Günay: CHP Kürt sorununda çözüm yolunu da açıklamalı

Parti Sözcümüz ve Mardin Milletvekilimiz Ebru Günay'ın Mezopotamya Ajansına verdiği röportaj:

HDP Sözcüsü Ebru Günay, Kürt sorununda "çözüm sözü" veren Kılıçdaroğlu'na, "CHP, Kürt sorununun çözüm yolunu da açıklamalı" çağrısı yaptı ve ekledi: "Kürt sorunu savaşla değil, diyalog ve müzakereyle çözülür." 

Halkların Demokratik Partisi (HDP), 1 Haziran’da açıkladığı tutum ve strateji belgesiyle başlattığı "Demokratik Mücadele Programı" kapsamında önce Hakkari ve Edirne’den Ankara’ya “Darbeye karşı demokrasi yürüyüşü”, sonra birçok kentte “Demokrasi buluşmaları” yaptı. HDP, bu programı kapsamında şu an 1 Eylül Dünya Barış Günü’ne hazırlanıyor. 

HDP Sözcüsü Ebru Günay ile Demokratik Mücadele Programı’nın ilk iki ayağını ve 1 Eylül hazırlıklarını, İmralı tecridini, bölgedeki yangınları, sınır ötesi operasyonları, İstanbul Sözleşmesi’ni, Demokrasi İttifakını, CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun Kürt sorununa dair sözlerini ve olası erken seçimi konuştuk. 

Öncelikle partinizin Demokratik Mücadele Programı’nı konuşalım. İlk iki ayağı (Darbeye Karşı Demokrasi Yürüyüşü ve Demokrasi Buluşmaları) tamamlandı. Yürüyüş ve buluşmalarda nasıl bir sonuç açığa çıktı?

1 Haziran ile başlayan ve devam eden bir demokrasi eylem programıydı. Çok açık gördük; bu sürecin kendisi halka yeniden umut oldu, cesaret verdi. Daha önemlisi ülkedeki muhalefete bir ilham kaynağı oldu. Darbeye karşı demokrasi yürüyüşünden hemen sonra baro başkanlarının Ankara’ya savunma yürüyüşü gerçekleştirildi. Çoklu baro yasasına karşı aktif bir süreç yürütüldü. Aslında hepsi birbiriyle bağlantılı bir süreçti. Biz bu süreci örerken de Edirne ve Hakkari’den Ankara’ya yürürken de demokrasi buluşmalarını gerçekleştirirken de gördük; toplum dışarıya, sokağa çıkıp kendisini ifade etmeye, tanıklılarını söyleme ihtiyacı görüyor. İktidarın tüm engellemelerine rağmen, tüm kısıtlamalarına rağmen, bu gerçekleşti. Hatırlarsanız, Edirne ve Hakkari’den başlattığımız yürüyüşlerde yaklaşık 16 valilik pandemiyi gerekçe göstererek gösteri ve yürüyüş yasakları getirdi, kente giriş çıkışları yasakladılar. Buna rağmen yürüyüşü gerçekleştik. Nihayetinde Ankara’da talepleri ortaya çıktı.

Yürüyüşte ve demokrasi buluşmalarında iktidarın muhalefeti bastırma gücü çok açık ortaya çıktı. Hakkari’de neredeyse her sokakta zırhlı araçlar bekliyordu ve ona rağmen insanlar büyük bir coşkuyla bizi karşıladılar, aynı coşkuyla uğurladılar. İktidarın baskıcı rolü çıplak bir şekilde ortaya çıktı. Ama halkın umudu, HDP’den beklentileri, muhalefetten beklentileri çok daha açık bir şekilde ortaya çıktı. Unutulmayan tablolardan biri, Hakkari’de keskin nişancıların arkasından insanlar HDP bayrakları ve zafer işaretleriyle bize el salladılar. Hakkari’den Van’a yol boyunca çok büyük bir askeri konvoyla geldik. Konvoyla paralel bir şekilde bu yürüyüşü gerçekleştirdik. Bir yandan toplumun demokrasi ve barışa susamışlığı, umut ve kararlılığına karşı, iktidarın ne kadar baskıcı olduğu, muhalefeti ne kadar engellediği ne kadar diktatörleştiği ortaya çıktı. 

Demokrasi İttifakı açısından nasıl bir süreç oldu?

Demokrasi yürüyüşümüzün temel ayaklarından biri, yürüyüş güzergahlarında sivil toplum örgütleri, kanaat önderleriyle bir araya gelmek, toplumun, kentin bütün dinamikleriyle bir araya gelip, onların görüşlerini almaktı. Biz aslında 1 Haziran’da aynı zamanda demokrasi ittifakı çağrımızı yineledik. Tam da demokrasi ittifakındaki çağrılarımızın gereği olarak, toplumun bütün kesimleriyle bir araya gelmeye çalıştık. Demokrasi buluşmalarımız tam da bu noktada örgütlediğimiz buluşmalardı. Bu ülkenin geleceği olan bütün toplumsal yapılara, bütün muhaliflere, sivil toplum örgütlerine demokrasi ittifakı çağrımız vardı. Bir yandan muhalefeti inanılmaz baskılarla kırıp, döküp, parçalayıp, dağıtmaya çalışan bir iktidar gerçekliği var. Diğer yandan derdi bu ülkenin geleceği olan bir muhalefet var. Bu muhalefetin bir araya gelmesi gerektiğini düşünüyoruz. Demokrasi ittifakı etrafında bir araya gelerek, halkın sorunlarına çözüm bulacak, bu ülkede demokrasinin inşası için adımlar atacak bir ittifaka ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. 

Demokrasi buluşmalarıyla bunlar biraz gerçekleşti. Hatay’da Halklar ve İnançlar Buluşması’nda Türkiye’nin dört bir yanından farklı halklar Hatay’a gelerek, kendilerini ifade ettiler. İzmir’deki demokrasi kürsümüzde sivil toplum örgütleri, partiler, gençler, toplumun temel dinamikleri o kürsüden kendi sözlerini söylediler. Bu kez biz değil, onlar konuştular. Ankara’daki KHK buluşması aynı zamanda bir adalet arayışıydı, adalet buluşmasıydı. İnsanlar, sivil toplum örgütleri sözlerini söylediler. Biz sadece bu sesin kamuoyunca duyulmasına vesile olduk. 

1 Eylül’e nasıl bir plan ve programla gidiyorsunuz? 

Parti Merkez Yürütme Kurulu’nun tartışacağı bir gündem. Birkaç gün içerisinde netleşecek. Ancak Demokratik Mücadele Programımızı başlatırken, ‘demokrasi mücadelesi uzun soluklu bir mücadeledir’ dedik. Ülke demokratikleşinceye kadar devam edecek olan bir mücadeledir. Biz 3 aylık bir program açıkladık. 1 Haziran’dan 1 Eylül’e kadar gidecek süreç. Bizim demokrasi mücadelemiz, demokrasi yürüyüşümüz bu zaman aralığı ile kısıtlı bir şey değil. Bu 1 Eylül’e giderken de 1 Eylül’den sonra da devam edecek bir mücadele. Bulunduğumuz her yerde, sokaklarda, işçisiyle, yoksuluyla, fabrikadaki çalışanıyla bir araya gelerek, onların sesi olmaya, onlarla mücadele etmeye, onların sesini duyurmaya devam edeceğiz. 1 Eylül’e giderken de barış taleplerini dillendirmeye devam edeceğiz. 1 Eylül’den sonra da sokaklarda olmaya devam edeceğiz. Çünkü demokrasi mücadelesi uzun soluklu bir mücadele ve bu mücadele bugünden yarına bitecek bir mücadele değil. Haliyle bizde durmayacağız, mücadele etmeye devam edeceğiz. 

PKK Lideri Abdullah Öcalan’a yönelik tecrit sürüyor, aile ve avukat görüşüne izin verilmiyor. Açlık grevleri ve ölüm oruçları sürecinde verilen sözler tutulmadı. Bu süreçte bizzat Adalet Bakanı’nın açıklaması vardı. Bugünkü engellemelerin gerekçesi nedir, yasal dayanağı var mı?

İmralı Adası’nın en büyük handikabı, hukukun işlememiş olmasıdır. Açlık grevlerindeki temel talep, Türkiye açısından hukukun işletilmesiydi. Dolayısıyla avukat görüşmeleri o zaman da engellenirken bir hukuki dayanak yoktu, bugün de engellenirken hukuki bir dayanak yok. Aile görüşmeleri engellenirken o gün de hukuki bir dayanak yoktu, bugün de hukuki bir dayanak yok. O dönem direnişin yarattığı güçle hükümet kimi açıklamalarda bulundu, kimi sözler verdi. Aslında verdiği söz, hukuku işleteceğinin sözüydü. O sözü verirken bile iktidar hukuku işletmediğini itiraf etti. ‘Ben hukuku işletmiyorum, çok keyfi bir şekilde avukat görüşmelerini engelliyorum, avukat görüşmelerindeki yasal engel yoktur, bundan sonra görüşmeler gerçekleşebilir’ dedi. Ama birkaç görüşmeden sonra tekrar engellendi ve hiçbir yasal dayanağı olmadan, hiçbir hukuki veri olmadan bunu yapıyorlar. Pandemiden kaynaklı her ne kadar görüş kısıtlılığını gerekçe gösterseler de -aile görüşü açısından bunu ifade ediyorlar- Türkiye’nin bütün cezaevlerinde sınırlı da olsa hala avukat görüşmeleri gerçekleşiyor. Dolayısıyla hukuki bir engel yok, pandemi engeli de yok. İktidar hukuksuzluğunu devam ettiriyor. Çok doğrudan iktidarın savaş ve Kürt sorununa yaklaşımıyla ilgili bir durum. Kürt sorununa yaklaşımı, Kürde düşmanlığının somut yansımadır. 

İletişim (telefon görüşmesi) hakkı da kullandırılmıyor. 

Pandemide bütün cezaevlerinde aile görüşleri engellendi veya sınırlandırıldı. Ama onun yerine telefon görüşmesi ikame edildi. Her cezaevinde her mahpus haftada iki defa telefonla görüşme hakkını kullanabiliyorken, İmralı Adası’nda bunu kullandırtmıyorlar. Aslında mesele pandemi değil. Mesele tamamen iktidarın Kürt düşmanlığı ve Sayın Öcalan’a yaklaşımıyla ilgili bir durum. İktidar tecrit politikasında ısrarcı ve savaş politikasında olduğu gibi bu durum yaşanıyor. 

CPT İmralı raporu açıkladı...

CPT çok açık bir itirafta bulunuyor. ‘Sistem değişmeli’ diyor. İmralı Adası’nda kısmi avukat görüşmeleri yapılmış olsa da avukatların Haziran ayından sonra görüşme gerçekleştiremediğini, hak ihlalinin devam ettiğine dair CPT de durumu belgeliyor. İktidarı yeniden uluslararası sözleşmelere ve kendi iç hukukuna uymaya davet ediyor. 

Tecrit neye, kime hizmet ediyor?

Tecridin halklara hizmet etmediği çok net. Bu ülkenin barışına, özgürlüğüne, demokrasisine hizmet etmediği de çok net. Tecridin hizmet ettiği tek bir şey var. Savaş. Bu savaştan iktidardan başka nemalanan yok. İktidar; kendi iktidarını kalıcı kılmak için savaşta ısrarcı. Bu savaş artık ülke sınırları içerisinde değil, sınırları aşan bir savaş politikasıyla bunu gerçekleştiriyor. Suriye’ye, Federe Kürdistan Bölgesi’ne saldırırken, yetmiyor Libya’da benzer bir politika yürütürken, aslında bir bütünen kendi iç ve dış politikasını savaş üzerinden kurgulayarak yapıyor. Çünkü bu iktidarın topluma anlatacağı yok, topluma vereceği bir çözüm vaadi yok, sorunları çözme, demokrasi ve barış vaadinde bulunacak bir pozisyonda değil. Bu iktidar bunların tamamını gizlemek adına tecrit ve savaş politikasında ısrar ediyor. Tecrit ve savaş politikasında kendisini bir çıkmaza sokuyor. Ortadoğu halklarını bir bütünen savaş ve katliamla yüz yüze bırakıyor. Aslında kendisinin öncülük ettiği savaş politikalarıyla bunu yapıyor. Bu savaşın iktidara da bir yararı olduğunu düşünmüyorum. Bu savaş politikaları aslında iktidarın sonunu hazırlayan, iktidarı halk nezdinde kaybettiren bu politikaya dönüştü. Savaş kimseye kazandırmaz. 

Tecrit ve savaş birbirini nasıl tetikliyor?

İkisi birbiriyle doğrudan orantılı. Tecrit savaşı, savaş tecridi derinleştiriyor. Birini diğerinin sonucu olarak kabul etmemek gerekiyor. İmralı Adası’nın 21 yıllık sürecine baktığımızda, tecrit derinleştiği andan itibaren savaş derinleşmeye başlar. Savaş derinleşmeye başladığı andan itibaren de tecrit derinleşir. İmralı Adası’nda tecridin derinleştirilmesi, Sayın Öcalan ve yanında bulunan 3 mahpusun tecrit edilmesi demek, savaş demektir. AKP iktidarı tecridi bir yönetim biçimine dönüştürdü. AKP, ‘tecrit felsefesinden’ elde ettiği yönetim deneyimini, Türkiye’nin her tarafında uygulamaya çalışıyor. Tecrit politikaları Türkiye’nin her tarafında ısrarcı olmaya çalışıyor. Dışarıda da savaş politikalarıyla bunun üzerinden kurmaya çalışıyor. Hal böyle olunca, birini diğerinin sonucu olarak tanımlamakta doğru değil. İkisi birbiriyle çok iç içe geçmiş, çok doğrudan birbiriyle bağlantılı, birbirinden ayrılmayacak bir denklem. 

2013’te, 2014’te Sayın Öcalan ile görüşmelerin olduğu dönemde dışarıdaki atmosferin yarattığı, ölümlerin azaldığı, daha barışçıl ortamın olması doğrudan bununla bağlantılı. Çünkü Sayın Öcalan’ın çözüme dair projeleri çok esaslı bir politikadır. Dolayısıyla onunla görüşülmeye başlandığı andan itibaren, düşünce ve görüşlerinin dışarıya yansıdığı andan itibaren, bunun ülkede etkisi görülmeye başlıyor. Ortadoğu’da da etkisi görülmeye başlıyor. Aslında tecridin bununla da ilgisi var. Çünkü iktidarın kendisini devam ettirmek için savaşa ihtiyacı var. 

Tecrit ve savaş politikalarını konuşurken, Heftanîn’e yönelik sınır ötesi operasyon sürüyor...

Bu operasyonlar iktidarın savaş politikasıyla ilgili. İçeride, dışarıda savaş yürütüyor. Bu savaşı yaparken, sınır tanımadan, her alanda yapıyor. Federe Kürdistan Bölgesi’nde yaptığı savaş da böyle, Rojava’da yaptığı savaş da böyle bir savaş. Daha önemlisi sivilleri hedef alıyor. Sivilleri hedef alarak bir savaş politikasını yürütüyor. Sadece Federe Kürdistan Bölgesi’nde son 6 ayda 80’i aşkın sivil yaşamını yitirdi. İktidar kendisini öldürmek üzerinden, savaş yapmak üzerinden var ediyor. Medyası kendi elinde, her alanda algı yaratan bir durumda. Kendi kötülüklerini, kendi zayıflıklarını, kendi yetmezliklerini ya da başarısızlıklarını bu toplumdan çok rahat gizleyebiliyorlar. İndiğimiz zaman toplumun tamamının savaşlardan rahatsız olduğunu görüyoruz. Sonuçta savaşa ön cephede gönderdikleri bu toplumun yoksul gençleri. Gittiğimiz her yerde herkes bir şekilde ölme halinden, ölüm siyasetinden rahatsız olduklarını fark ediyor. İktidar savaştaki başarısızlıklarını haliyle gizliyor. Çünkü insanların başka sorunları da var. Ülkenin içerisinde olduğu ekonomik kriz, insanların geçim derdi vs. Savaşa ayrılan bütçenin insanlarda yarattığı tahribatlar, bu ülkenin ekonomisinde yarattığı tahribatları herkes bilen ve gören bir yerde. İktidar elindeki gücü kullanarak bu durumu toplumdan gizliyor. 

Kürt sorunu "savaş" ile çözülür mü?

Çok net anlaşılması gereken bir şey var ki; Kürt sorunu savaşla çözülmez. Kürt sorunu demokratik barışçıl yöntemlerle, diyalog ve müzakere ile çözülür. Bunun adresi de bellidir. Sayın Öcalan ile bu süreci başlatmak ve devam ettirmektir. 2013’te Newroz Deklarasyonu ile başlayan süreç, hem Sayın Öcalan’ın toplum nezdindeki gücünü ve etkisini gösterdi hem de çözüm gücü ve çözüm iradesi olduğunu gösterdi. Daha önemlisi barışın halkta nasıl etki yarattığını gösterdi. Sayın Öcalan’ın 2013 Newrozu’na gönderdiği mesajı Amed Newrozu’nda milyonlar dinledi. Bu aslında barış ve çözüme olan inançtı, Sayın Öcalan’a olan inançtı. İktidarın kabul etmesi gerekenler bunlar. Çözüm ve barış süreci için adres bellidir. Sayın Öcalan ile bu süreci başlatmaları gerekir. 

İktidarın çok net topyekûn bir Kürt düşmanlığı var. Kürt düşmanlığını yaparken, Kürdün doğasına, hayvanına, mezarlığına, her alanda yapıyor. Çok yakında zamanda Dersim’de dağ keçilerinin ihaleye çıkarılması. Tepkiler sonucu geri adım atıldı. Benzer uygulamayı şimdi Bingöl’de çıkarttılar. Bu coğrafyaya ait her şeye karşı topyekûn bir düşmanlıkları var. Orman yangınları da böyle. Her yaz orman yangınlarıyla karşılaşıyoruz. Çünkü Kürdün doğasını da yok etmek istiyor. Siyasal düşmanlıkla beraber, bir de pratikte bir düşmanlık yansıması var. İktidarın mezarlıklara yönelik uygulaması yeni bir uygulama değil. İktidarın son birkaç yılda devam ettirdiği, Garzan’dan çıkardığı ve Kilyos’ta kaldırımlara gömülen cenazelerden başlayarak gelen bir düşmanlığı var. Bu Kürt düşmanlığını görmek gerekiyor. 

Bir tepki var ama sıkıntı bu tepkinin örgütlü olmaması. İktidarın uygulamaları karşısındaki en temel handikaplardan biri bu. Örgütlenme alanlarının daralmasından kaynaklı tepkiler örgütlü tepkiye dönüşmüyor. Çoğu zaman kişisel tepkiyle kaldığı için sonuç yaratmıyor. Düşünün iktidar 2016’da darbe girişimi sonrası bunu bir nimet sayıp, bütün örgütlenme alanlarını, sivil toplum kuruluşlarını, bütün dernekleri KHK’larla kapattı. İnsanların nefes alacağı alanlar bırakmadı. Şimdi bunun dezavantajlarını toplum olarak yaşıyoruz.

Aylardır kadınlara yönelik operasyonlar var, Rosa Kadın Derneği üye ve yöneticileri, TJA aktivistleri tutuklandı. Ayrıca son zamanlarda kadına yönelik şiddette ciddi bir artış var, yine kadınların katledilmesi, taciz ve tecavüz... Tüm bunlar yaşanırken, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme tartışmaları başladı. Hükümetin kadına yönelik politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

İktidarın muhalif tüm kesimlerin kazanımlarına yönelik bir saldırısı var. En büyük saldırı ise kadın kazanımlarına yönelik. Bir süredir adım adım ördükleri, dünya kadın hareketine mal olmuş eşbaşkanlık sisteminin kriminalize edilmesiyle başlayan bir saldırı süreci söz konusu. İşte kayyıma bir gerekçe olarak gösterilen sisteme saldırı var. Eşbaşkanlık sistemini, kadınların eşit temsiliyetini, siyasette söz sahibi olmalarını kabullenemeyen, bu konuda tekçi, erkek yönetim biçimini toplumun her alanına dayatan bir iktidar gerçekliği var. Sonrasında çıkarttıkları infaz yasasıyla kadına şiddet uygulayan faillerin tahliye edilmesi, bu suçların devam etmesi… Çocuk istismarını meşrulaştıran istismar affı hazırlıkları var. Son olarak İstanbul Sözleşmesi’nden geri çekilmeyi gündeme getirdiler. 

İktidar özellikle Rosa Kadın Derneği yöneticilerinin tutuklanmasıyla, TJA aktivislerinin gözaltına alınması ve tutuklanmasıyla, ‘Ben kadındaki şiddeti meşru görüyorum, kadına yönelik şiddet meşrudur, ben bu konuda mücadele yürüten kadınları, bütün muhalefete yaptığım gibi gözaltına alır, tutuklar, bastırırım’ diyor. Diğer yandan ‘kadınlara saldırarak, onlara geri adım attırarak, gerekirse İstanbul Sözleşmesi’nden imzamı çekerek devam ederim’ diyor. Hesaba katmadıkları bir şey var. Artık sınırları aşarak dünyaya yayılan bir kadın mücadelesi var. Kadınlar kendi kazanımlarını kolay kolay bırakmazlar. 

Kadın mücadelesi, dikkat ederseniz pandemi sürecinde de sürekli sokakta olan, eylem ve etkinlikte olan bir mücadeleydi. İktidarın kendince oluşturmaya çalıştığı makbul kadın kılıfına girmeyen, bunu kabul etmeyen kadınları cezalandırmaya çalışıyor. Aslında toplumu cezalandırıyor. Bir ülkede kadınların kaybetmeye başladığı andan itibaren, ülkenin demokrasisi kaybetmeye başlar. Aslında iktidarın kendi yönetme mantığı itibariyle çok keskin erkek kodlar ve tekçi sistem üzerinden bunu yapmaya çalışıyor. Bu farklı dilleri, inançları, kültürleri kabul etmediği gibi kadınları da kabul etmeyen bir sisteme dönüşüyor. Dolayısıyla İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik saldırı, kadın hareketinin bir bütünen kazanım ve mücadele geleneğine yönelik bir saldırıdır. 

CHP Genel Kemal Kılıçdaroğlu, partisinin kurultayından sonra Kürt sorununda "çözüm sözü" verdi ve CHP'nin "Kürt raporu" hazırladığı gündeme geldi. Kılıçdaroğlu'nun bu çıkışını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kuşkusuz Kürt sorunu bu ülkedeki en temel sorunlardan biri. Ve daha önemlisi Kürt halkının kolektif haklarının kabul edilmesi ve tanınması temel sorunlardan biri. Bu ülkede siyaset yapıyorsanız, Kürt sorununun çözümüne ve Kürtlerin kolektif haklarına dair bir sözünüz olmalı. Bu anlamıyla önemli ama iktidar tarafından Kürt kazanımlarına dönük ciddi bir saldırı hali var. Kürde çözümsüzlüğü, katliamı ve ölümü dayatan çok ciddi bir iktidar politikası var. Bunu söylerken, bir de iktidarın öncülük ettiği Kürt düşmanlığına dair de bir sözünün olması gerekiyor. Buna bir karşı çıkışının olması gerekiyor. Yoksa bu ülkede iktidarın kendisi de çözüm süreci diye başladı, Kürtlere dair bir sürü olumlu söz de söyledi ama geldiğimiz aşamada Kürtlere korkunç saldırı, Kürde karşı düşman hukukunu uygulamaktan öteye geçemedi. Bu konuda pratik hamleler olması gerekiyor. Samimiyetin ve toplum nezdinde ikna edici olabilmesi için pratik adımların olması gerekiyor. 

CHP bir Kürt raporundan bahsediyor. Ama raporla beraber CHP Kürt sorununun çözüm yolunu da açıklamalı. İktidarın Kürde yönelik düşman politikalarına bir karşı duruşu, bir tavrı olmalı. Bunlarla birleşince bir anlam ifade edecektir. 

Parti olarak uzun yıllardır Üçüncü Yol diye tanımladığınız ve pratik olarak da “Demokrasi İttifakı” çağrısını sıklıkla yapıyorsunuz. 101 Aksaçlı’nın imza attığı bildiride de benzer bir çağrı vardı. Demokrasi İttifakı ile neyi kastediyorsunuz, biraz daha somutlaştırabilir misiniz?

İktidar bu toplumu kutuplaştırıcı bir siyasete mahkum ediyor. ‘Ya benim yanımdasın ya da karşımdasın’ diyerek, insanları ak ile karayı seçmeye zorluyor. Biz üçüncü yol siyasetinin olduğunu ve demokrasi güçlerinin, iktidarın bize dayattığı siyasi geleneklerine mahkum olmadığını anlatmaya çalışıyoruz. Son birkaç yıldır kritik kimi eşiklerde, HDP’nin yaptığı kimi hamlelerle bu biraz ortaya çıktı. İşte 31 Mart seçimlerindeki süreç böyle bir süreçti. Yine 23 Haziran İstanbul seçimlerindeki süreç böyle bir süreçti. Tabanın sesine, halkın sesine ses verildiği zaman, gerçek anlamda bir halklar ittifakının geliştiğini ve güçlendiğini fark ettik. Bu ittifakın iktidara nasıl kaybettirdiğini birlikte gördük. 

Üçüncü Yol ile gelişecek Demokrasi İttifakı; tam da yeniden halklar ittifakına, bu toplumun temel dinamiklerinin, Türkiye toplumunu renklendiren, güçlendiren, büyüten demokratik hamlelere zemin hazırlayan, yine demokrasiyi güçlendiren bütün kesimlerin bir araya gelip, ortak tavrına dönüştürülmesine ihtiyaç var. Üçüncü Yol, Demokrasi İttifakı dediğimiz böyle bir şey. Toplumun bütün kesimlerinin, bütün yapılarının derdi bu ülkenin demokrasisi, bu ülkenin geleceği olan bütün yapıların bir araya gelerek yaptığı bir ittifak olmalı. Bu anlamıyla 101 Aksaçlı ve bizim yaptığımız çağrılar bu nitelikte çağrılardır. 

“İktidar en zayıf dönemini yaşıyor” tespitleri var. Diğer yandan muhalefete de parçalı ve yeterli olmadığı eleştirileri yapılıyor. Bir muhalefet partisi olarak HDP, CHP, İyi Parti ve diğer muhalif partileriyle açıktan ittifak yapma olasılığı var mı? Sizin muhalefete sözünüz ve çağrınız nedir?

Türkiye muhalefetinin yapması gereken, bu ülkeye demokrasinin nasıl geleceğini ve demokrasiyle tekrardan nasıl buluşacağını bir araya gelip konuşmasıdır. Çünkü mevcut iktidar demokrasi değerlerini askıya alıyor, sürekli saldırıyor. Askıya almaktan da öte artık yasal düzenlemelerle demokrasi değerlerinin son kırıntılarını da yok etmeye çalışan, engellemeye çalışan bir yerden siyaset yürütüyor. Sonuçta sosyal medya yasağı tam da bunlardan biriydi. İktidar aslında halkın haber alma hakkına müdahale ediyor, engellemeye çalışıyor. Muhalefetin kendisinin bir araya gelerek bu ülkenin geleceğini demokratikleştirmenin projesini tartışmalı ve bunu oluşturmalı. Bunu bir seçimle sağlayabilir mi? Bu çok ayrı bir tartışma konusu. Daha önemlisi seçimden önce bir demokrasi mücadelesi vermek gerekiyor. Bir mücadele hattını birlikte oluşturmak gerekiyor. Muhalefetin demokrasi mücadelesi konusunda bir tutumunun olması gerekiyor. Mücadele hattında bir araya gelip, demokrasi mücadelesi oluşturacak mı? Bunun netleşmesi gerekiyor. Yoksa iktidara sadece söylemde muhalefet etmek, bu ülkeye maalesef demokrasi getirmiyor. Muhalefetin esas olan pratikte iktidarı zayıflatacak demokratik mücadele programları oluşturmaya ihtiyacı var.

Röportaj: Özgür Paksoy

6 Ağustos 2020