Son haftaların popüler konusu, dolar kuru oldu. Tüm ülke, nefesini tutmuş dolar kurunun seyrini izliyor. Dolarda yaşanan dizginsiz yükseliş, Türkiye ekonomisinde ağır bir sarsıntı yaratıyor.

Aldıkları kararlar ve uyguladıkları politikalarla bu sonuçların doğmasına sebep olan iktidar çevreleri, hem ekonomiyi olduğundan sağlam göstermeye hem de yaşanan sarsıntıyı "dış güçlerin komplosu", hatta "darbe girişimi" olarak sunmaya çalışıyorlar.

Türkiye, kötü bir ekonomi yönetimi altında, bir buçuk yıldır süren savaşın ağır yükü altında. Küresel gelişmelerin de katkısıyla bir mali-ekonomik krize doğru sürükleniyor. Siyasetteki otoriterleşme ve içe kapanma eğilimi de bu gidişi besliyor.

TÜİK'in açıkladığı 2016 3. çeyrek (Temmuz-Ağustos-Eylül) verileri, bu gidişin öncü işaretlerini sunuyor. Türkiye ekonomisi, bu çeyrekte 7 yılın ardından ilk kez daraldı. Bu daralma, TÜİK'in icat ettiği yeni milli gelir hesabıyla yüzde 1.8 oranında gösterildi. Oysa, TÜİK uzmanlarına göre, bu revizyon olmasaydı, ekonomide bu daralma yüzde 4'ü bulacaktı. (Hürriyet, 13/12/2016) İhracat, bu dönemde yüzde 7 daraldı. Hizmet sektörü (turizmdeki krizin sonucu) yüzde 8.4 daraldı. Veriler, tarım sektörünün 1. çeyrekte yüzde 5.6, 2. çeyrekte yine yüzde 5.6 daraldıktan sonra bir kez daha bu kez yüzde 8.8 daraldığını gösteriyor. Bu veriler, Türkiye'de bir tarım krizi yaşandığını gösteriyor. İmalat sanayi de bu çeyrekte yüzde 3.2 daraldı. Büyümeyi sürdüren yegane sektörün, hükümetin fiili himayesi altındaki inşaat sektörü olduğu görülüyor. (yüzde 1.4) *

Bu dönemde vatandaşın tüketimi yüzde 3.2 azalırken, devlet harcamaları yüzde 23.8 artarak rekor kırdı. Cari işlemler açığı ise Ekim 2016'da, bir yıl öncesine göre 1.3 milyar dolar artarak 1.6 milyar doları buldu.

Ekonomideki daralma, TL'nin hızlı değer kaybının temel nedenidir. Eş zamanlı olarak ABD doları da değer kazanmaktadır. Kurda yaşanan bu ölçüde hızlı yükselişin sebebi, TL hızlı değer yitirirken doların da hızla değer kazanıyor olmasıdır. Ekonomi yönetiminin iddia ettiği üzere bu bir "dalgalanma" değildir. Dalgalanma, para birimlerinin değerleri az çok aynı kaldığı (ya da daha doğrusu aralarındaki oran az çok aynı kaldığı) halde, arz-talep dengesinde oluşan değişimlerle meydana gelen harekettir. Dalgalanma, dolar satarak durdurulabilir. Konjonktürel bir oynamadır. Ne var ki, mevcut durumda bu yöntem bir işe yaramaz. Nitekim yaramadı da. Çağrının yapıldığı günlerde 3.55'ten 3.45'e düşen kur bugün itibarı ile 4 TL sınırına dayanarak tarihi rekor kırıyor.

Peki, doların değer kazanmasının nedeni nedir?

Dolar, ABD'de 2008'de yaşanan ağır ekonomik bunalımın ardından büyük ölçüde değer kaybetmiştir. ABD Merkez Bankası (FED), krizle başa çıkabilmek için bol miktarda karşılıksız dolar bastı. ABD'de enflasyona yol açmaması için bu "ucuz dolar"lar dünya piyasasına pompalandı. ABD dolarının hem ulusal para birimi hem de dünya parası olma (emperyalist) imtiyazı, onlara dünyanın hiçbir ülkesinde olmayan bu imkanı sunuyordu. Böylece, küresel ölçekte doların değeri düşerken krizdeki Amerikan bankaları bu yöntemle kurtarıldı. Ekonomik krizde olmayan ülkeler, bu ucuz dolarları kapıştı. Türkiye de bu ülkelerden birisiydi.

AKP'nin iktidara geldiği 2002 sonu itibariyle, 1.73 olan reel dolar kuru, 2008 Eylül'ünde 90 kuruşa kadar gerilemişti (yarıya yakın bir düşüş)! Ne var ki bu imkan iktidar partisi tarafından üretken bir ekonomi kurmak için, tasarrufları büyütmek için değerlendirilmedi. Bu dönemin imkanları üretim araçları üreten bir sanayi kurmak, teknolojik araştırma merkezleri geliştirmek, tarımı modernleştirip geliştirmek için kullanılmadı. Tam tersine, ucuz ithalat olanağından yararlanılarak suni bir canlılık yaratıldı. Büyük kaynaklar ithalata aktı. Her şeyin ucuza ithal edilebildiği bir ortamda ne gerek vardı yerli sanayi ve tarımı geliştirmeye! 2000'lerden önce dünyada tarımda kendisine yeten 7 ülkeden birisi olan hatta tarımdan döviz girdisi sağlayan Türkiye işte bu yıllarda tarımda kendine yeterliliğini yitirdi. Hemen tüm tarım ürünlerini ithal eden bunlara döviz ödeyen bir ülkeye dönüştü. Sanayi üretimi 2003'te milli gelirin yüzde 25'ini oluştururken, 2008'de bu oran yüzde 16'nın altına düştü. ABD, ucuz dolarla Türkiye'nin tasarruflarını kendi ekonomisine aktardı. Tasarrufların milli gelire oranı, 2003'ten 2008'e yüzde 22'den yüzde 13'e geriledi. Öz üretkenliği zayıflayan ve tasarrufları azalan Türkiye'nin dış borç ihtiyacı büyüdü. Aynı dönemde dış borçlar 129 milyar dolardan 281 milyar dolara çıktı. Böylece, dış borçlar ekonominin başat finansman kaynağı oldu. (Veriler, Erinç Yeldan- Cumhuriyet 07/12/2016)

2013'ten itibaren ABD ekonomisi, özellikle kayagazı, petrol çıkarımları sayesinde toparlanmaya başladı. FED de karşılıksız dolar basmayı bıraktı. Mali gevşetme politikası son buldu. Faiz arttırarak mali sıkılaştırma politikasına geçildi.
Aynı dönemde Çin, Hindistan, Brezilya, Rusya, Güney Afrika (BRICS) ülkeleri belli bir sınai canlılık sergileyerek dünya ekonomisini ayakta tutuyordu. ABD-AB-Japonya ekonomileri ya krizde ya reresyondayken dünya ekonomisinin yüzde 0,5-1,5 aralığındaki sınırlı büyümesi bu ülkelerden kaynaklanıyordu. Bu sınai ülkeleri dünya güç dengesinde, 2008-'13 döneminde ABD aleyhine kimi ilerlemeler sağlamayı da başardılar. (Çin, Hindistan ekonomik alanda, Rusya askeri alanda) ABD faizleri hızla yükseltilerek, bu ülkeleri de krize sokmayı göze alamazdı. Zira, kendi fabrikaları da bu ülkelerdeydi.

ABD'nin emperyalist sistemdeki yerini ve üstünlüğünü yeniden pekiştirme yönelimi, Obama döneminde, AB ile imzalanacak Transatlantik Serbest Ticaret Anlaşması (FTAA) girişimi ile başladı. BRICS ülkelerini dışlayacak bu anlaşma ile ABD dünya pazarlarındaki hakimiyetini güçlendirecekti. ABD tekellerinin, bununla da yetinmeyen çok daha açgözlü bir kanadının temsilcisi olan Trump ise ilk iş FTAA'yı yırtıp atacağını söylüyor. Trump, tüm serbest ticaret anlaşmalarını feshederek, ABD'ye yeni ayrıcalıklar sağlamayı hedefliyor. Çin'e, Meksika'ya yüksek gümrükler koymaktan bahsediyor. Trump'ın, FED'in faiz politikasında da çok daha radikal olacağı öngörülebilir. Bu, TL'nin daha büyük bir değer kaybına yol açacaktır. Trump, daha şimdiden Çin'le sert bir çatışmayı da göze alacağının sinyallerini verdi. (Örneğin, Çin'le ekonomik konularda anlaşmazsa Tayvan'ı tanıyabileceğini söyledi).
Çin, Meksika, Hindistan gibi belli bir sınai temele sahip ve son yıllarda bunu güçlendirmiş ülkeleri dahi zorlayacak olan bu sürecin AKP iktidarı eliyle bir rant-ithalat-inşaat fasit dairesine hapsedilmiş olan Türkiye ekonomisine maliyeti, bir mali-ekonomik krize doğru adım adım sürüklenmektir. Sanayi, makine ve ara malı ithal etmek zorundadır. Bu yüzden dolarla borçlanmaktadır. Bu yolla, Türkiye sanayi, taşeron işçilerin suyunu sıkarak elde ettiği karların büyük kısmını uluslararası mali sermayeye sunmak durumundadır. Sanayi sektörü borçları, Mart 2015'ten Kasım 2016'ya yüzde 27.6 arttı. (Cumhuriyet 18/11/2016). Bu borçların ağırlıklı kısmı dış borçtur. Sanayinin ve özel sektörün borcuna, devletin kefil olması da bu süreçte gelişti. Hazine garantili dış borç 12 milyar 46 milyon dolar ile tarihi bir zirveyi gördü. Bu rakam 10 sene önce 4.3 milyar dolardı (3 kat artış). (Çiğdem Toker, Cumhuriyet 03/10/2016). Yani, sanayi sektörü giderek artan biçimde döviz borcu biriktirmekte, devleti de buna kefil yaparak mali kriz riskini arttırmaktadır. Dolar kurundaki yükseliş, sanayide durgunluğa yol açmaktadır.

İnşaat, yol, köprü gibi ekonomide yeni bir değer döngüsü yaratmayan yatırımlar, en büyük kamu kaynaklarını emmektedir. Dahası, 3. Köprü, Osmangazi Köprüsü, 3. Havalimanı gibi mega projeleri üstlenen yandaş firmalara, dolar bazında devlet güvenceleri verilmiştir.

Tarım ürünlerinin önemli kısmı ithal edildiği için, dolar kurundaki artış doğrudan vatandaşın sofrasına yansımaktadır. Rusya ile yaşanan "uçak düşürme" krizi, tarım sektörüne ağır bir darbe vurmuştur.
Piyasada ödemeler zinciri zorlanmakta, karşılıksız çek ve senetler yığılmaktadır. Bir mali krizin tipik özelliği olan ödemeler (alacak-verecek) zincirinin kopmasına doğru bir eğilim söz konusudur. Üretilenler satılmakta, ama parası tahsil edilememektedir. Sigorta şirketleri işletmelerin alacaklarını sigortalamaktadır, sigorta ettirilen alacak miktarı 10 milyar doları bulmuştur. (Kanal D, sabah haberleri 14/12/2016)

Süregelen ve ufukta biteceğine dair bir emare görülmeyen savaş, siyasette otoriterleşme, Suriye'de girişilen maceralar, OHAL koşulları, siyasetçi ve gazeteci tutuklamaları, sadece 15 Temmuz'dan bu yana 694 şirkete kayyum atanmış olması gibi unsurlar, Türkiye'den ciddi bir sermaye çıkışına sebep olmuştur.

Bütün bunlar, Türkiye ekonomisini ve dolayısıyla TL'yi zayıflatmaktadır. Türk egemen sınıflarının iki kanadı bu krizsel koşulların çözümü için iki farklı çözüm önermektedir: Faizlerin yükseltilmesi veya düşürülmesi. İlkini TÜSİAD ve CHP, ikincisini MÜSİAD ve AKP savunmaktadır. TÜSİAD, Merkez Bankası faizlerinin yükseltilmesini, böylece dolar kurunun düşürülmesini ve kurun sanayi sektörü üzerindeki baskısının hafifletilmesini istemektedir. İSO 500 firmaları için kurun basıncı, yüzde olarak faizin etkisinin çok üzerindedir. Ancak, Merkez Bankası eski başkanı Durmuş Yılmaz'ın CNN Türk'te ifade ettiği üzere siyasi iktidar mevcut kur yükselişinden "çok da rahatsız değildir". İktidar açısından, kendi dolaysız çevresini oluşturan inşaat şirketlerinin kollanması çok daha önem arz ediyor. Faizler düşürülebilirse, konut kredileri daha ucuza kullanılabilir. Böylece şişen ve satılamayan konut stoku eritilebilir. Egemen sınıfların her iki kanadı da kendi acil çıkarlarını öncelemektedir.
Ancak emekçilerin karşısında, bütün kapitalistleri temsil eden TİSK'in ortaya koyduğu gibi, bu iki kesim hızla birleşmektedir. Asgari ücrete "sıfır zam" (nasıl oluyorsa, yumurtasız omlet gibi bir şey herhalde!) sermaye ve hükümetin acil ve ortak hedefidir. Gıda, kiralar, eğitim giderleri, ısınma herşey pahalanırken işçi ücretlerinin sabit tutulması, krizin yükünün işçilere yıkılması demektir. Keza TİSK, kıdem tazminatının gasbı, işsizlik fonunun sermayeye tahsis gibi talepler öne sürmektedir.
Emekten, ezilenlerden yana bir müdahale ise ortada görünmektedir.

Her şeyden önce, ekonominin sırtındaki ağır ve sürekli derinleşen savaş kamburunun atılması gerekir. Türkiye'nin yeniden müzakere sürecine dönmesi, OHAL ülkesi olmaktan çıkması, ekonomik toparlanmanın ön koşullarından birisi haline gelmiştir. OHAL'in kaldırılması, emekçilerin haklarını özgürce savunabilmesi için de elzemdir.

Kıdem tazminatı, bu fırtınalı ortamda, işçinin yegane güvencesidir. İşsizliğin resmi rakamlarla dahi yüzde 14'ü bulduğu bir dönemde, işsizlik fonunun (sermaye tarafından değil) gerçekten işsizlere kullanılmasının önü açılmalıdır.

Asgari ücret en az 2000 TL'ye yükseltilerek, zam-vergi dalgası altında ezilen işçi ailelerinin açlık çekmesi önlenmelidir.

21. yüzyılda, artık doğalgaz (ısınma), su ve elektrik temel bir insan hakkıdır. Parası olmadığı için hiç kimse bu haklardan mahrum bırakılmamalıdır. Belediyelerin ve özel şirketlerin elektrik-su-doğalgaz kesmesi yasaklanmalıdır. En azından ekonomi toparlanana değin, kuşkusuz aslolan (HDP'nin de programında yer verdiği üzere) asgari düzeyde elektrik-doğalgaz ve suyun her haneye bedelsiz olarak sağlanmasıdır.

Benzin ve mazottan alınan vergiler (ki fiyatının yüzde 75'i vergidir) kaldırılmalıdır. Çiftçilere bu dönem kamu tarafından ücretsiz mazot sağlanmalıdır.

Asgari ücretten alınan vergiler kaldırılmalı, kurumlar vergisi ve en zenginlerden alınan vergiler arttırılmalıdır.

Kapitalizmin varoluş krizi, dünya ekonomisini sarsıyor. Bu kriz dalgaları, bugün Türkiye ekonomisini de etkiliyor. 18. yüzyılda insanlığa üretim vaat ederek hakim olan kapitalizmin üretim ateşi bugün sönmüş durumda. Sanayiden kar edemeyen kapitalistler, paralarını asalak sektörlere kaydırıyorlar. Asalaklaşan kapitalizm, bugün bizzat üretimin önünde bir engel haline gelmiş durumda. İnsanlık, yeniden üretken bir ekonomiyi ancak kapitalizmi ve kar amacını aşarak kurabilecek. Üretimin toplumsal ihtiyaçları karşılamak için yapıldığı sosyalizm, bu buhranlı dönemde, ezilen insanlığın yeni ufkunu oluşturacaktır. Kapitalizmin buhranıyla yıkıma uğrayan emekçileri ırkçı-şoven demagojilerle etkileyen Trump ve türevi neo-faşist hareketlerin karşısında sosyalizm yeniden gündemleşecektir.
* TÜİK'in yeni milli gelir hesabında en dikkat çeken değişiklik, inşaatın hem üretim yöntemiyle milli gelir hesabından hem de harcamalar yöntemiyle milli gelir hesabında ağırlığının artması. Askeri silah sistemleri harcamaları da yatırım harcamaları kalemine dahil edildi. (Hürriyet, 13/12/2016)

16 Ocak 2017