
Dış İlişkilerden Sorumlu Eş Genel Başkan Yardımcımız ve Bingöl Milletvekilimiz Hişyar Özsoy, Türkiye Cumhuriyeti ile İsrail Devleti Arasında Tazminata İlişkin Usul Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı üzerine HDP grubu adına TBMM Genel Kurulunda yaptığı konuşmada şunları belirtti:
Bu anlaşmanın öncesinde İsrail’le ilişkilerin normalleşebilmesi için Hükümetin üç şartı vardı: Mavi Marmara nedeniyle İsrail’in özür dilemesi, mağdurlarına tazminat ödemesi ve Gazze üzerindeki ablukanın kaldırılması. Mevcut durumda hem özür, hem tazminat, hem de Gazze üzerindeki abluka konusunda Hükümet istediğini alamamış durumda; biz bunu görüyoruz.İsrail’in ödediği tazminat değil, sus payı
Anlaşmanın başlığında “Tazminat” diyor -öncelikle kamuoyunun bunu çok iyi bilmesi gerekiyor- bu anlaşma bir tazminat anlaşması değildir. Çünkü, İngilizceden tazminat olarak çevrilen kavram “compensation” kavramıdır, telafi etmek anlamındadır, hukuki herhangi bir bağlayıcılığı yoktur. İsrail Hükümeti bu 20 milyon doları “ex gratia” olarak veriyor yani bir “grace” sonucu yani nezaketinden, kibarlığından veriyor, bunu söylüyor. Yani, “20 milyon doları ben size vereceğim, siz bu meselenin üstünü kapatın” diyor. Hem siyasi olarak kapatacaksınız, hem diplomatik olarak kapatacaksınız, hem de hukuki anlamda Türkiye Cumhuriyeti devletinin İsrail’den herhangi bir cezai veyahut da hukuki talebi olmayacak.
Mavi Marmara tazminatını İsrail adına Türkiye ödeyecek
Artı, olur da Mavi Marmara’nın mağdurları dava açarlarsa -ki 32 tane açılmış dava var, iki tanesi de karara bağlanmış, 300 milyar civarında bir tazminata hükmetmişler- bunları da yani oluşabilecek tazminatları da İsrail devleti adına bundan sonra Türkiye Cumhuriyeti devleti ödeyecek.
Sayın Cumhurbaşkanı “Kanı akanlar sizsiniz, o yüzden de İsrail’le olabilecek bir anlaşmada söz hakkı da sizlere ait” demiş kendilerine, aileler bunu ifade ediyor. Ama kendilerine danışılmadığını, fikirlerinin sorulmadığını da söylüyorlar. Dolayısıyla, bu mağdur ailelerin basına yansıyan ifadelerini de göz önünde bulundurduğumuz zaman ortada gerçekten hem ahlaki hem demokratik anlamda bir sıkıntı var. Yani Allah bile kul hakkını affetme hakkını kendinde görmezken devlet nasıl olur da kulların haklarını affeder bir pozisyonda kendisini görüyor? Bu ilginç bir durum.
AKP Mavi Marmara’yı kurban etti
Öyle görünüyor ki çok uzun bir zaman Mavi Marmara olayını ve onun mağdurlarını, birçok dış politika konusunda olduğu gibi iç siyaset malzemesi yapan, bunu sömüren, seçim meydanlarında hem Mavi Marmara olayını hem de Türkiye halklarının Filistin’e duyduğu sempatiyi genel anlamda oya tahvil eden AKP Hükümeti, bu olayın mağdurları ve yakınlarına gerekli hassasiyetle kesinlikle yaklaşmamış, onları ve onların taleplerini reel politiğin soğuk acımasızlığına kurban etmiştir.
Anlaşmanın görünmeyen maddeleri var
Bizim şurada gördüğümüz o altı madde var, buz dağının görünen ucu sadece. Arkasında askeri, istihbari, ticari dünya kadar anlaşma yapılmış ama Hükümet o bilgileri kesinlikle bizimle paylaşmıyor. Bize altı maddeden oluşan bir kağıt vermişler, zaten hepsi tazminat nasıl ödenir, bununla ilgili. “Parayı vereceğim, hukuki dava yok, cezai talep yok, git o mağdurlarla ne yapıyorsan yap.” Durum bundan ibaret. Yani bu kadar. Bir anlaşma bize verilmiş ama arkasında büyük bir çerçeve anlaşma var, başka şeyler var ama bunu onaylayacağız. Neyi onayladığımızı da çok bilmiyoruz.
Rojava ile barışın
Ortada Türkiye'nin bütün dış politikasını dönüştüren, zedeleyen bir Suriye politikası vardı. İki başlı bir politikaydı Suriye politikası. Birincisi: Esad gidecekti. İkincisi: Kürtler, Suriye’nin kuzeyinde, bizim “Rojava” dediğimiz yerde herhangi bir siyasal statü, bir özerklik, bir federasyona sahip olmayacaklardı, iki başlıydı. Türkiye, birinci maddeden vazgeçti, artık “Esad’ın geleceğine Suriye’deki halklar ileride karar verecekler” diyor.
Geriye ne kaldı? “Kürtler orada bir Kürt bandı oluşturmayacaklar, iki tane kantonlarını birleştirmişlerdi, üçüncü kantonu biz birleştirmeyeceğiz” diye İsrail’e avuç açıyorsunuz, Rusya’ya avuç açıyorsunuz. Yarın İran’a gideceksiniz, belki Mısır’a gideceksiniz, hatta Esad’a da gideceksiniz; öyle görünüyor. Sebep? Sebep şu: Kürtler, o iki kantonu birleştirmeyecek. Siz “Yok” deyin, bütün dünya böyle okuyor. Açın bakın uluslararası ilişkiler dergilerine, Türkiye’nin yaptığı bu manevranın temelinde bir ulusal güvenlik kaygısı, yeni Ortadoğu’da Kürtler Suriye’de ikinci bir ‘Kuzey Irak’ yaratmasınlar; hikaye bu.
Peki, biz diyoruz, İsrail’e gideceğinize –gidin, yine gidin ama- Rusya’ya gideceğinize, Putin’e, Esad’a gideceğinize ileride ya da gizli gizli görüşeceğinize, Sisi’ye gideceğinize niye Kürtlere gitmiyorsunuz? “Müslüman” diyorsunuz, “kardeşim” diyorsunuz, “Bin yıldır birlikte yaşıyoruz” diyorsunuz, niye Kürtlerle yeni bir ilişki zemini aramak kimsenin aklına gelmiyor? Biraz sıkıntılı değil mi? Hem de sınırın diğer tarafı.
Bakın, o sınırların karşı tarafında dünya kadar akrabamız var bizim. Geçen gün bir Mardin milletvekilimizin 7-8 akrabası Kamışlı’daki patlamada öldü. Bu kadar yakın. Bunlarla görüşmenin zeminini aramayıp gidip “İsrail’den belki istihbarat ve askeri destek alırım, Kürtleri Suriye’de boğarım, belki Rusya üzerinden Esad’ı ikna ederim.” Zaten Esad saldırmaya başladı Kürtlere, bazılarının gözaydın olsun, uçaklarla şimdi Haseke’yi vuruyor, Kamışlı’yı vuruyor.
Bu işleri daha kolay çözebilmenin bir yolu var. Bu kadar gidip bütün dünyanın etrafını dönmeye gerek yok. Oturun, Kürtlerle tertemiz, adil bir barış yapın. Hem Türkiye’de, hem de Suriye’deki Kürtlerle ilişkilerini düzenleyin. Aksi halde eskiden dost olan, sonra düşman olan, sonra yeniden dost yapmaya çalıştığınız gruplarla, ülkelerle eski politikayı devam ettirmeye çalışırsanız gerçekten beyhudedir. Bunun siyasi faturası belki Hükümete kesilir ama genel faturası Türkiye’de yaşayan herkese kesilir.