HALKLARIN DEMOKRATİK PARTİSİ’NİN MANİSA'NIN SOMA İLÇESİNDE BAŞTA 13 MAYIS 2014 TARİHİNDE OLMAK ÜZERE MEYDANA GELEN MADEN KAZALARININ ARAŞTIRILARAK BU SEKTÖRDE ALINMASI GEREKEN İŞ SAĞLIĞI VE İŞ GÜVENLİĞİ TEDBİRLERİNİN BELİRLENMESİ AMACIYLA KURULAN MECLİS ARAŞTIRMASI KOMİSYONU RAPORUNA

        MUHALEFET ŞERHİ

                                                                            ARALIK-2014

 

2014 YILINDA MADENLERDE YAŞAMINI YİTİREN

Mustafa Bektaş, Dursun Ozan, Mehmet Özalp, Ziya Yılmaz, Musa Olgun, Muammer Keskin, Şahap Kaplan, Talip Yuğnük, Mehmet Ata Kutlu, WenliangZhang, Sabri Akyüz, İbrahim Ertürk, Mustafa Akay, Ağa Aydemir, Sabri Mağrur, Metin Keskin, Muammer Ketim, Erdal Kaşıkçıoğlu, Uğur Beyhan, Erhan Bozkır, Burak Kökez, Fahri Aşkın, Halil Kara, Durmuş Kaya, Mehmet Tunç, Ramazan Baraç, Muhittin Tak, Erdem Çelikmen, Süleyman Akay, Mustafa Yirik, Musa Seven, A.A., Ahmet Baysal, Emin Baysal, Selahattin Uçar, İbrahim Sağnak, Ali Çankay, Tunahan Gürocak, Mehmet Aygün, Abdullah İnal, Abdullah Özdemir, Abdullah Sivri, Abdülmüttalip Akay, Adem Abokan, Adem Çetiner, Adem Varol, Ahmet Akbulut, Ahmet Akdemir, Ahmet Ali Aslan, Ahmet Avcu, Ahmet Bal, Ahmet Çelik, Ahmet Ergün, Ahmet Erol, Ahmet Gülcü, Ahmet Güven, Ahmet Kaya, Ahmet Soluk, Ahmet Şen, Ahmet Varal, Akif Doruk, Ali Biçak, Ali Çiftçi, Ali Gül, Ali Kavas, Ali Kilit, Ali Şahin, Ali Şentürk, Ali Yanar, Ali Yüksel, Arif Demir, Aşkın Koyun, Aydın Özgün, Ayhan Avcı, Bayram Ali Dağlı, Bayram Bayındır, Bayram Erol, Bayram İndirik, Bayram Parça, Beytullah Çakır, Bilal Ay, Bilal Bilgi, Bilal Malkoç, Burak Karayel, Celal Sevinç, Cemal Kaya, Cemal Yıldız, Cemil Taşdemir, Cengiz Çantal, Cengiz Kargı, Cengiz Şimşek, Davut Ağız, Davut Çeçen, Davut Duran, Davut Köse, Doğan Yıldırım, Dursun Demircan, Emin Esen, Emin Kurt, Emin Mazı, Emrah Çakır, Emrullah Armut, Engin Yıldırım, Ercan Cezeli, Erdal Demirel, Erdoğan Köse, Erdoğan Merdim, Erdoğan Sevben, Ergun Koyakkaya, Ergün Akkuş, Ergün Sidal, Erkan Altuntaş, Erkan Doğdu, Erol Işık, Erol Uysal, Ersin Çetin, Ersin Keçeli, Evren Sarı, Faruk Karahan, Fatih Köse, Fedai Bozdağ, Ferhat Avkaş, Ferhat Canbaz, Ferhat İren, Ferhat Tokgöz, Feridun Çelik, Gafur Şen, Gazi Osman Sümer, Gökhan Yılmaz, Göknur Kocagedik, Güngör Kayrak, Hakan Taşdemir, Hakan Uçkun, Hakkı Doğan Sal, Halil Ergöz, Halil İbrahim Doğan, Halil İbrahim Hamurcu, Halil Koca, Halil Şevik, Harun Keskin, Hasan Akkaş, Hayri Türker, Hayrullah Baygül, Himmet Anaçlı, Hüseyin Avkaş, Hüseyin Dalbudak, Hüseyin Demir, Hüseyin Kılıç, Hüseyin Kılıç, Hüseyin Top, İbrahim Biçer, İbrahim Çelik, İbrahim Çelik, İbrahim Duman, İbrahim Gezer, İbrahim Gökçe, İbrahim Kutbey, İbrahim Salgın, İbrahim Sungur, İdris Arslan, İdris Duran, İlkay Yıldırım, İlyas Özkan, İlyas Yıldırım, İsa Aldemir, İsa Çalış, İsa Sadan, İsa Sevben, İsmail Aslan, İsmail Aslan, İsmail Canbal, İsmail Çata, İsmail Çoşkun, İsmail Değirmen, İsmail Gezer, İsmail Gürpınar, İsmail Kalkan, İsmail Kutlu, İsmail Öztürk, İsmail Şengür, İsmail Tulum, İsmail Yıldırım, İsmet Yılmaz, Kader Yıldırım, Kadir Özel, Kamber Çağlar, Kamil Çal, Kasım Softa, Kazım Karaçoban, Kemal Çoban, Kenan Akdeniz, Kenan Aksoy, Kenan Avcı, Koray Karadağ, Mahmut Akbulut, Mehmet Akif Günaydın, Mehmet Ali Özcan, Mehmet Ateş, Mehmet Azman, Mehmet Çelik, Mehmet Efe, Mehmet Emin Çardak, Mehmet Eser, Mehmet Gülşen, Mehmet Şentürk, Mehmet Yavaş, Mehmet Yetim, Mesut Memiş, Mesut Özkoç, Metin Burmalı, Metin Uslu, Mithat Özdirik, Muhammed Arslancan, Muhammed Çağan, Muhammed Girgin, Muharrem Çiçek, Muharrem Şen, Muhsin Taş, Murat Avcı, Murat Gezgin, Murat Gümüş, Murat Kandemir, Musa Kara, Musa Karaçoban, Mustafa Çalı, Mustafa Dağlı, Mustafa Fenerli, Mustafa Kaya, Mustafa Kocabaş, Mustafa Korkmaz, Mustafa Sedat Toprak, Mustafa Türkhan, Muzaffer Eren, Mücahit Yardımcı, Nihat Kayrak, Niyazi Bayram, Niyazi İzmir, Niyazi Kurban, Numan Kandemir, Nurhan Yankın, Nurettin Kara, Nurettin Yıldız, Nurullah Köse, Okan Merdim, Orhan Öksüz, Osman Fındık, Osman Özgün, Osman Şam, Ömer Afacan, Ömer Elibol, Ömer Özcan, Özay Eren, Özcan Bozdağ, Özcan Öncü, Özcan Sarı, Özgül Çiftçi, Özgür Çevirgen, Özgür Şen, Ramazan Aldemir, Ramazan Çakır, Ramazan Çatar, Ramazan Doğan, Ramazan Kökçü, Ramazan Mercan, Ramazan Savaşan, Ramazan Sökmen, Ramazan Şahin, Ramazan Uçkun, Ramazan Ünal, Ramazan Yavaş, Recep Aldemir, Recep Gümcür, Recep Terzi, Recep Türk, Remzi Artar, Rıdvan Kazancı, Rıdvan Koçhan, Ruhi Dağlı, Sadettin Yılmaz, Sadık Akdağ, Sadık Çakır, Sadi Almaz, Sadrettin Güngör, Saffet Şahin, Saim Özcan, Sait Karaca, Sami Yıldırım, Sebahattin Aydın, Sefer Hazar, Sefer Yayla, Selahattin Kayrak, Selami Tizel, Semai Aktaş, Serkan Buran, Serkan Güneş, Seyit Ali Çetin, Sezai Kılıç, Sinan Yılmaz, Suat Esen, Süleyman Akcan, Süleyman Aldemir, Süleyman Çata, Süleyman Kandemir, Süleyman Tunahan Ulusoy, Şaban İlçi, Şahin Aydın, Şavki Değirmen, Şenay Baygül, Şerafettin Girgin, Şerif Genç, Şerif Gezgin, Şevket Saban, Şinasi Tokmak, Tebib Kaska, Talip Özten, Tayyip Şenlik, Tezcan Şentürk, Tolga Özcan, Tuncay Sidal, Tuncay Şahin, Tuncer Ülhan, Turgay Yağcı, Turgut Yılmaz, Uğur Canbey, Uğur Çolak, Veysel Arkan, Yahya Aybak, Yıldırım Güney, Yılmaz Çiftçi, Yılmaz Erol, Yunus Yılancı, Yüksel Akcan, Yüksel Cangül, Yüksel Yaşar, Zabit Ataş, Zekeriya Kuzu, Zeki Coşkun, Zeki Gezer, Zeynel Uzar, Zühtü Yıldırım, Mustafa Ok, Ferdi Gürlek, İbrahim Akar, Ekrem Alma, Mehmet Yolcu, Naim Caner, Erman Çetin, Ersin Erdoğan, Recai Akol, Şaban Adıgüzel, Mehmet Aslan ve Cömert Yeşilırmak 

TÜM MADEN EMEKÇİLERİNİ SAYGIYLA ANIYORUZ!

 

 

 

 

İçindekiler

1-Önsöz

2-Giriş

3-Türkiye’de Madenciliğin Kısa Tarihsel Arka Planı

4-Soma Katliamının Temel Nedenleri

5-Soma Araştırma Komisyonu’nun Hazırladığı Rapora İlişkin Değerlendirme ve Eleştiriler

6-Öneriler

7-Sonuç

 

Görüş ve önerileri ile muhalefet şerhine katkı sunan;

Maden Mühendisleri Odası’na,

Jeoloji Mühendisleri Odası’na,

Türkiye Devrimci Maden Arama ve İşletme İşçileri Sendikası’na

Türk Tabipler Birliği’ne

MMO Eski Genel Başkanı Mehmet Torun’a

Yrd. Doç. Dr Özgür Müftüoğlu’na

Teşekkürler..

 

 

 

 

ÖNSÖZ

“Kapitalist modernitenin dini milliyetçilik, imanı liberalizmdir” tespiti sömürü ve kar maksimizasyonunun amentüsünü oluşturur. Aydınlanma düşüncesinin yarattığı anaforun etkisi, Fransız devriminin sarsıcılığı ve sanayi devriminin zaman ve mekân çerçevesini yeniden belirlemesi ulus-devlet milliyetçiliğini geliştirmiş; ulus devlet milliyetçiliği de kapitalizm ve liberalizm ile kendini sağlama alan bir yönelim içerisinde olmuştur. Bu yönelim ortaya çıktığı ilk günden bu yana yayılmacı ve işgalci  bir karaktere sahip olmuştur. Artık insanların refah ve huzuru makinelerin hızından ve ulus-devletlerin oluşturduğu mekanlardan sorulacaktı. Kapitalizm tarih sahnesine çıktığı  ilk günden itibaren dünya ölçeğinde iş gören ve 16. yüzyıldan bugüne dek kronik  krizler yaşamasına rağmen kendisini yeniden üreten bir sistem olagelmiştir. Kapitalist modernite 500 yüzyıllık geçmişi  ile  insanlık tarihinin en yıkıcı dönemi olarak toplumsal ve bireysel gelişimin ani-tezi durumundadır.

Uygarlık serüveninin en yıkıcı dönemi olarak tarif edilen kapitalizm, bireysel ve toplumsal gelişimin önünde en büyük engel olarak kendisini bütün zamanların en fazla iktidar üreten ve artık değere el koyan aşaması olarak ifade edilmelidir. Tarihsel olarak adı firavun, nemrut ve sultan olarak nitelendirilmiş bütün sömürü dönemlerinin toplamını aşan bir artık değer üretimini, kapitalist dönemin küçük bir zaman diliminde üretilebilecek duruma gelinmiş, sömürü çeşit, hacim ve derinlik kazanarak toplumsal alanın her boyutuna bulaşabilme olanağına kavuşmuştur. [1]

Kapitalist modernite bağrında taşıdığı kronik krizlerin her tekrarında kendini yeniden restore edebilme kapasitesine sahip bir sistem olarak üretim ve bölüşüm ilişkilerini her seferinde sermayenin lehine yeniden üretmiştir. Kapitalist modernite,dünyayı bir yağma ve talan alanı gören; karın maksimize edilmesi için her türlü sömürü mekanizmasını kuran, yöneten ve bunun rızasını da üreten küresel bir komplikasyondur. Yani kapitalizm bir ekonomi olmaktan ziyade, tekel karını baz alan, meşru toplumsal bir ekonomiyi engelleyici nitelikte ki küresel bir düşünce ve faaliyet alanıdır.[2]

Türkiye’de kapitalist modernitenin gelişimi ve sermaye birikimi oldukça sancılı ve kanlı bir süreçten geçerek bugünlere geldi. Hıristiyan ve Musevi azınlıkların sermayelerine el koyarak başlayan birikim süreci "Büyük Sağ" geleneğin kalkınmacı retoriği ve pratiği ile farklı bir merhaleye ulaştı. Sözü edilen bu sağ gelenek “Menderes-Demirel-Özal” hattının son temsilcisi olan AKP’nin eklemlenmesiyle tarihsel bir devamlılığa ulaştı. Büyük Sağ gelenek, dahası, refah ve zenginleşme arzusunu, medeniyetin ana motoru olarak görür; modernliğe Aydınlanmadan, müspet ilimden daha garantili erişme yolunun iktisadiyattan geçtiğinin, kısacası kapitalizmin bilincindedir. [3] Bu bilincin en keskin hali olan AKP, "şefaatın" yerine "inşaatı" ikame ederek kendi ideolojik-politik yönelimini net çizgilerle belirlemiştir. Bu anlamda karşı göründüğü geleneksel Türk burjuvazisinden daha farklı bir ideolojik bir nosyona sahip olmadığını kalın çizgilerle ortaya koymuştur.

12 Eylül askeri darbesinin beslediği ve semirttiği Türk-İslam sentezinin birkaç kez adaptasyondan geçirilmiş hali olan AKP, geleneksel İslami değerlerin ağırlıkta olduğu “milli görüş” gömleğini çıkararak en önemli adaptasyondan geçirilmiş oluyordu. Milli görüş hattını terk ederek devlet elitlerinin taleplerine duyarlı, neoliberal politikalarla tam uyumlu, orta sınıfları asıl kapsama alanı olarak gören ve enformasyon çağının kimi özellikleriyle uyumlu “muhafazakâr demokrat” kavramıyla kendini ifade etme yolunu seçen  AKP’nin, temel hedefini “toplumda derin kökleri bulunan yerel değerleri muhafazakâr gelenekle” yeniden üretmek olarak tanımlaması da belirttiğimiz ideolojik algısına içkindi.

1980’li yıllarda Özal iktidarı ile başlayan ancak 1990’lı yıllarda yavaşlayan neo-liberal dönüşüm ile ABD emperyalizminin, Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme projesi ile üst üste gelmesi, AKP’yi ülkenin ve bölgenin önemli bir aktörü haline getirdi. Özellikle kendi içerisinde “güç ve çıkarlar” koalisyonu olan AKP, "Büyük Sağ" da Özal'ın çizdiği kalkınmacılık rotasını takip ederek ama onu kat be kat aşan bir büyüklüğe ulaşmıştır. Büyük Sağ, kendi siyasal meşruiyetinin ve iktidar mücadelesindeki gücünün de aslen maddi refah arzusuna hitap etmek olduğunun bilinciyle davranır. Muhafazakar-liberal sentezin kökeni ve Türk liberalizminin en ‘ciddi’ kökü, buradadır.[4]

2002 sonrasını anlamak için bu kök üzerinden AKP'nin ekonomi politikaları ile kalkınmacılık anlayışını incelemek büyük bir önem kazanmaktadır. Özellikle inşaat sektörü ve kentsel mekanların yeniden dağıtımı üzerinden yeni bir sermaye birikim rejimi oluşturulmuştur. Burada sanayi sektörü birincil sektör olmaya devam ederken "Sermayenin ikinci çevrimi" kentsel yapılı çevre­nin üretilmesini içeren sabit sermaye yatırımı olan  fabri­kalar, altyapı sistemleri, okullar, hastaneler, konutalanları, alışveriş merkezleri gibi kentsel yapılı çevrenin farklı bileşenleri  sermaye birikiminin kârlılı­ğı için sürekli olarak yeniden ve yeniden üretildiler. Kentsel dönüşüm sürecinde mekân yeniden üretilirken, planlayıcı otorite olarak hükümet(devlet)  ve mekânı dönüştürecek olan sermaye sınıfının ortak çıkarı olan “rant” kavramı AKP’nin kalkınmacı retoriğinin alemet-i farikasıdır.

Rantı esas alan ve sermaye sınıfının çıkarlarını önceleyen bu kalkınmacı anlayış, özel sermayenin kâr etmesini engelleyecek bütün kolektif yapıları tasfiye ederek her şeyi piyasanın emrine ve insafına terk eden bir pratiğin yürütücüsü olmuştur. Bunun için neoliberalizmin var olan bütün politikalarını (mali deregülasyon,  serbest ticaret, esnek döviz kuru, özelleştirme, esnek emek piyasaları, tarımın piyasalaşması, kemer sıkma)  asıl niyeti gizleyerek kullanma “usta” lığına erişmenin son adı SOMA KATLİAMI olmuştur. 

 GİRİŞ

13 Mayıs 2014 tarihinde Manisa’da Soma Kömür İşletmelerine bağlı Eynez bölgesi maden ocağında meydana gelen facia son yüzyılın en büyük iş cinayetlerinden biri olarak kayıtlara geçti. Soma Katliamının nedenleri arasında havalandırma sistemlerindeki sorunlar, kaçış yolları yetersizliği, kişisel koruyucu donanımların yetersizliği gibi altyapı ve teknolojik sorunlar olmak ile beraber 301 maden işçisinin yaşamını yitirdiği Soma Katliamı’nın birinci dereceden faili rant hırsı için işçilere kölece bir yaşamı reva gören neo-liberal sistemdir. Bu neo-liberal sistemin ekonomik ve politik organizasyonun icracısı ise AKP Hükümetidir.

Soma Katliamı, yurttaşın başta yaşam hakkı olmak üzere sosyo-ekonomik ve demokratik hakkını güvence altına alan değil, tam tersine yurttaşına karşı kendisini koruyan, iktidar ve sermaye sınıfının ali menfaatlerini merkeze alan devlet ve hükümet anlayışının kanla ödenmiş bir bedelidir.

Rekabete dayanan dünya ticaret ve sanayileşme yarışında, Türkiye’de madencilik alanında sermaye birikimi ucuz işçilikle sağlanıyor. Ucuza üretmek için iş, alt işverenlere bölünüyor. Böylelikle üretim maliyetlerini düşürmek adına standartlar ve yasalar ihlal ediliyor. Aşırı zorlamayla üretim miktarları artırılıyor. Bunun her ikisi de işçinin sırtından sağlanıyor. İşte Soma faciası bu modelin, bu sistemin sonucudur.

Dünyanın 17. büyük ekonomisi olmakla övünen bir ülkede, böylesi bir felaketin kaza olarak olağanlaştırılması, Türkiye'de süre gelen işçi kıyımını normalleştirmektir. Bu felaket iş kazası olarak nitelendirilemez. Çünkü iş kazası olabilmesi için, o iş yerinde tüm teknolojik imkânların kullanılarak, iş sağlığı ve güvenliği hakkında önlemlerin eksiksiz alınmış olması ancak standartlara göre alınmış önlemlere rağmen öngörülmeyen bir durumun kazaya yol açmış olması gerekiyordu. Fakat durum, maliyeti düşürmek için işçilerin göz göre göre ölüme gönderilmesinden ibarettir. İddialar Soma Kömür İşletmesinde açıkça öngörülebilir risk altında çalışıldığını ortaya koymuştur.

Soma havzasında, yeni çalışılan bölgelerde derinliğin artmasına bağlı olarak metan içeriğinin artacağı, kömür damarının grizulu ve yangına elverişli karakterde olması nedeniyle, yeterli araştırmalar yapılıp, uygun çözümler geliştirilmeden üretim yapılmasının bir faciaya yol açabileceği tespiti daha önceden, TMMOB Maden Mühendisleri Odası, Madencilikte Yaşanan İş Kazaları Raporu’nda açık bir şekilde yapılmıştır: "Ülkemizdeki en önemli linyit havzası olan Somada yeni çalışma bölgelerinde, derinliğin artmasına bağlı olarak kömürün yüksek miktarlarda metan içeriğine sahip olduğu belirlenmiştir. Burada hata yapılması asla kabul edilemez. Gerekli olan tüm araştırmalar yapılmadan ve metan drenajı gerçekleştirilmeden burada kesinlikle üretime başlanmamalıdır. Kömür damarının kalın olması ve havzada günümüze kadar metansız ortamlarda çalışılması nedeniyle tecrübe eksikliği nedenleriyle metan drenajı yapılmadan üretim yapılması yeni bir faciaya sebep olabilir."   [5]

Ocağın ihalesini ilk alan firmanın sahayı devretme nedeni de, buradaki kömür damarının metan içermesi ve yangına elverişli olmasıdır. Dolayısıyla, bu firma, işletmeyle ilgili risk değerlendirmesi yapılmadan ve buna ilişkin gerekli önlemler alınmadan maden işletmeciliği yapılmasının son derece riskli olacağını öngörmüştür

Türkiye’deki madencilik sektörü küresel ölçekteki kapitalist üretim modelinin neredeyse yüzyıl gerisinde olduğu Soma Katliamı ile bir kez daha gözler önüne serilmiştir.

Soma'da yaşanan felakete, şirketin "ne pahasına olursa olsun, maliyeti düşürme ve üretimi kesintisiz sürdürme" politikası neden olmuştur. Görünen tablodan yalnızca bu şirket sorumlu olamaz. Bu üretim modelini yaratan ve kömür madenleri ve linyit sahalarını ihalelerle devredenler ve denetim sorumluluklarını yerine getirmeyenler de yaşanan iş cinayetlerinden birinci derecede sorumludur. Bu model, 3-5 firmanın ve bunlara bağlı çalışan "dayıbaşı taşeronlarının" çıkarına ve binlerce işçinin kölelik koşullarında çalıştırılması pahasına ne ekonomik olarak ne de vicdani olarak sürdürülemez. Türkiye'de kömür madenciliğinin mevcut koşullarda sürdürülmesi göz göre göre iş cinayetlerine davetiye çıkarmaktır.[6]

Bir diğer önemli nokta ise 8 Haziran 2011 tarihli Devlet Denetleme Kurulunun (DDK) işçi katliamlarının nedenlerim ortaya koyan ve alınacak önemleri sıralayan 600 sayfalık raporudur. Bu rapor hükümet tarafından dikkate alınmadığı gibi TBMM'de muhalefet partilerinin konuyla ilgili yasama faaliyetleri de işleme alınmamıştır. Raporda Türkiye’de, iş kazasına maruz kalan işçilerin %86.3’ü, iş kazası sonucu hayatını kaybeden işçilerin %53.56 ‘sı “kömür ve linyit çıkartılması” faaliyet kolunda çalışanlardan meydana geldiğini tespit ediyor. DDK bu veriler ışığında madencilik sektörü içinde iş kazaları ve meslek hastalıkları yönünden kömür madenciliğinin en riskli alanı oluşturduğunu vurgusunda bulunmuştu. DDK ‘nın araştırması 510 sayfa gibi kapsamlı bir rapor olarak ortaya konulmuş. Bu rapor baştan sona madencilik sektöründe yaşanan iş kazalarını, bu iş kazalarının önlenmesi için alınması gereken önlemleri, işçi ve iş güvenliği konularını, sektörün durumunu çok net bir şekilde ortaya koymuş. Ruhsat verme aşamasından rutin denetim aşamasına kadar her aşamada devletin üzerine düşen yükümlükleri yerine getirmediğini, denetim görevini eksik yaptığını söylemektedir.

Raporun sonuç kısmında “konunun mevzuat, yönetim, teknoloji, yatırım, teşvik, müeyyide, çalışma ve yönetim kültürü” gibi çok yönü bulunduğu, gerçekten iyileştirmeler yapmak için ise duyarlı ve dirayetli bir yönetim iradesinin var olması gereğidir” diyerek idarenin mesele karşısında takınması gereken tutuma dikkat çekiliyor. Raporun içerisinde sayılan eksikliklerin giderilmesi, önlemlerin alınması için DDK üç Bakanlığı adres olarak gösteriyor. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı.

11.04.2011 tarihinde hazırlanan bu raporun tespit ettiği hususlar; ilgili görülen bu üç bakanlık tarafından yerine getirilmiş olsaydı bugün SOMA faciası yaşanmazdı.

Bu öngörüye rağmen hiçbiri tedbirin alınmaması sonucunda doğan Soma Katliamı göz göre göre gelen bir faciadır. Ölüm kuyuları diye tabir edilen maden ocaklarında işçilerin ölümünden, kötü ve güvencesiz çalışma koşullarından birinci dereceden sorumlu olan hükümettir. Dönemin Başbakanı ve şimdiki Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Soma’da yaşanan felaketi dünyada yüz yıl önce meydana gelen maden kazaları ile kıyaslaması öl-en-dürülen işçilere ve yakınlarına en büyük hakaret olmuştur.

 Facia, hem "madencilik" hem de "işçi sağlığı ve güvenliği" alanında son 12 yıldır ağırlaştırılmış bir biçimde sürdürülen "özelleştirme", "piyasalaştırma" ve "taşeronlaştırma" politikalarının çöktüğünü göstermektedir…Piyasa koşullarına ve özel sektörün "günlük kârı" hedefleyen ufkuna bırakılan bir enerji piyasası, gelinen noktada "liberal" ekonomiyi bile tehdit eder hale gelmiştir. Enerji maliyetlerinde ciddi bir artış yaşanırken, buna paralel olarak enerji alanında çalışan işçilerin maruz kaldığı koşulların kötüleştiği, ölümcülleştiği bugün daha çok görünür hale gelmiştir.[7]

Bu felaket, işçi cinayetlerini durdurmak, işçi sağlığı ve güvenliğini kesin olarak sağlamak için ibret olarak alınmalı ve işçi katliamı artık durmalıdır. Ancak bu felaketten gerekli derslerin çıkarılmadığı 28 Ekim Karaman Ermenek’te yaşanan maden katliamında bir kez daha görülmüştür. Çünkü AKP’nin kalkınma modeli emek sömürüsü ve işçi katliamları üzerinden şekillenmektedir. AKP Hükümeti’nin övünç duyduğu göklere erişen yüksek kulelerin, kurulan her bir ışıltılı AVM’nin, devasa büyüyen holdinglerin, TOKİ’lerin, HES’lerin altında işçi emeği, işçi kanı ve işçi canı vardır.

Soma’da meydana gelen maden faciasının tüm boyutları ile araştırılması, sorumluların tespit edilmesi ve bu temelde kamuoyunun bilgilendirilmesi amacıyla 21 Mayıs 2014 tarihinde AKP, CHP, MHP ve partimiz HDP’nin de üye verdiği “Manisa'nın Soma İlçesinde Başta 13 Mayıs 2014 Tarihinde Olmak Üzere Meydana Gelen Maden Kazalarının Araştırılarak Bu Sektörde Alınması Gereken İş Sağlığı Ve İş Güvenliği Tedbirlerinin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu” kuruldu. Komisyonda partilerin üye dağılım sayısı; AKP:10, CHP:4, MHP:2 ve HDP:1.  4 Haziran 2014 tarihinde göreve başlayan Komisyon, Meclis’te 17 toplantı gerçekleştirirken, 3’ü facianın olduğu Soma olmak üzere 4 inceleme çalışmasında bulundu. Bütün bu incelemelerde ve dinlemelerde ortaya çıkan sonuç; Soma'da yaşanan işçi katliamının taşeronlaştırma, piyasalaştırma ve özelleştirme uygulamalarından bağımsız ele alınamayacağı gerçeğidir.Ancak Komisyon hazırladığı raporda BÜYÜK İŞÇİ KATLİAMINI teknik eksiklikler üzerinden değerlendirerek, olayın siyasi ve ekonomik arka planını örtbas etmeye çalışmıştır. Olayın gerçek nedenleri büyük oranda teknik eksiklikler üzerine kurulunca çözümler de bu doğrultuda olmaktadır. Oysa, gerçek neden ucuz iş gücü üzerine kurulu üretim modellemesinden kaynaklanmaktadır. Soma gibi karşımıza çıkacak nice felaketin asıl müsebbibi olan neo-liberal iktisadi politikalarının yarattığı aşırı kâr hırsının araçları olan emek sömürüsü, esnek çalışma rejimi, güvencesiz çalışma, rodövans, havza madenciliği, taşeron ve işçilere dayatılan örgütsüz yaşamdır. 301 maden işçisinin yaşamını yitirdiği Soma maden katliamıyla, taşeron çalıştırmanın vahşi boyutu, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin yetersizliği, devletin denetimsizlik ve cezasızlıkta ısrarı bir kez daha ayyuka çıkmıştır.

Meclis Soma Araştırma Komisyonu hazırladığı rapor kimi bazı doğru tespitleri içermekle birlikte işçi katliamlarının temel nedenini oluşturan üretim sistemi ve çalışma düzenini değiştirecek herhangi bir önermede bulunmamakta, patronların ve hükümetin sorumluluğunu örtbas etmeye çalışmaktadır.

Bu nedenle Halkların Demokratik Partisi olarak; sermayenin çıkarları ve hükümetin politikalarının etkisi altında kalınarak hazırlanan, emekçilerin, toplumun beklentilerine yanıt vermeyen ve iş cinayetlerine çözüm olmayan Soma Meclis Araştırma Komisyonu Raporuna ŞERH koyuyoruz.

TÜRKİYE’DE MADENCİLİĞİN KISA TARİHSEL ARKA PLANI

Tüm jeolojik evreleri barındıran Türkiye coğrafyası; sanayi için gerekli madenler konusunda şanslı bir bölgedir. Bu yönüyle de dünyanın ilgisini çekmektedir.

Osmanlı döneminde sanayileşmenin ve doğal olarak madenlerin değerinin farkına varılmadığı için batı ve gelişmiş ülkelerle sanayileşme bakımından uçurumlar oluşmuştu.  Kalkınma seviyesini yakalamak için Türkiye çok geç kalmış durumdayken, bunun farkına varan Cumhuriyet tüm olanaksızlıklara rağmen kamu eliyle işe sıfırdan başladı. Madencilikte eğitimden finansmana, maden aramadan, işletmeye ve pazarlamaya, sanayi ile metalürji ile entegre olan bir madencilik yapılanmasına yöneldi. Bu dönemde sektörde hatırı sayılır bir altyapı ve işletmeler yaratılmıştır.

1980’li yıllardan itibaren, “ekonomi yönetiminde kamusal mekanizmaların yerine piyasa mekanizmalarının konulması gerektiği, verimlilik ve refahın bu yolla sağlanacağı” şeklindeki politikaların Türkiye’ye yansımaları gecikmemiş ve bu doğrultuda önce planlı dönem üzerine bir sünger çekilmiş, daha sonra küreselleşmenin en önemli aygıtı özelleştirme uygulamaları başlatılmıştır. Söz konusu gelişmelerin Türkiye madencilik sektörüne yansımaları, özellikle 1990’lardan itibaren hız kazanmıştır. Bu süreçte, madencilik sektöründe öne çıkan söylem “kamu madencilik kuruluşlarının özelleştirilmesi” olmuş, bu amaçla söz konusu kuruluşlarda gerekli olan yatırımlar yapılmamıştır. Türkiye madencilik sektöründe mülkiyet ve yönetim değişikliklerini gerçekleştirmeye yönelik olarak çeşitli kamu kurumlarında sektörel bölünme, ticarileştirme, şirketleştirme ve özelleştirmeye yönelik uygulamalar birbirini izlemiş, madencilik sektörünün kamu ağırlıklı yapısı özel sermayenin de yerini alabileceği bir rekabet ortamına dönüştürülmeye çalışılmıştır.

KİT’lerin özelleştirilmesiyle işletmelerin verimliliğinin artacağı ve makro düzeyde rekabetin sağlanmasıyla ekonomik performansın yükseleceği savı ise teorik dayanaktan yoksun olduğu gibi, uygulamada da bilimsel olarak kanıtlanmamıştır. Havza bazında ve tüm cevher damarlarının bir arada değerlendirilmesi ile gerçekleştirilecek madencilik yatırımlarının özel sektörün kar hırsına terk edilmemesi gerektiği muhakkaktır. Emeğin sömürülmesine dayalı, yeni teknolojiler geliştirmeyen, araştırma, geliştirmeye yönelik yatırımların yapılmadığı, küresel rekabetle karşı karşıya olan ülkemizde üretilen maden ürünlerinin iç pazara ve dünya pazarlarına girmesi zor görülmektedir. Özelleştirilen ETİBANK,TDÇİ, KBİ, ÇİNKUR ve KÜMAŞ ile özelleştirmesi düşünülen TTK ve TKİ’nin tıkanıklık noktasına gelmesinin hesabı mutlaka verilmelidir.

Özellikle son 8 yılda Türkiye’nin gelişmesinin önündeki engelin kamu kuruluşları olduğu, devletin küçültülmesi ve kamunun faaliyet alanının daraltılması ile ülke sorunlarının çözülebileceği söylemi hız kazanmıştır. Bu söylemin madencilik sektörüne yansıması, “kamu madencilik kuruluşlarının kapatılması, özelleştirilmesi, rodövans ile özel sektöre devredilmesi ya da en azından kamu kuruluşlarının yapmakla sorumlu oldukları işlerin özel şirketlere gördürülmesi” şeklinde olmuştur. Ancak bu güne kadar, madencilik sektöründe özelleştirme ve özelleştirmeye yönelik olarak yapılan rodövans ve benzeri çalışmaların hiçbirisinden olumlu bir sonuç alınamamış, madencilik sektörü giderek küçülmüş, buna karşın sektördeki iş kazaları artmıştır. [8]

Türkiye’de madenciliğin bu kısa tarihsel arka planı; Soma Katliamının teknik düzeydeki sorun ve eksikliklerin ötesinde siyasi iktidar ve sermayenin müşterek teşebbüslerinin icraatıolduğunu bütün çıplaklığıyla bir kez daha ortaya koymaktadır.

SOMA KATLİAMININ TEMEL NEDENLERİ

1-Taşeronlaşma:

Türkiye’de taşeronlaştırma, siyasi iktidar tarafından bir emek sömürü mekanizması olarak sistematik bir şekilde örgütlenmiştir. Taşeronlaştırma işçilere dönük sendikal hak ihlalleri, ekonomik ve sosyal hak kayıpları yanında işçi ölümlerine de neden olmaktadır. Özellikle madencilik sektöründe çok ilkel bir şekilde hayata geçirilen taşeronlaştırma sonucu ortaya çıkan aşırı hırs ve denetimsizlik maden kazalarına davetiye çıkarmaktadır.

Devlet, Kamuya ait olan madenleri yürürlükteki mevzuata rağmen rödovans usulüne göre kömür havzalarını kiralayan işveren ve taşeronlara peşkeş çekmiştir. Tabiri caizse devlet halkın malına ihanet etmiştir.

1992 yılından sonra kamu kurumları tarafından çalışılan ocaklarda facia niteliğinde kaza meydana gelmemiştir. Bu bakımdan, 1992 Kozlu kazası milat olmuştur. 2002 yılı sonrasında meydana gelen büyük maden kazalarının hemen tümü taşeron veya rödovans uygulamasının olduğu ocaklarda meydana gelmiştir.[9]

2-Üretim zorlaması:

Üretim zorlaması” Soma Katliamı’nın ardından sıkça duyulmaya başlanan bir kavram. Maden işçileri tarafından “hadi hadi” düzeni olarak tercüme edilen “üretim zorlaması” rödovans modeliyle hayata geçirildi. Modelin temeli, devletin kendi mülkiyetindeki madeni kiraya vermesi ve madende ne üretilirse onu satın alması şeklinde yürüyor. Maden şirketi en az maliyetle ne kadar çok kömür çıkarırsa o kadar çok kazanıyor. Böylece, işçilerin beş dakika soluklandıklarında bile “hadi hadi” diye işe koşuldukları bir emek cehennemi yaratılıyor. Sonuçta, özel sektörde üretilen bir ton kömür için TTK’ye (Türkiye Taş Kömürü Kurumu) oranla 10 kat daha fazla işçi ölüyor. [10]

301 maden emekçisinin yaşamını yitirdiği Soma Maden Faciasının da en önemli sebeplerinden biri denetim ağını ve yasal standartları aşırı derecede ihlal eden taşeronlaştırma sistemidir. Taş kömürü üretiminin Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) ve taşeronları tarafından yapılması dışında 2000 yılı sonrasında özel işletmeler tarafından da üretim yapılmaya başlanmıştır. Aşağıdaki tablodan da anlaşılacağı üzere 2000 yılı ve sonrası yaşanan kazalarda ortaya çıkan ölüm sayılarına bakıldığında milyon ton üretim başına düşen ölüm sayısının özel şirketler tarafından işletilen maden ocaklarında daha fazla olduğu görülmektedir.

 

 

 

 

 

 

 

TTK Üretimi

Özel Üretim

2000

3,98

59,25

2001

2,12

94,82

2002

3,56

80,38

2003

3,98

229,44

2004

2,66

76,78

2005

6,00

3,91

2006

1,97

3,77

2007

2,98

18,36

2008

4,41

11,50

TMMOB Taş Kömürü Raporu, 2008

 

                      

 

Taş kömürü maden kazaları sonucu ölüm sayısı

Milyon ton taş kömürü üretimi başına düşen ölüm sayısı

 

Türkiye

Çin

ABD

Türkiye

Çin

ABD

2000

17

5300

18

7,10

4,08

0,03

2001

18

5670

13

7,22

4,11

0,02

2002

14

5791

19

6,04

3,98

0,04

2003

19

6995

19

9,23

4,06

0,04

2004

10

6027

14

5,14

3,03

0,03

2005

12

5986

7

5,51

2,72

0,01

2006

6

4746

33

2,59

2,00

0,06

2007

20

3786

20

8,02

1,50

0,04

2008

19

3215

9

7,22

1,27

0,02

 

TKİ İle Soma’da işçi katliamının meydana geldiği şirket arasında yapılan sözleşmede kömür üretiminin 1,5 milyon ton olacağı, fakat yüklenici firmanın isteği halinde üretimde artışa gidilebileceği belirtilmiştir. Sahayı ilk alan firma; 2006 yılında 50 bin ton, 2007 yılında 270 bin ton, 2008 yılında 230 bin ton ve 2009 yılında 300 bin ton kömür üretimi gerçekleştirmiştir. Ancak, devir işleminden sonra yeni yüklenici Soma Kömür AŞ üretimi hızla arttırmış ve 2009 yılında 230 bin ton olan üretim 10 kattan fazla arttırılarak 2010 yılında 2,6 milyon tona yükseltilmiştir. Üretimdeki hızlı artış, daha sonraki yıllarda da devam etmiş ve 2012 yılında 3,8 milyon ton düzeyine kadar ulaşmıştır.

Son dört yılda yaşanan hızlı üretim artışları son derece çarpıcıdır. Söz konusu üretim düzeyine bu kadar kısa süre içerisinde çıkılmasının sahanın fiziksel dengelerini olumsuz yönde etkilemiş olabileceği hususu ciddiyetle ele alınmalıdır. Ayrıca, ocakta, görece dar bir alanda çok fazla pano aynı anda çalışılmış, üretim zorlaması ve emek yoğun çalışma nedeniyle panolardaki işçi sayısı giderek artış göstermiş, dolayısıyla kaza riski de hızla yükselmiştir.[11]

 

 

Son 30 Yılda Meydana Gelen Büyük Maden Kazaları

Yer

Tarih

Madenin cinsi

Olayın şekli

Olü Sayısı

İşletmeci

Zonguldak Armutçuk

07.03.1983

Kömür

Grizu Patlaması

103

Kamu kurumu

Zonguldak Kozlu

10.04.1983

Kömür

Grizu Patlaması

10

Kamu kurumu

Amasya Yeni Çekek

14.07.1983

Kömür

Grizu Patlaması

5

Kamu iştiraki

Zonguldak Kozlu

31.01 1987

Kömür

Göçük

8

Kamu kurumu

Zonguldak Amasra

31.01.1990

Kömür

Grizu Patlaması

5

Kamu kurumu

Amasya   Yeni Çekek

07.02.1990

Kömür

Grizu Patlaması

68

Kamu iştiraki

Zonguldak

03.04.1992

Kömür

Grizu Patlaması

263

Kamu kurumu

Kozlu

Yozgat Sorgun

26.03.1995

Kömür

Grizu patlaması

37

Özel firma

Erzurum Aşkale

08.08.2003

Kömür

Grizu patlaması

8

Kamu kurumu adına yüklenici firma

Karaman Ermenek

22.11.2003

Kömür

Grizu Patlaması

10

Kamu kurumu adına yüklenici firma

 

Çorum Bayat

09.08.2004

Kömür

Grizu iştiali

3

Özel firma

Kastamonu Küre

08.09.2004

Bakır

Yangın

19

Özel firma adına yüklenici firma

 

Kütahya Gediz

21.04.2005

Kömür

Grizu patlaması

18

Özelleştirme kapsamında iştiraki

kamu

Balıkesir Dursunbey

02.06.2006

Kömür

Grizu Patlaması

17

Özel firma

Bursa M.Kemalpaşa

10.11.2009

Kömür

Grizu Patlaması

19

Özel firma

Balıkesir Dursunbey

23.02.2010

Kömür

Grizu Patlaması

13

Özel firma

Zonguldak Karadon

17.05.2010

Kömür

Grizu Patlaması

30

Kamu kurumu adına yüklenici firma

K. Maraş Elbistan

10.02.2011

Kömür

Şev kayması

11

Kamu kurumu adına yüklenici firma

Zonguldak Kozlu

08.01.2013

Kömür

Metan degajı

8

Kamu kurumu adına yüklenici firma

Manisa Soma

13.052014

Kömür

Ocak yangını

301

Kamu kurumu adına yüklenici firma

Şırnak

11.06.2014

Kömür

Grizu patlaması

3

Özel olarak açık sistemle işletilen kömür tüneli

Karaman-Ermenek

28.128.10.2014

Kömür

Su kaynağının patlaması

18

Özel firma

 

Yukarıdaki tablonun dışında yer alan ölüm sayısın 1 ya da 2 olduğu ölümlü maden kazasının çok fazla olduğu bilinmektedir.

3-Rödovans: 

Kamuya ait olan madenler rödövans yöntemiyle dolaylı olarak özelleştirildi. Kamunun taşeronu haline getirilen bu özel teşebbüslere büyük kamu imkânları sunuldu.

Bu imkanlar;

a) Maden işletmeciliği yüksek sermaye yatırımı gerektirdiği için kamunun tüm teşvik politikaları bu alanda oldukça yüksek düzeyde uygulamaya konuldu.

b) Hazır madenlerde bulunan kamuya ait tüm kurulu maddi sistemler sermaye tahsis edildi.

c) Üretilen kömürün kamu tarafından alınma garantisi getirildi.

d) Yapılan yasal düzenlemelerle madenlerin denetlenmesi ve iş sağlığı ve işçi güvenliği konuları işveren inisiyatifine bırakıldı. İşletmeci, taşeronluk sisteminin kendisine sağladığı tüm olanakları sonuna kadar kullandı.

e) Bu uygulamaların Soma özelinde ortaya çıkan sonucu ise,  azami kar amacıyla maliyetlerin ton başına 7 kat azaltılması sonucu eskiyi kat be kat artan işçi cinayetleri oldu.

Sadece maden ocakları değil, Türkiye’de hemen her sektör tez elden yandaş sermaye grupları yaratmak ve şişkin ekonomik rakamlar için tam bir işçi katlim merkezlerine dönüştürülüyor.

TKİ'nin son olarak yayımlayabildiği 2012 yılına ait çalışma raporuna göre, 2012 yılında rödovans, ve hizmet alımı usulleri ile özel sektöre yaptırılan üretim de dahil olmak üzere 31,7 milyon tonu açık işletmelerde, geriye kalan 11,1 milyon tonu kapalı işletmelerde olmak üzere toplam 42,8 milyon ton (tuvönan) kömür üretimi yapılmıştır. TKİ verilerine göre bu üretimde açık işletmelerde 26,8 milyon ton, kapalı işletmelerde ise 6,4 milyon ton satılabilir kömür elde edilmiştir. 2012 yılında yeraltı işletmeciliği kapsamında çıkarılan kömürün 6,2 milyon tonu rödovans karşılığında, 4,5 milyon tonu ise hizmet alımı sözleşmesi kapsamında üretilmiş, TKİ'nin kendi üretimi ise 0,4 milyon ton düzeyinde kalmıştır. [12]

AKP İktidarı'nın ilk dönemlerinde 2003 yılında TKİ tarafından 1,1 milyon ton düzeyinde üretim yapılırken, 2004 yılında üretim 0,9 milyon tona düşmüştür. AKP'nin rödovans ve hizmet alımı işlemlerine başladığı ilk yıl olan 2005'de TKİ'nin kendi üretimi 0,8 milyon tona düşerken, özel sektörün faaliyetleri sonucu üretim 2,4 milyon tonu rödovans, 0,2 milyon tonu hizmet alımı olmak üzere toplamda 3,4 milyon tona çıkarılmıştır. Piyasalaştırma işlemlerinin ardından ilk yıl içerisinde aynı yeraltı madenlerinde, aynı teknolojik olanaklar kullanılarak, üretim yaklaşık 3,4 kat artırılmıştır. 2012'de ise toplam yeraltı madenlerindeki üretim, işçiler kölelik düzenine yakın koşullarda çalıştırılarak 11,1 milyon tona ulaştırılmıştır. TKİ'nin yeraltı ocaklarında kamu kaynakları ile gerçekleştirdiği 2003 yılındaki üretim olan 1,1 milyon ton, 2012'de 0,4 milyon tona düşürülürken, toplam üretim rödovans ve hizmet alımı yöntemleri ile 10 kat artırılmıştır. AKP döneminde yaşanan bu değişimin faturası, TKİ'nin rödovans ve hizmet alımı usulleri ile belirlediği taşeronlar ile bu taşeronların görevlendirdiği "dayıbaşları"nın ağır baskısı altında ezilen işçilerin canları ile ödenmiştir. Bu tablodan kuşkusuz, neoliberal politikaların en sadık sürdürücüsü AKP iktidarı sorumludur. [13]

4-Denetim Zaafiyeti

Facianın yaşandığı yeraltı ocağında iş güvenliği denetim sorumluluğu; asıl işveren TKi, alt işveren Soma Kömür AŞ, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı/Maden işleri Genel Müdürlüğü (ETKB-MiGEM) ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı/iş Teftiş Kurulu Başkanlığı'nda (ÇSGB-iTK) olup, denetimlerin bu kuruluşlar adına TKi kontrol teşkilatı, iş güvenliği uzmanları, teknik nezaretçiler, MiGEM personeli ve iş müfettişleri tarafından yerine getirilmesi gerekir.Söz konusu ocakta, bu unsurların hiçbiri tarafından herhangi bir sorun tespit edilmemesi, buna karşın 301 çalışanın ölümüne neden olan facianın meydana gelmiş olması, madencilik sektörünün iş güvenliği denetimi alanında ciddi bir problem olduğunu, başka bir kanıta ihtiyaç olmaksızın, açıkça göstermektedir.[14]

İşçi kıyımının meydana geldiği Soma’daki ocakta belli aralıklar ile denetim yapılmasına rağmen ocak sorunsuz olarak gösterilmiştir. Faciadan sonra bir gazeteye konuşan Soma Holding Yönetim Kurulu Başkanı Alp Gürkan’ın şu sözleri de bu durumu daha iyi izah etmektedir: "Bu işletmede her sene en az 2 kere iş güvenliği müfettişleri gelir ve burayı denetler. 2 defa denetimden geçtik. Müfettişlerin verdikleri denetlemelerin hepsinde iş yerimizin 1. Sınıf iş yeri olduğunu ve her türlü şeyin yerinde olduğunu resmi evrakla bildirirler. Bunların hepsi bizde kayıtlı”

Burada iki sonuç ortaya çıkmaktadır;

a)      Denetim elemanları tehlike arz eden sorunları görme yeterliliğinde değildir.

b)      Denetim mekanizmasının çok büyük ölçüde sorumlulukları alanına giren bakanlar ve toplamda hükümet sorumluluklarını yerine getirmemiştir. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı/Maden işleri Genel Müdürlüğü (ETKB-MiGEM) ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı/iş Teftiş Kurulu Başkanlığı (ÇSGB-iTK) işçinin sağlığı ve güvenliğini değil işveren çıkarına önem vermiştir.

Türkiye’de uygulanan küresel politikaların son aşaması “denetimsizleştirme” olup bunun en önemli icraatlarını AKP iktidarı gerçekleştirmiştir. AKP iktidarı döneminde Yüksek Denetleme  Kurulu, Maliye Teftiş Kurulu, Hesap Uzmanları Kurulu, ÇSGB Bakanlık Teftiş Kurulu; İş-Kur Teftiş Kurulu kapatılarak başka kurullara aktarılmış veya yapıları değiştirilmiştir. Ayrıca ülkemizde son 12 yılda pek çok teftiş kurulu kapatılmış ya da mevzuat ve ekonomik yönden işlevsizleştirilmişlerdir. Bu nedenledir ki Soma kazasında öncelikli olarak eleştirilen teftiş hizmetleri ve uygulamalarının baş sorumlusu AKP hükümetleridir.

Ayrıca, mevcut denetim sistematiği içerisinde; teknik nezaretçi ve iş güvenliği uzmanlarının denetim elemanı olarak tanımlanmalarına karşın ücretlerini denetledikleri işverenden almakta oluşlarının söz konusu personelin denetim yetkilerini hakkıyla kullanabilmelerini güçleştirmesi bakımından faciada rol oynamış olabileceği hususu da gözden uzak tutulmamalıdır.[15]

5-Yanlış Tarım Politikaları

AKP döneminde uygulanan yanlış tarım politikaları ve özelleştirmeler tarımı bitirme noktasına getirdi. Tekel fabrikalarının özelleştirilmesi, TİGEM arazilerinin özel sektöre kiralanması, şeker fabrikalarının satışa çıkarılması, arazileri ve meraların amaçları dışında kullanılmasının yolu açılması, yabancıların edinebileceği taşınmaz miktarının artırılması, 2B’ler ile Hazine’ye ait tarım arazilerinin satışına olanak veren yasaların yapılması ile gelişen süreç tarım sektöründe ciddi bir krize neden oldu.

Yeterli desteği görmediği için topraktan geçimini sağlayamayan 2 milyonu aşkın çiftçi üretimden koptu ve tarım istihdamı yüzde 37.6’dan yüzde 25.2’ye düştü. Üretimin yetersiz kalması nedeniyle tarımsal ithalatta patlama yaşandı

Türkiye’de tarım sektörünün neo-liberal politikaların çarkı altında ezilmesi neticesinde insanlar hem mesleki hem de mekan açısından bir değişimi zorunlu olarak yaşamıştır. Bu gelişmelerden etkilenen bölgelerden biri de Ege Bölgesi olmuştur. Ege Bölgesi’nde insanları tarımsal üretimden kopup kötü koşullardaki madenlerde çalışma mecburiyeti yukarıda saydığımız nedenlerden kaynaklanmaktadır.

Tarım Sektörünü terk eden üreticiler alternatif ürün ekimine ya da madencilik gibi tarım dışı sektörlere yönelmek durumunda kalmıştır. Bu süreç birtakım sıkıntılara yol açarak, büyük şehirlere artan göçü beslemiştir. Maden faciasında yaşamını yitiren işçilerimizin büyük bir kısmı Soma, Kınık, Savaştepe, Kırkağaç ve ivrindi ilçeleri ve köylerinde yaşamaktadırlar. Bu ilçelerimizin ortak özelliği geçmişte Ege bölgesinin önemli tütün üretim merkezleri olmalarıdır. Yanlış tarım politikaları sonucunda toprağından koparılan köylünün, uygun ve yeterli düzeyde mesleki eğitim ve icra edeceği meslekle ilgili gerekli donanıma sahip olmadan madencilik gibi ağır ve risklerin fazla olduğu çalışma alanlarına sürülmesinin bu gibi faciaların oluşumuna katkı koyduğu söylenebilir.[16]

MANİSA'NIN SOMA İLÇESİNDE BAŞTA 13 MAYIS 2014 TARİHİNDE OLMAK ÜZERE MEYDANA GELEN MADEN KAZALARININ ARAŞTIRILARAK BU SEKTÖRDE ALINMASI GEREKEN İŞ SAĞLIĞI VE İŞ GÜVENLİĞİ TEDBİRLERİNİN BELİRLENMESİ AMACIYLA KURULAN MECLİS ARAŞTIRMASI KOMİSYONU’NUN HAZIRLADIĞI RAPORA İLİŞKİN DEĞERLENDİRME VE ÖNERİLERİMİZ:

Değerlendirme

1-Komisyonun hazırladığı taslak raporda, 13 Mayıs tarihinde Eynez Kömür İşletmesinde gerçekleşen ve “facia” olarak tanımlanan olayın vuku bulması, olaya müdahale ve kurtarma çalışmaları ile olay sonrası süreçte yaşananlar üzerine kimi doğru belirlemelerde bulunulmuştur. Özellikle olayın vuku bulmasının nedenleri ( üretim sistemi (rödevans), işyerinde iş güvenliği tedbirlerinin eksikliği, denetim eksikliği ve çalıştırma biçimleri (taşeronluk vedayıbaşılıkvb) konusundaki genel tespitler, uzman kuruluşlar (Maden Mühendisleri Odası gibi) ile partimizin hazırlamış olduğu rapordaki tespitlerle benzeşmektedir.  Tespitler benzeşmekle birlikte kullanılan bir takım tanımlar ve getirilen öneriler, bu tespitlerle çelişmektedir.

2-Her şeyden önce raporda Soma’da gerçekleşen ve 301 işçinin yaşamına mal olan olayın ekonomik nedenlerle (işveren için kâr, hükümet için kalkınma amaçlı) bir dizi ihmalin sonucu olarak gerçekleştiği defaten belirtilmiştir. Ayrıca yer altı madenciliğinin yüksek risk taşıyan bir faaliyet olduğu da raporda yer almıştır. Yüksek risk taşıdığı bilinen bir faaliyetin gerçekleştirilmesinde ekonomik gerekçelerle güvenlik önlemleri ihmal ediliyorsa ortada bir kasıt vardır. Raporda, bu tespitleri yapıldıktan sonra vuku bulan olay kaza ya da facia olarak tanımlanamaz. Bu olay çok sayıda işçinin kasıtlı biçimde ölüme gönderildiği bir “KATLİAM”dır ve böyle tanımlanmalıdır.

Kar hırsından kaynaklı, işçilerin güçlerinin çok üzerinde bir performansla çalıştırılarak fazla üretime zorlanıp dayıbaşları aracılığıyla rekabete zorlandığı, gaz maskelerinin çalışmadığı, yanmaz malzemenin kullanılmadığı, gerektiği kadar gaz sensörünün bulunmadığı, projede yer almayan ve büyük bir risk içeren KARATUMBA üretim yönteminin kullanıldığı ve daha onlarca kasıtlı yanlışın yapıldığı bir yerde İŞÇİKATLİAMI kaçınılmazdır

Raporda “Önceden planlanmamış, bilinmeyen ve kontrol altına alınamamış olan etrafa zarar verebilecek nitelikteki olaylar  kaza olarak adlandırılır” denilmektedir. 13 Mayıs 2014 tarihinde Manisa ili Soma ilçesi Eynez Maden İşletmesi’nde meydana gelen elim olay ise kaza niteliğindedir” tespiti yapılmaktadır. Bu tanım kesinlikle doğru değildir. Çünkü; olayın meydana geldiği kömür ocağında; hem bilimsel çalışmalarda hem de daha önceden yaşanmış pratik örneklerde bu tür olayların olabileceği defalarca dile getirilmiştir.

-  Kömür damarının kendiliğinden yanmaya müsait olduğu,

 - Kömür damarında derin kotlara inildikçe metan gazı arttığı,

- Kömür damarı kalın olup, buna uygun özel  çalışma yöntemler gerektiği,

- Bilimsel olarak kömür damarının çok çabuk tutuştuğu ve yanabileceği ispatlandığı,

 Daha önceki yıllarda aynı kömür damarında kendiliğinden yanma yaşandığı ve 24 gün gibi uzun bir süre bu yangını söndürmek için mücadele edildiği,

Bilinmesine rağmen yaşanan bu işçi kıyımını “kaza” olarak nitelendirmek sorumluları aklamaya dönük bir girişimdir. Yukarıda saydığımız riskler önceden bilinen, öngörülebilen ve önlem alınabilecek durumlardır. Ancak hiçbir önlem alınmamış ve facia göz göre göre gelmiştir.

3-Rapor’da işçi sağlığıyla ilgili önlemlerin alınmamasının görünür sebeplerinin saptanmasıyla ilgili tespitler genel olarak yerindedir. Ancak bu sorunların görünür durumunun ötesinde, kaynağının anlamlandırılmasından kaçınılmakta; sanki basit bir ihmal yahut öngörülemezlik sebebiyle düzenlemelerdeki yanlışların ortaya çıktığı ifade edilmektedir.

4-Raporda kazanın oluşumu ve nedenleri ile ilgili olarak sistemsel ve kurumsal sorunlar üzerinde durulmamıştır. Komisyonun hazırladığı raporda, Bilirkişi raporu ile TMMOB Maden Mühendisleri Odası tarafından hazırlanmış olan raporlarda sorumluluk ve ihmallerine dikkat çekilen; Soma - Eynez sahasının sahibi olan TKİ ile bu sahaya ruhsat veren, projelerini onaylayan ve denetleyen MİGEM ve bu kuruluşların bağlı bulunduğu Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı’nın (ETKB) sorumlulukları ve ihmalleri irdelenmemiştir. Aynı şekilde ETBK ile birlikte sorunun işçi sağlığı ve iş güvenliği sorunu olması hasebiyle ülkemizde 6331 sayılı yasanın sahibi ve uygulayıcısı olan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile bu mevzuatı düzenleyen İşçi Sağlığı ve Güvenliği Genel Müdürlüğü ve denetim sistemini oluşturan ve politikalarını belirleyen İş Teftiş Kurulu Başkanlığı’nın sorumlulukları ve ihmalleri irdelenmemiştir

5-Raporda Soma Katliamının siyasi ve ekonomik arka planı deşifre edilmezken, teknik sebepler de belirsizleştirilmiştir. Oysaki meslek odalarının kapsamlı incelemelerinde de görüleceği üzer facianın kesin nedeni, kömürün kendiliğinden yanması (yarım yanma, içten içe yanma) sonucu açığa çıkan karbon monoksit gazının çalışanları zehirlemesidir. Bunun yanında olayda metan gazının etkisi tartışmaya muhtaçtır. Bu zehirli ve boğucu gazların kaynağı daha önceden çalışılmış eski üretim alanlarıdır. Burada yapılması gereken, eskiden çalışılmış yerlerin çok iyi izole edilmesi ve buralara emniyet mesafesi ölçüsünde uzak durulmasıdır. Ancak; raporda olayın teknik nedeni olarak, belirlenemeyen ve önlem alınamayan tavan boşluklarının göçmesi sonucu yine belirlenemeyen boşluklardaki gazların çalışılan galerilere dolması şeklinde anlatılan gerekçe, facianın ana nedenini bilinmezliğe ve belirsizliğe götürebilecek sonuçlar doğurmaktadır.

İkinci olarak katliamın meydana gelişi; üretimden kaynaklı boşlukların oluşması nedeniyle özellikle fay zonunun bulunduğu bölgede Tasman (çökme) oluşumu ve burada biriken gazların ocağın içerisine yayılması, oluşan gaz yoğunluğunun orada bulunan makinadan çıkan ateşleyici ile yangına dönüşmesi, yanmaz özellikte olması gereken bantların (bu özelliği taşımıyor) tutuşması ile büyümesi şeklinde ifade edilebilir.

6-Facianın nedeni nettir: Aşırı kar hırsı amacıyla üretim zorlamasıdır. Diğer tüm teknik nedenler bu gerçeğin alt parametreleridir. Ancak raporda üretim zorlamasının arkasından siyasi ve kurumsal yapılara işaret edilmemiştir.

7-Alım garantili anlaşmalar yapmak kar amaçlı kurulan özel şirketlerin işine gelen bir yaklaşım olduğundan hiçbir zaman eleştirilmemektedir. Raporda bu uygulamanın TKİ tarafından ne amaçla yapıldığı ortaya konulmamıştır. Aynı şekilde Soma havzasında bu tip işletmelerin ne zaman, hangi amaçlarla ve ne şekilde çalıştırılmaya başlandığı, ihalelerin ne şekilde yapıldığı, ihalesiz verilen sahaların hangi gerekçelerle verildiği irdelenmemiştir.

Bu konular irdelenmeden 1.500.000 ton/yıl yerine 3.500.000 ton/yıl üretim yapılmasının nedenlerinin ve sonuçlarının tartışılması çok doğru bir yaklaşım değildir. Çünkü, işveren ‘ nasılsa alım garantisi var, ne kadar üretirsek o kadar kar ederiz” mantığı ile yaklaşarak üretim zorlamasına başvurmaktadır. Raporda TKİ ve MİGEM ‘in bu üretim zorlamasına göz yumduğuna raporda yer verilmemiştir.

8-Kömür üretimi TKİ’nin asıl işi olup 4857 sayılı yasanın 2. Maddesi’ne göre hizmet alımı (taşeron) yöntemiyle Eynez Ocağında Soma A.Ş’ye üretim yaptırılmaması gerekirdi. Özetle Türkiye Cumhuriyeti kanunlarının yasakladığı bir kural devlet kurumları tarafından ihlal edilmiştir. Bu önemli boyut raporda bilinçli olarak göz ardı edilmiştir.

9-Rödovans yöntemi işçi katliamının meydana geldiği sahada uygulanmamasına rağmen aynı havza içerisinde başka bir şirket tarafından halen uygulanmaktadır.  MİGEM tarafından sürekli olarak Maden Kanunu’nda rödovansın olmadığı belirtilmesine rağmen yine başka bir kamu kurumu olan TKİ tarafından aynı havza da rödovans uygulamasının yapılması raporda irdelenmemiş ve eleştirilmemiştir.

10-Yine raporda söz edilen iş sağlığı kavramı da yanlıştır. İşin sağlığı olmaz, işçinin sağlığı olur. İşin verimi olur, iş yerinin güvenliği olur. Bu tanım, işçilerin de diğer üretim araçları gibi üretimin bir metası olduğunu göstermektedir.

“İş sağlığı ve iş güvenliği” kavramının ne kadar yanlış bir kavram olduğunu ne yazık ki 301 canımızı kaybetmemize neden olan bu katliamda bir kez daha gördük. İşçiyi ve onun sağlığını öncelemesi gereken kanunun, tamamen kar hırsına odaklı işverenin iş sağlığını ve iş güvenliğini(çıkarlarını)  korumaya odaklı olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, gerçekten işçiyi düşünen bir anlayış için ilk olarak yapılması gereken bu yasanın İŞÇİ SAĞLIĞI VE İŞÇİ GÜVENLİĞİ şeklinde değiştirilmesi olacaktır. Bu konu Soma Meclis Araştırma Komisyonu raporu boyunca hiç telaffuz edilmemiştir.

11-Diğer yandan işçi sağlığına ilişkin denetimin etkinleştirilmesi için sigorta yaptırılmasının önerilmesi Rapor’un temel yaklaşımındaki hatayı göstermesi bakımından önemlidir. Asıl olarak kamusal denetim örgütlenmesinin güçlendirilmesinin üzerinde durulması gerekirken, denetimin etkinleştirilmesi için özel sigorta yaptırılmasının önerilmesi, sorunun önlenmesinin değil sonuçlarının “en az gürültüyle” ortadan kaldırılmasının hedeflemektedir.

12-Raporda 6.3.2.2. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı İş Teftiş Kurulu Başkanlığı başlıklı, “Teftiş türleri” alt başlığında ;

“Teftiş süreçlerinde; sosyal tarafların sürece dahil edilmesi, eğitim, bilinçlendirme faaliyetleri yürütülmesi nedeniyle önleme amacına hizmet eden teftiş faaliyetleri söz konusu edilmiş” olunmakla birlikte; Bakanlığın, işveren kesiminin sürece dahil edilmesi ve bu yönde yaptığı toplantılar dikkate alındığında, işçi sendikaları, çalışan temsilcileri ve işçilerle ya hiç toplantı yapmamış ya da son derece sınırlı toplantı gerçekleştirmiştir.  Çalışanların sorunlarını dile getirilebilmesi açısından, önce güven duyması önemli olup, Bakanlık bu konuda bir adım atmamış, adeta işverenlere danışmanlık yapmayı tercih etmiştir.

13-Raporda“Akredite Kuruluşların Desteklenmesi” şeklindeki değerlendirme ve öneri oldukça tehlikelidir. Maden Kanunu değişiklik tasarısının hazırlandığı şu günlerde akredite kuruluşlar aracılığı ile MİGEM tarafından yürütülmekte olan kamusal denetimin özelleştirilmesi anlamına gelmektedir. Aslında MİGEM değişiklik tasarısına bu hükmü koymakla Soma Faciasında kendilerine bilirkişi raporuyla verilmiş olan kusuru kabullenmektedir. ‘Biz denetim yapamıyoruz’ demektedirler. Burada şunu sormak gerekmektedir: Eğer bir maden işletmesini gereği gibi denetleyemiyorsanız akredite olmuş üst düzeyde bir kuruluşu hangi bilgi ile belgelendirecek ve nasıl denetleyeceksiniz?

Ayrıca Maden Kanununda ki yetkilendirilmiş ve akredite olmuş kuruluşların tüzel kişilik olacağı belirtilmektedir. Yani madenlerin denetimi Teknik Nezaretçiliğin kaldırılması ile Maden Mühendisinin denetiminden kaçırılması anlamına gelip kazaların artmasına neden olacaktır.

14-Raporda “Rezerv Raporlama Konusunda Uluslararası Alanda Akredite Ulusal Rezerv Raporlama Kurumu Oluşturulması” başlığındaki öneriler oldukça tehlike arz etmektedir. Rezerv belirleme konusunda ki standartlar ile bunları belirleyen uluslararası kuruluşlara ilişkin çalışmalar Türkiye’de madenciliği adeta bir sömürge madenciliğine dönüştürecektir. Ayrıca Türkiye’de bu standartlara göre alınmış ruhsatlarda, üretim yapılmadan borsa üzerinden yapılacak ticaret ile uluslararası şirketler hiçbir üretim yapmadan borsa üzerinden para kazanacaklardır.

15- Raporda “8.1.12. Soma A.Ş ‘de Taşeronluk /Dayıbaşılık Sistemi” alt başlığında “Bu konuda genel çözüm ise işçilerin sertifikalandırılması ve sertifikası olmayan işçinin madencilik sektöründe çalışmasının önlenmesinden geçmektedir” denilmektedir.

Oysa Soma’da kazanın iki temel nedeni var;

a-Kömürün jeolojik karakterinin bozardı edilerek işletme yapılması

b-İşletmenin aşırı kar arzusu ve üretim zorlamasıdır.

Öte yandan Ancak Dayıbaşının/taşeronun sertifikalı işçinin başında durması önünde bir engel olmadığı gibi; işçi sağlığı ve güvenliği eğitimlerinde olduğu gibi mesleki sertifika verilmesinde de gerçekliğe aykırı belge düzenlenmesi beklenmelidir. Bu nedenle, gerek işçi sağlığı ve güvenliği ve gerekse de mesleki belgelendirmedeki usulsüzlüklerin, belgede sahteciliğin özel bir hali olarak ve tehlike suçu kapsamında “Ceza Kanunu” kapsamında değerlendirilmelidir.

16-Raporda Soma katliamına ilişkin tespitlerin yer aldığı “9. Bölüm”de denetimi gerçekleştirilmesi geren kurumlar teker teker ele alınarak bir takım aksaklıklar ifade edilmiştir. Ancak denetimden kaynaklanan aksaklıkların, eksikliklerin ve de yanlışlıkların sorumlularına değinilmemiştir. Böylece denetim mekanizmasının çok büyük ölçüde sorumlulukları alanına giren bakanlar ve toplamda hükümetin sorumluluklarını yerine getirmediği yönünde hiçbir belirleme yapılmayarak adeta hükümet korunmaya çalışılmıştır. 

17- Raporda “9.2.1. Denetim Sistemindeki Yapısal Sorunlar” alt başlığında “Çağdaş anlamıyla denetim bir performans değerlendirme (Performans Denetimi) sürecidir. Bu süreç planlama ile başlayıp yürütme-uygulama ile devam eder ve raporlama ile tamamlanır” şeklinde bir ifade mevcuttur.

Oysa ki denetimde amaç, tam performansa ne kadar yaklaşıldığı olmayıp; olması gerekene veya standartlara uygunluğun tespitidir. Tam performansa yatkınlık, en olumsuz durumda dahi bir olumluluk tespit ederken; denetim, amaca yatkınlık açısından bir tavır / yaptırım belirler. Ayrıca, performans ölçümünde, ölçüm kriterlerinde ilgili kuruluşun / firmanın beklentileri söz konusuyken, denetim daha bilimsel ölçütleri kendisine referans alır. Uygulanagelen yaklaşım açısından performans denetiminin, özellikle beyaz yakalılar üzerinde baskı ile kurulan bir yönetme biçimi olduğu da gözetildiğinde, bu kavrama karşı çıkmak önemli görünmektedir. Kamuda da, denetimin, performans denetimine dönüştürülmek istendiği dikkatlerden kaçmamalıdır.

18- Raporun 9.2.2.2.1. İş güvenliği uzman ve 9.2.2.2.2. İşyeri Hekimi alt başlığında da “İşyeri hekimlerinin de iş güvenliği uzmanları gibi bağımsız bir şekilde ve baskılardan uzak olarak denetimlerini yapmaları gerekmektedir. İşyeri hekimlerinin maaşlarının işveren tarafından ödenmesi, iş güvenliği uzmanlarında da olduğu gibi baskıcı ve bağımsızlıktan uzak bir denetim ortamı yaratmaktadır” şeklinde bir tespit yapılmıştır.

Tartışma, iş yeri hekimliği ve iş güvenliği uzamanın maaşlarını kimden aldığı üzerine dönüyor. Oysa ki maaşını devletten alsa da, mevcut sistemde zorunlu olarak hangi uzmanla çalışacağına işveren karar verecek ve dolayısıyla istediği gibi bir iş güvenliği uzmanını bulabilecektir. Aynı şekilde, istemediği iş güvenliği uzmanını da işten çıkarabilecektir. Mevcut iş güvencesi sisteminde, işveren açısından işe iade zorunlu değil seçimlik bir sonuçtur. Bu konuda, işverenin üzerinde bulunan iş sağlığı ve güvenliği önlemlerine ilişkin masrafların işverenin üzerinden alınarak devlete yüklenmesi ve bir anlamda dolaylı teşvik verilmesi anlamına gelebilecek bu yaklaşım isabetli değildir. Bu nedenle, tartışma, iş güvenliği uzmanının ve işyeri hekiminin iş güvencesine getirilmelidir. Bu konuda, işyeri sendika temsilcilerinin iş güvencesine benzer bir düzenleme önerilmelidir.

19- İşçi sağlığının korunup geliştirilmesinin önündeki en büyük engellerden biri bu alanın emanet edildiği işyeri hekimliğinin özerk bir yapılanmadan uzaklaştırılmış olmasıdır. 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Yasasıyla bir yandan işçi sağlığıyla ilgili hemen bütün görev kendisine yüklenen işyeri hekimleri diğer yandan neredeyse bütünüyle görüntüden ibaret bir yapılanmaya büründürülerek sanal bir varlığa dönüştürülmüşlerdir. Çerçeve yasa hükümleriyle asıl düzenlemelerin yönetmeliklere bırakılması suretiyle yasama yetkisi Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı’na devredilen bu alanda, işyeri hekimliğinin de taşeronlaştırılması, en ağır işin yapıldığı yerde işçi başına ayda 8 dakikada işyeri hekimliği yapılabilmesi, işyeri hekimi tam gün çalışıyorsa yardımcı sağlık personel çalıştırılmaması, hatta işverenin kendi işyerinin işyeri hekimliğini yapabilmesi mümkün hale getirilmiştir.

20- Diğer yandan, işyeri hekimlerinin de mesleki örgütlenmesi, kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşu olan Türk Tabipleri Birliği iken meslek örgütünün işyeri hekimliği mesleki eğitimi vermesi yasaklanmış; işyeri hekiminin meslek örgütü ile bağının kopartılması için her türlü izolasyon uygulanmıştır. Söz konusu çabanın bu Rapor’da sayfa 396’daki yansıması da işyeri hekimlerinin meslek örgütünün varlığı  göz ardı edilerek “…işyeri hekimlerinin mesleki olarak örgütlenebilmeleri için gerekli yasal düzenlemeler yapılması” gerektiğinin önerilmiş olmasıdır.

21-Raporun9.2.2.2. “İşveren Tarafından Oluşturulan İş Sağlığı ve Güvenliği Organizasyonu” alt başlığına dair değerlendirmemiz;

İş sağlığı ve güvenliği konusunda, 6331 sayılı Yasa’da yer alan iş sağlığı ve güvenliği organizasyonu kurma (madde 4.1.a) ve denetim sistemi oluşturma (4.1.b) üzerinde de durulmalıdır. Her iki başlığın da, sadece ilgili teknik personele (iş güvenliği uzmanı, işyeri hekimi …) indirgenmesi mümkün olmayıp, zorunlu olarak işyerine özgü yapıda olması gerekmektedir. Özellikle; madencilik, inşaat, tersanecilik gibi, sabit bir çalışma koşulunun bulunmadığı ve her an değişebildiği sektörlerde, belirtilmiş olan başlıkların önemi daha büyüktür. Özellikle alınan önlemin sürekliliğinin sağlanması açısından, sorun çıktığında bunu tespit edebilecek bir denetim sistemi ile bu denetimi yapabilecek organizasyonun aranması önemlidir.

Konuyla ilgili olarak, yasal düzenlemelerde çalışan temsilcisinden bahsedilmiş; ancak, zaten üretimde görev yapan çalışan temsilcisinin, üzerinde görevleri hangi zaman diliminde yerine getireceği konu edilmemiştir. Bu nedenle, çalışan temsilcisinin görevlerini ne kadar sürede yerine getirebileceği hususunun açığa çıkarılması gerekmektedir. Mevzuatta, bu konuda da düzenlemeye ihtiyaç bulunmaktadır.

22-Raporun“9.3.İşletme Yönetiminden Kaynaklanan Sorunlar” bölümünün giriş cümlesindeki “bir işletmenin rasyonel olarak işletilmesi mülkiyetinin kime ait olduğuna değil, nasıl yönetildiğine bağlıdır” belirlemesi ise ilgili kamu kurumlarının ve dolaysıyla siyasi iktidarın sorumluluğunu yok sayma adına yapılmıştır. Zaten bu başlık altında da 8.2.11’deki gibi sorumluluk “işçinin sertifikalanmasına” indirgenmiştir.

23-Raporda, “9.4 Rödovans ve Hizmet Alımı Uygulamasından Kaynaklanan Sorunlar” alt başlığında “Soma maden kazasının olduğu yeraltı ocağını işleten firma ile Kamu İhale Kanunu Hizmet Alımı uygulaması kapsamında sözleşme yapılmıştır. Ancak burada saha bütünüyle firmaya verilmiş, sözleşme ile tüm sorumluluk yükleniciye geçmiştir. Aslında bu uygulama da bir çeşit rödovans sayılabilir. Sadece üretilen kömürün tüm mülkiyeti Devletindir” şeklinde bir belirleme mevcuttur

Ancak Soma’da kamunun da personeli mevcut olup; bu personel, işin denetimi (ürünü denetlemek teslim almak ve maden kanununun ruhsat sahibine yüklediği yükümlülükler) kapsamını aşacak şekilde faaliyet göstermektedir. Bu nedenle, muvazaalı bir şekilde asıl işin alt işverene verilmesi (İş Kanunu madde 2/f.6) ve dolayısıyla da tüm işçilerin başlangıçtan itibaren asıl işveren olan Kamunun işçisi sayılması (İş Kanunu madde 2/f.6) söz konusudur.

24-Raporda “9.6.2. Kurallara Uymama” alt başlığında, “İş kazalarının  %80’inin insanlara, %18’inin fizik ve mekanik çevre koşullarına, %2’sinin ise umulmadık olaylara bağlı olarak meydana geldiği kabul edilmektedir.(N.TUNALI, VII. Uluslararası İş Sağlığı ve Güvenliği Konferansı (6Mayıs 2014 )” VII. Uluslararası İş Sağlığı ve Güvenliği Konferansı’ndan yola çıkarak yapılan bu tespit en çok eleştiriyi hak eden bir değerlendirmedir.

Bu değerlendirmelerin herhangi onaylanmış bir bilimsel dayanağı olmayıp; 1930’lardan sonra ABD’de geliştirilmiş ve iş kazalarının sorumluluğunu işçilere yıkmaya çalışan bir yaklaşımdır. Oysaki gerek iş müfettişliği uygulamasından ve gerekse de yargı uygulamasından bilindiği üzere, iş kazalarında insan faktörü olarak da adlandırılabilecek işçinin sorumluluğu ortalama % 20 ile % 30 arasında değişirken, fizik ve mekanik ve çevre koşulları olarak anılan ve kimi yerde de tehlikeli durum olarak geçen işveren sorumluluğu ise % 70 ile % 80 arasında değişmektedir. Bu yaklaşımın bir uzantısı “güvenlik kültürü” ve “işçilerin kurallara uymaması” şeklindeki değerlendirmelerde de görülmektedir. Netice olarak, Soma gerçeği ile de uyumsuz olan bu yaklaşımı, prensip olarak reddediyoruz. Gerçekten de, değerlendirmelerin devamında, klasik “trafikte alıntıların kemer takmama” örneği üzerinden, esas olarak işçiyi sorumlu tutmaya yönelik bir yaklaşım sergilenmektedir.

25-Raporda 9.6.3.2.İşverenin Eğitimi alt başlığında “Bilinçli işveren ise iş sağlığı ve güvenliği tedbirlerini ilk yatırım maliyetleri içinde hesaplamış olacak ve bunun uzun vadede insana ve ekonomisine yapılmış bir yatırım olduğunun farkına varacaktır” ve “İş sağlığı ve güvenliğine yapılan yatırımların uzun vadede karlılık sağladığı meydana gelen kazalardan da açıkça görülmektedir”  ifadesi kullanılmaktadır.

Ancak işverenleri sürece ikna etmek amacıyla, işçi sağlığı ve güvenliği önlemlerinin alınması için karlılıktan bahsedilmesi, etik bir yaklaşım değildir. Ayrıca, işçi sağlığı ve güvenliği önlemlerinin uzun vadede karlılık sağladığı iddiası da her durumda doğru değildir; bir başka deyişle, her durumda önlemek, ödemekten ucuz değildir. Örnek olması açısından, toz oluşumu söz konusu olan büyük ölçekli fabrikalarda, havalandırma sistemine harcanacak olan para; firmanın konuyla ilgili meslek hastalıklarına ödemesi beklenen tazminattan hep daha fazla olacaktır. Bu nedenle, işçi sağlığı ve güvenliği tedbirlerinin alınması, insan olmanın gereğidir ve aksi durumların ağır yaptırımlara bağlanması gerekmektedir.

26-Raporda, 9.6.4. İş Sağlığı ve Güvenliği Kültürü alt başlığında “Güvenlik kültürünün tanımı, literatürde çok farklı şekillerde dile getirilmektedir. Bu tanımlar incelendiğinde, ortaklık, önleme, korunma, maruziyet, değişim, algılama, inanç, değer, tutum vb. kavramların tüm tanımlarda ortak olduğu görülmektedir. Bu kavramlardan yola çıkarak, işyerindeki güvenlik kültürünü, işyerinin her kademesinde görev yapan personelin, iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili maruziyet, önleme, korunma gibi konularda sahip olduğu veya geliştirdiği ortak davranış, alışkanlık, inanç, görüş ve paylaşımlar bütününün ifadesi şeklinde tanımlamak mümkündür”  şeklinde ilginç bir tespitte bulunulmuştur

Kültürün, ancak uzun yıllarda oluşabileceği göz önüne alındığında, sorun çözümlenemez bir noktaya, adeta çaresizliğin dile getirilmesine evirilmektedir. Oysa ki, güvenlik kültürü de dahil olmak üzere, ilgili kültür alt başlıkları mevcut durumda veridir ve değişmesi ise ancak kuşaklarla mümkündür. Bu nedenle, kişiye verilecek eğitimle kültür değişmesi beklenilir değildir. Bu nedenle, Türkiye açısından, mevcut verili güvenlik anlayışı gözetilerek, çözüm tedbirlerin niteliğinde aranmalıdır. Gerçekten de iş kazalarının nedenlerini incelediğimizde, en basit tedbirlerin yokluğundan kaynaklandığı tespit edilebilmektedir. Bu nedenle, vurgunun tedbire yapılması daha fazla önem arz etmektedir.

İktidarın, bakanlıkların ve ilgili kurumların iş güvenliği eğitimlerini ve kültürlerini geliştirmeleri gerektiğinin rapora işlenmesi gerekmektedir. Çünkü 40 saatte maden işçisi yetiştirmenin, 16 saatte iş güvenliği kültürü oluşturmanın imkânsızlığı herkes tarafından bilinen bir gerçektir.

İş güvenliği uzmanlarının eğitimleri ve görevleri konusunda birincil derecedeki sorumlu 2003 yılından itibaren meslek odalarının ve mahkemelerin her türlü uyarısına rağmen ‘ben yaptım oldu, bitti’ mantığı ile hareket eden İş Sağlığı Genel Müdürlüğü ve ÇSGB’dir. Bu konuda açılan davalar sonucunda ilgili yönetmelikler defalarca kez iptal edilmiştir. Yargı kararları uygulamaya konulmamış, yargı kararları kanun düzenlemeleri ile by-pass edilmeye çalışılmıştır. Ancak bu hususlara raporda nedense hiç yer verilmemiştir.

27- Raporda “10.1.2. Sürdürülebilir Madencilik Politikası Oluşturulması ve Hammadde Arz Güvenliğinin Sağlanması” ve “10.1.4. Kömür Sektörüne Yönelik Ayrı Kanun: Kömür Üretimi, İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu” alt başlığına ilişkin görüşümüz;

İş mevzuatının dağınıklığı sorun iken, Yasa düzeyinde madenciliğin ve hatta madenciliğin daha alt dalı olan kömür madenciliğinin ayrı düzenlenmesi makul değildir. Olması gereken, ilgili Yönetmelikler de göz önünde bulundurularak, “Uygulama Yönetmelikleri/Rehberleri” hazırlanmasıdır.

28-10.2.4. Sendikalar alt başlığında “Sendikaların işyerlerindeki iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili görevleri, yorumlara mahal vermeyecek şekilde Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nda açık olarak düzenlenmelidir” şeklinde bir öneri sunulmaktadır.

İşçi sağlığı ve güvenliği açısından sendikal örgütlenmenin önünün açılması temeldir. Bu husus ise konu edilmemiştir.

29-“10.3.1. Denetimler İlgili İSG Mevzuatından Kaynaklanan Öncelikli Eksikliklerin Düzenlenmesi” alt başlığına ilişkin değerlendirmemiz;

İSG denetim teşkilatının, 81 sayılı ILO sözleşmesi uyarınca, siyasi etkilerden uzak tutulması önemlidir. Ancak, Türkiye’de ÇSGB bünyesinde yer alan İTKB’nın siyasi etkiden uzak olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir. Bu konuda, seçim dönemi olan 2014 yılında İstanbul ilinde bulunan sanayi işyerlerinin denetime alınmadığı medyaya da yansımıştı. Bu nedenle, İSG denetim teşkilatının, bakanlığın ve dolayısıyla siyasi basıncın etkisinden kurtarılması önemlidir. Bu amaçla, emek ağırlıklı bir yapıda olacak şekilde, sosyal tarafların yönetiminde bağımsız bir kurum olarak İSG Denetim Teşkilatının oluşturulmasına ihtiyaç bulunmaktadır. Bu başlık da konu edilmemiştir.

30-Raporda işletme yönetiminden kaynaklanan sorunlar üzerine tespitlere “çalışmalar devam ettiği” gerekçesiyle yer verilmemiştir. Bir katliamın birinci dereceden sorumlusu olan işletme yönetimine dair tespitlerin yer almadığı bir rapor, eksiktir ve böyle bir rapor üzerinden gerçekçi bir değerlendirme yapmak mümkün olamaz.

31-Raporun, “üretim zorlaması” başlığını taşıyan (9.3.3) bölümünde “Kaza sonrası işçi ifadelerinden anlaşıldığı kadarı ile Soma A.Ş. ve Soma yöresinde faaliyet gösteren maden ocaklarında tarım sektöründen kalan bir uygulama olan ve Dayıbaşılık veya taşeronluk olarak anılan bir uygulama ve kültürün olduğu yaygındır. Üretime dayalı prim sistemi ile İşçiler rekabete sokulduğu hatta vardiyalar arası yarışın olduğu anlaşılmaktadır” denilerek Soma’da yaşanan katliamın taşeronlaşmayı içeren bu çalışma düzeninin bir sonucu olduğu tepsi yapılmıştır. Bu tespitin ardından taşeron sisteminin kaldırılmasına ilişkin bir öneri getirilmesi beklenirken rapor, taşeron sistemi üzerinden bir değerlendirme yapmak yerine çözümü işçilerin sertifakalandırılmaları olarak göstermiştir. Bu neden sonuç bağlantısı olmayan son derece mantık dışı bir yaklaşımdır. Bu yaklaşımın ardında hükümetin esnekliğe dayalı istihdam politikalarının bir parçası olan taşeronluk sistemini tartışmaya açmaktan kaçınma niyeti olduğu anlaşılmaktadır.

32-Raporda rödovans sistemi  “sektörel bir realite” olarak tanımlanarak meşrulaştırılmak istenmiştir. Üretimi alt işverene devretme ve bir özelleştirme yöntemi olarak rödovans sistemi kârı en üst düzeye çıkarmanın ve bunun için de üretimi zorlamanın zeminini oluşturmaktadır. Raporda rödovans sisteminin Soma katliamındaki rolünü ele almak yerine rödovans sisteminin mevzuata uyumsuzlukları vurgulanarak, “rödovans sistemini kitabına uydurmak” amaçlanmıştır.

33-Raporda taşeronluk (alt işverenlik) sistemi, uzmanlık alt işverenliği, kapasite alt işverenliği ve ekonomik alt işverenliği olmak üzere üç farklı türe ayrılmıştır. Bunlardan uzmanlık ve kapasite alt işverenliği olumlu olarak gösterilirken ekonomik alt işverenliğin işverenin maliyeti düşürmeyi ve işçileri sendikasızlaştırmayı amaçladığı vurgulanarak olumsuz olduğu varsayımında bulunulmuştur. Oysa alt işverenlik (taşeronluk) hiçbir kategoriye ayırmak gerekmeksizin, maliyetleri düşürmeyi amaçlamaktadır ve işçiler açısından iş güvencesinin kaybedilmesi anlamına gelmektedir. İş güvencesinin olmaması ve başkaca bir gelir güvencesi oluşturacak bir sigorta sisteminin de olmadığı Türkiye’de işçinin yaşamını sürdürebileceği bir ücreti elde edebilmek için en kötü ve güvenliksiz koşullarda çalışmaya rıza göstermesine neden olmaktadır. Bu da iş cinayetlerinin en önemli nedenidir. Yukarıda da belirtildiği gibi işçilere güvencesizliği dayatan esnek çalışma koşulları AKP hükümetinin istihdam politikalarının temelini oluşturmaktadır. Raporu hazırlayanlar, hükümetin bu politikalarıyla çelişmemek istemediğinden olsa gerek taşeron çalışmayı yerecek hiçbir öneriye yer vermemiş ve böylece yine kendi tespitleriyle çelişmiştir.

34-Raporun (9.6 bölümünde yer alan) iş sağlığı ve iş güvenliği ile ilgili sorunlar bölümünde kavramsal olarak “işçi”nin değil de “iş”in sağlığını amaçlayan “ideolojik” yaklaşım sürdürülmüştür. Raporda işveren örgütlerinin sürekli olarak kullandıkları terminolojiye sağdık kalınarak iş cinayetleri, iş güvenliği kültürünün olmaması ve eğitim eksikliğine bağlanmıştır. Bu değerlendirmeler, raporda yer alan düşük maliyet, yüksek kâr, sürdürülebilir kalkınma için iş güvenliğinin ihmal edildiği tespitleriyle taban tabana zıttır. İşverenlerin emek maliyetini düşürerek daha fazla kâr elde etmesine; hükümetin de yüksek büyüme ve sürdürülebilir kalkınma gerekçesine zemin hazırlaması, kültür eksikliği ya da eğitimsizlik olarak değerlendirilemez. Rapor burada yine toplum ve emekçilerin yararını değil, sermayenin, hükümetin ve kapitalist düzeni koruyup kollamayı amaçlamıştır. Öte yandan raporun “kurallara uymama” başlıklı bölümünde (9.6.2): “100 bin çalışan başına düşen ölümlü iş kazalarına bakıldığında Türkiye, Avrupa’da birinci ve dünyada üçüncü sırada yer almaktadır. İş kazalarının  %80’inin insanlara, %18’inin fizik ve mekanik çevre koşullarına, %2’sinin ise umulmadık olaylara bağlı olarak meydana geldiği kabul edilmektedir.(N.TUNALI, VII. Uluslararası İş Sağlığı ve Güvenliği Konferansı (6Mayıs 2014 ). Fizik ve mekanik çevre koşulları da işverenin yükümlüğünde olup bunların yerine getirilebileceği düşünüldüğünde, meslek hastalıklarının tümünün, iş kazalarının ise %98’inin önlenebilir olduğu ortaya çıkmaktadır. Özetle meslek hastalıklarının ve iş kazalarının meydana gelmesinin merkezinde insan faktörü vardır.” tespiti yapılırken bu durum “mesleki etik” ilkelere uyulmamasına dayandırılarak yine büyük bir çelişki ortaya konulmuştur. Oysa katliamın nedeni sorumluların meslek etiğine sahip olmamaları değil, daha fazla kazanç hırsıdır!

35-Raporun “benzer kazaların yaşanmaması için neler yapmalı” başlıklı 10. Bölümünde getirilen öneriler, 8 ve 9. Bölümlerde çeşitli vesilelerle yer verildiği gibi üretim sistemi ve çalışma düzeninden kaynaklanan nedenleri ortadan kaldırmak yerine kâr ve kalkınma kıskacında var olan durumun toplumda fazlaca tepki oluşturmayacak biçimde sürdürülebilirliğine yöneliktir. Öte yandan işvereni iş güvenliği tedbirleri almaya teşvik etmek, madencilerin özel şirketlerce sigorta ettirilmesi gibi işçi katliamlarını sermayeye yeni birikim alanları açmanın fırsatı olarak gören yaklaşımlar mevcuttur.  İş güvenliği uzmanlarının ücretlerini işveren yerine devletten alması gibi öneriler ise devletin (bakanlıkların) piyasanın çıkarlarını emekçilerin can güvenliği ve de toplumsal çıkarın önünde tutan politikalar sürdükçe çözüm yönünde hiçbir anlam ifade etmeyecektir.

36-Facia sonrası kurtarma operasyonu, raporda bahsedildiği gibi bakanın olay yerine gitmesi ile düzelmemiştir. Soma’ya ulaşan Zonguldak’tan gelen uzman kurtarma ekibi, olaydan ancak 15 saat sonra ocağa girebilmiştir. Kurtarma operasyonunda ciddi soru işaretleri bulunmaktadır. Kurtulan işçi ifadeleri de bunu göstermektedir.

37-Sonuç olarak, TBMM Soma raporu bir takım doğru tespitleri içermekle birlikte işçi katliamlarının temel nedenini oluşturan üretim sistemi ve çalışma düzenini değiştirecek herhangi bir önermede bulunmamakta, hükümetin sorumluluğunu ört bas etmeye çalışmaktadır. Sorunun gerçek sebep, boyut ve çözümünün görülmek istenmemesi, çalışanların yaşam ve sağlıklarına değer verilmemesiyle açıklanabilir. Bu niteliğiyle Rapor, bu alandaki kimi olguları saptamakta ise de özünde “yasak savma” işleviyle hazırlanmıştır.

ÖNERİLER

1- Soma'da yaşanan işçi katliamı, taşeronlaştırma, piyasalaştırma ve özelleştirme uygulamalarından bağımsız ele alınamaz.  Olayın yaşandığı ilk günden itibaren facianın teknik eksiklikler üzerinden değerlendirilmesi olayın siyasi ve ekonomik arka planını örtbas etme amacı taşımaktadır. Olayın gerçek nedenleri büyük oranda teknik eksiklikler üzerine kurulunca çözümler de bu doğrultuda olmaktadır. Oysa, gerçek neden ucuz iş gücü üzerine kurulu üretim modellemesinden kaynaklanmaktadır. Soma gibi karşımıza çıkacak nice felaketin asıl müsebbibi olan neo-liberal iktisadi politikalarının yarattığı aşırı kâr hırsının araçları olan emek sömürüsü, esnek çalışma rejimi, güvencesiz çalışma, rodövans, havza madenciliği, taşeron ve işçilere dayatılan örgütsüz yaşamdır. İşçi ölümlerinin temel nedeni olan özelleştirme, taşeronlaştırma ve rödovans uygulaması derhal kaldırılmalıdır.

2-Soma katliamının birinci dereceden sorumlusu Soma AŞ patronu Alp Gürkan, “olası kast ile insan öldürmekten” yargılanmalı; yaşamını kaybeden madenci ailelerine ödenecek tazminatlar başta olmak üzere katliamın tüm mali yükümlülüğü muvazaalı sözleşmenin taraflarında karşılanmalıdır. Ayrıca Soma AŞ, neden olduğu kamu zararından tümüyle sorumlu tutulmalı ve bu nedenle de ticari faaliyetleri yasaklanmalı ve temin ettiği tüm gelirlerin müsaderesi talep edilmelidir (TCK m. 55).

3-Sayıştay’ın 2012 tarihli Ege Linyit İşletmesi Müessesesi raporundan anlaşıldığı üzere TKİ, Eynez ve diğer maden ocaklarını Soma AŞ’ye verdiği işletme yetkisi muvazaalıdır. Bu muvazaalı (hileli) anlaşmanın tarafı olan TKİ Genel Müdürlüğü yetkilileri ile 1.5 milyon ton kapasiteli kömür ocağına 3.5 milyon ton kömür çıkartılmasının önüne geçmemiş olan Maden İşleri Genel Müdürlüğü yetkilileri ve bu kurumun bağlı olduğu Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı, Soma katliamının sorumlusu olarak yargılanmalıdır.

4- İktidarda bulunduğu 12 yıldan bu yana uyguladığı ekonomik programla emekçileri yaşamlarını riske atarak çalışmaya mecbur bırakan; küresel rekabet gerekçesiyle sermayenin kârlılığını insan yaşamının önünde tutan; emekçilerin örgütlenme ve ifade özgürlüğünü şiddet uygulayarak baskı altına alan AKP Hükümeti’nin eski Başbakan ve şimdiki Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Soma katliamının sorumlusu olarak yargılanmalıdır.

5-İş cinayetlerine neden olan çalışma koşullarını yasal düzenleme haline getirerek yaygınlaşmasını sağlayan; ayrıca işçilerin yaşamını güvence altına alacak çalışma koşullarının denetimini siyasi baskı oluşturarak engelleyen Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Soma katliamının sorumlusu olarak yargılanmalıdır.

6--Soma’da yaşamını kaybeden madencilerin ailelerine yasalardan kaynaklanan hakları eksiksiz olarak verilmeli; Soma ve çevresinde tarımın geliştirilmesi başta olmak üzere yeni istihdam alanları yaratılmalıdır.

7-Soma’da ve diğer bütün madenlerde işçi sağlığı ve güvenliği önlemleri tam olarak sağlanana kadar üretim durmalı ve yeniden güvenli üretim koşulları sağlanana kadar maden işçilerinin ücretleri tam olarak ödenmelidir.

8- İşçi sağlığı ve iş güvenliği mevzuatı ile ilgili olarak ILO sözleşmeleri ve uygulama kılavuzları Türkiye'deki iç düzenlemelere ve madencilik faaliyetlerine kazandırılmalıdır.

9-Madencilik sektöründe işçi sağlığı ve iş güvenliği bakımından daha ileri bir seviyenin sağlanabilmesi bakımından ILO'nun 176 sayılı Madenlerde Sağlık ve Güvenlik Sözleşmesinin onaylanması gereklidir.

10- Madencilik sektörünün yüksek risk boyutu dikkate alınarak kapsamlı bir risk haritasının ivedilikle hazırlanarak denetimlerin buna göre yapılması gerekmektedir.

11-Başta 4857 sayılı İş Kanunu, 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu olmak üzere tüm yasalar “küresel rekabet koşullarına uyum” yerine “emekçilerin yaşam hakkı, insanca çalışma ve yaşama koşullarını sağlamak” amacına göre yeniden düzenlenmelidir. 

12-Tüm sektörde işçi sağlığı ve iş güvenliği ile ilgili gerekli yatırımların yapılması sağlanmalıdır. Gerekli risk analizleri yapılarak yeterliliği ve uygulanabilirliği denetlenmeli, eksikliklerin giderilmesi için caydırıcı yaptırımlar uygulanmalıdır.

13-4857 sayılı İş Kanunu’nda başta alt işverenlik olmak üzere esnek çalışma rejimini içeren tüm düzenlemeler kaldırılmalıdır.

14-İş güvencesi, sosyal güvence ve sendikasız çalışma yasaklanmalıdır.

15-6356 Sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nda başta işyeri büyüklüğünden kaynaklanan istisnalar ve iş kolu barajı olmak üzere örgütlenmenin önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır.

16-İş kolu ve işyeri ayrımı yapılmaksızın tüm emekçiler, toplu pazarlık hakkından yararlanmalıdır.

17-Grev hakkını engelleyen tüm düzenlemeler kaldırılmalı, hak grevi yasalaşmalıdır.

18-“6331 sayılı İş sağlığı ve Güvenliği Kanunu”, işin değil işçinin sağlığı ve güvenliğini esas alacak biçimde yeniden düzenlenmelidir. Denetim, patronun ve siyasi iktidarın güdümünden çıkartılmalı;   sendikaların ve meslek örgütlerinin de içerisinde yer aldığı özerk kamu kurumları aracılığıyla gerçekleştirilmelidir.

19- Ekonomik gücü elinde bulunduranların kuralsız ve denetimsiz çalışma ortamında istedikleri gibi istihdam ve çalışma düzeni kurabilmeleri sağlanmıştır. Bunun sonucunda, tersane, tekstil, inşaat, maden gibi gelişen her sektör niteliğine uygun kaza ve hastalıkları üretmiştir. Ölümle gizlenemez hale gelen bu sonuçlar meslek hastalığı söz konusu olduğunda yaratılan sistemin mucizesi olarak tümüyle görünmez hale getirilmiş; ölümlü iş kazalarından Avrupa birincisi olan Türkiye’nin meslek hastalıklarında “en iyi” durumda olmasının meslek hastalıklarının üzerinin örtülmesinden/saptanmamasından başka bir açıklaması yoktur. Bu nedenle derhal her ilde ve büyük illere bağlı ilçelerde meslek hastalıkları hastaneleri açılmalı, işçilerin sağlık gözetimi, ücretsiz olarak düzenli aralıklarla yapılmalıdır.

20-Özellikle metan içeren ve yangına elverişli kömür damarlarında "Filtreli Tip Ferdi CO Maskeleri" yerine "Oksijenli Tip Ferdi Kurtarıcıların" kullanılması zorunlu olmalıdır.

21-Çalışma Bakanlığı’na bağlı iş müfettişleri ile iş teftiş süreçleri üzerindeki siyasi baskılar kaldırılmalı, İş Teftiş Kurulu özerk bir yapıya kavuşturulmalıdır.

22-Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nın madencilikten sorumlu birimi olan Maden İşleri Genel Müdürlüğü'nün, gerek nicelik gerekse nitelik yönünden yeterli olmadığı, her olayda yeniden ortaya çıkmaktadır. Söz konusu kuruluşun, kendisine verilen görevleri hakkıyla yerine getirmek üzere yeniden tasarımı yapılarak yapılandırılması, teşkilat ve kadro yönünden güçlendirilmesi gerekmektedir. MİGEM'in yönetiminde sektörün tüm tarafları temsil edilmelidir.

23-İş müfettişlerinin sayısı, teftiş süresi ve sıklığı arttırılmalıdır.

24-İş cinayetlerinde birinci dereceden sorumlu patronlar “taksirle ölüme sebebiyet vermek” yerine “kast ile insan öldürmek”ten yargılanmalıdır.

25-Çalışma standartları ve sosyal hakların geliştirilmesini içeren tüm uluslararası sözleşmeler imzalanmalı ve bu sözleşmelere uyulmalıdır.

26-Ücretini, denetlemek durumunda olduğu işyeri sahibinden alan mühendisin, işletme ile ilgili kararlarında özgür davranmasını beklemek akılcı olmayacaktır. Teknik nezaretçinin özgürce karar verebilmesi ve görevini layıkıyla yerine getirebilmesi amacıyla, ücretini oluşturulacak bir fondan alması için gerekli yasal düzenlemeler acilen yapılmalıdır.

27-Maden mühendisinin teknik nezaret görevi alabileceği ruhsat sayısı azaltılmalı, çalışan sayısına bakılmaksızın tüm maden işletmelerinde her vardiyada daimi maden mühendisi bulundurulma zorunluluğu getirmelidir.

28-Emekçilerin can güvenliğini sağlamak konusunda yasama görevini yerine getirmeyen milletvekilleri ile mevcut yasaların uygulanmasını sağlamayan hükümet üyeleri, gerçekleşecek tüm iş cinayetlerinden sorumlu tutulmalıdır.

 29-İşçi sağlığı ve iş güvenliğinin çok taraflı bir konu olması itibarıyla, sendikaların, meslek odalarının, üniversitelerin karar süreçlerinden dışlanması kabul edilemez. Bu örgütlerin katılımı ile Ulusal İşçi Sağlığı Güvenliği Kurumu oluşturulmalı, bu kuruluşlar kurumun yönetiminde egemen olmalı; kurum, idari ve mali yönden bağımsız, demokratik bir işleyişe sahip olmalı.

30-Türkiye’de madenciliğin daha iyi ve etkin yapılabilmesi için sosyal taraflardan, üniversitelerden alınan görüşlerle ulusal madencilik politikasının temel çerçevesi oluşturulmalı. Bunun ardından madencilik mevzuatı yeniden ele alınmalı, düzenlenmelidir.

31-MİGEM, ÇSGB ve Enerji Bakanlığının, metanlı ve yangınlı ocakları etkin denetleyecek uzman ve müfettiş eğitimi yeterli kalite ve sayıda olacak şekilde ve ihtiyacı karşılayacak bağımsızlık sağlanarak mevzuatta yerini almalıdır. Bu denetimleri merkezlerden ve belli zamanlarda yapmak yerine, yerel birimler haline getirilen denetimler maden havza ve bölgelerine taşınmalıdır.

32-Denetimlerin ve sonuçlarının şeffaflığı ve işçiler ile kamuoyunca ulaşılabilirliği ile erişilebilirliği garanti altına alınmalıdır.

 33-Anti-demokratik Toplu İş Sözleşmesi Yasası yürürlükten kaldırılarak, özgürlükçü ve katılımcı bir demokratik düzenleme gerçekleştirilmesi ve sendikalar eliyle demokratik denetim sistemlerinin oluşturulmalıdır

34-Meslek hastalıklarını ölçüp, değerlendiren ve tedavi eden sağlık birimleri ve mevzuat eksiği ile önlenmesine ilişkin mekanizmalar tamamlanmalıdır.

35- Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı hem madencilik ve enerji kaynaklarından gelen ve hem de asıl ve üst işveren olarak sorumluluklarını yerine getirirken en ucuza ve en çok üretime odaklanmak yerine çevresel, insani norm ve mevzuata, kamu ve ülke yararına odaklanma görevi kuvvetlendirilmelidir.          

36-Kayıt dışı ekonominin, gerek kamusal denetim, gerekse sendikalar aracılığıyla demokratik denetim sistemleri kullanılarak kayıt altına alınması mutlaka sağlanmalıdır

37- Çocuk emeği ile kadın işçilik konusu üzerinde özellikle durulması ve bu konuda etkili önlemler yürürlüğe konulmalıdır.

38-Madencilik kamu eliyle yürütülmelidir çünkü ;

a) Madenler halkın malıdır ve yerin altından çıkarıldığında tekrar yerine konulamayan tükenen varlıklardır. Bu nedenle üretimde özen önemlidir.

b) Madencilik sektöründe üretimin her aşamasında risk vardır, bu riski özel sektör göze alamaz.

c) Madencilik sektörüne yapılan yatırımın geri dönüş süreci uzundur, özel sektör biran önce malı paraya dönüştürme hırsıyla yaşadığı için buna katlanamaz.

d) Çevreye etkisi önlenebilen veya kontrol edilebilen bir sektördür. Özel sektör bu konuda özen göstermez. Madencilik yapılan bölgelerde cevher alınan ocakların üstünün tekrar kapatılarak dekapaj sahasında bir kenara konulan verimli toprakların tekrar eski haline getirilecek şekilde sahanın üzerine serilmesi şarttır. Eğer ağaçlandırma ve orman varsa yeniden eski haline getirilmelidir. Tarım yapılıyorsa toprak rehabilite edilerek yeniden tarıma kazandırılmalıdır. Özel sektör kap kaç yöntemiyle madencilik yaptığı için bütün bunları yapmaktan kaçacaktır ve dolayısıyla cevheri alınmış maden sahaları işi yaramayan çukur ve tepecikler halinde kalacaktır. Yakın bölgede hayvancılık yapılıyorsa eğer, çukurlarda yağmur ve yer altı sularından oluşan havuzlar hayvancılık yapan köylüler için ciddi tehlike içerecektir. 

39-Kamu işletmeciliğinin hiç yanlışı yoktur denemez. Kamu işletmelerinin eskiden olduğu gibi sürdürülmesi savunulamaz. Özellikle özerk, siyasilerin yanlış ve haksız müdahalelerine kapalı bir kamu madenciliği hayata geçirilmelidir.

40-Şirketlerin borsaya kote edilmesi ve havza madenciliğine geçiş konusu dikkatlice irdelenmesi ve konu ile ilgili olarak tüm kesimlerin görüşlerinin alınarak uygulanmaya konulması gerekli bir husustur. Son zamanlarda bazı yayın organlarında çıkmakta olan “madenler yandaş sermayeye verilecek” yönündeki haberler dikkate alındığında bazı küçük ölçekli ulusal sermayeli şirketlerin elinde bulunan düşük kapasiteli sahalar havza madenciliği gerekçe gösterilerek geri alınarak “yandaş sermayeye” verilebilir. Bu husus MİGEM’de  hazırlanmakta olan maden kanunu taslağında da gündeme gelmekte olup dikkat edilmesi gerekli bir husustur.

41-Şirketlerin borsaya koteedilmesi  hususu ise yine AKP iktidarı tarafından 2010 yılında gündeme getirilmiş olup borsada bir madencilik piyasası oluşturma amaçlanmaktadır. Ancak bu husus uygulamaya geçtiğinde yabancı sermayenin eline geçmiş ve geçecek olan sahalarda belki de hiç üretim yapılmadan borsa üzerinden milyonlarca dolar Türkiye’den dışarıya gidecektir. Şu anda zaten borsaya açık madencilik firmaları vardır ve herhangi bir sorun da bulunmamaktadır. Ancak yandaş firmaları hiçbir üretim ve yatırım yapmadan zenginleştirme yöntemi olarak kullanılacağı endişesi ile taslaktan çıkarılmalıdır.

 

 

SONUÇ

Doksan yılı aşan Cumhuriyet tarihi boyunca bütün iktisadi kalkınma hamleleri ve alt faaliyetlerin yükünü yoksul emekçi halk kesimleri taşımıştır. Görece olarak gelişen ve büyüyen Türkiye ekonomisinin en başat yapısal sorunu, sürekli olarak yeniden ürettiği sosyal adaletsizlik ve sınıflar arası eşitsiz gelişim olmuştur. Kuşkusuz bu durum, bütün iktisadi dönemlerdeki siyasal otoritenin siyasal tercihlerinden kaynaklanmıştır.

 Yer altı zenginliklerimizin temel üretim girdisi olarak tercih edilmesinden günümüze gelen süreç içerisinde emeğin öznesi olan emekçi kesimler sürekli bir yoksulluk  ve yoksunlukla başbaşa bırakılmış, işçi katliamlarının hedefi olmuştur. Kamu işletmeciliğinin sona erdirilip özel sektör kalkınmacılığına giden yolda bu katliamalar hız kazanarak daha büyük facialara toplumu maruz bırakmıştır.

Yanlış ve sermaye tekeline dönük yüzüyle ekonomik kalkınma icra etmenin bütün yansımaları, toplumu bir bumerang gibi sararken, toplumun tepkisini kırmak amacıyla da her türlü iktidar tasallutunu kullanmaktan da geri durulmamıştır.

25 Kasım 2014 tarihli bir gazete haberinde  “Zonguldak'ta, Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) maden ocaklarına alınacak 162 nitelikli işçi için Çalışma ve İş Kurumu Müdürlüğü'ne 4 bin 269 kişinin başvurduğu ve en çok müracaatın 1128 kişi ile yeraltı nakliyat işçiliğine olduğunu” yazıyordu. 1 Aralık 2014 tarihinde gazetelere düşen bir başka haberde  ise  “Soma Kömürleri AŞ, sabah saatlerinde yüzlerce işçinin telefonuna mesaj atarak 2800 işçiyi işten çıkarıldıklarını” haber veriyordu.

Bir tarafta yeni iş alımları için ilamlar yapılırken diğer tarafta aynı sektörde çalışan işçilerin işine son veriliyordu. Bir tarafta ardı arkası kesilmeyen madenlerdeki  iş  cinayetleri, bir tarafta cinayetlere rağmen madenlere inmeye ve çalışmaya hazır devasa bir kitlenin çaresizliği!

Madenlerde meydana gelen iş cinayetlerine rağmen insanların ölüm pahasına çalışmaya devam ediyor olması ve yeni iş alımlarına başvuruların bu denli yüksek olması  kapitalist modernitenin  yapısal iki olgusuyla bire bir ilişkilidir. Birincisi işsizlik, ikincisi de Türkiye’de tarım sektörünün neoliberal politikaların insafına terk edilmesidir.

İşsizlik sorunu, en gelişmiş kapitalist ülkelerde bile  toplumu tehdit eden bir gerçeklik ve sistemin yapısal bir sorunudur. Sermayedar, formel ve enformel sektörlerde çalışan  işçi ve emekçileri dengelemek, baskılamak ve haklarından yoksun bırakmak için devasa büyüklükte yedek bir işçi ordusunun varlığına ihtiyaç duyar. Bu işsizler ordusu kapitalist modernitenin emniyet supabı  işlevini görür. Çünkü sermaye sahipleri  hem yapacakları yatırımlarda ihtiyaç duyacağı işgücünü sağlamak hem de mevcut çalışanlar üzerinde tam saha pres yaparak onları daha fazla sömürebilmek için, bu supaba  her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyarlar. Nitekim gelişmiş ülkeler de dahil olmak üzere işsizlerin oluşturduğu yedek işçi ordusu hem sayıca hem de oransal olarak gittikçe büyümektedir.

İkinci husus ise Türkiye’de tarım sektörünün neoliberal politikaların  insafına terk edilmesidir. [17]Tarım sektörü, temel özellikleri bakımından, herhangi bir ülkede egemen olan üretim biçimi ve üretim ilişkilerinin taşıyıcısı konumundadır.”

Türkiye’de, 1990’ların sonlarından itibaren tarımsal ilişkilere hakim olamaya başlayan asıl şey doğrudan yaşanan sermaye nüfuzudur. Sadece inşaata açılan tarımsal arazilerin büyüklüğü bile bu nüfuzun seyrini ortaya koymaktadır. Öyle ki  Ocak 2004 ile Ocak 2014 tarihleri arasında Türkiye’de tarım arazisi varlığı, yaklaşık 266 milyon dekardan 238 milyon dekara düşmüştür. Türkiye, böylelikle, son 10 yılda tarım topraklarının yüzde 10,46’sını kaybetmiştir. Yani her 100 dekar arazinin 10’u inşaat alanına çevrilmiştir. Sözüne ettiğimiz  büyüklük anlaşılır bir dille 2 milyon 573 bin futbol sahasına denk gelmektedir. Sermayenin tarım sektörüne nüfuzu, sadece tarımsal alanların inşaata açılmasıyla sınırlı bir durum değildir. Tarım ve gıda ilişkilerinin her aşamasını metalaştırarak nüfuz alanını genişletmektedir. Sermayenin bu nüfuzu  metalaşmanın çapını ve hızını arttırarak özellikle kırsal ve kentsel alandaki  tarım üreticilerini  nerdeyse yok  eden bir merhaleye ulaşmıştır.

Türkiye’de neoliberal dönüşüme tabi tutulan tarım sektöründeki metalaşma  geleneksel üretim ilişkilerini çözerek insanları vahşi kapitalizmin sömürü ilişkilerine dahil etmektedir. Sektördeki metalaşmanın doğrudan yarattığı sorunların en başında ise değersizleşme ve mülksüzleşme süreçleri gelmektedir.

“Sermayenin çokuluslu tarım-gıda şirketleri ve onların yerli ortaklıkları temelinde tarım gıda ilişkilerine doğrudan nüfuzu Türkiye kırsalına rengini veren küçük üreticiler açısından bir mülksüzleşme ve değersizleşme süreci olarak yaşanmaktadır. 1980’de ülke nüfusunun %56.2 olan kırsal nüfus günümüzde %20-25 civarına kadar gerilemiştir. Günümüzde tersaneleri, tekstil atölyelerini, inşaatları, madenleri, destek hizmetlerini dolduran bir önceki işçi sınıfı 4 kuşağının koşullarından, haklarından ve dahası tarihsel belleğinden yoksun bir sınıf oluşumunun zemini tarımda yaşanan bu mülksüzleşme ile birlikte tartışılması gereken en önemli sorun alanlarından birisidir. Peki ya kalanlar? Girdi fiyatlarının düzenli olarak arttığı ürün fiyatlarının ise maliyetleri bile karşılamayan düzeylerde seyrettiği bir ortamda borç çevirerek ayakta kalmaya çalışan küçük üreticiler…”  bu küçük üreticiler, toprağın mülkiyetini ellerinde tutmalarına rağmen bütün tarımsal süreçlerdeki özne olma vasfını yitirmiş olmalarından kaynaklı bir proleterleşme durumu söz konusudur. 

Bölgenin geçim kaynağı olan tütüncülük ve pamuk bitirilirken, bağcılıkta bitirilme noktasına getirildi. Hayvancılık sektörü tarım sektöründen  çok daha önce tedavülden kaldırıldığı için en son göz dikilen tarımsal faaliyet alanı ise zeytincilik olmuştur . Oluşan tabloda hanede yaşayan erkeklerin tarlalardan madenlere inme öyküsü tam da burada başlıyor: Barınma, beslenme ,güvenlik gibi  asgari ihtiyaçlarını  karşılamak için değersizleşen  yeni bir yaşam tarzını kabul etmek!

Üretim ve yaşam alanlarından kopan bölge insanı tarladaki ürününü satamamış, satsa da maliyetini karşılayamamış ve  büyük bir borç sarmalının içine düşmüştür. İşsizlik ve mülksüzleşme vahşi kapitalizmin kölelik koşullarını kabul etmek dışında başka seçenek bırakmamıştır.

Hane halkının erkekleri madenlerde, inşaatlarda, tersanelerde, kot taşlama atölyelerinde ve enformel sektörlerde ölümü peşinen kabullenerek çalışırlarken, kadınlar ise, tarlada çalışarak haneye katkıda bulunmaya, açlık sınırında yaşamlarını idame etmeye çalışmaktadırlar.

Bu bağlamda Soma katliamı, Türkiye’de tarım sektörünün piyasalaştırılmasının ve işsizlik faktörünün en somut ve acılı öyküsüdür . Açlıkla ölüm arasında tercih yapmaya zorlanan bu insanların kendi yaşam alanlarından taammüden koparılması obez bir kar hırsının çıktısı olarak AKP hükûmetinin önünde durmaktadır.

2013 başlarında Zonguldak’taki TTK’nın Kozlu Müessesesi ’ne ait kömür ocağında metan gazı patlaması sonucu oluşan göçükte 8 işçinin yaşamını kaybetmesinin ardından şimdilerin Ekonomi  Bakanı AKP Denizli Milletvekili Nihat Zeybekçi attığı bir tweette, İş cinayetlerini “medeniyet göstergesi” olarak ifade etmişti. 2009’da yine TTK’ya ait Zonguldak Karadon Maden Ocağı’nda meydana gelen grizu faciasında 30 işçi iş cinayetine kurban giderken dönemin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer’in “Güzel öldüler” ifadesi hala hafızalarımızda tazeliğini korumaktadır . Soma katliamı sonrası Enerji bakanı Taner yıldız ise  “To­nu­na 80 do­lar öder­sek, is­te­di­ği­miz ka­dar Gü­ney Af­ri­ka kö­mü­rü­nü, li­man tes­li­mi ala­bi­li­riz. Ama bi­zim ama­cı­mız, ül­ke­miz­de­ki ma­den­ler­den ya­rar­lan­mak ve eko­no­mi­mi­ze yük bin­dir­me­mek. Bu ne­den­le So­ma­’da ve di­ğer ma­den­le­ri­miz­de üre­tim yap­ma­ya de­vam et­me­li­yiz” diyecekti . Mevcut beyanlar madenlerde ve iş kazalarında  yaşamını yitirenler insanların birer  üretim zayiatı olarak görüldüklerinin somut kanıtları olarak kayıtlara geçmiş durumdadır.

AKP hükümetinin neoliberal politikaları  –Soma ve Ermenek’te görüldüğü üzere- 18. Yüzyıl vahşi kapitalizmine doğru bandı geri saran bir fıtrata sahiptir. “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler”  düsturunun abdestli bir veçhesi olarak hayatımızı kabusa dönüştürmeye devam etmektedir.

Hayatımızı kabusa dönüştüren, ezilen ve ötekileştirilen bütün inanç, sınıf ve toplulukları nefessiz bırakan bu düzene karşı sesimizi daha gür çıkarmalıyız. Bu temelde HDP, kimliği yok sayılan, ezilen tüm toplum kesimleriyle birlikte emekçilerin de ortak mücadele örgütüdür. HDP, işçi katliamlarının nedeni olan üretim sistemi ve çalışma düzenine karşı benimsediği mücadele perspektifini şöyle ifade etmiştir:

“Kapitalizme, emek sömürüsüne, yolsuzluk ve talana; gelir dağılımındaki uçuruma, açlık ve yoksulluğa karşı, işçi ve emekçilerin insan onuruna yaraşır ekonomik ve sosyal koşullara sahip olmasını savunan Partimiz, esnek, sağlıksız, güvencesiz ve sigortasız çalışmaya: sendikasızlaştırmaya, taşeronlaşmaya, kazanılmış hakların gaspına karşı, işçi sınıfı ve emekçilerin haklarını savunur ve kazanımları için mücadele eder. Partimiz, işsizliğe, işçi kıyımlarına ve iş cinayetlerine karşı insanca yaşam kavgası veren işçi ve emekçilerin, yıkıma sürüklenen küçük esnafın, ürününün karşılığını alamayan üretici köylünün, çiftçinin yanında yer alır; taleplerinin karşılanması için mücadele eder; işçi ve emekçilerin kazanımını temel ilke edinir.”

Bir taraftan iş cinayetleri artarken diğer taraftan AKP Hükümeti, çalışma düzeninde despotizmi daha da arttırarak emekçilere güvencesizliği ve ölümüne çalışmayı dayatan düzenlemeleri hız kesmeden sürmektedir. Özellikle Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın gündeminde bulunan ve taşeronluk sistemini yaygınlaştırmayı hedefleyen düzenlemesi, kamu çalışanları da dâhil olmak üzere tüm emekçilerin güvencesini ortadan kaldıracaktır. Bu emek sömürüsü ve işçi katliamlarının daha da yoğunlaşacağı anlamına gelmektedir. HDP dışında Meclis’te grubu bulunan partilerin AKP’nin bu politikalarına karşı bir alternatifleri yoktur. Dolayısıyla HDP, emekçilerin yaşam hakları ellerinden alınmadan insanca çalışıp, insanca yaşayacağı koşulları sağlayabilecek tek siyasi alternatiftir.

HDP,  gerek Soma katliamının aydınlatılması ve gerçek sorumluların cezalandırılması için gerekse işçi katliamlarına neden olan üretim sistemi ve çalışma düzeninin değiştirilmesi için yasama sürecinde, işçileri örgütleyerek ve sokakta mücadelesini sürdürecektir.

 

                                                                      Faysal SARIYILDIZ

                                                                     HDP Şırnak Milletvekili

                                                      Soma Maden Kazası Araştırma Komisyonu Üyesi

 



[1] Öcalan, Abdullah-Demokratik Toplum Manifestosu-Kapitalist Uygarlık,İkinci Kitap, Weşanen Serxwebun

[2] Öcalan, Abdullah-Demokratik Toplum Manifestosu-Kapitalist Uygarlık,İkinci Kitap, Weşanen Serxwebun

[3] Bora,Tanıl, Türk Muhafazakarlığı ve İnşaat Şehveti,Makale,Birikim Dergisi,s.270

 

[4] Bora,Tanıl, Türk Muhafazakarlığı ve İnşaat Şehveti,Makale,Birikim Dergisi,s.270

[5]TMMOB Maden Mühendisleri Odası, Madencilikte Yaşanan İş Kazaları Raporu, www. maden.org.tr, Haziran, 2010, s.58.

[6]Soma Maden Faciası Tmmob Raporu-Eylül- 2014

[7]Soma Maden Faciası Tmmob Raporu-Eylül- 2014

[8]Madencilik Sektöründe İşçi Sağlığı İş Güvenliği ve Çevre Sorunu" raporu

[9]Soma Maden Faciası Tmmob Raporu-Eylül- 2014

[10] http://www.sendika.org/2014/11/uretim-zorlamasi-durdurmadan-durmayacak-umar-karatepe/

[11]Soma Maden Faciası Tmmob Raporu-Eylül- 2014

[12]Soma Maden Faciası Tmmob Raporu-Eylül- 2014

[13]Soma Maden Faciası Tmmob Raporu-Eylül- 2014

[14]Soma Maden Faciası Tmmob Raporu-Eylül- 2014

[15]Soma Maden Faciası Tmmob Raporu-Eylül- 2014

[16]Soma Maden Faciası Tmmob Raporu-Eylül- 2014