
Grup Başkanvekilimiz Filiz Kerestecioğlu, Mecliste devam eden bütçe görüşmelerinde Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı bütçesi üzerine söz aldı. TBMM'de Kürdistan sözcüğünün kullanılması üzerine başlayan tartışmalara da değinen Kerestecioğlu, şu ifadeleri kullandı:
Bakanlığın kitapçığına baktığımızda görüyoruz ki, 2002 yılında Mecliste 24 kadın vekil var. 2015’te ise, 81 vekile ulaşmışız. 7 Haziran’da ise bu sayı 97’ydi. 2002’den bugüne %10’luk bu artışı gerçekleştiren Halkların Demokratik Partisidir. Ancak şu anda Türkiye, 81 kadın vekille, 186 ülke arasında 132. sırada yer almakta. 4 vekilimizin vekilliğinin düşürülmesiyle sanıyoruz ki, dibi görmeye az kaldı. Çalışma yaşındaki kadınların yalnızca %34.3’ü bir işte çalışıyor veya iş arıyor. 4 Milyon kadın hiçbir sosyal güvencesi olmadan kayıt dışı çalışıyor.
AKP iktidara geldiği ilk gün de kadın erkek eşitliğine inanan, kadınlar için özgür ve eşit bir hayat düşleyen bir parti değildi. Kadın ve Aileden Sorumlu Bakanlıktan kadının adının Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla silinmesi bunun açık bir göstergesidir. Bu dönemin farkı hükümetin artık demokrasinin asgari standartlarından olan toplumsal hareketlerle ve hak temelli kurumlarla ilişkileri tamamen yok etmesidir. Bırakın ilişki kurmayı, KHK’larla bu kurumların kapatıldığı bir dönem yaşıyoruz.
Hükümet kadınlar için değil; savaş için çalışıyor
Kadın Sığınakları Kurultayında sığınak alanında çalışan Türkiye’nin dört bir yanından kadınlar 20 yıldır bir araya geliyorlar. Geçtiğimiz ay yine kurultay toplandı. Fakat Kurultayın parçası olan birçok dernek KHK’larla kapatılmış olduğu için dernek sıfatıyla katılamadılar. Bunların yanı sıra burada saymakla bitiremeyeceğimiz; Ağrı, Batman, Bitlis, Van, Mersin gibi pek çok ilde onlarca kadın danışma merkezleri ve 2 sığınak da kapatıldı.
KHK’larla yaklaşık 26 bin kadın ihraç edildi. En az 30 kadın gazeteci gözaltına alındı. 16 kadın gazeteci tutuklu olarak cezaevinde! Tüm bunlar olurken Bakanlık bunlara ilişkin açıklama yapmak bir yana, her yaptığı açıklamada hükümeti destekledi!
Bizler ilk günden beri sokağın, kadın hareketinin sözünü bu Meclis'e taşımaya çalıştık. Gültan Kışanak ve daha pek çok Belediye Başkanı, Türkiye’de ilk defa Kadın Daire Başkanlıkları kurdu. Kadınlar için önemli bir bütçe ayırdı, özel programlar oluşturdular. Fakat Eş genel başkanımız Figen Yüksekdağ dahil olmak üzere 5 kadın vekilimiz ve 27 kadın belediye eş başkanımız, binlerce kadın üyemiz bugün hapiste! 97 kadın belediye eş başkanımız görevden alındı.
Bugün onların bu sıralarda kadınların bütçeye ilişkin sözlerini dile getirmeleri gerekirdi! Fakat ne yazık ki Bütçeye de açıkça yansımış ki hükümet kadınlar için değil; savaş için çalışıyor:
Mili Savunma Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü, Sahil Güvenlik Komutanlığı, Savunma Bakanlığı gibi Bakanlık ve kurumların toplam bütçesi yaklaşık 100 milyar TL iken Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na ayrılan bütçe, Merkezi Bütçenin %4’ünü oluşturuyor. Fakat bu rakam da aldatıcı olmasın. Bakanlık bütçesinin neredeyse tamamı sosyal yardımlara ayrılmış.
Kreş için bütçe var mı, yok! Kadınların insanca işlerde çalışması istihdam ve eğitim programları için bütçe var mı yok! Sığınak için bütçe var mı, yok! Sığınaklarda 23 bin kişilik nüfus için sığınaklarda sadece bir kişiye yer var.
Sağlığın millisi olmaz, şiddetin millisi olmaz
Bu kitapçıkta anne ölümlerinde düşüş olduğundan ve doğum öncesi sağlık hizmetlerinden söz ediliyor. Eminiz ki Sayın Bakan bebek ölümlerinde de ciddi bir düşüş olduğunu söyleyecektir. Her şeyin millisini seven bir politikanız var. Oysa sağlığın millisi olmaz, şiddetin millisi olmaz. Dolayısıyla anne ve çocuk ölümlerinin de millisi olmaz. Biz, içinde yaşadığımız toplumu bir bütün olarak görmekten yanayız. Bugün neredeyse 5 yıldır birlikte yaşadığımız Suriyeli mültecilere baktığımızda oradaki anne ölümlerinin hiç hesaba katılmadığı, kayıt dışı bırakıldığını gördüğümüz gibi, yeni bir uygulamayla bebek ölümlerinde de erken doğumlardaki 7 aylık altındaki bebek ölümlerinin kayıt dışı bırakıldığını, verilere yansıtılmadığını görüyoruz. Veri toplayacaksanız, hile yapmayın. Çünkü söz konusu olan, sizin itibarınız değil, kadınların ve çocukların sağlığıdır.
2016 faaliyet raporuna göre, Bakanlık bütçesinin yalnızca 9.5 milyonu Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’ne harcanırken Bakanlık aracılığıyla yapılan sosyal yardımlar toplam 22 milyar 499 milyon TL tutarında.
Elbette sosyal yardımlar bir devletin olmazsa olmazıdır. Fakat esas olan herkes için istihdam yaratmak, çalışanların da insanca yaşayacağı ücretler almasını sağlamaktır. Üstelik ev işleri ve bakım emeğinin yanında yoksul haneleri geçindirme görevi de kadınların omuzlarında! Başvuru sahiplerinin %80 civarı kadın! Sosyal yardımlardan yararlanmak isteyen kadınlar, sürekli kurum ve vakıfları dolaşmak zorunda bırakılıyorlar.
Sosyal yardımların artmasıyla övünen bir siyasi anlayış çözüm odaklı bir sosyal politika üretemez.
Bunca kadının öldürüldüğü bir ülkede seferberlik ilan etmek gerekirdi
Devletin görevi yurttaşlarını korumak, onlara insanca bir hayat sunmaktır. Bu nedenle bütçe de toplumda var olan eşitsizlikleri yok etmeyi hedeflemelidir. Örneğin kadınlar da kendilerini erkekler kadar güvende hissediyor mu? Sokaklarda, evinde güvende mi? Bir haksızlık karşısında, kadınlar adalete erişebiliyor mu? Erişebilseydi bu kadar çok kadın cinayetini yaşamazdık. Bunca kadının öldürüldüğü bir ülkede seferberlik ilan etmek gerekirdi. Fakat hükümet kendisini bu alanda uzun yıllardır çalışan kadın örgütlerinden soyutladığı için ve şiddete karşı bütünlüklü bir politikası olmadığı için bu sorunu çözemiyor, çözemez de!
Kadınlar karakollardan döndürülüyor
Halen bu ülkede, dayağa karşı kampanyada kadınların ortaya koyduğu mücadelenin izleri sürüyor. Bunun üzerine koyduğunuz hiçbir şey yok! Kadınlar karakollardan geri döndürülüyorlar. Diyor ki polisler, “Sen de biraz alttan alsaydın!” “Önce bir kocanla ya da abinle konuşalım, bakalım onlar ne diyor?” “Kocanla görüşelim gözünü korkuturuz, bir daha yapmaz”. Böyle diyorlar. Üstelik bunu yapan kollukla ilgili görevi ihmalden yasal işlem başlatmak istediğinizde de İçişleri Bakanlığı izin vermiyor, süreçler çok yavaş işliyor.
Şiddete, cinsel suçlara karşı, bu konuda uzmanlaşmış kolluğun görevlendirilmesi gerekiyor. Cinsel saldırı suçunu soruşturacak olan, Uyuşturucu operasyonuna katılan polis değildir. Yargı sürecinde de kadınlar karakolda yaşadıklarına benzer sorunlarla karşılaşıyorlar. Kadınlar mahkemelerden, tüm bu süreçlerden nefret eder hale geliyorlar. Bu ülkede koruma kararı almış olmasına rağmen kadınlar öldürülüyorsa koruyucu mekanizmalar bilerek ve isteyerek işletilmiyor demektir. Önleyici tedbir diye bir tedbir zaten yok demektir. Devlet, şiddeti önleme yükümlülüğünü yerine getirmiyor demektir.
Yerelde valilerle, kaymakamlarla mı çalışıyorsunuz?
İstanbul Sözleşmesinde de ifade edilir, şiddetin temelinde kadın erkek eşitsizliği vardır! Ancak, Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği üzerine 2008’den sonra yeni bir Eylem Planı dahi hazırlamadı. Meclis’te Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu çalışmıyor. Nedenini komisyon başkanına sorduğumuzda yerelde faaliyet yürüttüğünü söylüyor. Yıllardır kadınlar için çalışan, adı sanı bilinen kadın kurumlarıyla çalışmadıklarına göre, yerel deyince valilerle, kaymakamlarla mı çalışıyorsunuz?
KEFEK toplanmalı, tartışmalı
Birleşmiş Milletler Kadınların Siyasete katılımı projesini yürütüyorlar! Ancak KEFEK, adeta, bizi siyasete katmamak için uğraşıyor. Ülkede kadınlara yönelik bunca ayrımcılık ve şiddet varken toplantı yapmıyor, çalışmıyor, fonlarıyla yaşayan bir dernek gibi davranıyor. Bu komisyonun toplanması, tartışması gerekiyor.
Bu ülkede kadınlar iş bulmak, güvenle yaşamak, mutsuz bir evlilik içindelerse hayatlarını tek başına idame ettirebilmek isterken yapay bir gündem yaratılarak Boşanmayı önleme komisyonu kuruldu.
Komisyon raporundaki öneriler İstanbul Sözleşmesi’ne aykırı
Komisyon Raporunda; boşanma ve şiddet süreçlerinde zorunlu danışmanlık ve arabuluculuk uygulanması, çocuklarla cinsel ilişkide “rıza” aranabileceği ve böyle durumlarda taciz eden kişi ile çocuğun evlendirilmesi yolu ile taciz edenin cezadan kurtulmasının uygun olabileceği, Kadına yönelik şiddet vakalarını da içerebilecek aile hukukuna dair tüm davaların “ailenin bütünlüğü” için kapalı yapılması (ve bu şekilde de facto kadın örgütlerinin davaların dışında bırakılması) gibi öneriler var.
İstanbul Sözleşmesini neden imzaladınız?
Bu önerilerin her biri İstanbul Sözleşmesine aykırı. Eğer siz bunlara inanıyorsanız neden İstanbul Sözleşmesini imzaladınız? Ya da neden GREVIO’nun sorularına verdiğiniz yanıtlarda bunların hiçbiri yok?
Kadınlar doyasıya yaşamak istiyor
Kadınlar yaşamak, doyasıya yaşamak, insanca bir işte çalışmak, insanca bir ücret almak, gelecek kaygısı yaşamamak ve eğitim alabilmek istiyorlar. Kadınlar, toplumu ikiye bölen, medeni haklarını tehdit eden müftülük nikahı gibi kanun değişiklikleri istemiyorlar. Kadınlar, çocuk bakımının, yaşlı bakımının sırtlarında olmasını istemiyorlar. Bakanlığınızın her mahalleye kreş açmasını, yaşlı bakım evlerinin yaygınlaşmasını istiyorlar.
Bugün, kadınların erkek egemenliğinden kaynaklı sorunlarını çözme iradesi gösteren bir Kadın Bakanlığı’na her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.
Kiminiz, Osmanlı’yı, kiminiz, hem Osmanlıyı hem genç Cumhuriyeti, kiminiz ise sadece Cumhuriyeti çok seviyorsunuz, değil mi sayın vekiller? İşte oralardan bir ses, Halide Edip, kadınlara şöyle sesleniyordu: Osmanlı kadınlarının terakki yolundaki mesailerinin henüz bir tarihçesi olmaması, onların bir şey yapmamış olmaları anlamına gelmez. Bugün, bu saat ben size hitap ederken siz beni dinlerken şüphesiz biz de tarih yapıyoruz demektir.
Kadınlar iaşe değil haklarını istiyor
1923’te Kadınlar Halk Fırkasını ve daha sonra Türk Kadınlar Birliğini kuran Nezihe Muhittin ise, oy hakkını canları pahasına almaya ne kadar kararlı olduklarını şu şekilde ifade ediyordu: “Biz, seçim haklarımızı elde etmeye dayalı idealimizden vazgeçmiş değiliz. Zira bundan vazgeçersek derneğimizin hiçbir varoluş gerekçesi kalmaz. Davamızın zaferi için ölünceye kadar çalışacağız. Bizim yaşamımız buna yetmezse, hiç olmazsa bizden sonra gelenler için ortalığı temizlemiş oluruz.
Kadınlar sizden, iaşe değil; haklarını istiyorlar. Osmanlı’dan bugüne tarih yazan kadınların devamıyız biz.
Bir ülkeyi bölecek olan tarihi ve coğrafi tanımlar değil şiddettir, ayrımcılıktır
O günlerden bugünlere taşınan başka sözler de vardı. Tıpkı dün, Meclis Genel Kurulunda asla söylenmemesine cümbür cemaat karar verdiğiniz Kürdistan sözü gibi.
1936 yılında, yani Ayşe Nur Bahçekapılı’nın Meclis’te Başkanlık yaptığı günden 81 yıl önce Meclis Başkanlığı yapan Abdulhalik Renda, Bitlis mebusları tarafından verilen tahriri okurken Kürdistan kelimesini kullandığında Türkiye bölünmemişti; Atatürk, ölmeden iki yıl önce, 1936 yılında teşkilat ve hükümet hakkında verdiği teklifi konuşurken "Pek doğru, İngiliz’den bahsetmek istemediğim için bu noktayı dercetmedim, efendim. Hakikaten İngilizler daha evvel bütün Kürdistan’ı iğfal etmek, Türk vesaire dindaşlardan ayırmak için tasavvur..." diye devam eden konuşmasını yaptığında Türkiye bölünmedi, yine 24 Mart 1919’da, Savaş işleri Bakanlığına gönderdiği mektupta, “Benim Anafartalar’da, Kürdistan’da, Suriye’de, başlarında bulunmaktan kıvanç duyduğum kahraman ordular, haydutların değil, Osmanlı ulusunun namuslu çocuklarından kurulmuştur” dediğinde de bölünmedi. Ve AKP Başkanı Erdoğan, bu konuşmaların birçoğunu kaynak göstererek “Kürdistan kelimesini kullanan zamanın mebusları da mı bölücüydü?” derken de bölünmedi.
Bugün bu ülkenin bölünmesini isteyen tek bir kişi yok bu Meclis’te. Bir ülkeyi bölecek olan tarihi ve coğrafi tanımlar, aidiyetler ve kimlikler değil; şiddettir ve ayrımcılıktır.
14 Aralık 2017