Ölü Düzen ve Vicdan Anne

Cezaevinde tutulan Eş Genel Başkanımız Figen Yüksekdağ'ın Eş Genel Başkan Yardımcımız Aysel Tuğluk’un annesi Hatun Tuğluk’un cenaze törenine yapılan ırkçı saldırıya ilişkin Özgürlükçü Demokrasi için kaleme aldığı yazı:

İşte beklediğimiz kapı sesi geldi. Sonra kederli yüzü, kıvranan alın çizgisiyle Aysel Başkan girdi içeriye. İki gündür Sebahat Başkanla birlikte bu sesi bu yüzü bekliyorduk. Sadece biz, bütün kadınlar kulağı sese, eli yüreğinde ve acı ile öfkenin harmanlandığı Kandıra Cezaevi’nde onu bekliyorduk. İşte gelmişti. Onun gözyaşları ile yıkanmış yüzündeki tertemiz asalete içimiz dağlanarak bakacaktık. Gözümüzün yaşını onunkine katacaktık. Bir kere daha birbirimizi kucaklayarak yaraları sağaltacaktık. Nice acının, direncin, sevincin arkadaşları olmuştuk çok zamandır. Aramızda vahşeti bilmeyen, hangi kılığa girerse girsin zulmü tanımayan yoktu. Şimdi tüm deneyimlerimize, yaşanmışlıklara rağmen Hatun Anne’nin mezarına saldıran yaratıklaşmış varlıkları düşünüp afallıyorduk. Bu da kadınların ve ezilen insanlığın mücadele yaşamında başka bir sınavdı. Çalışmadığımız yerden gelmedi soru ama alışmadığımız yerden geldi.

Bir türlü bu örgütlü kötülüğe alışamadık. Ama ne yazık ki Hatun Anne’nin mezarına yönelen canavarlık karşısında sarsılarak insan olmanın gerekli değerlerini hatırlayanlar, uzun zamandır kötürümleştirici bir alışkanlığın pençesinde kıvranıyordu. Kötülük bağımlısı olmuş ve sadece böyle yaşayabilen bir iktidar kendisi ile birlikte toplumu dipsiz bir kuyuya sürüklemişti. Böyle bir iktidarın yarattığı katıksız kötülük yörüngesindekilerin kimi mutandlaşıp, canavarlaşıyor. Kimi tepkisizlikle çürüyor, kimi de “kötüye kötü demek karın doyurmaz” telkini ile çok doyup genişlemiş karnından konuşuyor.

Kürdün bir avuç toprakla imtihanı yeni olmadı

Bunca zaman iktidar merkezi ve yörüngesi tarafından toplumun çoğunluğu kötülüğe alıştırıldı. Yaratılan Kürt düşmanlığı eşliğinde mezarlıkların bombalanması, cenazelerine eziyet edilmesi, faşizmin yaşayanlardan sonra ölülerin mezarına üşüşmesi ne yazık ki yeni değildir. Kürdün bir avuç toprakla imtihanı yeni olmadı. Topluma yaydıkları “tek bir çakıl taşını” kaybetme fobisiyle iktidar için kullanışlı savaş, ırkçılık, mezhepçilik ve nefret üretenler Türk milliyetçiliğini kutsama adına mezar milliyetçiliğine kadar düşenler, Kürdün olduğu kadar Türkün de onuruna saldırıyor.

Şimdi iktidar eli ile yaratılan korkunun ele geçirdiği ve berbat kişiliğe dönüştürdüğü ruhlar kendisi dışında kimseye “tek bir mezar taşı vermemek” için çıldırıyor, saldırıyor. Mezarına saldırdıklarının, mezarsız bıraktıklarının Ankara’da 75 yaşında bir cenaze ya da Cizre’de 10 yaşında bir kız çocuğu olması onlar için fark etmiyor. Tek vatan, tek devlet, tek millet, tek bayrak dörtlemesinin kaçınılmaz sonucu “tek mezarlık” oluyor. Tek vatan, millet, devlet, bayrak gerçeği içinde Kürde, Aleviye, Ermeniye, demokratik farklılıklara hiçbir resmi yer ve hak tanımayanlar mezarlıkta yer hakkı da tanımıyorlar. Tekçiliğin, inkarcılığın gelip gelebileceği yer tam da burası. Yüz yüze bakamaz, aynı mezarlıkta yatamaz hale getirilmek… Kürde, Aleviye, kadına Meclis’te de belediyede de yerin yok demek…

Kandıra Cezaevi’nde gecenin ve acının en koyu anında üç kadın diz dize oturmuş bunları düşünüyorduk. Konuşamıyorduk. Düşmanlığı, nefreti, zulmü tarif edebilecek cümle bulamamak mı yoksa tarif etmekten vazgeçmek mi daha kötü? Sanki biz ikinci safhaya geçmiştik. Bu insanlıktan çıkış halini yaratanlar ve yaşatanlar artık tarifi imkansız ve gereksiz bir hiçleşme dünyasındaydı. Kendi buz kesmiş varlıkları dışında yaşayan hiçbir değere yer yok o dünyada. Yerimiz yoksa da yaşıyoruz; bu önemli bir şey. Muktedirin dünyasında yaşadığını iddia edenlerin ise ruhu ölüyor. Bazen teker teker bazen toplu katlediliyor ruhlar ve bu yaşayan ölüler dünyasındaki insan dışı varlıklar kendini sadece ölüm ve öldürme etrafında tanımlayabiliyor.

Sonra ölüyü de öldürmek ister gibi bir hırsa ve çığrığından çıkmışlığa bürünüyor. Öldürmeye doymadığı için değil, öldürdüklerini bir türlü yok edemediği için… Zira 30-40 yıl boyunca cenazesine zulmedilen, gömülme hakkı tanınmayan, mezarı tahrip edilen, hatta mezarı olmayan binlerce yurtsever, devrimci ve halk evladını ne yaptılarsa yok edemediler. O evlatların annesi “Hatun Tuğluk yaşıyor” dediğimizde de yalan değil şimdi. Ölümün bir yok oluş olmadığını bizim kadar onun mezarına saldıranlar da biliyor. Onda yaşayan değerleri öldürmek, toprağın üzerinde yaşayan bizlerin ruhuna daha ölümcül bir darbe vurmak için saldırıyorlar. Ama halen cevaplayamadıkları ve bu nedenle kıvranıp acizleştikleri bir soru var:

Öldürerek bitiremediklerinizi, ölüsüne saldırarak nasıl bitireceksiniz? Ya da madem dediğiniz kadar güçlü ve galipsiniz neden bu cansız bedenlere, kuru topraklara karşı meydan muharebesi? Bu soruların cevaplarını bilip de söyleyemiyorlar. Biz söylediğimiz için de suçluyuz. Varsın öyle olsun. Ayan olanı beyan edelim yine. Aslında siz ölüsünüz! Ölü bir düzenin sahipleriniz. Ankara’nın İncek Mezarlığı’nda, ölüp de gömülmeyen bir zihniyetin nasıl çürüdüğünü gördük sadece. Mezarlıktaki asıl tarihsel trajedi kimsenin ağlamadığı, sevgi ile vefa ile kucaklamadığı toprağın huzuru ile yatıştıramadığı çürümüş düzen cenazesinin Araf’a kadar bile gidemeyen çaresizliğiydi.

Kandıra Cezaevi’nde, gecenin ve acının en koyu anında, “2 metre kare toprak içinde direnme zamanındayız” diyor Sebahat Başkan. Kirpiğine tutunup kalmış parlayan gözyaşı, sözünün ötesinde bir şeyler anlatıyor. Acıyı duru sularda yıkamak gibi, direnme denizine akan gözyaşlarının yolunu hiç şaşırmaması gibi… Aysel Başkan yorgun ama kararlı sesiyle “İrademizi kıramadıklarında vazgeçecekler” diyor. Nice irade sınavından geçmiş bir kadın siyasetçi, yaşamının belki de en zor ve ruhunu örseleyen bu sınav anında, yalın ve içten bir kararlılıkla söylüyor bunu. Zalimler zalimlikten vazgeçer mi, vazgeçmez mi, artık hiç önemli değil. Önemli olan tarihin her zorlu geçidinde direnmekten ve yürümekten vazgeçmeyenlerin eylemidir.

Pek yüksek güvenlikli bir hapishanede, gecelerin zifte, gözlerin kurşuna döndüğü zamanlarda da değişmez tarihin bu yaşamsal kuralı. Direnmek yaşamaktır, vazgeçmemektir, başarmaktır. Kim bilir hangi tarihten kalma, kim bilir üzerine kaç kat beton dökülmüş bir dur ağacı, açtığı minik çatlaktan baş gösterdiğinde, derinlerdeki direnci ve parlak yeşil gülümsemesiyle bu yaşamsal kuralı doğrular. Kavgalar ve zaferler aynı yoldan geçer. Bazen betona gömüşmüş bir ağaç tohumu, bazen dört duvara hapsedilmiş bir kadın, zoru aşma kavgasından vazgeçmedikçe aynı yoldan giderek zaferi yeşertir.

Kandıra Cezaevi’nde gecenin ve acının en koyu halini yaşadıktan sonra, birçok gece devrildi-güne çevrildi. Tarihe sorarsanız çok kısa diyeceği bu zaman diliminde, alçaklığın dibinin olmadığını da, ayağa doğrulan vicdanın sanılandan yüksek olduğunu da gördük. Yaşayanların ruhlarını iğdiş etmek, varlığını yaralamak, cezalandırmak için planladıkları saldırı, infiale ve büyük bir vicdan hareketine dönüşünce mezarlıktaki hesap yay gibi gerilen gerçeğe uymadı. Sistematik olarak yaptıkları iç savaş simülasyonlarından birindeki hata payı aralığı bu kez çok şaştı. Belki de mezarlığa saldıkları güruhun canavarlaşma seviyesi onları da ürküttü. Sonrası bir kurtla öldürüp kuzuyla ağlama hikayesi.

Gerçi senaryo derme-çatma olunca, kuzuyla ağlayıp üzülme oyunu da tutmadı. Kurtla sarmaş dolaş sırıtan bir fotoğrafta, arsızlığın ve soysuzluğun hakikati olduğu yerde duyuruyordu. “Analar ağlamasın”la başlayıp, “Analar gömülmesin”le sona gelen iktidarın başka gideceği yer yok zaten. Ama sarıp sarmaladıkları ölüm ve nefret makinaları, aynı zamanda onların mezar kazıcıları. Bir yandan da dirimizi görmeyip kırk yılın başı ölümüzü göreceği gelen haber bültenlerinde, hapsedilen akıl ve vicdanın firar hareketi engelleniyor. Sıkıştırılmış, tazyik üretmiş toplumsal vicdanı patlayıp kaza bela olmadan yatıştırma görevini itinayla yerine getiriyorlar. Şimdi herkesin üç vakit bile dolmadan, sona ereceğini bildiği üç tutuklulukla, olay kapanmış, vicdanları rahatlamış görünüyor. Ne var ki bizler için hala vicdanı esir etmemi, insani direncini düşürmemiş olanlar için her şey yeniden başlıyor.

Hatun anne ölümle sonsuz bir uykuya dalarken, ölüm uykusundaki ne çok insanı uyandırdı. Çileli ama direngen ömrünü tamamlayıp giderken bile, bütün iyiliği, sevgisi, bilgeliği ve cömertliğiyle, sınırlara hapsolmuş, birbirinden kopmuş, tepkileri donmuş koca bir toplumsal alana yeniden başlama gerekçesi verdi. O cömert annenin buruk hediyesini ya da adına toplumsal vicdan denilen emanetini nereye koyup, nereye taşıyacağına yaşayanlar karar verecek şimdi. Hatun Anne giderken yaşama inanan, çilesiyle dayanmaya can veren bütün annelerin yapmak istediğini yaptı, konuşmak istediğini söyledi. Aysel Başkan bazen, kafası kızan Hatun Anne’nin “Çağır basını, benim de söyleyeceklerim var, siz anlatamıyorsunuz ben konuşacağım” dediğini söylerdi. Duyarlı ve sevimli anne hali içimizi ılıtır, bizi gülümsetirdi. “İnatçı kadın, sonunda dediğini yaptı” diye gururla gülümsüyoruz şimdi. Hiç konuşmadan bizden iyi anlattı. Artık ölümün nihayetini aşıp, bir yaşam sırrını ayan eden Hatun Anne’ye ve bütün annelere sırra vakıf olmayı borçluyuz. Anlattıklarını tarihin başına taç etmeyi borçluyuz.

Hatun Anne’yi ayağa kaldırdığı toplumsal vicdan ve adalet, özgürlük, yeni-insani bir düzen yolunda daha kararlı ilerleme sözüyle uğurladık. Onun kızları olarak, ne annelerimizden aldığımız mücadele derslerini unuturuz ne de onlara verdiğimiz kazanma ve hesap sorma sözlerini. Ölüm-şiddet açısından, doğum-yaşam direncini, sevincini yine kadınlar çıkaracak. “Vicdan Anne”nin kızları, bütün annelerin ahını, hasretini toprağın altında bırakmayacak. Ve en çokta son telefon görüşmesinde söylediği son selam kalacak aklımızda. Selamın başımız, gözümüz üstünde Hatun Anne. Saygıyla, sevgiyle, minnetle…

Figen Yüksekdağ
Kandıra Cezaevi
23 Eylül 2017