği ilk dönemler demokrasi, eşitlik ve özgürlük retoriği üzerine kuran AKP bu gün bu ülkeyi kararnamelerle yönetmekte, söylemini gittikçe faşist tonlamalarla katılaştırmakta, diktatörlüğü yasallaştıran anayasa tekliflerini gündemleştirmekte ve bizzat Cumhurbaşkanı ‘‘özgürlük ve demokrasinin hikaye olduğu’’ndan söz etmektedir.
Değerli milletvekilleri
Adını koyalım: AKP Hükümeti bu ülkeyi demokratik yol ve yöntemler ile yönetememektedir. Kaldı ki bu ülkenin Cumhurbaşkanı daha üç gün önce yaptığı açıklamada da “Özgürlük, demokrasi bunlar hikâye” diyerek ülkeyi demokrasi ve hukuk normları çerçevesinde yönetmek istemediğini açıkça itiraf etmiştir.
Bugün geldiğimiz noktada AKP hükümeti ve Cumhurbaşkanı, yasaları ya uygulamamakta ya da bütünüyle kendi çıkarı doğrultusunda keyfi bir şekilde yorumlayarak uygulamaktadır. Bu yaklaşımın, devletin başını bir hukuksuzluk sarmalına ittiği apaçık ortada. Ancak bundan daha tehlikeli olanı; Anayasa’nın fiilen yok sayılmasıdır.
Sizin de bildiğiniz gibi Cumhurbaşkanı uzunca bir süredir Anayasa’yı çiğnemekte, fiilen ortadan kaldırmaktadır. Bunu uzunca bir süredir ifade özgürlüğünün ortadan kaldırılmasıyla deneyimledik, dokunulmazlıkların kaldırılmasında yaşadık, sokağa çıkma yasaklarıyla gördük. “Anayasızlaştırma” olarak tanımlayabileceğimiz bu süreç, bir ülkede en temel ilkeler ve haklar bağlamında toplumun bir arada yaşamasına dair olan sözleşmenin yok sayılmasıdır; bu ise büyük bir toplumsal çürümedir. Ancak şunu belirtmek gerekir ki AKP, bu süreci dünyadaki örneklerinden farklı bir şekilde gerçekleştirmektedir; ihtilal veya askeri darbe yoluyla değil, kendi kurduğu organlarca anayasasızlaştırma yoluyla gerçekleştirmektedir.
Bugün AKP’nin “yeni anayasa” adı altında getirdiği paket tam da bir süredir yürürlüğe soktuğu “Anayasasızlaştırma” pratiğinin metne dökülmüş halidir.
Değerli Milletvekilleri,
AKP’nin hiçbir toplumsal kesime tartışmaya açmadan yangından mal kaçırır gibi getirdiği “gizli sözleşme”ye yakından bir bakalım. Her şeyden önce, 7 Haziran sonrası hızla mevcut cunta anayasasını bile uygulamadan kaldıran, orduya koruma kalkanları yaparak darbe zeminini geliştiren, bütün denetleyici kurumları devre dışı bırakan Saray rejimi, Kürtleri, kadınları, Alevileri demokratik, muhalif tüm kesimleri dışlayarak sözüm ona “yeni anayasa” yapmaya kalkışmaktadır. Anayasa yani “toplumsal sözleşme” adı üzerinde toplumla birlikte yapılır. Sizlere sormak isterim: İçinde kadının, Kürdün, Alevinin, demokratın, azınlıkların, LGBTİ’lerin, özgürlükçülerin, dışlanmış, ötekileştirilmiş tüm kesimlerin, emekçilerin hiç bir hakkı, talebi bulunmayan bir anayasa nasıl “yeni bir anayasa” olacaktır? Bu Anayasa yine Kenan Evren kokacaktır. Başkanlık, sultanlık dışında hanginizin yeni bir talebi var; böyle bir anayasaya nasıl “yeni” diyeceksiniz.
Bizler alternatifsiz değiliz. Bizler, bu parlamento çatısının altında; darbe anayasasına son verecek bir Anayasa yapımı için görüşmeler yürüttük ve nasıl bir Anayasa olması gerektiğini ortaya koyduk. Başta ülkenin acilen ihtiyacı olan demokrasinin, merkezileştirmenin karşısında yerinden yönetimin esas alındığı, kadın-erkek eşitliğinin her başlıkta benimsendiği bir Anayasa çalışmamızı toplumsal kesimlerle birlikte hazırlayıp kamuoyuna sunduk. Biz halen bu noktadayız; toplumsal sözleşmenin bir bütün olarak Türkiye halklarıyla birlikte, tüm sorunları çözen ve temel insan haklarını garanti eden bir Anayasa için mücadelemizi yürütmekteyiz.
Değerli Arkadaşlar,
Çözüm Somalı işçi ailelerinin Siirt Şirvan’daki acılı aileleri ziyaretlerinde verdikleri kardeşlik mesajından geçiyor. Bu karanlık bitecek ve elbet aydınlık sabahlara uyanacağız. Soğuk ve karanlık bir gecenin ardından Minervanın Baykuşu alacakaranlıkta ötmek üzeredir.
HDP’nin temel kuruluş amacı bellidir. Türkiye’de halklar arasında köprü olabilen yegâne partidir HDP. Özgürlük, eşitlik, adalet isteyenlerin parlamentodaki temsiliyetini sağlayan HDP’nin varlığı barış ve demokrasinin tesisinde vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Bugün sabah bir eski müftü vekilin duruşmasına bir Alevi vekilin koşa koşa gittiği partidir HDP. Bunu yok etmek istemeyin. Kardeşlik için, demokrasi için HDP’nin varlığı çok önemlidir.
Şair Edip Cansever’inYerçekimli Karanfil şiirinde “bir sevdayı büyütüyoruz seninle / derken karanfil elden ele” ediği gibi bir sevdayı büyüteceğiz hep birlikte ve derken sadece karanfil değil demokrasi, barış, özgürlük elden ele geçecek…
16 Aralık 2016