
Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu üyesi milletvekillerimiz Çevre ve Şehircilik Bakanlığı 2018 bütçesi üzerine söz aldı. Milletvekilleri şu ifadeleri kullandı:
Ertuğrul Kürkçü:
Bugün hem Çevre ve Şehircilik Bakanı hem İçişleri Bakanı hem Cumhurbaşkanı Türkiye’nin nasıl büyük bir kentsel felaketle yüz yüze olduğunu söylüyor. Ama bu kentsel felaketin 15 yılını sizin yönetiminizde yaşadık. Türkiye’nin son 15 yılında neler oldu? Türkiye’de kent-kır dengesi 35-65 iken 25-75 oldu. Türkiye’nin nüfusunun yüzde 25’i Marmara Bölgesi’ne toplandı. Türkiye’nin ilk 5 kentinde yaşayanlar nüfusun yüzde 37,5’u oldu.
“2023 hedefleri” denilen hemen hemen Türkiye nüfusunun yarısını İstanbul’a ve havalisine çekebilecek bir hedeflerle karşı karşıyayız. Bizzat “Kanal İstanbul” denilen şeyin bir ustura atar gibi İstanbul’u yaracağını hem de bu ikinci suyolunun etrafında kontrol edilmez bir yığılma olacağını hep beraber görebiliriz. Bugün insanlara, topluma saldıran kentler bir yanda, bir yandan da kentlere hücum eden bir devlet politikası var.
Siz, kentsel planlama ve kentsel dönüşüm bakımından savunduğunuz, benim de teorik olarak katılabileceğim ilkelerin hepsini bir bölgede ihlal ettiniz. Zorunlu kamulaştırma, acil kamulaştırma yasasıyla Diyarbakır’da, Şırnak’ta, Cizre’de, Silopi’de, İdil’de, Nusaybin’de, Yüksekova’da gerçekleştirilen faaliyetler arasında bir mütekabiliyet yok. Paris’in baştan sona yıkılıp yeni baştan Hausmann Planı’na göre inşası böyle bir zihniyetin ürünüydü. İşçi kitleleri ayaklanıyorlar ve dar sokaklarda barikatlar kuruyorlardı. Sonuçta Hausmann diyordu ki: “Kurşun köşe dönmez, o nedenle bu kadar çok köşe olmaz, dümdüz kurşunun gideceği caddeler açmak lazım.” Şimdi, bu güvenlik zihniyetinin Diyarbakır gibi, Şırnak gibi, Cizre gibi kadim kentlere uygulanması, bu planlamaların gerçek bir şehircilik faaliyeti olarak görülmesini engelliyor.
Kapitalizmin Avrupa’daki öncüsü olan Almanya’ya baktığınızda kapitalizmin bütün dayatmalarına rağmen Alman kentçiliğinin nasıl bütün bunlarla başa çıktığına baksak aslında kamu yararının kârın yanı sıra, rantın yanı sıra halk tarafından kontrol edilerek bu yönetimlere dayatılmış olduğunu görürüz. Ama biz iç savaş geçirmedik diye önümüze gelen her boşluğa, neredeyse bulduğumuz her yeşil alana bir yapı diken serbestliğe sınır getirmedikçe, sermayeyi sınırlamadıkça bu meselenin içinden çıkamayacağız.
İbrahim Ayhan:
Şehircilik faaliyetlerinin, çevre faaliyetlerinin demokratik bir bilinç olmadan yürütülmesi mümkün değildir. Herhangi bir ülkede herhangi bir şehre gittiğiniz zaman o şehrin silüeti, o ülkedeki ve o kentteki insanların nasıl yaşadığı, nasıl düşündüğünün aslında bir göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Toplumsal yaşamda mekân ve ruhsallık ilişkisi oldukça önemlidir. Bugün, yakın zamanda, ardı ardına ihanet sözcükleriyle ifade edilen şeyin aslında bu mevcut gerçekliğin bir parçası olarak gerçekleştiğini ifade etmek lazım. Her ne kadar bu söylemler olumlu olmuş olsa bile bu söylemlerin ana nedenlerini, ana eksikliklerini giderebilecek bir yaklaşım ve tutum sahibi olunduğunu da söylemek mümkün değildir. İstanbul’a ihanet edilmişse bu İstanbul’a ihanetin giderilmesi, bunun ortadan kaldırılmasının çözümleri nelerdir, Hükûmetinizce bunun ortaya konması ve bunun projelendirilmesi gerekmektedir.
Savaş ve şiddet, çatışma politikalarından kaynaklı kimi şehirlerin yakılıp yıkıldığını gördük. Sur, Nusaybin, Yüksekova, Şırnak, Cizre, İdil gibi tarihsel bağlamları olan, tarihsel kimlikleri olan kentler yakılıp yıkıldı. Yani, bu kentlerin yakılıp yıkılması bir sorunun sonucu olarak görülmekten ziyade, sonuç üzerinden projeler üretmek Bakanlığın marifetiymiş gibi sunuluyor. Yani, biz eğer yakıp yıkmaların önüne geçebilecek demokratik bir adım, demokratik bir yaklaşım, tutum sergilemiş olsaydık belki bu kentler yakılıp yıkılmayacaktı. Kürt sorunu demokratik yöntemlerle, barışçıl yöntemlerle çözüme kavuşturulabilseydi, belki bugün Sur’un yeniden inşasını konuşmayacaktık.
Doğa - kent ilişkisinde ciddi bir sorun yaşamaktayız. Biz çözmediğimiz takdirde geleceğe bırakabilecek kentlerimiz de kalmayacaktır. Mekânlarımızı böyle rant alanına açarak, sürekli değişim, dönüşüm adı altında kentsel, vesaire sıfatlandırmalar adı altında yıkıma tabi tutmak geleceğimizi de yıkmak ve geçmişimizi de ortadan kaldırmak anlamına gelmektedir. Doğa merkezli planlamaların yapılması gerekiyor; ekolojik bilinç dediğiniz şey bu. Kentin ruhsal havasının, ruhsal kimliğinin korunması gerekiyor.
Şair diyor ki: “Hangi şehir alır bizi basar bağrına Kim çalacak kapımızı bir avuç tuz için, bir dilim ekmek için.” Mekânlarımızı herkese açabilecek, mekânın ruhsallığını, mekân-insan ilişkisinin doğru kullanabilmek açısından kapımızın herkese açık olabildiği, toplumsallığımızı en güçlü bir şekilde yapabileceğimiz bir şehircilik mantığını, bir şehircilik yaklaşımını ortaya koymak gerekiyor.
Bedia Özgökçe Ertan:
“Kent” olarak ifade edilen yerleşim olgusu sadece yapılardan oluşan bir çevre değil, bu konuda arkadaşlarımız da konuştular; aynı zamanda sosyal olarak inşa edilmiş, insan faktörünün çok önemli bir kavramdır “kent” kavramı. Dolayısıyla, bu mekânlara yapılan her türlü müdahale aynı zamanda sosyal olarak yerleşmiş ve kendi içinde bütünlüğü olan bir yapıya müdahaledir. Maalesef Bakanlığınız bu hassasiyeti gözetmeden kentsel dönüşüm çalışmaları yürütüyor ve pek çok kentte, mahallede o yerlerin ruhunu yok etmiş hâldedir. Bunu Tarlabaşı’nda gördük, Sur’da görüyoruz; Şırnak’ta, Nusaybin’de, Silopi’de, Gever’ de şahit olmaya devam ediyoruz.
Kentsel dönüşümü sadece Türkiye’nin deprem gerçeğiyle yüzleşmek olarak anlamak konuyu tüm boyutlarıyla tartışmaktan uzaklaştırır. Kentsel dönüşüm Türkiye’de 1980’lerin ikinci yarısından itibaren kendini göstermiştir ve bu tarihten itibaren kentsel dönüşüm, emlak piyasasından farklı bir düzlemde düşünülmemelidir. Bakın, kentsel dönüşümün, uygulanan teşviklerin yanlış yorumlanması sonucu toplumda kısa yoldan zengin olmanın karşılığı hâline gelmiş bugünlerde. Özellikle metropol şehirlerde bana göre kent kimliğinin bir parçası olan gecekondu arazilerinin dönüşüm sürecine sokulması bu alanlarda çok sayıda mafyatik grubun doğmasına, emlak ve inşaat sektörünün çok yüksek rantlar elde etmesine neden oldu.
Sokağa çıkma yasakları ve ablukalar, operasyonlar sonrasında başlatılan çalışmalar sonucu da bu kentler tamamıyla yok edildi. Sizler oraya dünyanın en güzel şehirlerini de inşa etseniz Sur’un küçelerindeki o tarihi, o havayı asla geri getiremeyeceksiniz. Orada anlatılan, soluduğumuz tarih bir daha hiçbir şekilde yerine gelmeyecek derecede tahrip edilmiş. Bakın, Avrupa’da Orta Çağ’dan kalma kentler var ve hiçbir yapısı bozulmamış hâlde ama biz binlerce yıllık medeniyetlere ev sahipliği yapmış kentleri “terörle mücadele” adı altında yaktık yıktık, yok ettik. Tercih yöntemleri sunmuşsunuz: “İsteyene evin bedelini vereceğiz. Yüzde 12’sini eşya bedeli olarak vereceğiz. Kira yardımı yapacağız” diyorsunuz. Ama yerelden aldığımız raporlar bunun tam aksini söylüyor.
Van Gölü’nde şu an karşı karşıya kaldığı en büyük sorunu kirlilik. Van Denizi bu hızla kirletilmeye devam edilirse çok kısa bir zaman içinde geri dönülemez bir noktaya geleceği çok açıktır. Ayrıca kamu kurumları özellikle Kıyı Kanunu’na aykırı bir tarzda neredeyse gasp etmiş durumda kıyıları. Buna dair bir tedbir düşünüyor musunuz, var mı programınızda, merak ediyoruz.
Garo Paylan:
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı şöyle anlaşıldı: “Ya bu imarcı bakan ya imar verir, şehircidir.” Şehirci eşittir imarcıdır. Yani kapınızda kuyruk olur. Size önerimiz bakanlığınızın ismini “Çevre ve Kent Savunması Bakanlığı” yapın. “Kent savunması” diye sivil inisiyatifler var şehirlerde, Bakırköy Kent Savunması, İstanbul Kent Savunması gibi. Niye bu sivil toplum örgütleri kurulmuş? Çünkü şehirleri saldırı altında. Sizin Bakanlığınızın geçmişteki uygulamalarından dolayı saldırı altında.
Cumhurbaşkanı bu yolu açtı, madem öyle siz de özeleştiri yapın derim. Yapın ki bir daha olmasın. Ama inanın çok büyük haksızlıklar ve ihanetler yapıldı şehirlere.
Ben doğduğum zaman İstanbul’un nüfusu 2 milyon, şu anda 17 milyon; ya, 8 katına çıkmış Sayın Bakan. Bir kentin nüfusunu yirmi yılda, otuz yılda 8 katına çıkardığınız anda o kentte ne kent kalır ne kent hafızası kalır.
İmar yetkileri hep kötüye kullanıldı. 100 milyarlarca liralık rant dağıtıldı. O 100 milyarlarca lira tüyü bitmemiş yetimin hakkıdır ve ondan bırakın o rantı almayı bir vergilendiremedik bile. Öyle bir canavara dönüştü ki o inşaat şirketleri, müteahhitler rantı yediler, yediler, yediler şiştiler oligarklara dönüştüler.
“Kentsel dönüşüm” diyorsunuz. “Kentsel dönüşüm” filan değil ancak binalar yıkılıyor yeniden yapılıyor, imar artışları veriliyor ve hem kent daha da yaşanmaz bir hâle geliyor hem de kentsel dönüşüm adında bir şey olmamış oluyor. Öncelikle kentin hafızasını korumak sorumluluğumuz. Tarlabaşı’na bir daldı Beyoğlu Belediyesi, orada yüzlerce yıllık binaları tarumar etti, hafızayı yok etti. Ne adına? Kentsel dönüşüm adına.
Madem artık “İstanbul’a ihanet” lafı ortaya konuldu Cumhurbaşkanı tarafından bunun telafileri de var. Bizim önerilerimiz var: Üçüncü çevre yolunu yaptınız, üçüncü hava limanını yaptınız; maalesef yaptınız. O kuzey ormanlarını yararak yaptınız ve buna maalesef ÇED’i siz verdiniz. Kuzey ormanlarının etrafındaki bütün araziler Sayın Bakan, simsarlar tarafından paylaşılıyor. Bütün o korumaya aldığınızı ve imara açılmayacağını ilan edin. Ayrıca Kanal İstanbul Projesi’ni hemen askıya alın. Bütün yer altı drenaj sularını, sulak alanları, orman alanlarını yok edecek bir projedir ve iki denizi de yutacak Karadeniz’i, Marmara’yı, bütün o doğal değişimi yok edecek bir projedir. Bir de askerî alanların mutlaka şehir ormanı ve sosyal donatı olarak kullanılacak alanlar olarak korunacağını ilan edin. Ve sanayi alanlarını taşıyın. Bu alanların da yine yeşil alan ve sosyal donatı alanı olarak kullanılacağını ilan edin. Atatürk Havalimanı alanının bir kent ormanı olarak yeniden düzenleneceğini ilan edin. Bunları ilan ederseniz belki İstanbul’a yapılan ihaneti gerçekten telafi edecek bazı adımlar atmış olursunuz.
7 Kasım 2017