Günay: Demokrasi için İmralı tecrit sistemi lağvedilmeli

Parti Sözcümüz Ebru Günay'ın Mezopotamya Ajansı'na verdiği röportaj:

İktidarın İmralı Adası’nda bir yönetim biçimi oluşturduğunu belirten HDP Sözcüsü Ebru Günay, Türkiye demokrasisinin Abdullah Öcalan’ın özgürlüğünden geçtiğini ve bunun için İmralı tecrit sisteminin lağvedilmesi gerektiğinin altını çizdi. 

Küresel güçlerin ortaklığında gerçekleştirilen uluslararası komplo sonucu 9 Ekim 1998’de Suriye’den çıkan PKK Lideri Abdullah Öcalan, 15 Şubat 1999’da Türkiye’de özel olarak dizayn edilen İmralı F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi’ne getirildi. 23 yıldır ağır tecrit koşullarında tutulan Abdullah Öcalan, yapılan tüm hukuki girişimlere rağmen aile ve avukatlarıyla görüştürülmüyor. AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın topyekûn savaş konseptini devreye koymasıyla derinleştirilen tecrit sonucu Abdullah Öcalan’dan 18 aydır haber alınamıyor. PKK Lideri, her ne kadar açlık grevi eylemleri sonucunda 2019 yılında 5 görüşme gerçekleştirse de 27 Temmuz 2011’de bugüne avukatlarıyla görüşmesi engelleniyor. Abdullah Öcalan, ailesiyle de son olarak 25 Mart 2021’de kesintili bir telefon görüşmesi gerçekleştirebildi. 

Abdullah Öcalan’ın ailesi ve müdafiliğini yürüten Asrın Hukuk Bürosu’nun yaptığı başvurular ise ya “disiplin” cezaları gerekçesiyle reddediliyor ya da yanıtsız bırakılıyor. Hukukun askıya alındığı İmralı Adası’nda derinleştirilen tecrit sistemine karşı Asrın Hukuk Bürosu başta olmak üzere insan hakları ve hukuk örgütlerinin yaptıkları tüm başvurular da sonuçsuz kalıyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) kararları ve bu kararları denetleyen Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu’na rağmen şimdiye kadar İmralı Adası’nda hukuki hiçbir adım atılmadı. Nitekim Türkiye, Asrın Hukuk Bürosu’nun başvurusu üzerine Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne verdiği yanıtta, Abdullah Öcalan’ı “umut hakkı”ndan muaf tutması, İmralı’da yürürlükte olan iki hukuk sisteminin de itirafı oldu. 

İnsan ve hukuk örgütlerinin girişimlerinin yanı sıra son olarak 22 ülkeden 350 avukat, PKK Lideri Abdullah Öcalan ile İmralı’ad bulunan diğer tutuklular Ömer Hayri Konar, Veysi Aktaş ve Hamili Yıldırım ile görüşmek için Adalet Bakanlığı’na başvuruda bulundu. 

Halkların Demokratik Partisi (HDP) Sözcüsü Ebru Günay ile İmralı tecrit sistemini, haber alınamama halini, buna karşı hukuki girişimlerini, tecrit ve savaş arasındaki bağı, Abdullah Öcalan’ın Kürtler başta olmak üzere Türkiye ve Ortadoğu halkları açısından rolünü ve çözüm gücünü değerlendirdi. 

PKK Lideri Abdullah Öcalan’dan 18 aydır haber alınamıyor. İmralı tecrit sistemi nasıl bir aşamaya geldi? 

İmralı, bütün iletişim kanallarının kesildiği, aile ve avukat görüşlerinin engellendiği, temel mahpus haklarının kullandırılmadığı, mektup, faks, telefon haklarının kullanılmadığı bir alana döndü. İmralı tecrit sistemi, dönemsel olarak nitelik değiştirse de özellikle darbe mekaniğinin devreye girdiği 15 Temmuz sonrası tümden bir mutlak tecrit alanına dönüştü. Tecrit, ülkenin yönetim biçimi haline dönüştürüldü. Son dönemlerde haber alınamama hali ise İmralı Adası’ndaki derinleşen tecridin başka bir ifadesi oluyor. DTK Eşbaşkanı Leyla Güven ve cezaevlerindeki diğer tutsakların öncülüğünde açlık grevleri sürecinde gerçekleşen avukat görüşmeleri oldu. Dönemin Adalet Bakanı, avukat görüş yasağının kaldırıldığını söyledi, bu konuda bir engelin olmadığını ifade etti. Ama maalesef hukuk tekrar işletilmedi, AKP-MHP iktidarı mutlak tecridi sürdürdü. 

İktidar, ülkeyi yönetmenin zeminini, İmralı’da mutlak tecritten alıyor. 21 yıllık İmralı tecrit sistemine dönüp baktığınızda, hiç bu kadar iletişimsiz, dış dünyayla temasın olmadığı, haber alınamama halinin bu kadar olduğu bir dönem görülmedi. Hep bir şekilde belli periyotlarla da olsa bir haliyle Sayın Öcalan ile fiziki temaslar gerçekleşti. 2011’deki avukat görüş yasağıyla başlayan, darbe süreciyle devam eden, en nihayetinde açlık grevlerinden sonraki süreç itibariyle hiçbir bu kadar uzun süreli bir iletişimsizlik yaşanmamıştı. AKP iktidarı, İmralı Adası’nda tecrit politikasıyla kendisini nasıl ayakta tuttuğunu gösterdi. 

Tecrit her alana yayılıyor tespitleri sıkça yapılıyor. Tecridin ilk yayıldığı alan neresi oluyor? Topluma etkileri ne oluyor? 

2002’de iktidara gelen, 20 yıllık tecrit politikasının ayaklarını oluşturan bir AKP gerçekliği var. İktidar, ilk adımı 2005’te çıkardığı “Öcalan yasaları” ile attı. Devamında İmralı’daki tecridi derinleştiren ağırlaştırılmış müebbet hapis sistemi, hücre içerisinde hücre cezasının verilmesi, darbe sürecinde aldığı kararlar gibi birçok örnek var. Her geçen gün derinleştirdiği tecride hukuki kılıf çıkaran bir iktidar var. Tecridin hukuki kılıfını meşru olmayan ama yasalarla zemin hazırlayan bir AKP iktidarı var. Avukat görüşmesinin kayıt altına alınması, üçüncü bir kişinin olması, avukat-müvekkil görüşmesinin bir mahremiyetinin kalmaması… Bunu yapan iktidar, İmralı’da bir yönetim biçimi oluşturdu. Bu durum, Türkiye toplumunun tamamına nüfuz etmeye başladı. Aslında toplumun her kesimini, her alanını bir tecrit politikasıyla yönetmeye başladı. İmralı Adası’na dönüp baktığımızda, tecrit sistemi teklik üzerine kuruludur. 2009’dan sonra yanına başka tutsaklar götürülmüş olsa da Sayın Öcalan adanın tek mahpusuydu. Nitekim diğer tutsaklarla da sınırlı temaslar gerçekleştirdi. Avukat görüşü olunca, aile görüşü engellendi; aile görüşü olunca avukat görüşü engellendi. İmralı Heyeti bir dönem gitti, bu dönemde de başka görüşmeler gerçekleşmedi. İmralı Adası’nda her şey teklik üzerinde kurulu. Dolayısıyla teklik mantığı, şimdi tam da tek adam rejimi, AKP iktidarının toplumu yönetme biçimine döndü. Bütün farklılıkları yok sayması, teklik mantığıyla ilgili. Dönüp baktığımızda, bir eylem etkinliklere müdahale etme biçimi, alanları kapatma biçimi, yasaklama biçimi, tümden alanları tecrit etmek üzerinden kurulan bir uygulama hali söz konusu. 

Önceki gün Dersim’deydik. Dersimliler, maden şirketlerinin alan kapattığını söyledi. Bu alan neye göre kapatılıyor, neye göre maden alanına dönüştürülüyor. Dışarıdan sivil insanlar o alana giremiyor. Bu işte yönetim biçimine dönüyor. Sürekli bir yasaklama hali, sürekli eylem etkinlik yasaklama hali. Eylem etkinliklerde sürekli ablukaya abla biçimi, yalnızlaştırmaya çalışma hali, dinamik yapılarla toplumsal yapılar arasına blok koyma hali, tüm bunlar tecridin yansımasıdır. Yönetim biçimi dediğimiz tam da bunu ifade ediyor. Maden ocaklarının Dersim’de alan kapatması da tecrit politikasından zeminini buluyor, Cudi’de ormanların talan edilmesi de buradan zeminini alıyor. O alanları kendi yandaşlarına peşkeş çekiyorlar, bağımsız heyetlerin gidemediği bir alan haline getiriyorlar. 

Aslında her şeyi toplumdan görünmez kılmanın yöntemidir. Hakikati toplumdan gizlemenin yöntemidir. İmralı’da bir hakikat var, bir gerçeklik var. O hakikati engellemeye çalışıyorlar. İktidar, İmralı’da bir yönetme felsefesini, kendi faşizminin felsefesini inşa etti. Bunu bu kez toplum üzerinden inşa etmeye çalışıyor. Yok sayma, kırım politikası, hakikatleri çarpıtma, bunların tamamı mantığını tecritten alıyor. Bütün olayların çarpıtılması, bütün farklıkların yok sayılması, tamamen tecrit politikasıyla ilgili. Bu anlamda İmralı tecrit sistemine karşı çıkmak, Türkiye’nin demokratikleşmesi, AKP’nin faşizminin kurumsallaşmasına bir karşı çıkışı ifade ediyor. İmralı tecrit sistemine karşı duruş, demokrasinin turnusol kağıdıdır. İmralı tecrit sistemi devam ettiği sürece, Türkiye’de bir demokrasi anlayışı gelişmeyecektir. Türkiye’de bir demokratik, özgürlükçü kimliklerin kendisini özgürce ifade ettiği bir yaşam sağlanmayacaktır. İmralı’da hala bir tecrit devam ediyorsa, bu bir şekilde topluma sirayet edecektir. 

Daha önce tecrit ile savaşın doğru orantılı olduğu değerlendirmesinde bulundunuz. Bu tespit geçerliliğini koruyor mu?

Tecritte ısrar etmek, savaşta ısrar etmektir. Bu iktidar toplumla savaşıyor. Her şeyi bir kenara bırakalım, yarattığı sünni düşmanlar dışında, günlük sistematik olarak toplumla savaş halinde, toplumun değerleriyle savaş halinde olan bir iktidar var. Kuşkusuz savaş politikaları ve tecrit politikaları arasında bir doğru orantı var. Savaşın derinleştirilmesi, tecridi derinleştiriyor; tecridin derinleşmesi de savaşı besliyor. Bu birbiriyle doğru orantılı ve bağlantılı bir zemin. Sayın Öcalan’ın temsil ettiği ve savunusunu yaptığı bir hat var. Kadın Özgürlükçü, Ekolojik, Demokratik bir hattı savunuyor. Demokratik ulus değerleri, toplumların, halkların, kadınların, gençlerin bir arada özgürce yaşayacağı bir hattı, bir yaşam felsefesini ifade ediyor. Aynı zamanda toplumsal bir barışı da ifade ediyor. Şimdi siz çok güçlü bir toplumsal barışın öncüsünü, bu kadar toplum lehine sonuçlar yaratan felsefeyi ve ideolojik perspektifin öncüsünü izole ettiğiniz andan itibaren, tavrınızı savaştan yana koymuş oluyorsunuz. Üstüne bir de AKP iktidarının savaşmadan ayakta kalamayacağı gerçeğini de eklediğimizde, bu ülke dış politikada sürekli savaş halinde olur. 

İşte Kuzey ve Doğu Suriye topraklarına saldırı halinde, Federe Kürdistan Bölgesi’ne saldırı halinde, Libya’da ve Doğu Akdeniz’de bir savaş siyaseti yürütülüyor. Azerbaycan ve Ermenistan’daki rolü, Yunanistan’da savaşa girişmesi… Bunlar temelini tecritten alıyor. Çünkü savaşmazsa, tecrit politikalarında ısrar etmezse, topluma söyleyeceği bir gerçeği yok. Sürekli topluma düşmanlık yapan, toplumun bütün dinamiklerini bir şekilde katleden ve yok etmeye çalışan, savaş halinde olan bir iktidarın bu topluma söyleyecek bir şeyi yok. 

Savaş ne kadar tecritle bağlantılıysa, barış da bir o kadar da Sayın Öcalan’ın görüşlerinin dış dünyaya yansımasıyla ve İmralı tecrit sisteminin lağvedilmesiyle o kadar ilintili bir şey, o kadar doğru orantılı, o kadar birbirini besleyen, topluma o kadar umut olan bir süreci ifade ediyor. Bunu da yine biz İmralı tarihi ve deneyimlerinden biliyoruz. Sayın Öcalan çok kısmi görüşmelerinde bile toplumda nasıl bir umut yarattığı, savaş politikalarının nasıl geriye çekildiğini, insanların nasıl daha özgürce kendisini ifade ettiğini gösteriyor. Ya da bu süreçte Sayın Öcalan kendisi için ne istiyor? ‘Sağlık, özgürlük ve güvenlik koşulları sağlanırsa, bir müzakereye ve gerçekten bir diyalog ve barış sürecine geçiş mümkündür’ diyor. Dönüp baktığımızda, bu sağlık, özgürlük ve güvenlik koşulları, şimdi toplum için temel ihtiyaçlardan birini oluşturuyor. Türkiye toplumunun gerçekten bu üç koşula da ihtiyacı var.

Bunların sağlanması için neler yapılmalı? 

Bu İmralı tecrit sisteminin lağvedilmesinin temel koşulu, sağlık, özgürlük ve güvenlik koşuludur. Toplumu güçlü bir şekilde savunan, toplumu koruyan, güçlendiren bir hattan bahsediyoruz. Bu nedenle İmralı tecrit sistemi demokrasinin mücadelesinin turnusol kağıdıdır. Orayı görmezden geldiğiniz an, iktidarın tecrit politikasının içerisine düşüyorsunuz. Bu bir demokrasi mücadelesi olmaktan çıkıyor, iktidarın tecrit politikalarına çanak tutmaya dönüşüyor. İktidarın bu nedenle bu kadar tecrit politikalarında ısrar ederken, tecridi vurgulayanları, buna karşı açık mücadele edenleri bu kadar açık bir şekilde tehdit etmesinin sebebi budur. Bir haliyle tecrit karşıtı mücadeleyi de tecrit ederek, toplumu tümden kendi faşizan algılarına yöneltmeye çalışıyor. Dolayısıyla çok güçlü bir şekilde tecride karşı ses yükseltmek, her yerde her koşulda bunu ifade etmek, bunun toplumda yarattığı yıkımları da göz önünde bulundurarak yol almak gerekiyor. 

Asrın Hukuk Bürosu Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne yaptığı başvuruya dair Türkiye, Abdullah Öcalan’ı umut hakkından muaf tuttuğunu itiraf etti. Hukukçuların “Öcalan’a özgü yasalar” olarak tanımladığı bu durum, aslında “ölene kadar hapis cezası” anlamına geliyor. Türkiye’nin itirafıyla İmralı’da nasıl bir hukuk sistemi devrede? 

Türkiye Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (AİHS) taraf bir ülke; Avrupa Konseyi’ne üye ve taraf bir ülke. Dolayısıyla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) kararlarını uygulamak zorunda, bunun gereklerini yerine getirmelidir. ‘Umut hakkı’ da bunlardan biri. Ama tabi AKP iktidarı, özellikle Sayın Öcalan söz konusu olduğunda, keyfi, yasa dışı, meşru olmayan bir hukuk sistemi yaratıyor. ‘Umut hakkını uygulamayacağım’ demek, keyfi, meşru olmayan, yasa dışı tavrı ifade ediyor. Bu konuda hem AİHM’e hem de Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne, yine uluslararası mekanizmalara çok büyük işler düşüyor. AİHM kararlarının tanınmaması, uygulanmaması, kabul edilebilir değil. AKP iktidarı uzun süredir bir haliyle AİHM kararlarını tanımayarak, bu konuda AKP’nin tabiri caizse temel hak ve özgürlüklerine, insan hakları temel hukukuna, AİHM’e karşı bir meydan okuma hali var. Söz konusu tecritle ilgili olunca, bunu daha çok gerçekleştiriyor. Bu ilk değil. Hatırlarsanız yeniden yargılamayla ilgili verdiği kararda, AKP karara göre yeniden bir düzenleme yaptı. O günden başlayan hukuksuzluk, şimdi Anayasa Mahkemesi kararlarının tanınmaması sürecine getirdi. 

İmralı tecrit sistemi, İmralı Adası’ndaki hukuk sistemi, bir negatif hukuk kuruculuğudur. Ne kadar olumsuz, işkence ve kötü muameleye hizmet eden uygulama varsa, önce İmralı Adası’nda uygulanır. Ondan sonra başka yerlerde uygulanmaya başlanır. Önce avukat görüş yasağı, avukat-müvekkil görüşmesinin dinlenmesi, kayıt altına alınması, üçüncü kişinin bulunması, 2005’te İmralı’ya getirilmiş özel bir yasaydı. O dönemde şöyle dediler: Bir şey olmaz, sadece İmralı’da uygulanacak. Zaman geçti, darbe sonrası bütün cezaevlerinde uygulanmaya başlandı. AKP iktidarı bunu dayanak gösterdi. OHAL kararı alındı, cezaevlerindeki bütün kısıtlamaların çerçevesi daha OHAL kanunu Resmi Gazetede yayınlanıp yasallaşmadan, hemen ertesi gün İmralı’da karar altına alındı. Cezaevlerinde OHAL boyunca uygulanacak olan hukuksuzluğun çerçevesini çizdiler. OHAL kanunundan önce İmralı’da infaz hakimi karar verdi ve süresiz bir şekilde adaya giriş çıkışları yasakladı, avukat görüşleri gerçekleşmediği gibi her türlü iletişimin kesilmesi şeklinde hukuksuz bir karar aldılar. Oradan bir kez daha negatif bir anlamda hukuk kuruldu. Şimdi ‘umut hakkı’yla bunu gerçekleştiriyor. Doğrudan düşmanca saiklerle gerçekleştiriliyor. Adadaki hukuk mekanizmasının ne kadar politize olduğunu da gösteriyor. Söz konusu İmralı Adası olduğunda, kendi yasalarını dahi yok sayan bir iktidar gerçekliğinden söz ediyoruz. ‘Umut hakkı’yla ilgili yeniden bir ayrımcılığı da açık bir şekilde gösteriyor. 

İmralı’da haber alınamama hali sürüyor. 18 aydır Öcalan’dan haber alınamıyor. İktidar ne amaçlıyor? 

Sayın Öcalan’ın toplumsal dinamiklerle, toplumsal güçlerle, yapılarla, kendisine destek verenlerle, ideolojik perspektifi üzerinden çalışma yürütenlerle, toplumun bütün dinamikleriyle bağının kesilmesi amaçlanıyor. Tecrit dediğimiz, unutturma siyasetidir, toplumdan koparma siyasetidir. Sayın Öcalan’ın geliştirdiği felsefe, politik hat, mücadele zemini, toplumsal barıştan yana olan tavrı, iktidarın tecrit politikalarında başarıya ulaşmasını engelledi. Kürtlerle, Türkiye toplumuyla, Ortadoğu toplumuyla Sayın Öcalan ile aralarında bir bağ var. 8 Mart’ta, Newroz’da, 1 Mayıs ve 1 Eylül alanlarında Kürtler ve dostları çok açık bir şekilde Sayın Öcalan’dan yana, özgürlüğünden yana tavrını koydu. İktidarın tecritle hedeflediği şeyin aslında istedikleri gibi olmadığını gösterdi. Toplum kendisi için tavır sahibi olan, kendisi için mücadele eden, toplumsal barışın nasıl inşa edileceğinin farkında, bu konuda güvendiği, sözüne itibar ettiği, sözünün bağlayıcı olduğunu bildiği en önemli siyasi aktör Sayın Öcalan’dır. 

Toplum bunun farkında, her türlü tecrit politikasına rağmen unutturmak mümkün değil. Çünkü Sayın Öcalan’ın geçmiş mücadele deneyimi, kendi hayat öyküsü, geliştirdiği Kadın Özgürlükçü, Ekolojik ve Demokratik paradigma toplumla iç içe oluştu. Bu bağ yılların deneyimi, bu bağı değiştirmek, zayıflatmak öyle kolay değil. Zorlu zamanlardaki reflekslerde bunu gösteriyor. Açlık grevleri, kitlesel eylemlikler, bugün yine milyonlara mal olmuş, Ortadoğu halklarına mal olmuş demokratik ulus perspektifi ve hattı, bunu gösteriyor. Unutturmak asla mümkün değil. Başta Kürtler ve Türkiye toplumunun Sayın Öcalan ile bağı çok güçlü. Hatırlarsanız, 1999’da ilk İmralı Adası’na getirildiğinde, kendisi ‘Milyonların iradesini 13 metrekare alana sığdıramazsınız’ değerlendirmesinde bulunmuştu. Aslında bu aradaki diyalektik bağı gösteriyor. Tarih bunun ne kadar haklı bir tespit olduğunu gösterdi. Bunu değiştirmek iktidarın tecrit politikalarıyla gerçekleştireceği bir şey değil. 

Türkiye’den 775 avukat Adalet Bakanlığı’na İmralı Cezaevi'ne gitmek için başvuruda bulunmuştu. Son olarak 22 ülkeden 350 avukat da Öcalan ve diğer tutuklularla görüşme talebiyle benzer başvuruda bulundu. Diğer yandan ise Adalet Bakanlığı’nın sessizliği sürüyor. Bu başvuruları ve bakanlığın sessizliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kuşkusuz hem 775 avukatın başvurusu hem 350 avukatın başvurusu çok önemli. İktidarın bütün yasadışılığına, bütün ikili hukuk uygulamalarına karşı hukuk mücadelesi veren ve bu konuda ısrarını savunan bir mücadele hattını ifade ediyor. Bu aynı zamanda Türkiye’yi, Adalet Bakanlığı’nı hukuka davet ediyor. Ama tecrit politikaları sonucu AKP iktidarı ve yine Adalet Bakanlığı bu konuda sessizliğini korumaya devam ediyor. Çünkü yaptıkları yasadışılığı, hukuksuzluğu izah edecek hiçbir veri yok ellerinde. Bunu aksini söyleyecek, hukuksuzluğun doğruluğunu izah edebilecek bir veri yok ellerinde. Dolayısıyla verecekleri cevapları olmayınca, sessizliği tercih ediyorlar. Ak dediklerine birkaç dakika sonra kara diyebilen bir iktidar var.

Baktığımız zaman Kürt sorununa dahi değinmeyen bir muhalefet söz konusu. Muhalefet Öcalan’ın rolü ve misyonunun farkında değil mi? Tecride karşı çıkmayan, Kürt sorununa dair bir sözü olmayan muhalefetin çoklu krizlere karşı bir çözümü olur mu? Yine partinizin bu anlamda sözü olmayan bir cumhurbaşkanı adayına desteği olur mu?

Bu konuda HDP’nin tavrı çok net. HDP bir yıl 27 Eylül’de açıkladığı deklarasyonla nasıl bir tavır alacağını gösterdi. HDP, mevcut durumun seçimlerden ibaret olmadığını, seçimleri aşan bir durumun olduğunu ortaya koydu. Kürt sorununun çözümünün seçimle izahatının mümkün olmadığını söyledik. Türkiye’nin demokratikleşmesi meselesinde, ittifak tartışmalarında nerde ve nasıl durduğunu kendi deklarasyonunda açık bir şekilde ifade etti. Bu konuda ilkelerin ve demokratik bir Türkiye’nin inşa etmek için konuşulabilecek bir zemine ihtiyaç olduğunu söyledik. Bunu söylemeye de devam ediyoruz. Mesele sadece bizim için seçimin olması, mevcut iktidardaki ismin değişmesiyle ilgili bir mesele değil. İsmin değişmesinden öte, kalıcı bir demokratik Türkiye’nin inşası nasıl olur? Bizim için esas olan bu. Seçimden sonraki süreçtir esas olan. İsim değişebilir ama gelen yeni iktidarda aynı tavrı, imha, inkar ve tecrit politikasında ısrar edecekse, bu bir problemdir. Faşizmin iyisi kötüsü yoktur. Faşizm, faşizmdir. 

Neye ihtiyaç var? 

Türkiye toplumunun bir hafızası var, Kürtlerin bir hafızası var. Kürt sorununun demokratik yollarla çözümüne dair toplumun ikna edilmesine ihtiyaç var. Kürtlerin kimlik problemlerinin çözüleceğine dair Kürt toplumunun ikna edilmesine ihtiyaç var. Anadilinde eğitim konusunda çözümün olup olmadığına dair ikna ihtiyacı var. Demokratik bir anayasanın çözümü konusunda nasıl bir yol yöntem izleneceğine dair Kürt toplumunun, Türkiye toplumunun ikna edilmesine ihtiyaç var. Bunlar demokratik bir sürecin ilkelerini de belirliyor. Bizim için bu ilke ve esasları konuşmak, Türkiye’de gerçekten kalıcı bir demokrasinin, kalıcı özgürlüklerin gelişmesini sağlamaktır. Bizim tavrımız, tutumumuz bunu güçlendirecek noktada olacaktır. HDP’nin durduğu yer kalıcı demokratik ilkeleri ifade ediyor. Aksi bizim açımızdan mümkün değil. Bizler cumhuriyetin 200’üncü yılına doğru evrilirken, yüzyıldır ötekileştirilen, yok sayılan, inkar edilen, her türlü dışlanmış, ayrımcı politikaya maruz kalmış yapılar, gruplar, kadınlar, gençler, halkların bir yüzyıl daha aynı politikalarla karşılaşması büyük bir problem. Demokratik bir cumhuriyetin inşası, tüm ezilen, ötekileştirilen, dışlananların, kendisini 200’üncü yüzyılda ifade etmesi, bizler açısından önemli. Bizim tavrımız, halklardan, kadınlar ve gençlerden yana bir tavır. Bunun için bir realiteyi görmek gerekiyor. Kürt sorununun demokratik çözümünde, en makul, en barışçıl aktör Sayın Öcalan’dır. Bunu Türkiye’de kalıcı bir barışı, toplumsal bir barışı, demokratik bir Türkiye’yi inşa edecek her yapı ve güç, bu realitenin farkında olmalı ve bunu bilerek yol almalıdır.

Röportaj: Özgür Paksoy

17 Eylül 2022