Suriye’de uluslararası güçlerin ve örgütlerin müdahil olması ile birlikte başlayan çatışmalı süreçten kaynaklı olarak harekete geçen mülteci gerçekliği üzerinden Türkiye, Suriye politikasında kendine somut bir sığınak bulmuştur. O günden beridir Türkiye Hükümeti, Halep ile ilgili kırmızı çizgilerini dillendirmeye başlamıştır. Bu kırmızı çizgi, Halep’ten gelecek olan yüksek sayıdaki mülteci üzerinden kendine uluslararası bir meşruiyet alanı kazanmış olsa da gerçekliğin öyle olmadığı uluslararası toplum tarafından artık net olarak anlaşılmıştır. Türkiye, belli bir süredir Neo-Osmanlıcı bir kafa ile hareket ediyor. Bu Neo-Osmanlıcılık, söylemde barış ve insani temeller ile kendine yer etmeye çalışsa da hegemonik bir tutumdan öteye gitmemektedir. Yaşadığımız yüzyılda hegemonya, kendini artık toprak işgalleri üzerinden tanımlamıyor. Sömürgecilik, bunun yerine kolonyalist bir bakış açısı ile düşünce ve sömürü üzerinden kendini şekillendiriyor. Bu küresel gerçekliğe karşın Türkiye, hâlâ kendini toprak kazanmayı önemseyen bir çizgide tutmaktadır. 

Türkiye bir süredir, Ortadoğu’da yükselen güç Kürtler karşısında, negatif meşruiyet saikiyle, her kazanımını boğma ve kendi egemenlik sınırlarını özellikle Halep ve Musul üzerinden genişletme derdine düşmüş durumdadır. Bu öncelik için iç ve dış siyasette her türlü ilkesizliği beraberinde yürütme pahasına sürdürmektedir. İç siyasette muhalefeti ikna etmenin (kandırmanın) her türlü yolunu kendine meşru, bütün ilkesizlikleri hak görerek bunu sürdürmektedir. Dış siyasette ise görüşülen her ülkeye göre bir dil kullanımı ile çelişkiler yumağı bırakarak ve ülke içinde her yere ayar veriyor izlenimi pompalayan bir çamur medya ile bu anlayışı sürdürmektedir. Fakat artık kullanılan kirli siyaset malzemeleri olan mızraklar çuvala sığmıyor.

Hastalıklı eğilim

Türkiye’nin Cerablus’a girerek müdahaleciliği güç olma pozisyonu üzerinden okuma ve bu durumu hak olarak görme eğilimi giderek artmaktadır. Aslen Başika’da var olan işgal pozisyonu da bu hastalıklı eğilim ile ilişkilidir. Suriye denklemine kendisinin müdahil olma potansiyeli azaldıkça Başika’da güç arttırma nedeni de bu eğilim ile ilişkilidir.

11 Haziran 2014’te Türkiye’nin Musul Başkonsolosluğu’nun IŞİD’e teslim edilme ve diplomatlarının aileleriyle birlikte esir düşme hikâyesinin gerçek boyutlarını bugün hâlâ bilmemekteyiz. Üstelik Başkonsolos, 1 Kasım Seçimleri’nde farklı bir partiden milletvekili ve hatta o partinin Dışişlerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı olmasına rağmen… Bilinen tek şey, namaz esnasında bir şekilde saklamayı başardığı telefon üzerinden 100. günde Türkiye yetkilileri ile irtibat sağlayıp kurtuldukları senaryosudur. Kimse kusura bakmasın ama bu masala ilkokul birinci sınıf öğrencisi bile inanmaz.

Nuceyfi teslim etti

Musul’da olan esasen şuydu: O zamana kadar bir şekilde birbirini destekleyen yapıların gücü el değiştirdi. Yani IŞİD geldi, dönemin Sünni valisi Esil Nuceyfi kenti güçleri ile birlikte teslim etti. Türkiye ise her iki güç ile bir şekilde zaten ilişki içindeydi. Musul Valisi’nin ağabeyi ve eski Irak Meclis Başkanı Usame Nuceyfi üzerinden de Irak’ın merkez siyasetine müdahale etmeye çalışıyordu. Devrik Başbakan Davutoğlu’nun Usame Nuceyfi ile Irak’ın seçimlerinden Sünni eksenli mezhep politikasına birçok konuda görüşmeler gerçekleştirdiğini hem iç basın hem de dış basın yeterince yazdı. 

Lozan tartışmasının hedefi

Hem Suriye’de hem Irak’ta hem de Güney Kürdistan’da Türkiye’nin hesapları boşa çıkmaya başlayınca Türkiye, yayılmacı politik amaçlarına görünürlük kazandırarak Lozan söylemini dile getirmeye başladı. Lozan’ın meşruiyetini tartışmaya açarken Ege adalarını örnek vermiş olsa da, Lozan tartışmaları ile asıl Suriye ve Irak’ın topraklarını hedeflediğini sağır sultan bile bilmektedir. 

NATO müttefikliği sorgulanır mı?

ABD-Türkiye ilişkilerini müttefiklik/çıkar çatışması denkleminde değerlendirdiğimizde belli bir süredir problemlerin ciddi noktalara doğru ilerlediğini tahmin etmek zor değil. Her şeye rağmen ABD ve NATO’nun hâlâ Türkiye’yi tamamıyla gözden çıkarmadığı, buna karşılık iktidarın siyasal İslam anlayışı ile tarihinin en sorunlu dönemini yaşadığını ve giderek varoluşsal karşıtlık noktasına oturttuğunu birçok emare ortaya koymaktadır. Şüphesiz 60-70 yıllık NATO müttefikliğinin siyasi iktidarlara feda edilemeyeceğini biliyoruz. Ancak AKP iktidarı özgülünde sıradan bir hükümet politikası ötesinde 100 yıllık bir uluslararası anlaşmanın hegemonik bakışla tartışmaya açılması, küresel bloklaşmalardaki tercihler (Türkiye-Rusya ilişkisi), bunların NATO’nun onlarca yıla sirayet edecek Ortadoğu planlamasını bozmaya hizmet eden girişimlerde bulunması, işte bütün bunlar, 60-70 yıllık müttefikliği sorgulatır/sorgulatıyor.

Suriye’de umduğunu bulamıyor

Türkiye, Suriye’de ne ABD’den umduğu desteği bulabildi ne de Rusya’nın rejim ile ilerlemesini durdurabildi. Tam tersine Rusya, Halep’i yıkma pahasına neredeyse El Bab sınırına kadar geldi. ABD ise Kuzey Suriye Federasyonu (Rojava) ile ittifakını büyütmeye devam etti. (Clinton’un yeni başkan seçilmesi durumunda –ki yüksek ihtimal seçilecek- Kürtler ile ilişkilerin daha da genişlemesi gündemde.)

Irak’ta eli kolu kesildi

Irak Meclis Başkanı görevden alındı ve deyim yerindeyse Türkiye’nin Irak Hükümeti’ndeki eli kolu kesildi. Zaten Türkiye’de konuk ettiği Tarık Haşimi’nin sahadan uzak olmasından dolayı etkisi olabildiğince azalmış durumda. 

Türkiye, mezhepçi Sünni politikaları nedeniyle Ortadoğu’daki tüm Şiileri karşısına almış vaziyette. Irak Başbakanı’nın Türkiye için kullandığı ağır ifadeler ile Irak Parlamentosu’nun Türkiye için ‘işgalci’ tanımlamasını kullanmış olması, Türkiye’nin dış politikada vardığı acziyeti ifade etmektedir.

KDP dışındaki Kürtler

Güney Kürdistan’da Şengal’i barbar IŞİD işgalinden kurtaran ve Kerkük’e girmelerini engelleyen Kürt Siyasi Hareketi’nin (KSH) kazanımlarının önünde duramaması ve KDP ile Yekgurtî (Müslüman kardeşlerin Kürdistan kolu gibi) dışında kalan tüm Kürt partilerinin Türkiye’nin Güney Kürdistan’daki işgal durumunu sonlandırması gerektiğini açıklayacak noktaya gelmiş olması, Türkiye’nin ne halde olduğu gerçekliğini gözler önüne sermektedir.

İran karşısında zayıf

İran’ın direkt olarak Irak ve Suriye sahalarında IŞİD ile savaşıyor olması ve Şii merkezli politik duruşunun güçlenmesi de Türkiye’nin sahadaki elini oldukça zayıflatmaktadır. Bu zayıflık iki yönlüdür: Birincisi Başika’da eğittiği Sünni güçleri kullanabileceği alan oldukça dardır. İkincisi ise diplomatik anlamda sahada olamamaktan kaynaklı eli İran’a karşı zayıf pozisyondadır.

‘Yeni Osmanlı’nın büyüme hayali

Bahsettiğimiz bu bölgesel zayıflıklar ışığında kullanılan ve sahiplenilen Lozan söylemi, cumhuriyetin kuruluşunda kaybedilen Musul ve Halep’i Neo-Osmanlıcı bakış açısı ile topraklarına katma isteğinin somutlaşmış ifadesidir. CHP’nin ise Lozan tartışmalarını cumhuriyetin kuruluş değerlerine saldırı olarak okuması, her zaman olduğu gibi bu güncel gelişmeleri ne kadar yanlış okuduğunu ve zamanın ruhundan ne kadar kopuk olduğunu göstermektedir.

Nuceyfilere iade gayreti

Türkiye’nin Musul’da şimdi yapmak istediği, Musul’da sıkışan ve beklenen Koalisyon Güçleri operasyonunda kısa ya da orta vadede kaybedeceği kesin olan IŞİD’e nefes borusu açarak yönetimin tekrar el değiştirmesini sağlamak… Yani burada amaçlanan, daha önce Esil Nuceyfi’den alınıp IŞİD’e teslim edilen Musul’un tekrar IŞİD’den alınarak eski Musul Valisi Esil Nuceyfi’ye teslim edilmesidir. Böylece sıkışan IŞİD’in boğulması önlenmiş olacak ve Musul Sünni ağırlıklı yapısı ile kendi kontrolündeki Esil Nuceyfi’de kalmış olacak.

Ankara Antlaşması gibi

Türkiye, yeni antlaşmalar hayali kurarak oradaki demografik yapıdan siyasete, sosyal ilişkilerden petrol gelirlerine kadar birçok kalemde söz sahibi olabileceğini düşünüyor. Herhalde 1926’da imzalanan Ankara Antlaşması’nın bir benzerinin bugün de yapılabileceği hülyasını görüyor. Bilindiği gibi Ankara Antlaşması’nın 14. Maddesi ile Türkiye, 25 sene boyunca Musul petrollerinden elde edilen gelirden yüzde 10 pay alma garantisi elde etmişti. Ancak kelimenin gerçek anlamıyla o köprünün altından çok sular geçti, hatta o köprü yıkıldı. Fakat o günlerden bugüne iki temel refleks değişmedi: Birincisi Kürt karşıtlığı (düşmanlığı), ikincisi siyasette Neo-Osmanlı rüya görme alışkanlığı. 

Türkiye varsa sorun var

Hem Kürt karşıtlığı hem de rüya görme hali birleşince Musul’daki gibi işgalci pozisyonu kendini somut bir şekilde dışa vurmaktadır. Bu gibi toplumsal kaos halini almış ve uluslararasılaşmış coğrafyalara müdahaleler ile sonrasındaki süreçlerde kalıcı barışın sağlanması, iç içe geçen, birbirini direkt etkileyen tümleşik süreçlerdir. Musul’da da IŞİD’in bütün olarak çıkarılabilmesi ve sonrasında istikrarın sağlanıp mezhep veya etnik çatışmaların yaşanmaması için demografik yapıya saygı duyacak, aynı zamanda hegemonik emellerden uzak olacak bir müdahale gereklidir. Ne yazık ki ABD, İran veya Türkiye’nin olduğu bir planlamanın mezhep politikası ve hegemonik bir emelden azade olması mümkün değildir. Ayrıca gözden kaçırılmaması gereken bir husus, Türkiye’nin Musul operasyonunda olması halinde Rusya’nın da artık Musul’da olmaması için neden kalmayacaktır. Türkiye’nin bu pozisyonu, ABD tarafından bilinen ve asla kabul edilemeyecek bir durumdur.

Türkiye’nin Şengal emeli

Ortadoğu’da hegemonik olmayan ve demografik çoğulculuğa olabildiğince önem veren tek güç KSH’dir. Denklem bozucu bu pozisyonu nedeniyle işin içindeki birçok güç tarafından istenmiyor. Ancak Türkiye dışındaki tüm güçler de bilmektedir ki, sahada savaşma ve ilerleme ile birlikte mevcuttaki konumu koruyabilme gücü oldukça yüksek olan ve bu gücü çoğulculuk yönünde kullanan da KSH’dir. 

Türkiye, uluslararası güçlerin KSH ile ilgili bu gerçekliğini bildiği için Musul denklemine farklı bir açıdan daha müdahale etmeyi planlamaktadır. Türkiye koşulları sağlar ve güç getirebilirse Şengal’de bulunan ve Ezîdîlerin öz savunma gücü olan YBŞ’nin bu bölgedeki konumuna saldırmayı hedeflemektedir. YBŞ’nin (Yekîneyên Berxwedana Şengal –Şengal Direniş Birlikleri) varlığı, merkezi Irak Hükümeti tarafından tanınmaktadır. Ancak Türkiye, Musul operasyonunda muhtemel YBŞ varlığını direkt tehdit olarak görmekte ve bu durumu pazarlık konusu yapmaktadır. İleriki süreçte operasyonda kimlerin resmi olarak kimlerin dolaylı yollardan katkı vereceği, daha da netlik kazanacaktır. Ancak Türkiye, YBŞ’ye yönelmek istiyor; bu imkanı bulamasa bile YBŞ’nin operasyonun resmi veya dolaylı bir parçası olmasını engellemeye çalışıyor. Yani Türkiye’nin ve Haşdi Vatani’nin (Başika’da eğitilen Nuceyfi’nin milis gücü) olmadığı muhtemel bir Musul operasyonunda YBŞ’nin de olmasını engellemek için IŞİD ile senkronize sansasyonel eylemler gerçekleştirilebilir. Türkiye, kendisinin veya Haşdi Vatani’nin operasyonda olduğu herhangi bir konumda YBŞ’nin zaten olamayacağını kabul ediyor.  Bu sansasyonel eylemleri Haşdi Vatani’yi veya farklı bir milis gücünü YBŞ ile çatışma pozisyonuna çekerek yapmayı da planlanıyor olabilir. Milis güçlerin böyle bir çatışmanın içinde olması durumunda, YBŞ’nin kendi iç meseleleri ile uğraşan ve Musul’da yer almayan bir konumda kalması isteniyor ve hesap ediliyor.

Köklü değişimlere gebe

Türkiye’nin bu gibi kirli planlamalarının içinde bazı Kürt partilerinin de olması tek kelimeyle tarihi bir hata olur ve üzerlerinden tarih boyunca silinmeyecek bir kara leke kalır.

ABD, Irak ve İran’ın denklemin içinde olduğu bu operasyonun Türkiye’nin emelleri uğruna tehlikeye atılması kabul edilemeyecek bir gerçeklik olduğu için birbiri ardına açıklamalar yapılmaktadır. Türkiye’nin ne operasyondaki varlığı ne Irak’taki varlığı hatta ne de Güney Kürdistan’daki varlığı isteniyor. Sözünü ettiğimiz bu gelişmeler ışığında önümüzdeki sürecin şimdiden tahmin edemeyeceğimiz kadar köklü değişimlere gebe olduğu açıktır.

Ahmet Yıldırım

13 Ekim 2016