Oluç: Kürtlerin kendi kimlikleriyle politika yapma hakkını yok etmek istiyorsunuz

Grup Başkanvekilimiz Saruhan Oluç’un Diyarbakır Milletvekilimiz Semra Güzel’in dokunulmazlığının kaldırılmasına ilişkin dün (1 Mart) TBMM Genel Kurulunda yaptığı konuşma:

Bugün bu kürsüde bir vekilimizin, Semra Güzel'in dokunulmazlığının kaldırılması nedeniyle 305 ve 306 sıra sayılı Anayasa ve Adalet Komisyonları Raporları hakkında konuşmak benim açımdan son derece üzücü; öncelikle onu belirtmek istiyorum. Keşke dokunulmazlığın kaldırılması gibi konuları değil de Türkiye'nin temel sorunu olan Kürt sorununun demokratik ve barışçı çözüm yollarını konuşuyor olsaydık, "Mecliste, bu sorunu nasıl çözeriz?"i birlikte düşünüyor olsaydık. Konuşmamda elbette bu sorunun yani Kürt meselesinin tarihsel, toplumsal ve siyasal sebeplerine de kısaca değineceğim ve elbette bazı sonuçlar üzerine de konuşacağım ama en başından şunu belirteyim ki: Sebepleri ortadan kaldırma yönünde kararlı ve köklü adımlar atılmadan sadece sonuçlara odaklanmak hem yetersiz hem de yanıltıcıdır ve ne yazık ki ülkemizde sonuçlara odaklanıldığı için meselenin çözümüne ilişkin tutarlı ve köklü adımlar atılamamaktır. "Kürt meselesi nedir?" diye soranlara ve bu meseleyi çözdüğünü iddia edenlere bugün bu bağlamda bazı cevaplar vereceğim.

Değişmeyen bir zihniyetin yarattığı sorunları yaşıyoruz

Bugün 1 Mart ve dokunulmazlık dosyasını konuşuyoruz. Bugünü öyle 2 tarihsel olay arasına denk getirdiniz ki bravo. Önce, konuşmanın girişinde, bu 2 tarihsel olayı hatırlamak ve hatırlatmak istiyorum. Bugün 1 Mart yani 2 Mart 1994'ten yirmi sekiz yıl sonra, o günkü siyasi darbenin yıl dönümünde yine bir dokunulmazlık dosyasıyla karşı karşıyayız yani aslında yirmi sekiz yıl sonra benzer bir tablo ve aynı sorun. Yirmi sekiz yıldır değişmeyen bir zihniyetin yarattığı sorunları yaşıyoruz. Yirmi sekiz yıl önce Tansu Çiller Başbakandı, bugün Tansu Çiller Cumhur İttifakı'nın, sarayın yakın çalışma arkadaşlarından, Cumhur İttifakı'nın, iktidarın müttefiki, zaman zaman akıl hocalığı da yapıyor artık hangi akıl ve nasıl bir hocalık sorularına girmiyorum, o kişiyi tarihin çöp sepetinden çıkarıp da akıl almaya kalkışanlar bunu düşünmelidir.

Elbette sorun yirmi sekiz yıllık değil, yüz yıllık bir sorundan söz ediyoruz. Yirmi sekiz yıl sonra, 2 Mart'ın yıl dönümünde bir kez daha söyleyelim ki meselenin önemli bir yanı, Kürt halkının siyasi temsilcilerine tahammülsüzlüktür, kabul edememe hâlidir. Kürt siyasi temsilini demokratik siyasetten tasfiye etme, yok etme çabası aynen sürmektedir, hem de kesintisiz bir biçimde. Hatırlatayım: DEP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasından on gün önce dönemin Genelkurmay Başkanı "tak-şak" Doğan Güreş "Eşkıyayı Bekaa'da aramaya gerek yok, maalesef bunların bir kısmı yüce Meclis'in çatısı altındadır." diyerek DEP'lileri hedef gösterdi. Dönemin Başbakanı Tansu Çiller de 2 Mart 1994 yılında partisinin grup toplantısında işaret verdi, "Meclis'te bir gölge vardır, bunu Meclis'in üzerinden kaldırmakla yükümlüyüz." dedi, hemen ardından 6 DEP milletvekilinin ve 1 bağımsız milletvekilinin dokunulmazlığı kaldırıldı. Dokunulmazlıkları kaldırılan milletvekilleri daha sonra Ulucanlar Cezaevine gönderildi.

2 Mart 1994'te dokunulmazlıklar konusunda Meclis tarihî bir gün yaşadı, DEP Genel Başkanı ve Diyarbakır Milletvekili Hatip Dicle, Şırnak Milletvekili Orhan Doğan, Muş Milletvekili Sırrı Sakik, Diyarbakır Milletvekili Leyla Zana, Mardin Milletvekili Ahmet Türk ve Şırnak Bağımsız Milletvekili Mahmut Alinak'ın dokunulmazlıkları Meclis Genel Kurulunda kaldırıldı. Dokunulmazlıkların kaldırılmasına dayanak oluşturan, Ankara DGM Başsavcılığı iddianamesinde sanıklar vatan hainliğiyle suçlanıyordu, DEP milletvekilleri daha sonra on yıl cezaevinde yattılar. DEP'lilerin dokunulmazlıklarının kaldırılması Parlamento tarihine "2 Mart darbesi" olarak geçti.

Bu tür adımlar çözümsüzlük adımlardır

Bir sivil polisin Meclis'te Orhan Doğan'ı başından tutarak polis otomobiline bindirmesini gösteren o meşum sahneyse bu olayın sembolü olarak Kürt halkının zihinlerine kazındı ve asla unutulmadı, unutulmayacak da. DEP'lilerin dokunulmazlıklarının kaldırılması, yargılanması ve aldıkları ağır hapis cezasıı dünya çapında geniş yankı uyandırdı ve bu olay Türkiye'nin başını hep ağrıttı. Yirmi sekiz yıl önce DEP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması ve onların yargılanarak cezaevine atılmasıyla bu meseleyi çözdük zannına kapılanlar hâlen anlamadılar ki bu tür adımlar çözüm değil çözümsüzlük adımlarıdır.

Kürtlerin kendi kimlikleriyle politika yapma hakkını yok etmek istiyorsunuz

Ne o dönemde bedel ödemiş olanlar ne de bugün ödemekte olanlar, direnmekten ve özgürlük, eşitlik, demokrasi, barış ve adalet mücadelesinden vazgeçmediler. Orhan Doğan rahmetli oldu ama diğerleri mücadeleyi sürdürüyor. Cezaevine atmakla tarihsel, toplumsal ve siyasal bir sorun çözülmüş olmuyor. Bugün de birçok cezaevinde seçilmiş milletvekillerimiz, belediye eş başkanlarımız bulunuyor, siyasi rehin olarak tutuluyorlar. Peki, sorun ortadan kalktı mı? Hayır, o gün de bugün de siz Kürtlerin kendi kimlikleriyle politika yapma hakkını yok etmek istiyorsunuz. Kabullenemediğiniz durum bu işte. Sorunlar bitmediği için cezaevindeler, çözümsüzlükte ısrar eden iktidar ve devlet yapısının varlığı nedeniyle cezaevindeler, onlar da direniyor. Hepsi baş tacımızdır, onurumuzdur. Buradan hepsine sevgi ve saygılarımızı gönderiyorum.

Kürt sorunu budur işte. "Nedir?" diye soranlara söylüyorum: Kürt sorunu budur işte. Kürt halkının siyasi temsilcilerine düşmanca davranma tutumu bitmiş midir? Hayır, bugün yine aynı noktadayız.

Dolmabahçe Mutabakatı

Gelelim ikinci tarihsel olaya. Dün, 28 Şubat idi. Yedi yıl öncesini hatırlıyoruz, 28 Şubat 2015'i; Dolmabahçe'de yapılan ortak açıklamanın yıl dönümü. Bakın, size o gün yapılmış olan açıklamalardan bazı noktaları okuyacağım. Yer, Dolmabahçe Sarayı; konuşan, Sırrı Süreyya Önder o dönem Grup İdare Amirimiz. Şöyle diyor Sırrı Süreyya Önder: "Uzun bir sürecin önemli bir aşamasına geldik. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan bugüne kadar süregelen demokratikleşme sorunları ve son otuz yılda 40 binden fazla insanın, insanımızın yaşamına mal olan Kürt meselesinin çözümüyle ilgili yürütülen çözüm süreci çalışmalarında tarihî bir karar sürecinin eşiğinde bulunmaktayız.

Başlangıcından bugüne bu sorun, devletin dönüşümüyle ilişkilidir. Bugüne kadarki egemen devlet zihniyeti bu meseleyi salt iktidarlaşma aracı olarak düşünmüş ve kör şiddetin kurbanı hâline getirmekten çekinmemiştir. Dolayısıyla, çözümün barış ve evrensel demokrasiyle bağı sağlıklı kurulmadıkça kurmaya çalıştığımız demokratik barışın devlet ve toplum yapısında haktan, adaletten ve eşitlikten yana bir dönüşüm sağlaması düşünülemez. Bu itibarla, süreç, cumhuriyet tarihi boyunca varlıkları yadsınan ve dışlanan tüm unsurların özgür ve eşitçe tanınması ve yeni norm sisteminde kendileri olarak yer almalarıyla gelişmek durumundadır.

Tarihin bizlere yüklediği büyük sorumluluk, çözümün de çözümsüzlüğün de salt bizim toplumlarımızla ilgili olmayıp tüm bölgeyi hatta dünyayı etkileyen muhtevası olmasıdır. Dolayısıyla, bölgenin yüzyıllık dengeleri altüst olurken küresel ve bölgesel zorbalıkların yol açtığı algısal ve iradesel yaklaşımlar evrensel insani değerler ölçüsünce geliştirilerek aşılmalıdır. Muhtevası gereği çok hareketli ve dinamik bölgesel koşullar göz önüne alındığında sürece de dinamik bir yaklaşım gereklidir. Bütün bu belirlemelerin ışığında zaman zaman aksamalar ve kırılmalarla yürütülen diyalog süreci resmî, ciddi ve sorumlu bir aşamaya gelmiş bulunmaktadır." ve devam ediyor: "Süreçte gelinen aşamaya ilişkin Öcalan'ın temel belirlemesi de şudur: 'Bu otuz yıllık çatışma sürecini kalıcı barışa götürürken demokratik bir çözüme ulaşmak temel hedefimizdir. Asgari müştereğin sağlandığı ilkelerde silahlı mücadeleyi bırakma temelinde stratejik ve tarihî kararı vermek için PKK'yi bahar aylarında olağanüstü kongreyi toplamaya davet ediyorum.' Bu davet silahlı mücadelenin yerini demokratik siyasetin almasına yönelik tarihî bir niyet beyanıdır. Hem gerçek bir demokrasinin hem de büyük barışımızın temel omurgasını teşkil edecek olan olgusal başlıklarımız şunlardır..." der ve Dolmabahçe Mutabakatının 10 maddesini sıralar:

Madde 1) Demokratik siyaset tanımı ve içeriği.

Madde 2) Demokratik çözümün ulusal ve yerel boyutlarının tanımlanması.

Madde 3) Özgür vatandaşlığın yasal ve demokratik güvenceleri.

Madde 4) Demokratik siyasetin devlet ve toplumla ilişkisi ve bunun kurumsallaşmasına dönük başlıklar.

Madde 5) Çözüm sürecinin sosyoekonomik boyutları.

Madde 6) Çözüm sürecinde demokrasi-güvenlik ilişkisinin kamu düzenini ve özgürlükleri koruyacak şekilde ele alınması.

Madde 7) Kadın, kültür ve ekolojik sorunların yasal çözümleri ve güvenceleri.

Madde 8) "Kimlik" kavramı, tanımı ve tanınmasına dönük çoğulcu demokratik anlayışın geliştirilmesi.

Madde 9) Demokratik cumhuriyet, ortak vatan ve milletin demokratik ölçütlerle tanımlanması, çoğulcu demokratik sistem içerisinde yasal ve anayasal güvencelere kavuşturulması.

Madde 10) Bütün bu demokratik hamle ve dönüşümleri içselleştirmeyi hedefleyen yeni bir anayasa."

İşte Dolmabahçe Mutabakatının 10 maddesi bunlar. Ve devam eder Sırrı Süreyya Önder, der ki: "Tüm bu hususlarda beklenen tarihî gelişmelerin hayata geçebilmesi için tahkim edilmiş bir çatışmasızlığın elzem olduğuna şüphe yoktur. Biz de HDP heyeti olarak tüm demokratik çevreleri ve barıştan yana olan kesimleri gelinen bu demokratik müzakere ve çözüm aşamasına güç katmaya davet ediyoruz. Barışa her zamankinden çok daha yakın olduğumuzu bilerek emek veren ve verecek olan bütün demokrasi güçlerini selamlıyoruz. Hayırlı uğurlu olsun." Biter.

Başka kim konuşur orada, Dolmabahçe Sarayı'nda? Hükûmet temsilcisi. Kim? Başbakan yardımcısı. Kim? Yalçın Akdoğan, sizin şimdi milletvekiliniz.

Yalçın Akdoğan o konuşmasında der ki: "Çözüm sürecinde önemli bir aşamaya gelmiş bulunuyoruz. HDP heyeti dün İmralı'ya giderek görüşme gerçekleştirdi. Biz de Sayın Başbakanımızın başkanlığında çözüm süreci kurulunda gelinen aşamayı tüm boyutlarıyla kapsamlı bir şekilde ele almıştık. Silahların bırakılmasına yönelik çalışmaların hız kazanması, tam anlamıyla bir eylemsizliğin hayata geçmesi ve demokratik siyasetin bir yöntem olarak öne çıkartılması konusundaki açıklamayı önemli görüyoruz. AK Parti iktidarı olarak 'On iki yıldır akan kan dursun, analar ağlamasın.' diyerek sessiz devrim niteliğinde adımlar attık, her türlü sorunun çözüm yeri olarak siyaset kurumunu gördük. Demokrasimiz sorunları konuşabilecek, tartışabilecek, çözüm yoluna koyabilecek imkân ve kabiliyete ulaşmıştır. Demokrasimizin daha ileri noktalara ulaşması için bütün toplum kesimlerinin, siyasi partilerin, sivil toplum kuruluşlarının el birliğiyle gayret göstermesi gerektiği de açıktır. Silahların devre dışı kalması demokratik gelişime hız katacaktır." Bir kısım konu başlıkları uzun yıllardır konuşuluyor, tartışılıyor, 10 maddeden bahsediyor, İmralı'da iki buçuk yıldır Sayın Öcalan'la yapılan konuşmalardan bahsediyor, bundan sonra da devam ediyor: "Özgüven içinde tartışmaktan konuşmaktan geri durmamamız gerekiyor. Aslında, gök kubbe altında konuşulmadık bir şey kalmadı." diyor Yalçın Akdoğan. "Demokrasilerde halkın desteğini alan görüşler, düşünceler ve politikalar değer kazanır. Biz de milletimizin hayır duası ve desteğiyle süreci nihai sonuca ulaştırmakta kararlıyız. Yeni anayasayı, birçok köklü ve kronik sorunun çözümünde önemli bir fırsat olarak görüyoruz. Sayın Cumhurbaşkanımızın da dediği gibi, uygulama önem taşıyor. Sürecin ete kemiğe bürünmesi, somut gelişmelerin yaşanması önemlidir. Bu çerçevede, iyi niyetli, samimiyetli ve kararlı bir şekilde sürece sahip çıkılması, tüm kesimlerin katkıda bulunmak için taşın altına elini koyması zorlukları kolaylaştıracaktır. Sorunlara demokratik çözümler bulmak, bölen ve ayrıştıran değil, birleştiren ve güçlendiren bir etki yapmaktadır. Temel hak ve özgürlükleri daha da geliştirmek, hakça ve kardeşçe bir ortam hazırlamak ancak bütünlüğe katkı sağlar, vatandaşlarımızın aidiyet duygusunu daha da geliştirir. Temel sorunlarını geride bırakan Türkiye, küresel ve bölgesel bir güç hâline gelecektir.

Çözüm sürecinin zor, meşakkatli, akşamdan sabaha bitmeyecek bir süreç olduğunu biliyoruz ancak samimiyet, cesaret ve kararlılıkla sonuca ulaşacağımıza da inanıyoruz." Konuşan, Yalçın Akdoğan, şimdiki Adalet ve Kalkınma Partisi Milletvekili aynı zamanda.

Silahların tümüyle devre dışı kalmasının ilk defa bu denli ciddi bir olasılığı vardı

Hatırladınız mı? 28 Şubatta Dolmabahçe'de konuşulanlar bunlardı, 28 Şubat 2015 yani bundan yedi sene önce. Soruyorum şimdi Adalet ve Kalkınma Partisi Grubuna: Bu sözü edilen 10 maddeye hanginiz itiraz ediyordu, bunların konuşulmasına hanginiz "hayır" diyordu? Hiçbiriniz. İki buçuk yıla yakın bir çabanın sonunda bu noktaya gelinmişti, 28 Şubata. Peki, neden bundan vazgeçildi, neden her şey yıkıldı, neden demokratik ve barışçı bir çözümün eşiğinden dönüldü? Özellikle kırk yılı aşkın bir süredir devam eden çatışmalı dönemde daha önceleri birçok kez denenmesine rağmen başarılamayan, silahların tümüyle devre dışı kalmasının ilk defa bu denli ciddi bir olasılık olarak ele alınmasının yolları açılmıştı.

10 maddeden oluşan bu metinde, cumhuriyetin katılımcı ve çoğulcu bir demokrasiyle buluşup bütünleşmesi kapsamında yapılması gerekenler, başlıklar hâlinde belirtilerek demokratik siyaset kurumunun izleyeceği yöntemlere işaret edilmişti. Bu kapsamda, demokratik siyasetin toplum ve devletle olan ilişkisinden toplumun sosyoekonomik sorunlarına, demokrasinin kamu güvenliğiyle olan ilişkisinden kadın, kültür, ekoloji alanlarında yaşanan sorunlara ve bir bütün olarak çoğulcu demokrasi anlayışına uygun biçimde hazırlanmış yeni bir anayasaya duyulan ihtiyaca dikkat çekilerek siyaset kurumunun tüm bu sorunlardaki çözümleyici gücüne atıfta bulunulmuştu.

Anılan dönemin yazılı ve görsel medya mecralarında bu konuya dair yapılan haber ve yorumlara bakıldığında da görüleceği gibi, bu metin, İmralı Adası'nda Abdullah Öcalan'la devlet heyeti arasında varılan bir mutabakatın sonucunda hazırlanarak kamuoyuna duyurulmuştur. Dolmabahçe Mutabakatının duyurulmasıyla birlikte kamuoyu ve taraflar nezdinde sürecin önemli bir aşamaya geldiği yönünde yaygın ve güçlü bir kanaat ortaya çıkmıştır.

Örneğin açıklama yapıldıktan sonra, birkaç saat sonraki bir konuşmasında Cumhurbaşkanı Erdoğan -yani Adalet ve Kalkınma Partisinin Genel Başkanı, sizin Başkanınızdan bahsediyorum- sürecin devamı hâlinde PKK'nin Türkiye'de silahlı mücadeleye son vermesi için Öcalan tarafından çağrı yapılacak olmasını kastederek demişti ki: "Hasretle beklediğimiz bir çağrı oldu. "Hasretle beklediğimiz bir çağrı oldu." Yine, Başbakan Davutoğlu -o zamanki- sürecin yeni bir aşamaya girmiş bulunduğunu, silah dilinin sona ererek demokratik yaşama geçileceğini belirtmişti. Her ne kadar ilerleyen zamanlarda Cumhurbaşkanı farklı gerekçelerle "Doğru bulmuyorum, ortada bir mutabakat yok, tanımıyorum." ve benzeri ifadelerle reddetmiş olsa da yukarıda görevlerini belirttiğimiz toplantı katılımcılarının temsil ettikleri kurumlara bakıldığında görülebileceği gibi esasen bu toplantı kamusal bir görev ve faaliyet olarak en üst düzeyde birlikte planlanmış ve gerçekleştirilmişti. Bu sürecin yürütülmesi esnasında yapılan bütün temaslar, girişimler ve görüşmeler devletin ve Hükûmetin ilgili kurumlarının bilgisi ve onayı dâhilinde gerçekleştirilmiştir. Çok açık, net, tartışmasızdır bir durum. Yine belirtilen dönemin açık medya kaynaklarına da bakıldığında görülebileceği gibi Dolmabahçe Mutabakatının uygulanması durumunda o günlerde bu çalışmada yer alacak kimi isimlerin konuşulmaya başlandığı, bir çözüm süreci izleme komisyonu ve ardından bu komisyona Parlamento üyelerinin eklenmesiyle oluşacak hakikat ve yüzleşme komisyonu gibi kurulların oluşturulmasıyla sürecin ilerlemesi de planlanmıştı. Dolmabahçe Mutabakatında sonra çözüm sürecinin kalıcı barış sürecine evrilmesi için izlenecek yol haritası da belirlenmişti. Öncelikle İmralı'ya isimleri dahi net bir şekilde belirlenmiş olan izleme heyeti gidecek ve bu heyet huzurunda derinlikli müzakere sürecine geçiş başlamış sayılacaktı.

Kürt meselesinde Türkiye tarihinin en ayrıntılı ve uzun müzakerelerini içeren bu süreç tarihteki yerini aldı

Bundan sonra Sayın Öcalan PKK'ye Türkiye'ye karşı silahların bırakılması için tarihi belirlenmiş, gündemli bir silahsızlanma kongresi çağrısı yapacaktı. Sayılı günler kalmıştı ve önemli bir eşiğe gelinmişti. Çözüm sürecinin yaklaşan milletvekili genel seçimlerine kurban edilmemesi için hızlı davranılması gerekiyordu. Defalarca bu uyarıları yaptık ama bu uyarılara rağmen bu ciddiye alınmadı ve bugüne gelindi. İşte "Kürt sorunu nedir?" diye soruyorsunuz ya, Kürt sorunu budur, çözülmemiş olan Kürt sorunu Dolmabahçe Mutabakatının bu şekilde akamete uğramış olmasıdır. Peki neydi bu çözüm süreci ve nasıl 28 Şubata gelindi? Kısaca bunları da biraz hatırlatmak istiyorum: 2009 yılında "Oslo görüşmeleri" olarak bilinen görüşmelerin başarılı olamamasından dolayı 2012 yılına sonlarına doğru MİT Müsteşarının İmralı Adası'nda Abdullah Öcalan'la yaptığı görüşmelerle başlayan Kürt sorununda çözüm arayışları "çözüm süreci" olarak adlandırıldı. Kürt meselesinde Türkiye tarihinin en ayrıntılı ve uzun müzakerelerini içeren bu süreç, daha önce denenmiş olan diğer girişimlere oranla daha geniş ve kapsamlı bir süreç olarak tarihteki yerini aldı.

Süreç başladığı gibi, provokasyonların da ardı arkası hiç kesilmedi. Daha görüşmeler kamuoyuna yeni yeni duyuruluyorken Paris'te 3 Kürt kadın siyasetçi Ankara'yla bağlantılı bir kişi tarafından katledildi. Bu katliam, süreç boyunca kirli provokasyonların süreceğinin ilk işaretiydi. Bu provokasyonlardan biri de heyetimizle ilgili olandır. Son beş-altı yılda çokça dile getirilen milletvekillerinin Kandil'e gitmesi meselesi devlet ve hükûmetin bilgisi ve isteğiyle birçok defa gerçekleştiği hâlde, HDP-BDP heyeti kendi başına gidip gelmiş gibi lanse edildi. Fotoğraflar paylaşıldı, sosyal medyada siyasi ahlaktan yoksun linç kampanyaları zaman zaman İçişleri Bakanı ve İletişim Başkanlığı eliyle yürütüldü. Peki, gerçek ne? Bugünkü İçişleri Bakanlığını kastediyorum ha, o günkünü değil. Peki, gerçek neydi? Çözüm süreci boyunca İmralı Adası'na giden BDP-HDP milletvekili heyetleri Öcalan'la yürütülen müzakerelerin sonuçlarını devletin ve hükûmetin izni ve talebiyle örgüt yetkililerine iletmek üzere birçok kez Kandil'e gittiler. Zaman zaman Türkiye'de ortaya çıkan sorunlar vali, emniyet müdürü, askerî yetkililerden oluşan bürokratlar, hükûmet üyeleri ve örgütle görüşülerek çözüldü. Örneğin, 1 Mayıs 2014'de alıkonulan 2 uzman çavuşun benzer bir görüşme trafiğinden sonra HDP-BDP heyeti tarafından alınarak Lice Kaymakamlığına getirilip teslim edilmesi yaşanan bu örneklerden sadece biridir.

Kamuoyu araştırmaları, sürece ilişkin desteğin yüzde 75-80'lerde olduğunu gösteriyordu

Çözüm sürecinde yürütülen müzakereler sonucunda 25 Nisan 2013'te PKK bütün silahlı güçlerini Türkiye topraklarından Irak Kürdistan bölgesine çekeceğini resmî olarak duyurdu. Çözüm ve barış müzakereleri yürütülürken 15 Temmuz 2014'te Meclis'ten Cumhurbaşkanı onayına gönderilen çözüm süreciyle ilgili kanun, Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun adıyla Resmî Gazete'de yayımlanarak yasalaştı. Nisan 2014'te MİT Kanunu'nda değişiklik yapılarak görüşmeleri yürüten MİT mensuplarına yasal zırh getirildi. Süreç başladıktan sonra gazeteci, akademisyen, hukukçu, kanaat önderi, siyasetçi ve sanatçılardan oluşan Akil İnsanlar Heyeti oluşturuldu. Bu heyet Türkiye'yi gezerek çözüm sürecini anlatı. Türkiye'de bulunan aralarında sendika, meslek birliği, esnaf odası, dernekler gibi yapılardan oluşan yüzlerce STK çözüm sürecine desteklerini açıkladı ve çözüm sürecinin başarılı olması için çaba sarf etti. Kamuoyu araştırmaları, sürece ilişkin desteğin yüzde 75-80'lerde olduğunu gösteriyordu. Toplumda barış ve çözüm inancı yükselirken ateşkes açıklamaları ve röportajlar için onlarca gazeteci; Hükûmetin, bürokrasinin, devletin bilgisi dâhilinde kamp alanlarına gidip geliyordu. Çözüm ve barış inancıyla binlerce insan, çocuklarını görebilmek ve sarılmak için kamp alanlarına gittiler. Aileler çocukları barış içinde eve dönecekler diye inanılmaz bir umut beslediler ve çok sevindiler. Maalesef, bugün, o dönemde, çözüm adına yapılan ne varsa HDP ve Kürtlere suç sayıldı. Bu konuya tekrar döneceğim ama bir kez daha söyleyelim hani, "Kürt sorunu nedir?" diye soranlar var ya, Kürt sorunu, işte o dönemde, çözüm adına yapılan ne varsa HDP ve Kürtlere suç sayılmasıdır aynı zamanda.

Toplumdaki barışa olan özlem inanılmaz bir enerji ortaya çıkardı

Kürt yurttaşlar çözüm sürecinde akın akın çocuklarını, akrabalarını, sevdiklerini görmeye gittiler ve bu devletin bilgisi hatta desteğiyle gerçekleşti. Toplumdaki barışa olan özlem, inanılmaz bir enerji ortaya çıkardı. Bunu yaşamamış olanlar anlamakta zorlanabilir belki ama gerçek buydu. İşte, bugün, burada, dokunulmazlığının kaldırılmasını konuştuğumuz Semra Güzel'in hikâyesi de bu ortamda gelişti. Bir parantez açalım ve Semra Güzel konusuna girelim, sonra tekrar çözüm sürecine geri döneceğim.

Semra Güzel, Diyarbakır Milletvekilimiz, fotoğraflarının bazı medya organlarında yayınlanması ve bunun bir linç kampanyasına dönüştürülmesi üzerine yaptığı yazılı açıklamada, Semra Güzel'in açıklamasından aktarıyorum, şöyle dedi: "Hatırlarsak 2013 yılında mevcut iktidarın da taraf olduğu bir çözüm ve barış sürecinde silahlar susmuş, çatışmalar durmuştu. Bu süreçte taraflar arasında bir mutabakat oluşmuş, devlet yetkilileri ve çeşitli heyetler tarafından haberde bahsedilen bölgelere gidiş gelişler yaşanmıştı. Bunların hepsi mevcut iktidarın bilgisi ve onayı çerçevesinde gerçekleşmiş, Türkiye toplumu ve kamuoyu da buna tanıklık etmişti.

Söz konusu fotoğraflara gelince Volkan Bora'yla üniversite yıllarımda tanıştım ve bir süre arkadaş olarak görüştüm. Kendisiyle yaşadığımız duygusal yakınlık sonucunda, aileler arasında yaptığımız bir tören sonrasında sözlendik. Volkan Bora, gazetecilik yaparken 2009 sonlarında maruz kaldığı soruşturma ve davalar neticesinde yurt dışına gitmek zorunda kaldı. Ulaşmaya çalışmama rağmen 2014 yılına kadar kendisiyle hiçbir şekilde görüşemedik. 2013-2015 yılları arasında başlatılan çözüm ve barış sürecinin olumlu havası içerisinde çocuklarını, annelerini, babalarını ve sevdiklerini görmeye çalışan birçok kişi gibi ben de Volkan Bora'ya ulaşmaya çalıştım. Bahsi geçen bölgeye gittiğimde 2 kadın tarafından karşılandım. Bana güvenlik koşulları nedeniyle kendi kıyafetlerinden giymem gerektiği söylendi, bir süre bekledikten sonra orada olduğunu öğrendim ve görüştük. İşte, basına servis edilen fotoğraflar bu görüşmeye ait olan fotoğraflardır. Sadece benim değil, milyonlarca insanın geleceğe dair umutlandığı ve barışı arzuladığı bir süreçte bizatihi Hükûmetin karşı tarafla görüşmeler yaptığı göz önüne alınırsa bu fotoğrafların bugün hakkımda yürütülen karalamalara, kumpas girişimlerine ve suçlamalara dayanak yapılmaya çalışılması kabul edilemez. 2014 yılı içerisinde kamu alanında görev yapmaktaydım -biliyorsunuz kamu çalışanıydı, hekimdi- ve hiçbir siyasi partiye üyeliğim yoktu." der, Semra Güzel.

Bu yaptığı yazılı açıklamada yalnız kendisinin değil, milyonlarca insanın geleceğe umutla baktığı, barışı arzuladığı ve "çözüm süreci" olarak adlandırılan süreçte kamplara uzun süredir göremediği sözlüsünü ziyaret etmek için gittiğini açıkça ifade etti. Ortalama zekâya sahip her vatandaş ön yargılarından sıyrılarak bu resimlere, fotoğraflara baktığında gerçekten iki kişi arasındaki duygusal yakınlığı görecektir. Örgüt üyesi olmayan ancak farklı zamanlarda, farklı amaçlarla kampları ziyaret etmiş başkaca kişiler de olmuştur ve bu kişilerle ilgili hiçbir soruşturma başlatılmamıştır. Bu durum bugüne değin bir kişinin kamplara gitmesinin değil, gidiş amacına göre suç olarak nitelendirildiğini veya nitelendirilmediğini göstermektedir.

Örneğin, PKK'nin silahlı örgüt üyelerinin Türkiye sınırları dışına çekeceğini duyuracağı Nisan 2013'teki basın toplantısına Türkiye ve dünyadan yüzlerce gazeteci katılmıştır. BBC, Reuters, CNN, Al Jazeera, Associated Press gibi uluslararası medya kuruluşları ile Show TV, CNN Türk, Anadolu Ajansı gibi yerli kuruluşların temsilcileri gerçekleştirilen basın toplantısına katılmış öncesi ve sonrasında röportajlar yapmıştır. Bu medya kuruluşlarının hiçbir üyesi hakkında soruşturma başlatılmamış, ceza davası açılmamıştır.

Bu tarihten önce de sonra da yüzlerce gazeteci benzer ziyaretler gerçekleştirmiş ancak bu haberleri yapanlar hakkında da soruşturma başlatılmamış, ceza davası açılmamıştır ya da çok sayıda insan hakları örgütü üyesi, siyasetçi, gazeteci farklı tarihlerde alıkonulan asker, polis, köy korucusu veya sivilleri teslim almak için kamplara gitmiştir ancak bu insani girişimler de haklı ve doğru biçimde hiçbir soruşturmaya tabi tutulmamış, bu kişilerin cezalandırılması için davalar açılmamıştır. İnsan Hakları Derneğinin 9 Mayıs 2013 tarihinde yayımladığı bir rapor vardır ve bu geliş-gidişler teker teker sıralanmıştır o raporda. Bu rapora İnsan Hakları Derneğinin sitesinden istediğiniz an ulaşabilirsiniz.

Bir kimsenin kamplara gitmiş olması tek başına soruşturma konusu olamaz

Özetle bir kimsenin kamplara gitmiş olması tek başına soruşturma konusu olamaz, bu kamplara giden herkes örgüt üyesi olarak nitelendirilemez. Nitekim ne haber peşinde koşan gazeteciler ne de alıkonulmuş askerleri teslim almaya giden siyasetçiler ile insan hakları kuruluşlarının temsilcilerine üyelik suçlaması yöneltilmemiştir. Semra Güzel'in sözlüsünü ziyaret için ve çözüm sürecinde örgüt kamplarını ziyaret etmesinde esasen bu ziyaretlerden hiçbir farklılık yoktur, tamamen insanidir.

Tekrar çözüm sürecine dönecek olursak... Çözüm süreci neden önemliydi? Çünkü müzakere geleneği olmayan bir devletimiz ve toplumumuz var. Yakın tarihe baktığımızda tarihsel, toplumsal, siyasal sorunlarını konuşarak, diyalog içinde müzakere ederek, demokratik bir politik kültürü geliştirerek çözme alışkanlığı ve devlet geleneğinden bahsetmek neredeyse mümkün değildir. Aynı şekilde toplumda da böyle bir alışkanlık ve gelenek yoktur. Müzakereci bir demokrasi anlayışı yerleşik olmadığı için daha çok çatışmacı anlayışlar ağır basar ve sorunlar tıkanma noktasında şiddete, zora, hukuksuzluğa başvurularak aşılmaya çalışılır. Türkiye'nin geleneği budur.

İşte tüm bu olumsuzluklara rağmen çözüm süreci toplumsal ve siyasal bir denemeydi ve önemli adımlar atılmıştı. Kürt sorununda ilk kez bu kadar kapsamlı bir diyalog ve görüşme süreci yaşandı, sorunları konuşarak aşma konusunda bir duruş sergilendi ama maalesef sonuçlandırılamadı. Yasal düzenlemelerin gereken hızda ve içerikte yapılmaması, güven artırıcı adımlar yerine güven yıkıcı girişimlerin art arda yaşanması, çözüm sürecinin yasal zemine oturtulması konusunda Hükûmetin sorunu çözmekten uzak ve içi boş, yavaş adımlarla ilerlemesi, süreç boyunca toplumun rahatlaması için yapılması gereken kapsamlı düzenlemeler yerine kısmi demokratikleşme paketleriyle yasal düzenlemeler yapılması, cezaevlerindeki hasta mahkûmların defalarca konuşulmuş ve söz verilmiş olmasına rağmen bir türlü bırakılmaması ve daha sayılabilecek çok şey aslında bu sürecin gelişmesine zarar verdi.

Elbette, tümüyle yanlış Suriye politikaları, bu sürecin başarısızlıkla sonuçlanmasının önemli nedenlerinden biri oldu. Şimdi geriye baktığımızda, bunu çok net olarak bir kez daha görebiliyoruz. Suriye'deki iç savaşa boylu boyunca dalan bir iktidar, mezhep çatışmalarının boylu boyunca parçası olan bir iktidar, Kürt düşmanlığını Suriye zeminine taşımış olan bir iktidar, yeter ki Suriye'de Kürtler, orada yaşayan Kürtler herhangi bir statü kazanmasın, herhangi bir hak elde etmesin diye Suriye'deki her türlü çete örgütüyle iş birliği yapan bir iktidar... Eh, bütün bunların çözüm süreciyle birlikte yürümesi, elbette mümkün değildi.

Ya AKP iktidarı ya kaos iklimi yaratıldı ve çok acı laflar da duyduk. "HDP bundan sonra çözüm sürecinin ancak filmini yapar" cümlesini bile bu iktidarın mensuplarından biri sarf etti. "O yoksa çözüm süreci de yok" diyen fırsatçı bir anlayış, halkın barış ve çözüm iradesini hiçe saydı.

Sonra yaşananları kısaca hatırlatalım, bunları hep konuşuyoruz, sizler de hatırlıyorsunuz. 18 Mayısta -2015'den bahsediyorum- HDP Adana ve Mersin il binalarına eş zamanlı bombalı saldırılar düzenlendi "IŞİD" dendi. Arkasında kim vardı? 5 Haziran, HDP'nin Diyarbakır İstasyon Meydanı'nda gerçekleştirdiği ve yüzbinlerce insanın katıldığı mitinge bombalı saldırı düzenlendi; 5 kişi yaşamını yitirdi, yüzlerce kişi yaralandı. "IŞİD" dedik, arkasında kim vardı? 7 Haziran seçimlerinde HDP, 80 milletvekiliyle Parlamentoya girdi, AKP tek başına iktidar olamadı. Bunun acısı kolay kolay çıkmaz mıydı? 29 Haziran 2015'te yapılan MGK toplantısından hemen sonra "çöktürme eylem planı" isimli bir plan devreye konuldu, buna geleceğim biraz sonra. 20 Temmuzda -2015'ten bahsediyorum- 33 genç kardeşimiz Suruç'ta canlı bombaların hedefi oldu. IŞİD'di, arkasında kimler vardı? 10 Ekim 2015 tarihinde ise on binlerce kişinin katıldığı "Savaşa inat, barış hemen şimdi" şiarıyla Ankara Garı'nda yapılan mitinge karşı canlı bomba saldırısında 103 kişi hayatını kaybetti. IŞİD'di, arkasında kimler vardı? Bunları konuştuk, konuşmaya devam edeceğiz. Arkasında devletin içinde odaklanmış çeşitli çetelerin ve karanlık isimlerin ve örgütlenmelerin olduğunu o gün de biliyorduk, bugün de biliyoruz.

Türkiye'de ne zaman üstü örtülen ya da faili gerçekten bulunamayan bir iş varsa arkasında mutlaka devletin içinde odaklanmış birileri ve birtakım karanlık çevreler vardır. Hep böyle oldu, burada da böyle oldu.

Şimdi, bunlara döneceğiz tekrardan ama kısa bir parantezle Kürt sorununun tarihselliğine değinmek istiyorum. Türkiye'nin en temel sorunu olan Kürt sorunu cumhuriyetin temellerine kadar inen yüzyıllık bir sorundur. Kürt sorunu iyi tanımlanmadığı müddetçe çözümü mümkün değildir. Kürt sorununun tanımı ise sorunun nasıl ortaya çıktığıyla ilişkilidir. Kürt sorunu, Kürtlerin kültürlerinin, ana dillerinin, kendilerinin inkârı; toplumsal gerçekliklerinin derinden bölünerek kendileri olmaktan çıkarılmaları, siyasi iradelerine ket vurulmasıdır. Kürt sorunu, devletlerin inkârcı yöntemlerle boyun eğmeye zorlaması, kendi kimliklerine dayalı bir varlık hâline gelmelerine fırsat ve yasal statü tanınmıyor olmasıdır. Kürtlerin, çağdaş eğitim araçları ve uygulamalarından mahrum bırakılmaları, tüm bu alanların bütünleşik uygulamalarıyla öz varlıkları ve kimliklerinin yok sayılmasıdır. İşte, bunlar Kürt sorununun temel bazı noktalarını oluşturmaktadır. Kısacası, Kürt sorunu, Kürtlerin kimliklerinin, kültürlerinin, ana dillerinin ve kolektif haklarının yok sayılması sorunudur. Hani "Kürt sorunu nedir?" diye soruyorsunuz ya; işte, budur tarihsel olarak baktığımızda. Kürt sorunu, bu bağlamda, aynı zamanda köklü bir demokrasi sorunudur. Demokratik olmayan tüm yaklaşımlar sorunu büyütmekten başka bir işe yaramamıştır.

Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, yüz yıldır Kürt sorununa yönelik güvenlikçi yaklaşım çözümsüzlüğün temel nedeni olmuştur. Bu güvenlikçi politikalar belki uygulayan hükûmetlere ve bunun arkasında duran devlet aygıtına zaman kazandırmıştır. Baskıyla veya tasfiye ederek zaman kazanma anlayışıdır bu; bunun altını özellikle çiziyorum, özellikle, zaman kazanma anlayışıdır bu. Son derece sığ ve ertelemeci bir anlayıştır ama bu uygulamalar sadece zaman kazandırmıştır. Zaman ise sorunun çözümüne değil, çözümsüzlüğün büyümesine yol açmıştır ve cumhuriyet tarihi bu zincirleme reaksiyonun çok fazla örneğiyle doludur. Günümüzde de maalesef bu zaman kazanma geleneksel anlayışı, âdeta devletin bir kanadının stratejik yaklaşımı olarak devam etmektedir. Bugünden bahsediyorum, tarihten değil; HDP'ye yönelik kapatma davası, Kürt siyasileri yasaklı hâle getirerek tasfiye etme çabası, işte bu anlayışın tezahürüdür ve bu şekilde ülkenin bir yüzyılı daha ipotek altına alınmak istenmektedir. Ama özellikle belirtmek istiyorum ki ne bu yüzyıl teknolojik imkânlar nedeniyle haberleşme ve bilgi alışverişinin ve iletişimin gelişmişliği açısından geçmiş yüzyılla karşılaştırılabilir ne de Kürt halkının siyasi ve toplumsal örgütlenme ve mücadele anlayışı, birikimi ve geleneği geçmiş yüzyıla benzer; çok gelişmiştir.

Bu sorunun demokratik yöntemlerle çözümü devlet ve iktidarda bir zihniyet değişikliğiyle mümkündür

Peki, bu sorunun demokratik yol ve yöntemlerle çözümü mümkün değil midir? Mümkündür ama bunun için olması gereken, devlet yapısında ve iktidarda bir zihniyet değişikliğidir. Halkları ve inançları dışlayan tekçi yönetim anlayışı Kürt sorununu asla çözemez. Yüzyıldır tecrübe edilenin bu olduğu açıktır. Tekçi devlet anlayışı bu kadim toprakları bir kültürler ve halklar mezarlığına çeviren temel anlayış olarak karşımıza çıkmaktadır. Hukuk, eşitlik ve özgürlüğü hiçe sayan, baskıcı, halkları ve inançları karşı karşıya getiren devlet anlayışının milliyetçilik, mezhepçilik ve erkek egemen ideolojiyi kendisine kalkan ederek büyük yıkımlara ve felaketlere yol açtığı sadece Orta Doğu'da yaşananlar düşünüldüğünde bile açıkça ortadadır. Bu noktada, barışı ve kardeşliği yeniden inşa etmenin yolu halkların eşit ve özgür birlikteliğinden, gönüllülükten geçmektedir. Bu gerçekler ışığında bakıldığında Kürt sorunu, ülkenin kuruluş sürecinde yapılan hata ve yok saymalardan kaynaklı olarak günümüze kadar gelmiş, ağırlığını 90'lı yıllardan bu yana toplumsal, siyasal, ekonomik olarak hissettiren bir sorun olarak çözülmeyi beklemektedir.

Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Türk halkıyla stratejik bir birlikteliği esas alarak ortak vatan idealini yaşatmak isteyen Kürtler, eşit haklar temelinde ortak yaşamı kabul etmiştir ancak bu birliktelik, 1924 Anayasası'yla tekçi ve katı ulus inşasının kurbanı olmuştur. Teklik üzerine inşa edilen ulus yaratma politikasının mağduru elbette sadece Kürtler olmamıştır. Bu tekçi ve baskıcı, toplumu homojenleştirici politikalardan diğer halklar, kültürler ve inançlar da nasibini almıştır, halklar ve inançlara özgür ve eşit bir yaşam hakkı tanınmamıştır. Bu tarihsel zulüm nedeniyle Kürtler, Lazlar, Boşnaklar, Araplar, Asuri, Süryani, Ermeni, Gürcü, Alevi, Hristiyan, Musevi, Arap, Çerkez, Türkmen, Mıhallemi, Ezidi, Romanlar gibi halklar ve kültürler ile İslami grup, cemaatler ve özellikle kadınlar büyük bir baskı cenderesi altına alınmıştır. Tarihin en ağır yıkımlarından birini yaşamış olan Kürt halkı ise kendisine uygulanan bu tarihsel kötülüklere karşı amansız bir mücadele vermekte, direnmekte ve bugün gelinen noktada her şeye rağmen demokratik, çoğulcu, eşitlikçi ve halkların birlikteliğini esas alan toplumsal bir arada yaşamda ısrar etmektedir. Bu son derece önemli bir özelliktir -dikkatinizi çekiyorum- bunu kavrayamayanlar sorunun demokratik çözümüne katkı sunamaz. Buraya "Çözüm nasıl olabilir?" bahsinde tekrar döneceğim.

Osmanlı Devleti'nden modern Türkiye'ye geçiş aşamasında Kürt sorunu iyice belirginleşmiştir. Osmanlı İmparatorluğu'nun ademimerkeziyetçi devlet yapısı ulus devlet merkezîleşmesiyle karşılaştırıldığında göreli de olsa faklı kimlik ve kültürlerin yaşam bulması açısından daha uygun şartlar sağlamıştır ancak İslami ümmet tasavvuru etrafında oluşan beylikler sisteminde, 16 yarı özerk Kürt beyliği bir süre sonra merkezileşme politikalarıyla beraber çatırdamaya başlamıştır. Cumhuriyet dönemi boyunca eşkıyalık, feodalizm, asayiş problemi, geri kalmışlık, modernizm karşıtlığı ve dış mihrakların oyunları şeklinde tanımlanan Kürt sorununa son dönemlerde de aynı karmaşık tanımların içinde net bir isim bulunamamaktadır ama bu kimi çevreler için geçerlidir. Son derece garip bir yaklaşımdır bu; bilgi ve empatiden uzak, ezberlere dayalı, aynı topraklar üzerinde yaşayanları anlama ve tanıma saygısından ve yaklaşımından uzaktır, kibirlidir, benmerkezcidir, üstün dil ve ırk anlayışına dayalıdır, eşitlik karşıtıdır; bugün bu sorunla karşı karşıyayız. İşte, "Kürt sorunu nedir?" diye soranlara bir kez daha söyleyelim, budur. Kibirli, benmerkezci, üstün dil ve ırk anlayışına dayalı eşitlik karşıtlığıdır esas itibarıyla. Kürt sorununun bugün net bir tanımının yapılamıyor olmasının temel sebebi resmî tarih tezleri ile reel tarih arasındaki derin farklılıktır. Tarihsel yaşanmışlıklar o kadar çarpıcıdır ki bunların anlatımı süre açısından mümkün değil ama özetle: Asimilasyoncu politikalarla birlikte inkâr ve imha siyaseti diyebiliriz bütün bu sürece. Örneğin, yakın tarihimizde 1990'lar son derece karanlık bir dönemdir. O yıllar boyunca Kürt sorununu şiddet temelinde ve güvenlikçi politikalarla çözme yöntemi askerin siyaset üzerindeki vesayetini güçlendirmiş ve orduyu siyasetin üzerinde bir konuma yerleştirmiştir. 1990'larda yoğun çıplak şiddet ve kontrgerilla faaliyetleri kullanılmıştır. Faili meçhuller, Hizbullah gibi yapıları canlı tutma işlevi görmüştür, 17 bin faili meçhulden söz edilmektedir ve bu Meclis çatısı altında Faili Meçhuller Araştırma Komisyonu bir rapor yayınlamıştır, tuğla kadar kalındır, okumanızı tavsiye ederim, daha evvel de söyledim. Çok açık ve net Kürt sorununun ne olduğunu o faili meçhuller raporunda, bu Meclis'in hazırladığı raporda görürsünüz.

Özellikle, 1992-1993 yıllarında Kürt sorununun militarizasyonunda bir eşik aşılmış, düşük yoğunluklu çatışma stratejisi çerçevesinde bölgede 1987'den beri devam eden OHAL yönetiminin yanı sıra formel-enformel ve legal-illegal bağlantılarıyla paramiliter bir makine inşa edilmiştir ve bu inşa edilmiş olan makine 1990'lı yıllarda Türkiye'nin batısına taşınmıştır.

Susurluk kazasını hatırlayalım. Susurluk kazasının içinden, o arabanın içinden çıkmış olan tabloyu hatırlayalım, ondan sonra ortaya saçılan gerçekleri hatırlayalım. 1980 ve sonrasına gidersek, bu zaman zarfında iktidara gelen hükûmetler Kürt sorununa tamamen güvenlik eksenli politikaların etkisi altında bakmışlardır. Toplumsal meşruiyetin terör ve beka parantezine alınarak sağlandığı güvenlikçi uygulamalar konsepti askerî vesayetin altında sorunun sivilleşmesine ve demokratik mekanizmaların işletilmesinin önündeki en büyük engele dönüşmüştür.

Öte yandan, bu sorun yaşanan ekonomik krizin de başlıca nedeni hâline gelmiştir çünkü çatışmalara harcanan parayla, savaşa ve silahlanmaya harcanan parayla, bunun ardına gizlenen yolsuzluk ve yozlaşma ekonomik krizi tetiklemiştir. Yüzlerce milyar dolardan, trilyon dolarlardan söz ediyorum. Buna ilişkin raporlar vardır, okumuşsunuzdur diye ümit ediyorum, okumadınızsa da okumanızda fayda var. Ortaya çıkan maliyet bütün topluma fatura edilerek yoksulluk, işsizlik, güvencesizlik, borçlanma, örgütsüzlük, nüfuslandırma, göç ve birçok sorun Kürt sorunundan bağımsızmış gibi olan bir sorun olarak sunulmuştur ama öyle değildir.

Kürt sorunu siyaset kurumunun önünde çözülmeyi beklemektedir

Lafı çok uzatmadan bir kez daha belirteyim ki Kürt sorunu siyaset kurumunun önünde çözülmeyi beklemektedir. Şiddetle çözülemeyeceği çok açık olan bu sorunun çözümünün tek yolu demokratik ve barışçı yol ve yöntemlerdir. Cumhurbaşkanı Erdoğan yani sizin Genel Başkanınız, ne demişti Diyarbakır'da yaptığı konuşmada? "Sorunun adını doğru koyalım, bu sorun Kürt sorunudur; sadece Kürtlerin değil, hepimizin sorunudur, bunu çözmek boynumuzun borcudur." demişti. Başka ne demişti? "Bu mesele sadece askerî tedbirlerle çözülebilecek bir mesele değildir. Bugün gelinen nokta muhasebe noktasıdır. Asıl büyük yanlışı yetki ve sorumluluğu elinde bulundurduğu hâlde yıllar yılı hamasetle idare edip sorunu görmezlikten gelen makam sahipleri yapmıştır." Unutmuşsunuzdur belki diye hatırlatıyorum, söyleyenler de unutmuş olabilir. Şimdi yaptıkları, işte o gün söylediklerinin aynısıdır. Durum aslında bu kadar açık ve net olmasına rağmen çözümsüzlükte ısrar edenler, bu ülkenin iyiliğini istemeyenlerdir. Sadece yakın tarihe baktığımızda bu çözümsüzlük siyasetinin ülkemizden neler götürdüğünü çok rahatlıkla görebiliriz.

Kürt sorununu çözebilseydik birçok toplumsal ve ekonomik sorunu daha rahat çözmüş olacaktık

Türkiye, demokratik diyalog ve barışçı çözüm yöntemiyle Kürt sorununu çözebilseydi, çatışma için harcanan paralar eşit ve adil bir ekonomi için harcanabilecek ve birçok toplumsal ekonomik sorunu daha kısa zaman içinde ve daha rahat bir şekilde çözmüş olacaktık. 2013 yılında başlayan çözüm süreci de bu nedenle son derece önemliydi ve tarihsel bir fırsattı. Çözüm sürecinin başlamasında temel amaç, Türkiye'nin demokratikleşmesi temelinde Kürt sorununun çözümü, özgürlükçü yeni bir anayasayla tüm Türkiye halklarının ve inançlarının dâhil olduğu demokratik ulus perspektifinde yeni bir düzenin inşası, halkların eşit bir hukuk temelinde bir arada yaşayacağı bir barış modelinin oluşturulmasıydı.

Hatırlatayım, çeşitli raporlar hazırlanmıştı; "Kürt sorunu ilerleme, sıçrama yapmak isteyen Türkiye'nin ayağında bağdır." söylemi bu raporlarda işleniyordu. Evet, çözülmemiş bir Kürt sorunu gerçekten bir bağdı. 1990'lı yıllarda yürütülen şiddet politikalarına atfen harcanan yüzlerce milyar, trilyon dolarlık maliyete, Türkiye'nin ve bölgenin başta hayvancılık, tarım, ticaret olmak üzere heba edilen ekonomik kaynaklarına ve insan kaynaklarına mal oldu; durum budur.

Barışı, müzakereyi, demokratik yol ve yöntemleri tercih dışı bırakan iktidar anlayışlarıyla Türkiye, geçmişten miras aldığı çözümsüzlük sonucu ortaya çıkan kayıpları geleceğe de bu anlayışla taşımaktadır ve maalesef bugün de aynı şey yapılmaktadır. İkinci yüzyılda Türkiye, demokratik cumhuriyetin kurulacağı ve barış içinde yaşatılacağı bir Türkiye olacak ise, en büyük anahtar Kürt sorununun demokratik yollarla çözümünün ivedilikle gerçekleştirilmesi olacaktır. Çözüm süreci işte bu nedenle önemliyi ama konuşarak, diyalogla, müzakere ederek, toplumsal uzlaşmayla bu sorunu çözmek isteyenler ile güvenlikçi politikaları ve uygulamaları benimsemiş olanlar arasındaki kapışma aslında çözüm sürecinin içinde de, sonrasında da sürdü ve bugün de sürüyor. Bu bağlamda iki önemli konuya değineceğim: Birincisi, çözüm süreci içindeki aktörlerin yargılanması ve mahkûm edilmesi meselesi; ikincisi, ünlü çöktürme planı.

Şu çok açık ve bunu defalarca tekrar ettik: Biz dün ne dediysek bugün de aynı zihniyetle davranıyoruz; barış, çözüm ve demokrasi, adalet, eşitlik tek çıkış noktamızdır. Aksi takdirde, yüzyıldır yaşadığımız bu trajedi tekrar edip duracak. Bugün burada veya medya önünde hamaset nutukları atan, bizim dışımızdaki birçok kişi çok değil, yedi-sekiz yıl önce çözüm sürecinin en önde gelen savunucularıydı; sizin iktidar sıralarınızda oturanlardan bahsediyorum.

Bugün bizi çözüm sürecinde kendilerinin de talep ettikleri müzakereleri yürüttüğümüz için suçlu ilan edenlere soruyoruz: Biz kendi kendimize mi bu süreci yürüttük? Nerede o valiler, askerler, MİT üyeleri, hükûmet yetkilileri, siyasiler? Neden hepiniz masa altına girdiniz? Masa yıkıldı, bunca ölüm ve yıkımdan sonra neyi çözdünüz? Bugünün tekçi iktidarı tıpkı 1990'ların aktörleri gibi karanlık ve suçla dolu bir tarihin parçası oldu ama biz yine aynı şeyleri başımız dik, alnımız açık savunuyoruz. Gerçek bir çözüm gerçekleştiğinde biz bedel ödemiş, onurlu bir ömürle çocuklarımıza ve torunlarımıza bugünleri anlatacağız. Sizler ne anlatacaksınız çok merak ediyoruz. Yapılan baskı ve zulmü anlatmayın, o baskı ve zulmün sorumlusu olduğunu anlatmayın; onur duyacağınız gelişmeleri anlatın diye biz mücadele ediyoruz aynı zamanda sizin için.

Çözüm sürecine tekrar dönelim. Aslında, HDP'yi kapatma davasından da Kobanî Kumpas Davasından da bildiğimiz, gördüğümüz bir gerçek var; hepsinde niyet ve hedef, çözüm sürecinin ve aktörlerinin, yapılanların yargılanması ve mahkûm edilmesidir. Şimdi, bu hedef HDP ve HDP'liler üzerinden sürdürülmektedir. Ancak niyet, daha geniş bir alanı kapsamaktadır ve bu niyet aslında çözüm sürecinde çeşitli defalar ortaya konulmuştu ve başarılı olunmamıştı; şimdi, yeniden ısıtılmaktadır.

Siyasal bir sorunu demokratik ve barışçı yollarla çözme çabası doğrudur

Öncelikle çok açık ve net bir şekilde, hiç eğip bükmeden, "ama" "fakat" demeden belirtelim ki çözüm sürecinde yapılan görüşme, temas ve açıklamalar yargılama konusu yapılamaz; biz bunları beyhude çabalar olarak gördük. Bizler o dönemde yapılanları yanlış bulmuyoruz. Elbette ki her müzakere sürecinde eksikler veya konjonktürel hatalar yapılır ve yapılmıştır da. Bunların değerlendirmesi ve öz eleştirisi elbette yapılabilir, bizler de bunu kısmen yapmışızdır ama bir bütün olarak diyalog, müzakere yoluyla, tarihsel ve toplumsal, siyasal bir sorunu demokratik ve barışçı yollarla çözme çabası doğrudur ve bunu söylemeye, savunmaya başımız dik bir biçimde devam edeceğiz.

Hatırlatalım ki kamuoyunda yaygın olarak "çözüm süreci" olarak isimlendirilen ve İmralı Adası'nda Abdullah Öcalan ile devlet yetkilileri arasında 16 Aralık 2012 tarihinde yapılan görüşmeyle başlatılıp bu çerçevede, yine İmralı Adası'nda 5 Nisan 2015 tarihinde Öcalan'la yapılan en son görüşmenin ardından sona erdirilmiş olan dönem, devlet tüzel kişiliği, kamu otoritesi adına hareket eden güvenlikle ilgili bazı kamu kurumlarının hazırladığı, seçilmiş siyasi irade olarak yürütme organının başlattığı ve ilerleyen dönemlerde yasama organının özel yasal düzenlemeler yapmak suretiyle onay verdiği bir süreçtir.

Tüm görüşmelere, HDP heyetlerinin yanı sıra istisnasız bir şekilde devlet tüzel kişiliğini temsilen kamu görevlileri de katılmışlardır. Dolayısıyla, HDP heyeti ile Öcalan arasında geçen tüm konuşma, diyalog ve değerlendirmeler, devleti temsil yetkisi ve göreviyle bu görüşmelerde yer alan resmî kamu görevlilerinin katılımıyla gerçekleştirilmiştir.

"Çözüm süreci çerçeve yasası" olarak da adlandırılan ve 10 Temmuz 2014 tarihinde kabul edilen ve yürürlüğe giren 6551 sayılı Yasa'yla bu süreç yasal dayanağa kavuşturulmuştur. 6551 sayılı Yasa'yla kurulan Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı bu süreçte görev alacak tüm kamu kurumlarının koordine edilmesiyle görevlendirilmiştir. Arkasından bir Başbakanlık Genelgesi yayınlanmıştır, o da çözüm süreciyle ilgili bir başka düzenlemedir. Türkiye Büyük Millet Meclisinde yani burada, toplumsal barış yollarının araştırılması ve çözüm sürecinin değerlendirilmesi adıyla bir Meclis araştırma komisyonu kurulmuştur. Bu araştırma komisyonunun sekiz ayı bulan çalışmaları sonucunda hazırlanan nihai rapor kayıtlara geçmiştir, Meclis tutanaklarında vardır. Ayrıca, düzenlendiği tarihte kamuoyunda 4. Demokratikleşme Paketi olarak bilinen 2014 tarihli Temel Hak ve Hürriyetlerin Geliştirilmesi Amacıyla Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'da çözüm süreci bağlamında bir dizi düzenleme hayata geçirilmiştir. Bunları hatırlamanız için kısaca belirtiyorum.

4 Nisan 2013 tarihinde Hükûmet tarafından, içlerinde akademisyen, aydın, yazar, sanatçı, gazeteci gibi Türkiye kamuoyunca tanınan kişilerden 63 kişilik Akil İnsanlar Heyeti oluşturulmuş, heyetin bölgelere göre belirlenen grupları Türkiye'nin bütün bölgelerine dağılarak çözüm sürecinin halka anlatılması amacıyla pek çok toplantı, panel, konferans gibi etkinlikler düzenlemiştir. Böylece, sürecin bir bütün olarak Türkiye toplumuna mal edilmesi amaçlanmıştır ve toplumun ezici bir çoğunluğunun yüzde 75-80 aralığında açık desteğinin sağlandığı görülmüştür.

Kürt sorununun çözümsüzlüğü nedeniyle çok uzun yıllardır süren şiddet döngüsünün kalıcı olarak sonlandırılabileceği ihtimali, çözüm sürecinin toplumun büyük çoğunluğunda kabul görmesini sağlamıştır. Biraz evvel bu süreçte gerçekleştirilen ve aradan geçen süreye rağmen güncelliğini ve önemini korumaya devam eden sürecin tüm taraflarının katılımıyla düzenlenen bir toplantıyla kamuoyuna açıklanan Dolmabahçe Mutabakatı'ndan söz etmiştim. 28 Şubat 2015 tarihinde İstanbul Dolmabahçe Sarayı'nda Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, İçişleri Bakanı Efkan Ala, AKP Grup Başkan Vekillerinden Mahir Ünal ve Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarı Muhammed Dervişoğlu ile HDP milletvekilleri -o dönem- Pervin Buldan, İdris Baluken ve Sırrı Süreyya Önder'den oluşan bir heyetin katılımıyla size okuduğum, yazılı ve görsel medya aracılığıyla da kamuoyuyla paylaşılan resmî açıklama yapılmıştır. Şimdi, bu yapılan görüşmeler, temaslar, faaliyetlerin icraatları... Sonucu ne olursa olsun, bir dönemde kamu otoriteleriyle koordinasyon içerisinde yürütülen faaliyetlerin başka bir dönem yargılama konusu yapılması başlı başına üzerinde durulması gereken, son derece ciddi ve ağır bir sorun oluşturmaktadır. Niteliği ne olursa olsun, sonuçta kamu tüzel kişiliğinin toplamını temsil eden bu devletlerin hükûmetleri de aşan kendine özgü istikrarlı bir çizgisi ve tutarlılığı olması gerektiğini belirtmek yerinde olacaktır.

Hukuk ve yargı kurumlarının, özellikle de yüksek yargı organı olarak Anayasa Mahkemesinin HDP'yi kapatma davası nedeniyle de konunun bu yönünün ayrıca değerlendirilmesi gerektiğini çok açık biçimde söylüyoruz. Bu konuya tekrar döneceğim.

Kürt sorunu gibi Türkiye'nin çok katmanlı ve en önemli siyasal sorununun barışçıl yollarla çözümü için görev alan kişilerin bu şekilde suçlanması, önümüzdeki yıllarda benzer veya farklı yöntemlerle geliştirilecek bir sürecin tehlikeye atılması ve hatta şimdiden tümüyle imkânsız hâle getirilmesi anlamına gelecektir, zaten çabanın nedeni de budur. Devletin içinde odaklanmış olan, güvenlikçi politikaları esas alan o grubun, o odağın hedefi de budur esas itibarıyla. Daha da önemlisi, özel bir yasayla her türlü sorumluluktan muaf olunacağı düzenlendiği hâlde kişi ve/veya kurumların bu şekilde suçlanarak yargılanıyor olmaları âdeta devlet eliyle tuzağa çekildikleri anlamına gelecektir, yaşanan maalesef budur.

HDP, demokratik siyasetin tüm siyasal ve toplumsal sorunlar için gerçek bir çözüm zemini olduğunu, bu çerçevede demokratik uzlaşının sağlanmasında diyalog ve müzakere yürütmeyi kalıcı çözümler için yegâne yöntem olarak benimsediğini her fırsatta dile getiren bir partidir. Kürt sorunu gibi tarihsel boyutları da olan bütün yapısal, siyasal sorunların demokratik bir zeminde tüm taraflarıyla tartışılarak demokrasi, hukuk devleti ve temel insan hak ve özgürlüklerine uygun bir çözüm bulunmasını esasen HDP'nin temel çıkış noktalarından biri olarak tanımlamak mümkündür. Bu nedenle HDP, çözüm sürecinin kuruluşundan itibaren savunduğu temel siyasal yaklaşım ve ilkeler gereği sürecin başarıya ulaştırılması için üzerine çok önemli tarihsel bir sorumluluğun yüklendiği bilinciyle yaklaşmıştır. Dar ve katı ideolojik angajmanı bulunmayan, sağduyulu ve objektif bakabilen vicdan sahibi her bireyin de kabul edebileceği gibi çözüm süreci Türkiye'nin en katmanlı siyasal sorunu olan Kürk meselesinde son kırk yıllık dönemde birçok acıya ve kayba yol açan çatışmalı sürecin sona erdirilmesi adına bütün bir cumhuriyet tarihinin en kapsamlı girişimi olarak siyasal tarihteki yerini almış durumdadır.

Başka pek çok nedenin yanı sıra, dönemin siyasi iktidarının yani sizlerin sorunun tarihsel önemiyle siyasal ağırlığına uygun sorumlulukla hareket etmek yerine, güncel siyasetin dar kalıpları içerisinde iktidarının devamını sağlamak amacıyla seçimlerde güç devşirmeye, mevcut gücünü konsolide etmeye yönelik taktiksel, pragmatik tutumunuz nedeniyle sona erdirilmiş olması, çözüm sürecinin kesinlikle tarihi değerdeki önemini ortadan kaldırmamıştır; o, sizin dar bakışlı davranışlarınızdı ve sonunda bugüne gelindi.

HDP'nin bütün kurullarınca Kürt sorunu başta olmak üzere siyasal, toplumsal sorunların müzakere edilerek nihai bir çözüme kavuşturulmasında tarihî bir fırsat olarak görülen çözüm sürecinin akamete uğratılamadan devam ettirilmesi için istikrarlı ve kararlı bir tutum benimsenmiştir; bizim politik varoluşumuz ve politik hedefimiz esas olarak budur. Yalnızca HDP seçmenlerinin büyük çoğunluğunu oluşturan Kürt halkı açısından değil, Türkiye'de yaşayan bütün halkların demokratik bütünlüğü için ve hatta olumlu sonuçlanması durumunda bölge halkları açısından da barış içinde ortak bir yaşamı sağlayabilecek bir sürecin yargılama konusu yapılması evrensel hukuka, barışa, adalet idealine ve toplumun demokratik değerlerine açıkça aykırıdır. Ne yazık ki bütün çabalar bu yargılama ve mahkûm etme üzerine yoğunlaşmıştır, bunu görüyoruz. Nasıl ve neden akamete uğramış olursa olsun HDP, çözüm sürecinin parçası olmaktan onur duymuştur ve duymaktadır.

Şimdi, biraz evvel değindik; 6551 sayılı Yasa'yla birlikte bu sürecin yürütülmesinin hukuki ve yasal dayanakları düzenlendi. Bunun gerekçelerine, yasa maddelerine ve gerekçe maddelerine baktığımızda, burada bu yasanın gerekçelerinde ve maddelerinde çok açık bir biçimde bunlar görülmektedir; sorumluluk kimdedir, yürütülen süreçte devletin katkısı ve payı nedir ve neden dolayı bu yasa çıkarılmıştır, bunların hepsi çok açık bir biçimde görülmektedir; bütün maddelerde, fıkralarda bu açıkça böyledir.

Yasanın anılan hükümleri ve gerekçeleriyle birlikte tüm kapsamı göz önünde bulundurulduğunda, bu dönemde yapılanların yargılama konusu yapılamayacağını söyledik. O dönemde çekilmiş olan fotolar ve yapılmış olan ziyaretler de aynı şekildedir ama tekrar belirtelim, biraz evvel de söyledim, bugün İletişim Başkanlığı ve bugünkü İçişleri Bakanlığı bu konuda tam tersi bir tutumu belirlemiştir, hem Kobanî Kumpas Davasında hem kapatma davasıyla ilgili yaptıkları çalışmalarda bunları çok açık bir biçimde kullanmışlardır.

Aynı şekilde, kapatma davası iddianamesini hazırlayan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı da Kobanî Kumpas Davası iddianamesini hazırlayan savcılık da aynı tutumun devamcısıdır yani her iki temel davada da çözüm süreci yargılanmaktadır aslında. Yani devlet ve kurumları Kürt siyasetçilerine tuzak kurmuştur açıkçası. Bir devlet yurttaşlarına tuzak kurar mı? Bu soru artık Türkiye'de abes hâle gelmiştir, cevabı net ve açıktır; kurmuştur. Bu sözünü ettiğimiz davalar ilk girişim de değildir; çözüm süreci sırasında da bu tür girişimlerde bulunulmuştur, 2 kez başvuruda bulunulmuştur çözüm süreciyle ilgili olarak kimi odaklar ve bu başvurularda bu süreçte yer alan kamu görevlileri ve tüm ilgililer hakkında ülke bütünlüğünü bozmak, örgüt propagandası yapmak ve benzeri nedenlerle şikâyette bulunmuşlardır. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı kovuşturmaya yer olmadığına karar vermiştir. Sonra bir kez daha başvuru yapılmıştır çözüm süreci sürerken o süreci engellemek için. AKP'nin tüm yöneticileri ve dönemin Başbakanı ile geçmişte bu görevde bulunmuş MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve Öcalan ile İmralı heyetinde yer alan HDP vekiller dâhil, tüm kişiler aleyhine örgüt yöneticiliği, çocukları özgürlüğünden yoksun kılmak ve devletin birliğiyle, ülkünün bütünlüğünü bozmak iddiasıyla suç duyurusu yapılmıştır. Yine, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı kovuşturmaya yer yok kararı vermiştir. Yani bu girişimler şimdi değildir, o zaman da yapılmıştır; şimdi HDP üzerinden yapılmaktadır ve ilk girişimler sonuçlanmamıştır, çözüm sürecinin suçlama ve yargılama konusu yapılmaması gerektiği, bu şekilde yargı makamlarınca kesin olarak karara bağlanmıştır ama bu girişimler durmamıştır.

Kapatma davası ve Kobanî Kumpas Davasında çözüm sürecinde yapılan görüşme ve temaslar, yazılı ve sözlü açıklamalarla HDP'nin bu süreçteki tüm faaliyetlerinin suçlama konusu yapılması devam etmiştir. Söylediğim gibi, İletişim Başkanlığı ve İçişleri Bakanlığı yani bugünkü iktidarın bu parçaları bu girişimlerin parçası olmuştur, doğrudan doğruya odağı olmuştur.

Bilindiği gibi hukuk düzeninin en önemli göstergelerinden biri, kişi özgürlüğü ile güvenliğinin sağlanmasıdır. Bireylerin kamu otoritesi tarafından günün birinde keyfî olarak suçlanmayacağına dair güveni sağlanmadan hukuk düzeni ve devletinden söz edilemez. Tüm bu belirtilenler, elbette hukukun üstünlüğünün, demokratik işleyişlerin olduğu ülkeler için geçerlidir ve Türkiye için böyle bir şey söz konusu değildir. İşte çözüm sürecinin HDP üzerinden bir kez daha yargılanmaya çalışılması da Kürt sorunudur; hani "Kürt sorununun nedir?" diye soranlara söylüyorum.

Çöktürme planının içinde hukuk ve insan hakları yoktur

Peki, çözüm süreci boyunca görüşmeler sürmekte iken aynı zamanda devletin ve iktidarın bir kanadının veya tamamının ayrı bir plan hazırlığında olduğu ortaya çıkmıştır, buna ne diyeceğiz? Çöktürme planından söz ediyorum. Buna göre Adalet ve Kalkınma Partisi Hükûmeti eliyle Eylül 2014'te Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığınca hazırlanarak Genelkurmay Başkanlığına sunulan ve Genelkurmay Strateji Plan Dairesi Strateji Şube Müdürlüğünün "çöktürme planı" adını verdiği gizli ibareli eylem planından söz ediyorum. Bizler defalarca dile getirdik, dönemin Başbakanından İçişleri Bakanına kadar Hükûmetin tüm yetkililerine resmî yollardan sorduk ancak bu planla ilgili detaylar her defasında yanıtsız bırakıldı ancak çözüm sürecinin bitirilmesi sonrasında yaşananlar aslında bu planın devreye konulduğunun ve Kürt sorununun çözümüne karşı hâlen de devrede olduğunun çok açık göstergeleridir. Bu planın içinde hukuk yoktur, demokrasi ve evrensel insan hak ve özgürlükleri yoktur, evrensel hukuk ilkeleri yoktur, Türkiye'nin imzalamış olduğu uluslararası demokratik sözleşmeler yoktur; bu planın içinde 2015'ten bu yana yaşadığımız bütün zulümler, hukuksuzluklar vardır, hepsi bu plan dâhilinde gerçekleşmiştir ve hâlen de gerçekleşmektedir. Tam bir siyasi kırım planıdır. Hukuksuzluk, zulüm bu planın temel anlayışıdır; ırkçılık bu planın temel anlayışıdır. Kent ablukaları döneminde yaşananlar, sınırlar içinde ve ötesinde yürütülen operasyonlar; yerel yöneticilerin, vali, kaymakam ve üst rütbeli askerlerin siyasetçilerle temasının kesilmesi ve etkilerinin azaltılması; televizyonlar, radyolar, gazeteler gibi medya alanında yapılan yasaklamalar, basın faaliyetlerinin engellenmesi ve gazetecilerin tutuklanması, yerleşkelere giriş ve çıkışların kapatılması veya sıkı denetimi ve buna benzer birçok adımın ve uygulamanın bu plan dâhilinde ve hukuksuz biçimde yürütüldüğü çok açıktır.

İlginç bir detaya da değinmek istiyorum, daha evvel de burada dile getirmiştik ama size bunu bir kez daha söylemek istiyoruz. Bu işlerin yani 2014 sonunda hazırlanmış olan ve 2015 Haziranıyla birlikte uygulamaya konulmuş olan çöktürme planından söz ediyorum. Bu işlerin emirlerini verenlerin ve uygulayanların, özellikle kent ablukaları döneminde önemli bir kısmının; insanların öldürülmesine, katledilmesine, bodrumlarda yakılmasına neden olanların önemli bir kısmının 15 Temmuz darbe girişiminden sonra tutuklanması, yargılanması ve ceza alması ise son derece önemli bir detaydır. Bunların bir kısmı üst düzey ve bölgesel general, rütbeli askerî komutanlar olarak Meclis'in bombalanması dâhil olmak üzere pek çok suçla ilişkilendirilmiştir. Bunun hesabını vermediniz hâlâ. Bunların konuşulmasından da özellikle kaçınıyorsunuz. Neden bunlar yargılandı bu generaller? FETÖ'cü oldukları iddiasıyla. Orada işledikleri insanlık suçlarından değil, o işledikleri insanlık suçları çünkü iktidarın bilgisi ve gözetimi dâhilinde yapılmıştı ama sonra işleri bitti, FETÖ'cü oldukları iddiasıyla o generallerin hepsi yargılandı ve cezaevine konuldu.

Bu planın son derece önemli bir parçası da partimize dönük yapılanlardır. Bunun bir parçası yerel yönetimlere atanan kayyumlar ve halkın seçim iradesinin gaspıdır. Diğer parçası da 2016'da dokunulmazlıkların Anayasa'ya aykırı biçimde kaldırılması, 4 Kasım 2016 siyasi darbesi ve sonrasında yaşananlardır. O planda diyordu ki: "Malum partinin -bizi kastederek- kadroları ve ellerinde bulunan belediyelerin kademeli olarak tasfiyesine öncelik verilmesine azami önem verilmesi gerekmektedir." Türkçeleri de bozuk. "İçişleri Bakanlığı yetkisinde olan belediyelerin partiden alınıp devletimizin denetimine verilmelidir" Ya, 2014 çöktürme planı bu plan. HDP'ye yönelik kanun ve anayasa dışı tedbirlere başvurulacağının açıkça dile getirildiği bir plandan söz ediyoruz. HDP'nin demokratik siyasetten tasfiyesi için her türlü desteğin verilmesi de bu güvenlikçi zihniyetin vardığı son noktadır. Temel hakların ve hukuk kurallarının ihlalinin zeminidir bu plan ve uygulamalar. Vekillerimize gelen sayısı belki 1.200'ü aşmış olan fezleke, konuşana konuşmayana soruşturma açılması talebi, işte, hep bu planın parçasıdır. Bu planda hem partimiz HDP'ye karşı gerçekleştirilen ağır yok etme ve tasfiye planıyla seçimle kazanılan belediyelerimize dönük kayyum planı, yaşam hakkı ihlalleri, basın ve ifade özgürlüğünün askıya alınması gibi bölümler, hepsi yer almaktadır. İşte, bugün yaşananlar, bu sürecin devamıdır.

Devlet, Hükûmet, bir yanda akil insanlar heyeti, İmralı ve Kandil'le görüşmeler sürdürürken diğer taraftan partimizin ve partimizde hayat bulan Kürt sorununun çözümü iradesinin tamamen tasfiye ve yok edilmesi için de bir planı harekete geçirmiştir. Bu, güven verici bir durum mudur? Bu sorunun cevabını bile söylememize gerek yok herhâlde değil mi? Kumpas kuran, tuzak kuran bir iktidar ve devlet anlayışından söz ediyorum.

Bugün hâlen her gün bu planın uygulamalarıyla uğraşmak durumundayız; kapatma davası da Kobanî Kumpas Davası da bu planın parçalarıdır. Milletvekilliklerinin düşürülmesi, Leyla Güven ve Musa Farisoğulları'nın dokunulmazlığının kaldırılması ve milletvekilliğinin düşürülmesi, demokratik siyasetten ve yerel siyasetten tasfiye planının parçalarıdır.

Siz hepiniz bu kumpasların parçası olarak kullanılıyorsunuz

Biz bugün burada Semra Güzel Vekilin dokunulmazlığının kaldırılmasını konuşuyoruz, bu da aynı planın bir parçasıdır. Siz kendiniz icat ettik zannetmeyin, biraz sonra geleceğim hazırlanmış olan kumpasın nasıl bir kumpas olduğuna. Siz hepiniz bu kumpasların parçası olarak kullanılıyorsunuz, maalesef, gerçek budur; yazık ediyorsunuz kendinize ve geleceğinize.

Kamu çalışanı bir hekimdir Semra Güzel. Kanun hükmünde kararname marifetiyle kamu görevinden uzaklaştırılmıştır. 2018 seçimlerinde, milletvekili adayı olduğu dönemde HDP'ye üye olmuştur; 2018, daha öncesinde değil. Demokratik siyaseti seçmiş bir kişidir. Milletvekili seçildikten sonra Meclis'te yaptığı çalışmalara baktığımızda demokratik siyasetle ilişkisinin ve kararlı duruşunun ne kadar verimli ve yaratıcı olduğu ortadadır. Semra Güzel bir milletvekili olarak başarılı çalışmalarda bulunmuştur. Dokunulmazlığının kaldırılmasıyla yasama faaliyetleri engellenmiş olacaktır, zaten niyetiniz de budur.

Semra Güzel Meclis'in en çalışkan vekillerinden birisidir. Milletvekili olarak görev yaptığı şimdiye kadar, bakın, birkaç tane örnek vereceğim: Asgari Ücretin Vergi Dışı Bırakılması Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi'nden 2429 sayılı Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun Değişikliği Yapılmasına Dair Kanun Teklifi'ne kadar, Tababet ve Şuabatı San'atlarının Tarzı İcrasına Dair Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi'nden, SSK ve Genel sağlık Sigortası Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi'ne kadar, Koronavirüs Salgınıyla Mücadele Kapsamında Sağlık Hizmetlerinin Yürütülmesi Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun Teklifi'nden 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanunu'nun -24'üncü maddesinin 1'inci fıkrasına karşı bu kadar detay çalışan- Değiştirilmesine İlişkin Kanun Teklifi'ne kadar pek çok konuda yasa teklifi sunmuştur. Bu süre içerisinde 273 soru önergesi sunmuştur. Semra Güzel kamuoyunun yakından takip ettiği neredeyse her konuda ama ağırlıklı olarak kendi uzmanlık alanı olan sağlık alanında soru önergeleri sunmuştur. Bu süre içerisinde Meclis araştırma komisyonu kurulmasına ilişkin olarak verilen 466 önergeye imza vermiştir. Bunlardan 36 tanesinin ilk imzacısıdır. Semra Güzel yeni ve genç bir vekil olarak Meclis kürsüsünü yani bu kürsüyü de oldukça sık kullanmış, pek çok yasa teklifi ve önerge üzerine hazırlıklar yapmış, konuşmuş, katıldığı komisyon toplantılarında yaptığı hazırlıklar doğrultusunda görüşlerini paylaşmıştır. Semra Güzel bu süre içerisinde gündem dışı yasa teklifleri ve önergeler üzerine 76 ayrı konuşma yapmıştır. Bunları niye anlatıyorum ben size? Halkımız duysun diye, Semra Güzel'in demokratik siyaset alanındaki kararlı duruşunu vurgulamak için anlatıyorum. Bunun ne kadar değerli olduğunu anlamak istemeyen bir zihniyetle karşı karşıya olduğumuzu biliyoruz. Bu ülkede neredeyse kırk yıldır büyük bir çatışma sürmektedir, bu süreçte 50 binden fazla insan yaşamını yitirmiş; binlerce köy, mahalle yakılmış, boşaltılmış, milyonlarca insan göçe zorlanmıştır, yüzlercesi sürgünlerde memleket hasretiyle yaşamını yitirmiştir, tüm bu olayları görmezden gelmenin bunları yaşanmamış kılmayacağı çok açıktır.

Bugün Diyarbakır, Van, Mardin, Bitlis, Siirt, Batman, Ağrı, Hakkâri, Şırnak, Muş, Kars, Iğdır veya Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı herhangi bir kente, İstanbul'un, İzmir'in, Mersin'in, Adana'nın Kürtlerin yoğun yaşadığı mahallelerine gittiğinizde her birinin evinde mutlaka ya bir tutuklu ya da bir kayıp olduğu görülecektir, hatta çoğu zaman birden fazladır bu kayıp ve tutuklular. Yakınlarından, sevdiklerinden bir haber, kayıplarından bir cenaze bekleyen binlerce aile vardır bu topraklarda, bu hakikat bu topluma ait ve sosyolojik bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır, siz bunu görmek istemiyorsunuz. Kimi için ağabey, kardeş, anne, baba kimi için dayı, teyze veya sevgili. Siyasetin işi bunu yok saymak değil, bu hem ahlaki hem de politik bir görevdir. Bunu düşünmek ve çözüm yolları üretmek siyasetin ve siyasetçilerin yükümlülüğüdür, bu ülkenin yüz yıllık tarihî gerçekliğidir. Adına ister "Kürt sorunu" deyin isterse başka bir şey bu sorun vardır ve bu ülkenin en ağır ve en temel sorunudur.

Güvenlikçi siyaset sorunlarla yüzleşmek yerine onları ertelemektir

Dolayısıyla bu sorunu şark ıslahat planlarına, olağanüstü hâl dönemlerine, öldürmeye, tutuklamaya, sürgüne, açlıkla terbiye etmeye, kayyumlarla irade gasbına, siyasi temsilcilerini rehin almaya ve tutmaya, en ağır sorunları hamasetle geçiştirmeye, sıkıştırmaya; özcesi, bu sorunu güvenlikçi politikalara sıkıştırmak, bu politikaları, bu çatışma ortamını sürdürmekten başka bir şeye hizmet etmez ve bugüne kadar da etmemiştir. Güvenlikçi siyaset, sorunlarla yüzleşmek yerine onları ertelemektir, görmezden gelmektir, bürokrasiye havale etmektir. Zaman kazandığınızı zannedersiniz ama aslında değerlerinizi yitirirsiniz, olan da budur; birer birer insanlık değerlerinizi yitiriyor olmanızdır.

Ocağına ateş düşmeyen Kürt ailesi yok gibidir. Meclis grubumuzda da ailesinde yakınlarını, sevdiklerini, akrabalarını, arkadaşlarını kaybetmiş vekillerimiz vardır, bu sıralarda oturmaktadırlar. Kıymetli olan, çok ama çok önemli olan, bütün acılara rağmen sorunlarımızı diyalog yoluyla, konuşarak, müzakere ederek, toplumsal uzlaşma ve barışma yoluyla halletme anlayışının milletvekillerimizde ağır basmasıdır; düşmanlık değil, kardeşlik duygularının demokratik siyasete yön vermesidir; acının intikam duygularına değil, aklıselime yönelmiş olmasıdır.

Kürt sorunu karşılıklı anlama ve saygı duyma yoksunluğudur

Semra Güzel örneğinde de diğer örneklerde de bunun anlaşılamıyor olması, sizlerin empati ve anlayış yoksunluğunuzdan kaynaklanmaktadır. Kürt sorunu budur işte, çözülmemiş olan da budur; karşılıklı anlama ve saygı duyma yoksunluğudur aynı zamanda. Semra Güzel'in yaşadığı insani duygular ve sonuçları Kürt sorununun sadece doğrudan bir yansımasıdır.

İşin hukuk yanına bakalım, çok uzatmayacağım, kumpas nasıl kamuoyuna mal edildi, önce ona bakalım: 8 Ocak 2022 günü bir internet sitesinde yayınlanan bir köşe yazısında soruşturmanın gizliliği ilkesine aykırı olarak, daha önce hakkında gizlilik kararı verilmiş olan soruşturma dosyasında bulunan ve dolayısıyla, yalnızca soruşturma dosyasını inceleme yetkisi olan kişilerce erişilebilir olması gereken Diyarbakır Milletvekili Semra Güzel'e ait bazı fotoğraflar paylaşılmıştır. Kumpas, birinci durum: Servis edilmiş bir internet sitesine. O internet sitesi -biraz sonra yine bu konuya geleceğim ama- bu ittifakın, Cumhur İttifakı'nın, bu iktidarın çok güzide bir bileşenin aslında yazılar yazdığı sitedir; Vatan Partisi ve Doğu Perinçek'in, güzide ortağınızındır. Onlara servis edilmiştir. O güzide ortağınız size yol gösteriyor, kapatma davasında da öyle oldu -biraz sonra geleceğim- işte burada da aynı şey yapılmıştır.

Bundan yedi yılı aşkın bir süre önce, 2014 yılında "çözüm süreci" olarak adlandırılan süreçte çekildiği belirtilen ve 2017 yılından bu yana güvenlik birimlerinin ve cumhuriyet savcılıklarının elinde olan fotoğrafların basına servis edilmesiyle Semra Güzel hakkında çok sayıda kişi tarafından bir linç kampanyası başlatılmıştır. Yani bakın, 2017 yılından beri o fotoğraflar elinizde. Semra Güzel tüm kişilik hakları ihlal edilerek hedef gösterilmiştir. Hakkında gizlilik kararı verilmiş olan dosyadan alınan ve söz ASELSAN yerine FETÖ'yle konusu internet sitesinde yayınlanan fotoğraflar, yalnızca görevli jandarma birimi, soruşturma savcılığı ve Anayasa Komisyonunun elinde bulunmaktaydı. Dosyadaki gizlilik kararlarından kaynaklı, bu fotoğraflara ancak kanunen gizli bilgilere erişim hakkı verilmiş olanlar ulaşabilir. Dolayısıyla bu fotoğraflar ancak bu bilgilere ulaşma yetkisi olan biri veya birileri tarafından servis edilmiştir. Çok açık ve net.

Bakın, bütün sizin aklı başında hukukçularınıza sorun -Cumhur İttifakı için söylüyorum, sadece Adalet ve Kalkınma Partisi için değil- onlara sorun aynı şeyi söyleyeceklerdir. Aklı başındaki bütün hukukçular bu fotoğrafların ancak bu bilgilere ulaşma yetkisi olan biri veya birileri tarafından servis edildiğini bilirler. Fail belli aslında, Komisyon içindeki bir veya birkaç iktidar milletvekili. Adları da belli, biri biraz evvel kendini ortaya koydu, Komisyonda da ortaya koymuştu. Hani, bir milletvekiline trol demek istemiyorum ama gerçekten trollere taş çıkartan bir milletvekili. Bir de hukukçu ya sözde! Hukukçu, sözde hukukçu! Adalet ve Kalkınma Partisinin hukukçuları bunlar işte. Sonra bu hukukçuları siz hâkim yapıyorsunuz, ağır ceza hâkimi yapıyorsunuz ve o ağır ceza mahkemeleri sizin komisyonlarınız gibi çalışıyor, davranıyor ve arkadaşlarımızı yargılıyor ve ceza veriyor. İşte bu. İşte bu, örnek bu. Durumumuz budur, vahimdir.

Şimdi, Semra Güzel'e dönelim. Bundan iki gün sonra, yani 8 Ocak'tan iki gün sonra kendisine yöneltilen isnatlara ilişkin bir bilgilendirme açıklaması yaptı yazılı olarak, ben de burada size okudum. Bu fotoğrafların yayınlanmasıyla birlikte âdeta düğmeye basılmış gibi olağan bir Meclis komisyonunun çalışması olarak asla nitelendirilemeyecek bir süreç işletildi. Biraz evvel Grup Başkan Vekilimiz Sayın Beştaş Anayasa'ya aykırılık konusunda bunu anlattı.

Fotoğrafların sosyal medyada yayınlanmasından dört gün sonra Anayasa ve Adalet Komisyonları Üyelerinden Kurulu Karma Komisyonu Başkanı fotoğrafların yer aldığı dosya ile yalnız fotoğrafların yer aldığı dosyayı dokunulmazlığın kaldırılması için yeter bulmadığı için olsa gerek bir gizli tanığın, itirafçının beyanının yer aldığı bir başka dosyayı da görüşmek üzere toplantıya çağırdı, 20 Ocak Perşembe günü. Bakın, ne kadar hızlı ilerleyen bir süreç.

Karma Komisyon o gün dosyaları incelemek üzere bir hazırlık komisyonu kurdu, sonra hazırlık komisyonu aynı gün toplantıya çağırıldı, acelemiz var. 28 Ocak tarihine kadar yazılı savunma istendi vekilimizden. 31 Ocak günü toplantı yapıldı. 2 Şubat tarihinde yani komisyonun oluşturulmasından on üç gün sonra oy çokluğu için her 2 fezleke için de Semra Güzel'in dokunulmazlığının kaldırılmasının Karma Komisyona teklif edilmesine karar verildi. 18 Şubat, Karma Komisyon toplandı ve dokunulmazlığın kaldırılmasına karar verdi.

Bu sizin vicdanınızda ağır bir leke olarak kalacak

Büyük bir acele değil mi? Neden? Hukuk mu işlettiniz? Vicdanınızla mı karar verdiniz? Yok. İlahlar kurban istedi. Siz, ilahların istediği bir kurbanı yarattınız Semra Güzel'le ve bu sizin vicdanınızda ağır bir leke olarak kalacak, göreceksiniz bunu. Biraz evvel -nerede şimdi göremiyorum- bir vekiliniz çıktı burada dedi ki dokunulmazlığı kaldırılmış olan Tuma Çelik'ten bahsederken: "Ne oldu? Dokunulmazlığı kaldırıldı, bak, yargılandı ilk derece mahkemesinde, beraat etti." He, doğru, beraat etti. Peki, ya azıcık bir vicdanınız var mı? Allah aşkına, hepinize soruyorum. O Tuma Çelik hakkında, şimdi, beraat etmiş olan Tuma Çelik hakkında -biz o zaman ihraç ettik hatırlarsanız- bu iddia geldiği anda Meclis'e kendisini ihraç ettik partiden, partilimiz değildir. Ama o Tuma Çelik hakkında sizin vekilleriniz, başta kadın vekilleriniz olmak üzere, o, sosyal medyada yaptıkları linç kampanyasından azıcık utanma duydular mı ya, azıcık? Azıcık "Ne hata etmişiz." dediler mi? Azıcık "Vicdanımız çok sızlıyor." dediler mi? (HDP sıralarından alkışlar) Dediniz mi bunu? Allah aşkına sorun kendinize ya, bir aynaya bakın.

Şimdi ekranları başında bizi izleyenleri duyabiliyorum, hani "Ya, ne hukuku konuşuyorsunuz." diyenleri. Haklılar, ortada hukuk ve evrensel hukuka uygun davranan bir yargı mekanizması yok, mahkemelerin çoğu sizin hukuk komisyonunuz gibi davranıyor. Ama ilginç olan başka bir şey var, muhalefetin durumu; ilginç.

İktidarın yarattığı korkuya ve kara propagandaya teslim olan bir muhalefet var

Muhalefet, her gün Türkiye'de yargı mekanizmasının çöktüğünü örnekleriyle anlatıyor, "Yeni dönemde, seçimlerden sonra iktidara geldiğimizde hukuk alanında şunu yapacağız, bunu yapacağız." diyor, ortak metinler, çok güzel metinler imzalıyor ama sonra, bu eleştirdiği hukuksuz mekanizmaya Semra Güzel'i teslim etmeye evet oyu veriyor. İktidara aday olan müthiş, demokrat bir muhalefetle karşı karşıyayız. Tutarsızlık, ne dediğini bilmeyen, iktidarın yarattığı korkuya ve kara propagandaya teslim olan bir muhalefetle karşı karşıyayız. Yazık değil mi? İlk kez yapmıyorsunuz bunu, konu Kürt sorunuyla ilgili olunca birdenbire iktidarla muhalefet arasında fark kalmıyor, bütünleşme tam anlamıyla sağlanıyor. Daha önce dokunulmazlıkların Anayasa'ya aykırı olarak kaldırılması mevzusunda da aynı durumu yaşadık ama bu tutarsızlık, muhalefetin kendi seçmenlerine vermesi gereken bir hesap konusu elbette. Bizi bu kadar ilgilendiriyor. Söylediği ile yaptığı arasında uyum yok, nokta.

Tüm bu gerçeklere rağmen biz hukuk konuşmaya devam ediyoruz; Türkiye'de hukuk olmamasına, işlememesine rağmen.

Buraya kadar anlattım. Uzunca bir süredir iktidar bloğunca, HDP'ye yönelik ayrımcı ve tasfiyeci politikalar yürütülüyor, siyasi kırım operasyonu sürdürülüyor. Dokunulmazlığı kaldırılan milletvekilleri, tutuklanan milletvekilleri, belediye eş başkanları ve meclis üyeleri, binlerce parti üyesi ve yöneticisi ve son olarak HDP aleyhine açılmış kapatma davası ve Kobanî Kumpas Davası. Bu tasfiye politikasını gerçekleştirebilmek için tüm uluslararası hukuk kuralları da rafa kaldırılmış; Anayasa Mahkemesi ve Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları bile uygulanmıyor. Bu konseptin son örneği ise Semra Güzel şahsında gerçekleştirilen saldırıdır. Linç kampanyası boyunca kurulan söylemler, yalnız Semra Güzel'e değil, aynı zamanda HDP'ye yönelmiştir.

Bugün görüşülmekte olan dokunulmazlığın kaldırılması dosyaları da hukukun araçsallaştırılmasının tipik örneklerini oluşturmaktadır. Hukukun, özellikle muhalefet milletvekillerinin bertaraf edilmesi için araçsallaştırılması hem Anayasa Mahkemesi kararlarında hem de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında tartışılmıştır. HDP'ye yönelen iktidarın amacının bir parti kapatma olduğu açıktır. HDP milletvekillerinin Meclis'ten tasfiyesine yönelik olan ve özelde Semra Güzel'in dokunulmazlığının kaldırılması ve sonrasında yaşanacak işlemler Anayasa'ya ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne aykırıdır.

Şimdi, geçin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesini, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni ve Anayasa'yı dediğinizi duyar gibiyim. Ama şunu belirtelim bir kez daha ki: Sözlüsüyle çektiği fotoğraflar ve üç satırlık gizli tanık itirafçı beyanıyla Semra Güzel'in örgüt üyeliğiyle suçlanması hukuka da hakkaniyete de uygun değildir.

Şimdi, bu tarzı biz biliyoruz. Bu tarzın nerede, nasıl işlediğini daha evvel biliyoruz. Aslında sizler de biliyorsunuz bu gizli tanıklık ve itirafçı meselesinin nerede işlediğini. 5271 sayılı Yasa kapsamında tanıklık durumuna ilişkin ayrıntılı düzenlemeler vardır ve sıkı şekil şartlarına bağlanmıştır. Ayrıca, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin adil yargılanma hakkını düzenleyen 6'ncı maddesinin (3)'üncü fıkrasında da tanıklık kuruluna ilişkin özel düzenlemeye yer verilmiştir. Yasalar -Türkiye'deki yasalardan bahsediyorum- kolluğa tanık dinleme yetkisi vermemiştir, kolluk tarafından alınan beyanlar bilgi alma tutanağı olarak nitelendirilir, Yargıtay kararları da vardır, açıktır. Bu konudaki düzenlemeler adil yargılanma hakkı, yargılamanın aleniliği ve silahların eşitliği ilkesinin gerektirdiği bir zorunluluktur. Keza gizli tanıklık konularında da yasa maddeleri ve Anayasa Mahkemesi kararları konunun sakıncaları ve riskli yanlarına vurgu yapan kararlardır. Ayrıca, gizli tanıklık müessesesini uygulamada oldukça fazla suistimal edildiği de bilinmektedir. Mesela, geçmiş dönem HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş'ın yüz kırk iki yıl hapis cezasıyla yargılandığı davanın iddianamesinde "Mercek" isimli bir gizli tanığa yer verilmiştir, bütün iddianame bunun üzerine kurulmuştur. Ya, yüz kırk iki yıl hapsi isteniyor. Şimdi, bu Mercek gizli tanığı var ya, bulunamadı, biliyor musunuz, yok. Nasıl ortaya çıktı bu?

Bir başka mahkeme Diyarbakır'daki mahkemeye yazı yazdı, dedi ki: "Bu Mercek isimli tanıkla ilgili görüş almak istiyoruz." Bulamadı mahkeme Mercek isimli tanığı. Gizli tanık, nereden çıktı bu? Şimdi, bütün o yüz kırk iki yılı, aslında olmayan bir gizli tanıkla ceza verecekler ya, yani böyle bir vicdansızlık olabilir mi? Bu "gizli tanık" denilenler Emniyetin ve İçişlerinin yarattığı sanal yaratıklardır, bu gizli tanıklar. Çok açık, biz bunu biliyoruz. İşte, bu Mercek'te ortaya çıktı, müthiş bir kumpas. 2016 yılına kadar yargı içerisinde örgütlenmiş -sizin ifadelerinizle söylüyorum- "FETÖ paralel devlet yapılanması" olarak tabir edilen cemaat yapılanmasının yürüttüğü Ergenekon, Balyoz, KCK, İlhan Cihaner, Fenerbahçe şike davası ve benzeri önemli kumpas dosyalarının temelini gizli tanıklar oluşturuyordu. Hatırladınız mı, hatırladınız mı? Gizli tanıklar oluşturuyordu ve hukuka aykırı bir şekilde elde edilen deliller üzerinden yürütülen bu soruşturmalarda neler yapıldığı kamuoyunda sıkça tartışıldığı gibi, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra yürütülen soruşturmalarda tanık ve gizli tanıklar aracılığıyla hukuka aykırı elde edilen delillerle kumpas davalarının yürütüldüğü ortaya çıkmıştı. İşte siz oradan öğrenmişsiniz bunu ya, bu gizli tanık ve itirafçı kullanma meselesini oradan öğrenmişsiniz, talebelik iyi.

Birkaç hafta önce Kobanî Kumpas Davası var biliyorsunuz -sürüyor şurada, Sincan'da- yeni bir gizli tanık icat edildi. Diyeceksiniz: "Ne var bunda?" Ya, olay 2014'ün Ekiminde yaşanmış, 2020 yılında tutuklamalar yapılmış -aradan altı sene geçmiş, 2022'ye gelmişiz- 2021'de dava açılmış, 2022'nin Şubat ayında yeni bir gizli tanık buldular. Nasıl, müthiş değil mi? Sekiz sene sonra gizli tanık çıktı ortaya. Bu nereden çıktı? Ve zırva iddialar... Hani sürecin içinde olmasam, parçası olmasam yemin ediyorum bu kadar zırva olduğunu bilemezdim, o kadar zırva iddialarla bir gizli tanık. Bunlar, FETÖ uygulamalarıyla aynıdır, aynı. Aynı işi yapıyorsunuz, aynı şeyleri öğrenmişsiniz, bunu şimdi bize karşı kullanıyorsunuz. İtirafçı beyanları için ise daha ciddi kaygılar vardır hukuk alanında. Biliyorsunuz çünkü kendisi de aynı suçlama nedeniyle yargılandığı için, kurtulabilmek için her türlü beyanı vermektedir itirafçı. Bakın, Diyarbakır Büyükşehir Belediye Eş Başkanı Selçuk Mızraklı'ya -şimdi Edirne'de yatıyor- on yıl ceza verdiniz. Neyle? Bir itirafçı tanığıyla. Cezaevindeki bir itirafçının yalan itiraflarıyla Selçuk Mızraklı -doktor, büyük hizmetlerde bulunmuş insanlığa- cezaevinde yatıyor şimdi onurlu bir şekilde, başı dik. Geçenlerde gittim, gördüm. "Nasıl girdiysem ondan daha iyiyim, daha dinamiğim, daha kararlıyım." dedi. Selam olsun Selçuk Mızraklı'ya buradan.

Şimdi, güvenilmez beyanlar üzerine bütün bu işleri yapıyorsunuz; işte, Semra Güzel dosyalarında da öyle. Ya, bir tane fezleke üç satırlık gizli tanık ifadesine dayanıyor, el insaf. Şimdi, dokunulmazlığını kaldırmak için el kaldıracaksınız.

Şimdi, değerli vekiller, dosyanın tek delili -Semra Güzel dosyasından bahsediyorum- tanık beyanının doğruluğunu denetleme imkânı da yok. Doğru mu, yanlış mı? Yok. Yargılama faaliyeti yürütülmüyor, dolayısıyla kendisinin veya avukatlarının hazır bulunduğu bir yöntemle dinleme ve soru sorma imkânı da yok gizli tanığa çünkü zaten sanal bir yaratık ortaya çıkarılmış. Şimdi, bu beyan üzerine, bu sanal yaratığın beyanı üzerine Semra Güzel'in dokunulmazlığının kaldırılması, hukukla bağdaşır mı bu ya? Niye bu fezlekeyi de işin içine kattınız, neden? Çünkü sadece o fotoğrafla ilgili fezleke dokunulmazlık kaldırılması için bir neden değil. Hani mesele, fotoğraf meseleleri olsa, öyle fotoğraflar var ki değil mi, siz biliyorsunuz, çok fotoğraf var.

Mesela, Hazine ve Maliye Bakanının fotoğrafları, albümlere baktınız mı? Var, değil mi? Başka fotoğraflar... Çok. Yani fotoğraf üzerinden yargılama olmayacağını bildiği için Karma Komisyon, Anayasa ve Adalet Komisyonu, bir tane fezleke daha işin içine kattı ki hani "Böyle kaldıralım dokunulmazlığı." diye ama o da üç satırlık bir gizli tanık beyanı. Bu durumla karşı karşıyayız, size bunu anlatıyorum ben. Hukuk filan yok işin içinde çünkü ilahlar kurban istedi.

Şimdi, Yargıtay’ın bu konuda yerleşik kararları da var üstelik, hukukçuların hepsi biliyorlar; bu da çok açık. Bütün bu anlattığımın çok daha detaylısını -ben özetleyerek anlatmaya çalıştım- 305 ve 306 sıra sayılı raporlarda -önünüzde vardır, yoksa alırsınız bugün konuştuğumuz meseledeki- şerhlerimizde yer alıyor, tutanaklara bu işlendi, komisyonlarda da konuştuk hem hazırlık komisyonunda hem Karma Komisyonda ve bu tutanaklara girdi verdiğimiz şerhte de okunuyor. Yani kısacası şunu söylemek istiyorum bir kez daha Semra Güzel'in ivedi olarak dokunulmazlığının kaldırılmasını gerektirecek bir neden yok ortada. Şimdi, dedim ya üç satırlık gizli tanık ifadesine dayanan fezleke diye, o fezleke ne zaman gelmiş biliyor musunuz? Üç sene önce, üç senedir bekliyor. Hani bu kadar acil idiyse, bu kadar tehlikeli bir kişi idiyse Semra Güzel "Bir an evvel dokunulmazlığı kaldırılsın, yargılansın, tutuklansın." diyor idiyseniz üç senedir niye beklettiniz o fezlekeyi? Çünkü içinde bir şey yok aslında. İçinde bir şey olmadığını bilerek haklı olarak beklettiniz yani onu söylemek istiyorum.

Şimdi, öyle anlıyoruz ki Anayasa ve Adalet Komisyonları üyelerinden kurulu bu Karma Komisyon yıllardır elinde olan fezlekelerde yer alan bilgi ve belgeler üzerine değil, kendi elindeki bilgilerin basına servis edilmesinden sonra toplanmış ve çalışmalara başlamış yani açıkça kurulmuş olan bir kumpas var ve maalesef, üzülerek gerçekten bunu söylüyorum, Meclis Genel Kurulunda milletvekilleri de bugün bu kumpasın bir parçası hâline getiriliyor, ciddiyetten uzak bir durum. Fotoğrafların güvenlik birimlerinin eline geçmesinden dört buçuk yılı aşkın bir süre sonra bir milletvekilinin dokunulmazlığının kaldırılmasının istenmesi aslında ivedi bir gereksinim olmadığının en açık kanıtıdır. Ünlü bir fıkra var, duymuşsunuzdur, adam koşa koşa arkadaşına gelmiş, demiş ki: "Ya, duydun mu? Hazreti İsa'yı öldürmüşler." Arkadaşı demiş: "Ya, deli misin? Kaç yıl oldu, kaç yüz yıl oldu?" Adamın cevabı ne, biliyor musunuz? "Olsun, ben şimdi öğrendim, bir şey yapalım bunun için." demiş. İşte, bu fıkradaki gibi sizin hâliniz.

Kürt kadın siyasetçilere olan kininiz ve öfkeniz -buradakileri tenzih ederek söyleyeyim hadi- bitmiyor. Hem Kürt düşmanlığı var hem erkek egemen anlayış var... Ya, Leyla Zana'nın iki cümlesine üç rengine tahammül edemedi bu Meclis, siz yoktunuz o zaman ama edemedi. Aysel Tuğluk'a yönelik nefretiniz sağlık koşullarının cezaevinde tutulmasına izin vermediği dönemde bile sürüyor. Gültan Kışanak, Kürt, kadın, bir de Alevi olarak karşınıza çıktı, Sebahat Tuncel, Gülser Yıldırım; say say bitmez ama o kızgınlıkla, o öfkeyle onları cezaevinde rehin tutuyorsunuz. Derdiniz mücadeleleriyle Kürt kadınlarına örnek olan, onların evden çıkmasına, sosyal ve siyasal hayata katılmalarına ön ayak olanlara tahammül edemiyorsunuz çünkü çok büyük ve dinamik bir Kürt kadın hareketi ortaya çıktı. "Kadın, yaşam, özgürlük." diyor, Buna tahammül edemiyorsunuz. Bunun verdiği rahatsızlıktır işte Semra Güzel'e davranış da. Okumuş, özgürleşmiş, doktor olmuş, siyasete atılmış, köy köy geziyor; atın cezaevine. Kürt sorunu budur işte, bunu anlatmaya çalışıyoruz. Ortada hukuk yok, Anayasa çiğneniyor. Yasama dokunulmazlığının amacı milletvekillerini keyfî ve asılsız ceza kovuşturmalarından ve tutuklamalarından korumaktır. Diğer bir ifadeyle yasama dokunulmazlığının amacı milletvekillerinin iktidar tarafından tahrik edilebilecek keyfî, zamansız ve esassız ceza kovuşturmalarıyla geçici bir süre için de olsa yasama çalışmalarından alıkonulmasını önlemek içindir. Dokunulmazlık bunun için var, bu durum için yazılmış bu dokunulmazlık maddeleri. Yani sizin tam da şimdi yapmak istediğiniz, yapılmasın diye yazılmış Anayasa'daki dokunulmazlık maddeleri ama siz oy çokluğuyla bunu çiğneyeceksiniz. Yarın öbür gün sizin de ihtiyacınız olacaktır bu dokunulmazlık maddelerine.

Anayasa Mahkemesi daha yeni Ömer Faruk Gergerlioğlu kararında, detaylı bir yazımda bulundu ve Anayasa'nın nasıl politik nedenlerle çiğnendiğine işaret etti. Biliyorsunuz, süreci anlatmama gerek yok, Ömer Faruk Gergerlioğlu'nun vekilliği hukuksuz bir şekilde düşürüldü. Tekrar Anayasa Mahkemesi, "Vekilliğin düşürülmesi yanlıştır, ihlal vardır." dedi, döndü, geldi. Yani dokunulmazlık, asıl olarak milletvekillerine bir ayrıcalık sağlamayı değil, onların şahsında yasama işlevinin korunmasını ve böylece kamu yararının sağlanmasını amaçlar, bunu söylemeye çalışıyoruz. Yasama dokunulmazlığı, özellikle, Meclis'te azınlıkta kalan ve muhalif milletvekillerinin keyfî bir ceza kovuşturmasıyla geçici bir süre için de olsa yasama çalışmalarını yapmaktan alıkonulabilmesinin önüne geçmeyi amaçlar ve halkın seçilmiş temsilcileri olarak gereksiz müdahale, kaygı ve baskısı taşımaksızın demokratik işlevlerini güvenceli bir biçimde ve gereği gibi yerine getirebilmelerini sağlar. Bu amaçla yapılmıştır dokunulmazlık maddeleri. Yani tam sizin çiğnediğiniz konuyu anlatıyorum. Nitekim, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi daha bir ay oldu, bir ay önce, 1 Şubat 2022 tarihinde bir karar açıkladı, Encü/Türkiye kararı ve dedi ki: "HDP'li 40 milletvekilinin 20 Mayıs 2016 tarihinde dokunulmazlıklarının kaldırılması ve yargılanmaları nedeniyle ifade hürriyetleri ihlal edilmiştir." Daha bir ay önce ya, 40 vekil hakkında. "Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 10'uncu maddesi ihlal edildi." diye bunun altını çizdi ve dokunulmazlıkların Anayasa'ya aykırı şekilde kaldırıldığına hükmetti, her birine de 5 bin euro mu, 5.500 euro mu ne tazminat ödenmesine hükmetti. Yani, ayrıca başka bir şey daha söyledi mahkeme, AİHM: Milletvekiliyken tutuklanan davalıların serbest bırakılması ve yeniden yargılanmasına karar verdi. Anayasanın 90'ıncı maddesi var, hani hiç duymak istemediğiniz ama aslında sizin çıkardığınız yani yazdığınız ve getirdiğiniz Anayasa'nın 90'ıncı maddesine göre usulüne uygun yürürlüğe girmiş uluslararası sözleşmeler Türkiye açısından bağlayıcıdır -biliyorsunuz bunu- Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni kastediyorum. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin parçasıdır Türkiye -biliyorsunuz bunu- onun kararlarını uygulaması gerekir, ondan bahsediyorum. Ama Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin Encü/Türkiye kararı önümüzdeyken...

Siz Montrö için de "Alt tarafı bir sözleşme." dediniz, hatırlıyor musunuz, Montrö için? Ve sonra birden bire bugün geldi, Montrö'nün önemini kavradınız, hayat size öğretti. İşte, uygulamadığınız Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları ve içtihatları da böyledir. Gün gelecek onlara da sarılacaksınız. Siz zaten ihtiyaç duyup gittiğinizde, sizin Genel Başkanınız Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne gittiğinde onun verdiği kararları uygulanması gerektiğini tabii ki savunuyordu ama siz olmayınca uygulanmayabiliyor. Gün gelecek bakın, size söylemiş olalım bir kez daha gün gelecek Avrupa Konseyi üyeliğinin önemini de anlayacaksınız, anlayacaksınız. Bakın Rusya'ya ne oldu, değil mi? Bunun olmasını istemediğimiz için sizi uyarıyoruz, yaptırımlarla Türkiye karşılaşmasın diye sizi uyarıyoruz. Biz yaptırımların doğru olduğunu düşünmüyoruz. Türkiye'nin böyle bir durumla karşılaşmaması gerektiğini düşündüğümüz için sizi uyarıyoruz. Yoksa, sizin kara kaşınız, kara gözünüz için değil. Bu kadar ilkesiz ve hukuksuz bir yönetim anlayışını benimsediniz. Bravo!

Dokunulmazlıklar süreci, Kürt siyasi hareketini siyaset sahnesinden menetmek için bir araç olarak kullanılageldi

Şimdi, milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması için Meclis'e dosyalar geliyor. Bu fezlekelerin neredeyse tamamına yakını yapılan konuşmalar, basın açıklamaları ve toplantılardaki sunumlardır; hepsi düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamındadır, hiçbirinde de şiddete çağrı veya şiddeti teşvik yoktur. Ama işgüzar savcılar var, terfi almak, iktidara yaranmak için hiçbir kuralı, hukuk kuralını dikkate almadan fezlekeleri hazırlayıp gönderiyorlar. Dokunulmazlıklar süreci, Türkiye siyasetinde Kürt siyasi hareketini ve Kürt siyasileri demokratik siyaset sahnesinden menetmek için bir araç olarak kullanıla geldi.

Biraz önce konuşmamın başlangıcında 2 Mart 94 darbesini ve dokunulmazlıkların kaldırılmasını anlattım. 2000'li yıllarda da bu yaşandı. 9 Kasım 2005 tarihinde kurulan Demokratik Toplum Partisinin neredeyse düzenlediği her etkinlik suç unsuru sayıldı, Anayasa Mahkemesinde kapatma davası açıldı ve Anayasa Mahkemesi 2009'da DTP'nin kapatılmasına karar verdi, 37 kişiye beş yıl siyaset yasağı getirildi, Genel Başkanı Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk'un milletvekilliğinin düşürülmesine karar verildi. Böylece Kürt siyasetinin, Kürt sorunu ve demokrasi meselesini Parlamento zeminine taşıma arayışları bir kez daha vesayet duvarına çarptı ve yargı vesayetinin aracı hâline geldi. Yıl 2009, sizin iktidarınız dönemi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu kapatma adımını ihlal olarak nitelendirdi ve Türkiye'yi mahkûm etti, geçelim onu.

Geldik 2016. 12 Nisan 2016 partisinin grup toplantısında konuşan dönemin Başbakanı ve sizin Genel Başkanınız Ahmet Davutoğlu, dokunulmazlık düzenlemesi üzerindeki çalışmaların tamamlandığını ifade etti hatırlarsanız ve bu düzenlemeyle birlikte Anayasa'da dokunulmazlıkları düzenleyen 83'üncü maddenin geçici bir maddeyle değiştirilmesi 1 seferliğine öngörüldü ve bu yapılan tartışmaların sonunda, güvenceden 1 defaya mahsus olarak, dokunulmazlık güvencesinden 1 defaya mahsus olarak yoksun bırakılması karara bağlandı. 20 Mayıs 2016'da Meclis'te bu teklif kabul edildi ve hakkında fezleke bulunan HDP milletvekilleri yargı kıskacına alındı. HDP'li milletvekilleri hakkında hazırlanan fezlekeler; siyasi çalışmalar, fikir beyanları ve demokratik protesto hakkının kullanımını içeriyordu. Arka arkaya ifadeye çağrıldılar, tebligatlar geldi ve 4 Kasım 2016 günü yani 20 Mayıs 2016'dan sonra, 4 Kasım 2016 günü Bingöl, Diyarbakır, Hakkâri, Şırnak ve Van illerindeki savcılıklarca, siyasi bir kararla, aynı anda ve bir merkezden gözaltı kararı verildi. Siyasi karar olduğunu bu gösteriyordu: Farklı saatlerde bile değil, aynı anda ve bir merkezden. HDP eş genel başkanları Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş, Grup Başkan Vekili İdris Baluken, Ankara Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, Diyarbakır milletvekilleri İmam Taşçıer, Nursel Aydoğan, Ziya Pir; Hakkâri milletvekilleri Abdullah Zeydan, Nihat Akdoğan, Selma Irmak; Mardin Milletvekili Gülser Yıldırım, Şırnak Milletvekili Faysal Sarıyıldız, Ferhat Encü ve Leyla Birlik; Van Milletvekili Tuğba Hezer hakkında gözaltı kararı verildi ve gözaltılar gerçekleşti -ardından tutuklamalar- birkaç kişi denetimli serbestlikle serbest bırakıldı ama çoğunluğu tutuklandı.

Kürt sorunu budur; bir kez daha, milletvekillerinin, seçilmişlerin cezaevine atılması ve yargılanmaları.

Şimdi, dedim ya işte, o döneme ilişkin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi "Aslında bu dokunulmazlıkların kaldırılması, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni ihlaldir. Anayasa'ya aykırı bir şekilde, hukuk dışı bir şekilde bunu kaldırdınız." diyordu. İşte durum bu; 2016, yine aynı şey. Hani "Kürt sorunu nedir?" diye soruyorsunuz ya, Kürt sorunu budur; bir kez daha, milletvekillerinin, seçilmişlerin cezaevine atılması ve yargılanmaları.

Peki, Kürt meselesi çözüldü mü siz bunları yaptınız da? Şimdiye kadar anlattıklarımızın hepsi, Kürt sorununun çözülmediğine dair örnekler. Daha da anlatacağım, uzatmayacağım çok, merak etmeyin, insani bir uzunlukta tutacağım ama bu sorunun çözülmediğine dair başka örnekler de var. Sembol olarak seçtim bazılarını çünkü anlatmaya kalkışsam zaman yetmez. Mesela, Van'da askerî helikopterden insan atıldıkça, Hakkâri Yüksekova'da sınır ticareti yapan gençler vuruldukça, Roboski katliamının emrini verenler ve uygulayanlar yargılanmadıkça, Kemal Kurkut'u vuranlar ceza almadıkça, cezaevlerindeki hasta ve yaşlı mahpuslar hayatlarını kaybetmeye devam ettikçe, zırhlı araçlarla Kürt çocuklarını öldürülenler için cezasızlık sürdükçe, Kürtçe vaaz verdiği için imamlar yargılandıkça, Kürt halkının seçim iradesini kayyumlar aracılığıyla gasp etmek devam ettikçe, siyasi davalarla seçilmişler rehin tutuldukça, Şenyaşar ailesinin adalet talebi karşılık bulmadıkça herhangi bir sorunun çözümünden söz etmek mümkün değildir. Bunlar sembolik örnekler, örnekleri arttırmak mümkün.

Türkiye'de bugün adalet mekanizması fazla yıpranmış olan bir alandır

Şimdi gelelim bir başka konuya, kapatma davasına. Türkiye'de bugün adalet mekanizması ve duygusu en fazla yıpranmış olan bir alan olma özelliğini koruyor. Bu yıpranmanın en açık ve bariz hâli yargı mekanizmasına duyulan toplumdaki derin güvensizlik hâlidir. Bunu hep konuşuyoruz, sizler de biliyorsunuz aslında. Hem savcıların hem de hâkimlerin içinde bulunduğu durum kimi yerlerde cüzdanın vicdan önüne geçmesine, kimi yerlerde gelecek, sürgün ve terfi korkusu nedeniyle evrensel hukuk ilkelerinin, yasaların ve Anayasa'nın, uluslararası demokratik sözleşmelerin uygulanmamasına yol açıyor. Yargının iktidarın bir sopası hâline getirildiği, bağımlı ve taraflı yargı eliyle siyaset alanının dizayn edilmeye çalışıldığı bir dönemi bugün bütün ağırlığıyla yaşıyoruz. Yani yargı eliyle siyaset mühendisliği yapılıyor. Toplum mühendisliğini eleştiren bir iktidar oldunuz; şimdi demokratik siyaset masabaşı mühendisliğine tabii tutuluyor.

Anayasa Mahkemesine ağır siyasi bir baskı kuruldu

Toplumsal ve siyasal muhalefetin etkisiz kılınmaya çalışıldığı yargı müdahalelerinden bir tanesi de HDP'ye yönelik açılmış olan kapatma davasıdır. HDP'ye karşı yürütülen süreçlerin hiçbir hukuki dayanağı olmadığını uluslararası kurumlar da tespit etti dedim. AİHM 2020 Demirtaş Büyük Daire kararıyla "18'inci madde ihlali." dedi çok açık bir biçimde. 2015'ten bu yana açılan bütün davaların siyasi saiklerle olduğunu tespit etti; 18'inci madde ihlali. Bu kapatma davası da siyasi bir dava, hukuki değil. Tehdit ve şantaja dayalı bir kampanya sonucunda açıldı. Vatan Partisi, Doğu Perinçek'in başlattığı kampanyayı iktidar ortakları devam ettirdi, onun peşine takıldınız. Önce Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı zorda bırakıldı, baskı altına alındı; sonra Anayasa Mahkemesi gelen iddianameyi ilk incelemede iade etti ki bu Türkiye tarihinde bir ilktir. Bu kez "Anayasa Mahkemesi kapatılmalıdır." kampanyası başladı. Anayasa Mahkemesine ağır baskı, siyasi baskı kuruldu. Hukukun üstünlüğü filan, bunlar hak getire. Sonra iddianame bir daha gönderildi çok anlamlı bir günde, 7 Haziran 2021'de, 7 Haziran 2015 seçimlerini hatırlatan bir yıl dönümünde. Siyasi baskılarla Anayasa Mahkemesi iddianameyi kabul etti; şimdi süreç devam ediyor. Cumhuriyet Başsavcısı "Elimizden geleni yaptık iddianamede." dedi. "Nedir bu laf?" diye sorduk. "Elimizden geleni yaptık." ne demek? Yani "O kadar mesnetsiz iddialarla bir iddianame hazırlamışsınız ki elimizden ancak bu kadarı geliyor." dedi Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı. Delil yaratma çabası o kadar güçlü ki ama ortada delil bulamamış odak olduğuna dair. "Elimizden gelen budur." Hani vardır ya bir laf, söylemeyeyim şimdi.

Peki, HDP'yi kapatmak namus borcudur, HDP'yi kapatmak vatan borcudur; bunların hepsi Anayasa Mahkemesi üzerinde kurulmuş olan çok açık ve net baskılardır. Öyle değil mi; Anayasa'nın 138'inci maddesinin açıkça ihlal edilmesidir. Bir siyasi kırım hevesi sınırsızdır; inanılmaz. Kürt halkının ve Türkiye demokrasi güçlerinin siyasi temsilcileri topyekûn tasfiye edilmek istenmektedir, topyekûn. Diyorsunuz ya "2023'te aya sert iniş yapacağız." diye, hani aya sert iniş değil de yumuşak iniş yapma imkânınız olsa yani HDP'lileri de bindirip hepsini aya göndermeye kalkarsınız, böyle de bir öfkeniz ve kininiz var nedense.

Ya, bir iddianamede -843 sayfa iddianame- 70 klasör ek, 7 flaş bellek, 10 binlerce sayfa belge var. İddianamede çok fazla kişiye siyaset yasağı isteniyor; eylemleri kapatma gerekçesi sayılan 69 kişi ve siyaset yasağı istenen 451 kişi var. Aralarında 52 vekil var, şurada, sıralarda oturan vekiller. HDP'de siyaset yapmış kişiler hakkında açılmış tüm soruşturma, kovuşturma, davalar üst üste konulmuş, yapıştırma usulüyle bir iddianame hazırlanmış. Yüzde 90'ı suç olarak nitelendirilmesi mümkün olmayan, hatta soruşturma başlatılması mümkün olmayan konular ama ne gam, önemli değil, kapatma davası açılmış; yığma bir iddianame. Mesela siyaset yasağı istenen 451 kişi hakkında toplam 526 soruşturma var -listelenmiş böyle- bunların içinde 256'sı hakkında soruşturma hâlâ devam ediyor, kovuşturmaya dönmemiş, 347'sinde kovuşturma safhasına geçilmiş. Bu 500 küsur kovuşturmanın listelendiği yere baktığımızda kesinleşen ceza kaç tane biliyor musunuz 500 küsurun içinde? 13 ya, 13! Buna dayanarak kapatma davası açılıyor ve siz bunun doğru bir şey olduğunu düşünüyorsunuz. Ya, size kapatma davası açıldı zamanında. Ben o davada yaptığınız savunmayı okudum, Adalet ve Kalkınma Partisinin savunmasını okudum. Nasıl bir hukuksuzlukla, düzmece iddialarla karşı karşıya kaldığınızı birer birer anlatmışsınız, siz kendiniz yaşamışsınız bunu ya. Şimdi, kendi yaşadığınızı dönüp niye başkalarına uyguluyorsunuz? Aynı zihniyetle hazırlanmış olan bir iddianameyle karşı karşıyayız; durum bu.

Siyaset kurumu yargı eliyle siyaset mühendisliği yapıyor

Şimdi, "Kürt sorunu nedir?" diye soruyorsunuz ya, Kürt sorunu budur işte, bu. Türkiye'nin yüzde 13 oy almış, 7 milyona yakın kişinin oy verdiği üçüncü büyük partisini, aileleriyle en az 15 milyon kişinin gönül verdiği bir partiyi kapatmaya çalışıyorsunuz, politikalarımızı yargılamaya çalışıyorsunuz, siyasetimizi yargılamaya çalışıyorsunuz. 7 Haziran 2015 seçimi size o kadar ağır gelmiş ki -o zaman iktidarı kaybettiniz ya tek başınıza, hükûmet olamama durumuna düştünüz ya- 2015'ten bugüne kadar milletvekili seçilmiş olan 123 kişiye siyaset yasağı istiyorsunuz ya! Bu nasıl bir şey? Ama istiyorsunuz çünkü hukuk önemli değil, intikam önemli.

Siyaset kurumu yargı eliyle siyaset mühendisliği yapıyor, kendi yapamadığını da Anayasa Mahkemesine yaptırmaya çalışıyor, en yüksek mahkemeye. Aslında bu iddianame Kürt halkını demokrasi dışında bırakmayı hedefleyen bir anlayışta, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 14'üncü maddesini de ihlal ediyor yani etnik bir kesimi siyaset dışı bırakmak, ayrımcılık; bunu da ihlal ediyor. Bu dava, devletin Kürt sorunu karşısında geldiği son aşama. Bu dava bu sorunun bir yüzyıl daha devam etmesi için açılmış bir dava, biz bunu biliyoruz. Kürt sorununda demokratik ve barışçıl bir çözüm olmasın diye açılmış bir davadan söz ediyoruz. Bu iddianamede geçmiş kapatma davalarının savunulması da onun açık işaretidir. Şimdi, hedef, demokratik siyaset, demokratik ve barışçı çözüm isteyen herkestir maalesef. Şimdi, Anayasa Mahkemesi öyle zorda bırakılıyor ki bu iddianamede, ihsasırey durumunda kalacak çünkü bitmemiş yargılamalar kapatma gerekçesi olarak gösteriliyor. O bitmemiş yargılamalar bittiğinde, Anayasa Mahkemesine kişisel başvuru hakkı kullanıldığında - yargılanan kişileri tek tek kastediyorum - o davalar hakkında Anayasa Mahkemesi önceden karar vermiş olacak, ihsasırey. Yani Anayasa Mahkemesini aslında toptan tasfiye edecek bir dava hazırlanmış Anayasa Mahkemesi için, hedef Anayasa Mahkemesini tasfiye etmek.

Şimdi, başka bir şey daha var, en başında söylediklerime dönüp geleceğim. Davanın iddianamesinde, hem kapatma davasının iddianamesinde hem Kobanî Kumpas Davasının iddianamesinde ne var biliyor musunuz? Çözüm süreci, İmralı görüşmeleri. Yani aslında hani, dedim ya çözüm süreci sürürken yargılansın diye uğraşanlar vardı, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı reddetti o başvuruları, "Burada suç yoktur." dedi ya işte, o başvurmuş olanlar ve o odak, o taraflar, o çevreler kimlerse onlar pes etmediler ya, şimdi de kapatma davası ve Kobanî Kumpas Davası aracılığıyla çözüm sürecini ve İmralı'daki görüşmeleri yargılamak istiyorlar, plan bu, fark ettiniz mi bilmiyoruz, fark ettiğinizde biraz geç olacak belki ama biz söylemiş olalım, burada vicdanımız rahat olsun.

HDP bir fikriyattır, bir düşüncedir, bir politik hattır, bir mücadeledir, bir direniştir

Sayın vekiller; HDP bir fikriyattır, bir düşüncedir, bir politik hattır, bir mücadeledir, bir direniştir ve HDP duvarlardan ibaret bir parti değildir, bir halk hareketidir. Dolayısıyla, HDP'yi kapatarak ne bu fikriyatı ne de bu siyasal düşünceyi ortadan kaldıramazsınız. Bu düşünce kendisine akacak bir mecra bulur, bu başka bir partiyle mi olur, mevcut partilerden biri mi olur, başka bir yöntem mi olur, bilmiyorum ama bunun bir yolu bulunur. Bugüne kadar kapatmalar demokrasinin yara alması dışında bir anlam ifade etmemiştir, bundan sonra da bir anlam ifade etmeyecektir; yol bulunur veya yol açılır, mücadele devam eder.

1993'te Halkın Emek Partisini ve Özgürlük ve Demokrasi Partisini, ÖZDEP'i kapattınız. 1994'te Demokrasi Partisi DEP'i kapattınız. Bir zihniyetten söz ediyorum, buralarda Adalet ve Kalkınma Partisinin bir dahli olduğunu söylemiyorum. 2003'te Halkın Demokrasi Partisi HADEP kapatıldı, 2009'da Demokratik Toplum Partisi sizin iktidarınız döneminde. Peki, HEP, DEP, HADEP, ÖZDEP, DTP kapatıldı da Kürt sorunu mu çözüldü? Demokrasi mi kurtuldu? Hepsinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Türkiye'yi mahkûm etti.

"Kürt sorunu nedir?" diye soruyorsunuz ya, işte budur. Peki, Kobanî Kumpas Davası, tam bir tasfiye davası, tam bir tasfiye davası. Anlattım daha evvel, bir daha söyleyeyim: Bir iddianame 3.530 sayfa, olayların meydana geldiği tarihten altı yıl üç ay sonra hazırlanmış ve dava açılmış. İlk duruşması yapılmış geçtiğimiz yıl, sürüyor Ankara 22. Ağır Ceza Mahkemesinde. 3.530 sayfalık bir iddianame, 324 klasörlük ekleri var ve yeni eklerle birlikte -dava sürdüğü için yeni ekler geliyor- on binlerce sayfadan oluşan bir iddianame hâline gelmiş vaziyette ama ağır ceza mahkemesi talimatla yargılama yapıyor. Heyet değişti, heyet niye değişti? Siyasi müdahaleyle. Çünkü heyet hızlı karar veremedi, öyle bir yığma durumuyla karşı karşıya kaldı ki "O zaman heyeti değiştirelim." dediler. HSK heyet değiştirdi hani hızlı karar verilsin diye; adil yargılama değil, hızlı yargılama yani. Bağımlı ve taraflı, talimatlarla hareket eden bir mahkemeyle karşı karşıyayız. Yazık ya, yürütmenin tahakkümü var yargının üzerinde. İşte, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bunları görerek 18'inci madde ihlali veriyor boyuna. Kürt sorunu bu işte, "Nedir?" diye soruyorsunuz ya. Kobanî Kumpas Davası hukuk cinayeti açıkça ya çünkü Kürt'e hukuk ve adalet yok; yürütme yönlendiriyor, talimat veriyor, tahakküm kuruyor, Anayasa 138 ihlal ediliyor. Açık açık yürütme itiraf etti bunu "Bu davayı biz açtık." diye; "Yürütme olarak bu davada tarafız. Bu mesele hukuki bir mesele değil, siyasidir." demiş oldu yürütme taraf olduğunu söyleyerek.

Kobani davası önceden hazırlanmış bir kumpastır

Şimdi, sizin Genel Başkanınız bir zamanlar Ergenekon ve Balyoz davaları için "Bu davanın savcısı benim." diyordu ya -hani geçti o günler, sonra uzlaşma sağlandı değil mi- bugün Kobani davasının savcısı; doğru mu bu yapılan, olur mu, kabul edilebilir mi; niye kabul ediyorsunuz? Hukuki değil, siyasi bir dava, önceden hazırlanmış bir kumpas.

Yürütmeden bir Bakan çıkıp -İçişleri Bakanınız- mahkeme başlamadan video yayınlıyor ya! Video yayınlıyor, mahkeme başlamamış daha. İletişim Başkanınız var bir tane, çıkmış, o da bir video yayınlıyor "Aşağı kalmayayım, ben de onunla yarışayım." diye, "Hangimiz daha iyi video kullanırız?" diye; 2 tane berbat video. Ne açıdan berbat? Görselini kast etmiyorum, o zaten berbat da, içeriği berbat, içeriği; açıkça mahkemeye talimat veriyor. FETÖ kumpas davalarından öğrendiklerini uyguluyor bu talebeler, iyi talebeler olmuşlar.

Kobani'nin intikamını alma davası ve iktidarın kendini ayakta tutma davasıdır

Şimdi, Kobanî Kumpas Davasının üzerinde daha çok durmayacağım. Sizler biliyorsunuz, bunu defalarca konuştuk burada, konuşmaya devam edeceğiz elbette ki. Yani, 6-8 Ekim 2014'te o zamanın İçişleri Bakanı Efkan Ala'nın söylediği "Kontrol edemediğimiz güçler var." sözünün ne olduğunu -aradan sekiz sene geçti- biz hâlâ öğrenemedik; siz biliyor musunuz bilmiyorum, büyük ihtimalle siz de öğrenememişsinizdir ya da öğrendiniz susuyorsunuz, fark etmez ama kimmiş bu kontrol edilemeyen güçler? Neden onlar yargı önüne çıkarılmadı? Neden korundular, kollandılar? O dönem görev yapan vali, kaymakam ve Emniyet müdürünün kaçı 15 Temmuzda yer almıştı? 2014'ten sonra kaçı 15 Temmuzda yer almıştı, kaçı hâlen görevdedir? Bu soruların hiçbirine cevap vermediniz ve vermiyorsunuz ama bunların hepsini siz biliyorsunuz. Kobani kumpasının siyasi ayağının ortaya çıkmasından mı korkuyorsunuz? Bunun için mi bunları yapıyorsunuz? Biz bu soruları sormaya devam edeceğiz ve gerçeğin peşini bırakmayacağız. Biliyoruz, bu bir kumpas davası, 7 Haziranın ve 31 Martın intikamı, siyasal ve toplumsal muhalefeti susturma, halklar arası dayanışmayı kırma davası, düşürülemeyen Kobani'nin intikamını alma davası, yolsuzlukların, çürümenin yaşadığı bir süreçte iktidarın kendini ayakta tutma davası; temelsiz, çökmeye mahkûm, eninde sonunda çökecek, hukukla alakası olmayan, bir siyasi tasfiye davası.

Şimdi, değerli vekiller, bu Kobanî Kumpas Davasının gerekçesi olarak iddia edilen "tweet" var ya... Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi -hani- "18'inci maddeyi ihlal ediyorsunuz." diye karar verdiği 2020 Demirtaş kararında "Bu 'tweet' aslında demokratik bir görüş açıklamasıdır. Evet, üzücü olaylar yaşanmıştır ama bu 'tweet' bu olayların nedeni değildir." dedi kararın içinde bu "tweet" için. Ama buna rağmen bu dava açıldı ve sürüyor, sürmeye de devam edecek. "18'inci maddenin ihlali siyasi nedenlerle tekrar açıldı." diyecek tekrar, belli.

Şimdi, hukuk yok, yargı yürütmenin sopası hâline gelmiş, yargı eliyle siyaset yapılıyor. Bütün bunlar olmamış gibi, Semra Güzel'in dokunulmazlığı kaldırılacak ve bu şekilde işleyen yargıya kendisi teslim edilecek.

Kobanî Kumpas Davasında da gizli tanıklar var; o mercek gibi, kim oldukları belli olmayan, gizli tanıklar, sanal yaratıklar. Onlar da bir sürü zırva iddialarda bulunuyorlar. Hukuka uygun maddi delil bulamıyor tabii savcı, iddialarını kuvvetlendirmek için yeni gizli tanık arayışına çıkıyor. Şimdi, dedim ya birkaç hafta önce yeni bir gizli tanık buldular, aradan sekiz yıl geçmiş vaziyette.

Bu davaları bu kadar kapsamlı ele almamın nedeni, bunların aslında bizleri demokratik siyasetten tasfiye amaçlı olarak açılmış davalar olduğunu size anlatmaktır. Merkezî siyasetten, demokratik siyasetten tasfiye edilmek. Peki, merkezî siyasetten böyle oluyor da hani çöktürme planı nedeniyle yerel siyasette de oluyor? Dedim ya biraz evvel, çöktürme planı nedeniyle kayyumları, bunun yerel ayağı bu işte; yerel yönetimlerden tasfiyenin en açık uygulaması kayyum atamaları. 2014'teki çöktürme planı bunu söylemiş. Sürpriz mi oldu bize? Sürpriz olmadı çünkü o planı bildiğimiz için bekliyorduk, sürpriz olmadı. Ayrıca, seçimlerden hemen önce ve sonrasında İçişleri Bakanı ve Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanının yaptığı açıklamalar var, onları da biliyoruz. Beklediğimiz bir şeydi bu kayyum ataması.

Peki, kayyum ataması nedir? Burada hep tartıştık, tartışmaya da devam edeceğiz; Kürt halkının iradesinin gasbedilmesi demektir ya; çok açık, seçim ve sandık hukukunun gasbedilmesidir, yok edilmesidir; kayyum ataması budur. Siz, "Kürt halkının attığı oyları tanımıyoruz." dediniz, kayyum atadınız bütün belediyelerimize. Ama "kayyum" demek sadece bu demek değil; biz bunu da söyledik size o zaman, sadece siyasi bir gasptan söz etmiyoruz, ekonomik gasp var, ekonomik. Öyle bir gasp ki inanılmaz; yolsuzluk, hırsızlık, usulsüz harcamalar, haksız kazanç. Ya, bunların hepsi sizin atadığınız kayyumlarda ortaya çıktı, biliyor musunuz? Biliyorsunuz ama değil mi? En büyüğü Mustafa Yaman, Mardin Kayyumuydu, hakkında soruşturma açıldı. Bütün şube müdürleri hakkında soruşturma açıldı, onlarca kişi hakkında soruşturma açıldı, Diyarbakır Kayyumu... Ya, öyle bir hâlde kaldınız ki kayyum atadınız, o kayyumların yerine bir daha kayyum atadınız çünkü adamlar öyle bir hırsızlık, yolsuzluk yaptı ki Sayıştay raporlarına girdi, İçişleri Bakanı kendisi müfettiş gönderdi bu belediyelere, kayyum atanmış belediyelere. Ya, raporlar düzenledi müfettişler, İçişleri Bakanlığının müfettişleri ve hırsızlık yapıldığını ortaya çıkardılar. Hadi bakalım, o kayyumları değiştirdiniz, başka kayyumlar atadınız. Niye bunu söylüyorum? Sadece siyasi irade gasbedilmedi, aslında o şehirlerde yaşayan Kürt, Arap, Türk, bütün halkların, o şehirlerde yaşayan bütün insanların yarattığı zenginlikler gasbedildi; ekonomik gasp, talan var, talan. Böyle bir düzen kurdunuz. Şimdi, yerel siyasetten de bu şekilde silmeye çalışıyorsunuz, kayyumlar aracılığıyla. Yani sonuç olarak nedir? Yerel siyasetten silme, yerel demokrasiyi yok etme, hukuku yok sayma, uluslararası demokratik sözleşmeleri yok sayma, say say bitmez. Kayyumlar dediğimiz zaman Kürt sorunu budur işte.

Şimdi, 3 konuyu kısaca bir bağlamda ele almak istiyorum, sık sık burada, Meclis'te de tartışma konusu oluyor bu. Bir tanesi ana dili, öbürü yaşanan coğrafyayla ilgili, bir tanesi de asimilasyon meselesi. Bu 3'ünü çok kısaca değerlendirmek istiyorum çünkü her birinde aynı suçlamayla karşı karşıya kalıyoruz sizin tarafınızdan. Suçlama ne? Bölücülük; şehir efsanesi.

Şimdi, ana dili meselesi... Diyoruz ki ana dilinde eğitim yapılması lazım, evrensel bir haktır bu. Bu ülkede onlarca yıl "Kürtçe yoktur." dendi, sonra "Kürtçe dili yoktur." dendi. Kürtler ana dillerine sahip çıktılar; kendi imkânlarıyla korudular, geliştirdiler, bu mücadeleden vazgeçmediler. Şimdi, artık kimse "Kürtçe yok." diyemiyor.

O dönemi geçtik ama bu sefer ayrımcılık yapılıyor. Yani mesela, havaalanlarında, uçaklarda İngilizce anons var, Kürtçe anons yok. Neden? Ne zararı olur? Türlü dillerde anonslar var havaalanlarında ama milyonlarca Kürt'ün ana dilinde yok. Bunun ne zararı olabilir size? Ama ana diline karşı bir tutum... "KADES" diye bir kuruluş var, orada da durum aynı, sanki Kürt kadınlarının sorunu yok. Yasaklanan tiyatro oyunları var, bunları hep burada konuşuyoruz, zaman zaman engellenen sokak müzisyenleri var hukuksuz bir şekilde. Kamu hizmetlerinde, sağlıkta ve yerel idarelerde ana dili kullanılamıyor, yasak. Kayyumlar atadınız ya o Kürtçenin her şeyini kaldırdılar, tabelasından tutun kamu hizmetinde ana dilinin kullanılmasına kadar her şeyi kaldırdılar.

Şimdi, ana dilinin eğitim dili olarak kullanılması talebi evrensel bir talep. Ya, bu talebin dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir ülkeyi böldüğü görülmemiş. Siz de bilmiyorsunuz zaten, böyle bir örnek yok. Yani bakın, Birleşmiş Milletler üyesi 194 ülkenin 113'ünde birden çok, birkaç tane resmî dil var. Yani hani en uç noktaları söyleyeyim: Çin Halk Cumhuriyeti'nde 51 tane var, Hindistan'da 36 tane, Rusya'da 34 tane, gelelim, Avrupa'da İtalya'da 11 tane, İspanya'da 5 tane -örnekleri artırmak mümkün- Irak'ta 4 tane, komşumuz, İran'da 8 tane; anayasal olarak kullanılıyor bunlar, ana dilleri. Bölünüyor mu bu ülkeler? Yok, bölünmemiş hiçbir tanesi. Herkes huzur içinde ana dilinde eğitim de alıyor, ortak dili de öğreniyor, kendi ana dilini geliştirip koruyor, kültürel faaliyetlerini sürdürüyor, kimse kimseden rahatsız değil. Dolayısıyla "bölünme" argümanını ana dilinde eğitim için kullanmak gerçekten bir korku ortamı yaratmak için bu amaçla topluma sunuluyor, korku ortamı yaratmak; yoksa siz de çok iyi biliyorsunuz, bunun bölmekle hiç alakası yok, bizim de öyle bir derdimiz yok. Şimdi, bir tanesi bu. Yani çağdaş demokrasilerde ana diller kullanılıyor, eğitim yapılıyor, korunuyor, geliştiriliyor ve toplumlar için bir zenginlik olarak görülüyor; bir arada, eşit yaşamaya gösterilen saygının bir parçası oluyor. Ya, maalesef, bu Parlamentoda -hep başımıza geliyor- ana dilinde 5 cümle konuşma yapsa bir vekilimiz tahammül edemiyorsunuz ya. Ama çok acayip durum var: Mesela, sizin iktidarınız, Cumhur İttifakı Kürtçeyi seçmeli ders yaptı, biz de bunu eksik bulduk yani ana dilinde eğitim şarttır ama seçmeli ders yapılmasını eksik bulduğumuzu söyledik fakat bazı milletvekillerimiz burada çıktı, ana dilinde "Ya, seçmeli dersi gidin, seçin." diye Kürtçe söylediler, kıyamet koptu ya. Ya, böyle bir çelişki olabilir mi? Nasıl yaman bir çelişki bu? Yani seçmeli dersi sizin iktidarınız yapıyor, Cumhur İttifakı yapıyor. E, bizim vekilimiz de diyor ki: "Ya, biz bunu yeterli bulmuyoruz ama Kürtler, gidin, seçmeli dersi seçin." diye bu kürsüden söyleyince kıyamet kopuyor. Neden? Ya, tahammül edemiyorsunuz ama ben Almanca konuşsam burada, sesinizi çıkarmadan dinlersiniz. Arapça konuştu bir vekilimiz, kimse sesini çıkarmadı. Niye? Niye böyle bir çifte standart var? Yaman bir çelişki. Şimdi, bu talebimiz, evrensel, birleştirici ve karşılıklı saygıyı arttırıcı bir taleptir; bunun bölücülükle bir alakası yok; bunu bir kenara koyalım, bir.

İkinci konu: Asimilasyon. Biz zaman zaman konuşmalarımızda diyoruz ki: "Türkiye Cumhuriyeti açısından bakarsak Kürt sorununun en temel meselesi asimilasyon politikaları, inkar politikaları, imha politikalarıdır." Bunu anlatıyoruz, asimilasyona karşı olduğumuzu anlatıyoruz ve bu politikaların, inkar politikalarının düşmanca olduğunu söylüyoruz. Karşımıza ne çıkıyor? Bölücülük. Niye? Ya, şimdi, "Kürt sorunu nedir?" diyorsunuz ya, bu işte ikinci olarak yani.

Sizin Genel Başkanınız Diyarbakır'da yaptığı bir konuşmada diyor ki: "Bu kardeşiniz Diyarbakır Cezaevi 5'inci koğuştan yükselen feryadı taa İstanbul'da duydu." demiş, "Ben bu mücadelenin içinden geliyorum." demiş, "Ret politikalarını da bilirim, asimilasyon politikalarını da bilirim." demiş; bölücülük mü yapmış? Ha, biz söyleyince niye bölücülük oluyor? Başka bir konuşmasında demiş ki: "Bir annenin çocuğuyla ana dilinde konuşamıyor olmasından büyük azap ne olabilir? Şivan Perver'in kasetlerinin nasıl gizli gizli dinlendiğini ben de bilirim; faili meçhullerin, işkencelerin, sürgünlerin ne büyük acı olduğunu bilirim. Dağdakilerin indiğini, cezaevlerinin boşaldığını -o zaman 76 milyonmuş Türkiye- 76 milyonun kucaklaştığını göreceğiz." demiş. Yani "İnkâr politikaları" demiş başka bir konuşmasında, Cumhurbaşkanlığı resmî sitesinde duruyor o konuşma. "Ret politikaları ve inkâr politikalarını bir daha gündeme gelmemek üzere rafa kaldırmalıyız." demiş. Şimdi, o deyince... Yani Kürtlere karşı inkâr, baskı, asimilasyon politikalarının yaşandığı ve bunun yakın zamana kadar devam ettiği siz söyleyince söylenebiliyor, biz söyleyince bölücülük oluyor, ne hikmetse böyle oluyor.

Siz şöyle düşünüyorsunuz: "Kürt, hakkını savunamaz, gerçeği söyleyemez; söylenecekse onu da biz söyleriz." böyle düşünüyorsunuz yani Avrupalılar buna bir isim takıyor da ben yakıştıramadım, takmayayım şimdi ama biraz araştırırsanız bulursunuz.

Şimdi, birçok resmî devlet belgesinde ve kanunlarda Kürtlere karşı asimilasyon politikalarının varlığından açıkça söz ediliyor; bakın bütün belgelere -Şark Islahat Raporu'ndan Birinci Umumi Müfettişlik Raporlarına kadar- Türkiye Büyük Millet Meclisi tutanaklarına bakın, bunların hepsini görürsünüz. Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtçe kullanımının, Kürtçe isimlerin, soy ve yer adlarının yasaklandığı; zorla Türkçe olanlarla değiştirildiği; Kürtlerin siyasal ve sosyal organizasyonunun kapatıldığı...

Kürt dili ve kültürünün tanınmasına, desteklenmesine ilişkin hak taleplerinin cezai müeyyidelerle karşılandığı; kendi kültürlerinden, egemen Türk dil ve kültürü lehine vazgeçmelerinin beklendiği ortadadır, raporlarda bu görünüyor. Kürt sorunu budur işte, budur.

Çok rapor var, detaylarına girmek istemiyorum ama sonuç olarak Meclis'in, bütün topluma ana dil konusunda vermesi gereken mesajlar karşılıklı saygıya, birbirini anlamaya, evrensel hakların kullanımının doğallığına ve doğruluğuna dayalı olmalıdır ama maalesef bu mesajlar verilemiyor, topluma iyi örnek olamıyor yani bu meclis; toplum, meclisinin önünde gidiyor.

Şimdi "ana dil" deyince sadece Kürtçeyi de düşünmeyin. Bu ülkede çok fazla ana dil var; Lazca var, Gürcüce var, Abhazca var, Çerkezce var, Arapça var, Rumca, Ermenice var. Yani sorun sadece Kürtlerin sorunu değil; Türkiye'de yaşayan, bütün farklı ana dillere sahip olanların sorunu. Tekçi anlayış ana diller konusunda bile bir hiyerarşi kuruyor, biz bunu kabul etmiyoruz.

Şimdi, sayın vekiller "Kürt sorunu ortak sorunumuzdur." dedik "Türkiye'nin sorunudur." dedik ve "Bu ülke sınırları içinde yaşayan her yurttaşımızın sorunundur." dedik. Ama sadece Türkiye'nin değil, bölgenin de sorunudur ve Suriye'nin, Irak'ın, İran'ın yani Orta Doğu'nun sorunudur, bölgesel bir sorundur; sadece yerel değil ama sadece bölgesel değil, küresel sorundur da küresel güçlerin dahlinin de olduğu bir sorundur. Şimdi, Kürt sorunu aynı zamanda Kürtlerin üzerinde yaşadığı toprakların tarihini, geçmişini, sosyolojisini, kültürünü bilmeyenlerin -savcılar da var bunların arasında- yaptıkları işlerle de ilgilidir.

Bakın, biz burada bazen konuşurken kürdistan coğrafyasından bahsediyoruz, itirazlar yükseliyor, konuşuyoruz, anlatıyoruz derdimizi filan. Ya, şimdi, bazı savcılar var, hakikaten yerli ve millî ya bu savcılar üzerinde yaşadıkları toprakların gerçekten kültürlerini, sosyolojisini, tarihini bilmiyorlar ya! Yerli ve millî ya, sorsak en Osmanlıcı bunlardır. Fezleke gönderiyorlar bize ne diye biliyor musunuz? Bir yerde, konuşmada "Kürdistan" demişiz, diyor ki: "Kürdistan" dediğiniz. E, Abdullah Öcalan da "Kürdistan" diyor. E, o zaman Abdullah Öcalan "Kürdistan" dediği için -sanki sadece Abdullah Öcalan ilk defa "Kürdistan" demiş, başka kimse dememiş- biz de onu söylediğimiz için terör örgütü propagandası ve üyelikten fezleke... Buyurun, ya böyle bir şey olabilir sayın vekiller? Yani tarihsel, sosyolojik, kültürel ve coğrafi bir gerçekliği inkâr etmek, yok saymak mümkün olabilir mi? Yani bunun olmadığını sizler de biliyorsunuz aslında, sizler de biliyorsunuz. Yani Osmanlı İmparatorluğu öncesinden başlayarak cumhuriyetin ilk yıllarına kadar kullanılmaya devam edilen bölge ve yer isimlerinin bir tarihî var, bir kültürü var, bir sosyolojisi var.

Kürtlerin yaşadığı topraklarında Kürtlerle anılmasının bir tarihi var. Bu söz konusu topraklar tarihsel kaynaklar ışığında cumhuriyet öncesinden başlıyor; bunu biliyorsunuz, bu meclisin tutanakları içinde de var, tarih kitaplarında da var, hatta, bakın, ta Karahanlılar dönemine gidin bakın, Kâşgarlı Mahmut'ta bunu görürsünüz "erdul ekrat" der yani "Kürtlerin ülkesi" der. Gelin, Selçuklu Sultanı Sencer'e, bakın "kürdistan" idari bir terim olarak kullanılır. 14'üncü yüzyıla bakın, bunu görürsünüz. Daha yakına gelin, 17'nci yüzyılda Evliya Çelebi'nin yazdıklarına bakın, bunu görürsünüz. 1847 yılında Sadrazam Mustafa Reşit tarafından Kürdistan eyaleti bir yönetim birimi kurulmuş, bunu görürsünüz. O kadar çok örnek var ki... 1847'den sonra 1880-1890'lı yıllarda yazılmış olan ilk Türkçe ansiklopedi "Kamus-ül-âlam"da Şemsettin Sami tarafından yazılmış olan ansiklopedide bunu görürsünüz, okursunuz, çok açık ortada. Osmanlı döneminden birkaç örnek saydım, çok sayılır, vakit almak istemiyorum. Erken Cumhuriyet Dönemi'nde de bu böyledir. Bakın, Meclis tutanaklarına ya, girin bakın, o meclis tutanaklarında Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal imzasıyla gönderilen Bakanlar Kurulu talimatlarına bakın, görürsünüz, çok örnek var.

Şimdi, niye bunları söylüyorum? Kürtlerin yaşadıkları toprakların tanımlanması, bu toprakların neresi olduğunun tek tek sayılması, ilçelerin, illerin hatta köylerin sayılması, o bölgenin adlandırılması, bunların hepsi defalarca konuştuğumuz yerlerdir. Ya, hiç merak ettiniz mi acaba, hani nüfus sayımları yapılıyordu ya eskiden, orada ana dil soruları soruluyordu bir ara, sonra vazgeçildi o sorulardan. En son sorulduğu 1965 yılındaki son nüfus sayımının sonuçları hiç açıklanmadı, hâlâ açıklanmamıştır, biliyor musunuz? Neden diye sordunuz mu hiç kendinize? Bilmiyorsunuz, sormamışsınızdır. Çünkü o sayımda işte "Kürt illeri" diye konuşulan o belgelerin içindeki yerlerde Türkçe konuşma oranının ne kadar düşük olduğu, Kürtçe konuşmanın ne kadar yüksek olduğu görülmektedir, gerçekliktir bu.

Şimdi, ben bunları niye söylüyorum? Sizin Genel Başkanınızın grup toplantısında söylediğini bir kere burada okudum, tekrar hatırlatmayayım değil mi, onu siz biliyorsunuz yani bu kürdistan meselesiyle ilgili. "Kürdistan kelimesini, gidin Meclis zabıtlarını bakın, görürsünüz; biraz daha geriye gidip Osmanlı dönemine gidin, doğu ve güneydoğu bölgesinin Kürdistan olduğunu görürsünüz." dedi grup toplantısında. "Osmanlıya baktığımız zaman o güçlü Osmanlı'da, mesela çok daha enteresan, Lazistan eyaleti var." dedi, "Kürdistan eyaleti var." dedi, "İniyoruz güneye, yine aynı şekilde eyalet sistemleri var." dedi, sizin Genel Başkanınızın grup toplantısından bahsediyorum. Şimdi, bunu niye söylüyorum? Ya, biz bunu kullandık diye bölücü oluyoruz ama mesela sizler, ben de dâhil Rumeli kavramını kullanıyoruz. Rumeli neresi? Trakya'yı kullanıyoruz hepimiz. Millet Meclisi Başkanı Sayın Şentop Trakyalıdır değil mi? "Trakyalıyım." diyor, "Ben Rumeliliyim." diyor; haklı, öyle gerçekten, ben de kullanıyorum, ben de Rumeliliyim. Hiçbir savcı "Ya Rumeli neresidir, sen memleketi mi bölüyorsun?" diye kimseye fezleke göndermiyor. "Trakya neresidir?" diye göndermiyor. Trakya neresi ya? Tarihte yaşamış Trak halkının yaşadığı bölgeden bahsediyoruz ya. Kimseye öyle bir fezleke gelmiyor. Neden biz "kürdistan" deyince fezleke gelir? Neden bunun kullanılması engellenmek istenir? Bunun doğallığı var ya; tarihsel, sosyolojik, kültürel doğallığı var; bunu anlatmaya çalışıyoruz.

Türkiye Büyük Millet Meclisi bu topraklarda yaşayan bütün halkların, kültürlerin, kimliklerin ve ana dillerin ortak çatısı olmalıdır. Bu kötü bir şey değil, iyi bir şeydir; bunu anlatmaya çalışıyoruz. Demokratik bir anayasa ve demokratik bir cumhuriyet bütün bu farklılıkların ötekileştirilmeden, yok sayılmadan, inkâr edilmeden, ayrımcılığa ve asimilasyona tabi tutulmadan karşılıklı saygı ve eşitlik zemininde bir arada yaşama anlayışı üzerine inşa edilebilir ve geliştirilebilir, bu mümkündür. Meclis çatısı saygı ve eşitlik temelinde birliği pekiştiren bir yer olmalıdır; bunu söylüyoruz ve anlatmaya çalışıyoruz. Yani siz söyleyince bölücülük olmayan şey, biz söyleyince de değildir; bunu söylemek istiyorum. Yani bu korkuları topluma yaymaktan vazgeçin.

İnkâr mekanizmasını devam ettirme anlayışına sahip olanlar var, biliyoruz; tanıyor gibi görünüp tanımamak, bunu biliyoruz; ana dili, asimilasyon ve yaşanan coğrafya gibi konuların üçü de inkârın anahtarıdır, bunu biliyoruz ama bu, artık, Türkiye'de sadece bir azınlık tarafından böyle görülsün, toplumun büyük çoğunluğu buraları aşmış olsun; birlikte ortak vatan, demokratik cumhuriyet, birlikte yaşam meselelerinde bu konular aşılmış olsun, inkârda ısrar edilmesin; bunu istiyoruz. Geleneksel devlet anlayışında olanlar yani o geçmişteki inkâr ve asimilasyon politikalarını bugün de savunanlar ne istiyorlar biliyor musunuz? Önümüzdeki yüzyılda zaman kazanalım, yeni yüzyılda da bu inkârda ısrar edelim istiyorlar. Bunların azınlıkta kalması lazım bu ülkenin, bu toplumun, hepimizin ortak geleceği açısından baktığımızda. Mücadele, bu inkâr durumu sürecek mi sürmeyecek mi mücadelesi, esas itibarıyla. "Kürt sorunu nedir?" diye soruyorsunuz ya, Kürt sorunu budur işte budur ve Kürt halkı bugün bu zaman kazanma ve bir yüzyılı daha kendisine kaybettirme anlayışının ne olduğunun farkındadır. Bunu size özellikle söyleyeyim.

Peki, şu bölücülük meselesi... Bir konu daha var o konuda söylemek istediğim. Hani, bir şehir efsanesi, buradan çıkalım diye bunu söylüyorum. Şimdi, HDH'nin bu konuda -hani ayrı devlet kurma, bölmek falan gibi konular- HDP'nin bu konuda hiçbir tane belgesi, bir şey bulamazsınız. Program, tüzük, Eş Genel Başkanlarının konuşmaları, milletvekillerinin konuşmaları hiçbir şey bulamazsınız. Yoktur çünkü böyle bir fikrimiz yok. Biz ortak vatan, demokratik cumhuriyet, eşit koşullarda bir arada yaşayalım; bunun için bu toprakların parçasıyız diye mücadele ediyoruz. Yani, herhangi bir örnek gösteremezsiniz, anlayışımız böyle değil. Bunu bir kenara koyalım ama bunu ciddiye almıyoruz, onu size söyleyeyim. Yani bunun ciddiye aldığımızdan değil, eşit koşullarda bir arada yaşama iradesine HDP sıkı sıkıya sahip çıkıyor. Bunu çok açık ve net, defalarca söyledim ve söylemeye devam edeceğim. Bütün söylemlerimiz bu zemin üzerinde gelişmiştir. Peki, HDP dışında böyle bir politika var mı? Yani HDP dışında Kürtlerin böyle bir politikası mı var? "Memleketi bölelim, ayrı bir devlet kuralım." diye bir politika mı var?

Şimdi, Türkiye'yi Misakımillî olarak, başta ortak bir vatan olarak kabul; hem Kürtler hem Türkler için bir ulusal yemin olarak kabul edilir. Zorla dayatılsa bile ayrılık kabul edilemez. Çünkü özgür birliktelik zenginliktir, çok renkliliktir, güçlüktür. Son isyanın Kürtlere ve hatta Türklere, tüm Türkiyelilere kanıtladığı en büyük değer ancak özgürlükle bilinçli yurtsever olunabileceğidir. Cumhuriyetin tarihsel temeli ve anayasal ifadesi demokratik çözüme uygundur. Engelleyen nedenler; psikolojik boyut ve gerilik, çözümde klasik ilkel milliyetçi anlayışla hâkim ulus şöven milliyetçiliğinin inkâr tarzıdır. Kürt toplumundaki dil ve kültür özgürlüğü, sorunun can alıcı özünü teşkil etmektedir. Askerî ve silahlı güç yaklaşımları, çözüm için anlamını yitirmiş ve terk edilmelidir. Kim söylemiş? İmralı duruşmalarında Abdullah Öcalan.

Sonra, 156 sayfalık bir yol haritası vermiş 15 Ağustos 2009'da, cezaevi idaresine teslim etmiş, 156 sayfa. Ve orada Kürt sorununun çözümünü "demokratik ulus ilkesi" "ortak vatan ilkesi" "demokratik cumhuriyet ilkesi" "demokratik anayasa ilkesi" "demokratik çözüm ilkesi" "bireysel ve kolektif hakların ayrılmazlığı ilkesi" "ideolojik bağımsızlık ve özgürlük ilkesi" "tarihsellik ve şimdilik ilkesi" "demokratik ulus çözümünde ahlak ve vicdandan kaynaklı empati" ve "demokrasilerin öz savunması ilkesi" gibi başlıklar altında topladığı bir yol haritası vermiş cezaevi iradesine. Ve o yol haritasını verdikten sonra, 9 Eylül 2009 tarihinde avukatlarıyla yaptığı görüşmede diyor ki o dönen Başbakan olan Tayyip Erdoğan'a hitaben: "Sayın Başbakandan Kürt sorunun demokratik çözümü için kararlılık göstermesini bekliyoruz. -Bakın, şimdi okuyacağım şeylere dikkat edin.- Ayrı bir kürdistan kurulmasını kesinlikle önermiyorum. Ayrı bir devlet istemiyoruz. Devlet tarzı federal bir sistem istemiyoruz. Konfederal bir sistem istemiyoruz. Biz demokrasinin gelişmesini, Türkiye'de de Kürtler arasında da gelişmesini istiyoruz. Biz, toplumsal bir uzlaşma istiyoruz." nokta. Var mıymış Kürtler arasında "Ayrılalım da ayrı bir devlet kuralım, Türkiye'yi bölelim de." diyen? Varsa tek tüktür, bilmiyoruz ama ne HDP'nin ne HDP içindeki bileşenlerinin böyle bir temel yaklaşımı yok. Peki, neden bu şehir efsanesini kullanıyorsunuz hâlâ? Türkiye toplumunda gerçekler konuşulmasın diye pompalıyorsunuz bunu, "Ülkeyi bölmeye çalışıyor HDP." Nerede bölmeye çalışıyor HDP ülkeyi? Böyle bir şey yok. Ya, niye bölelim ülkeyi yani nasıl böleceğiz? Mesela niye İstanbul'u bırakıp gitsin? 4 milyon Kürt yaşıyor İstanbul'da. İzmir'de 2 milyon Kürt yaşıyor, niye İzmir'i bırakıp gitsin Kürtler? Antalya'yı, Bursa'yı, Kocaeli'ni, Aydın'ı, Adana'yı, Mersin'i niye bırakıp gitsin, neden? Ya, eşitlik istiyorlar, eşitlik, kendilerine bir yer açılmasını istiyoruz, eşit koşullarda yaşamak istiyorlar; budur, mesele budur. Kendi ana dilleri ve kimlikleri için, kültürleri için özgürlük istiyorlar, özgürlük; mesele budur. Kimliklerinin, kültürlerin, ana dillerinin tanınmasını, kabul edilmesini, herkesin birbirine saygı duymasını ve bu saygı temelinde bir arada yaşamın gerçekleşmesini istiyorlar; mesele bu. Tekçi değil, çoğulcu bir birlik istiyorlar, bunu anlatmaya çalışıyoruz ama siz bir şehir efsanesi tutturmuşsunuz, "Ülkeyi bölmek istiyorlar, parçalamaya çalışıyorlar." Ya, gerçekten ciddi değil bu, bu gerçek konuşulmasın, özgür ve eşit bir yaşamın imkânları yaratılmasın diye bu yanlış bilgileri pompalıyorsunuz.

Şimdi, unuttunuz mu? Hani dedim ya, çözüm süreci başladı 2013 başından itibaren, görüşmeler... 21 Mart 2013'te Diyarbakır'da "Nevroz" kutlaması vardı ve o kutlamaya Abdullah Öcalan bir barış manifestosu gönderdi, hatırlıyor musunuz? Ve o barış manifestosunda dedi ki: "Demokratik sivil siyaset ve siyasal mücadele esas alınmalıdır." Bakın, dedi ki: "Demokratik hakları, özgürlükleri, eşitliği esas alan bir anlayış gelişiyor. Biz, onlarca yılımızı bu halk için feda ettik, büyük bedeller ödedik, bu fedakârlıkların, bu mücadelelerin hiçbiri boşa gitmedi. Kürtler özbenliğini, aslını ve kimliğini yeniden kazandı, artık silahlar sussun, fikirler ve siyasetler konuşsun noktasına geldik. Yok sayan, inkâr eden, dışlayan modernist paradigma yerle bir oldu. Akan kan Türk'üne, Kürt'üne, Laz'ına, Çerkez'ine bakmadan, insandan, bu coğrafyanın bağrından akıyor. Ben bu çağrıma kulak veren milyonların şahitliğinde diyorum ki: Artık yeni bir dönem başlıyor, silah değil, siyaset öne çıksın. Artık silahlı unsurların sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelinmiştir. Yüreğini bana açan, bu davaya inanan herkesin sürecin hassasiyetlerini sonuna kadar gözeteceğine inanıyorum. Bu bir son değil, yeni bir başlangıçtır." 2013 "Newroz"u Diyarbakır.

Mutlak ağırlaştırılmış tecrit insanlık dışı bir durumdur

İşte, niye söylüyorum? Sayın milletvekilleri, bu konuları suhuletle, akılla, aklıselim bir şekilde konuşmak, müzakere etmek, bir toplumsal uzlaşmaya, toplumsal barışa varmak gerekiyor. Bunun için bunları söylüyorum yani halka korku salacak, ortalığı bulandıracak, gerçeklerin konuşulmasını engellemek için birtakım şehir efsanelerinden faydalanacak adımlar atmanın hiç kimseye faydası yok, bunu bir kez daha vurgulamış olalım. Şimdi soruyorum: Bu sözleri etmiş olan kişi, bu sözleri söylediği için mi İmralı'da ağırlaştırılmış mutlak tecritle karşı karşıya kalıyor? Sadece o değil, yanında kalan 3 hükümlü var, onlar da mutlak tecritle karşı karşıya. Geçen gün avukatları bir rapor yayınladı, dediler ki: "2021 yılı tecridin en ağır boyuta ulaştığı bir yıl olmuştur." Kendilerinden -müvekkillerinden bahsediyorlar- 25 Mart 2021 tarihinden bugüne kadar -yani neredeyse bir yıl olmuş- hiçbir şekilde haber alınamamış, dış dünyayla olan tüm bağlantıları koparılmış, aile ve avukatların bütün başvuruları sonuçsuz bırakılmış, aynı şekilde, telefon ve mektupla ulaşma imkânı da yok yani tam bir tecrit, mutlak bir tecrit. Neden? Barış istediği için mi ya? 2019'daki avukatlarla yaptığı son görüşmesinde -sizin gazeteleriniz de yayınladı onu- dedi ki: "Devlet aklı işlesin, ben kendime güveniyorum, bir haftada sorunun çözümü için gerekli ortamı sağlarım." Mutlak ağırlaştırılmış tecrit, 2019'dan 2021'e, 2021'de hiçbir şey yok; hukuk dışı bir durum, insanlık dışı bir durum.

CPT raporlarına yansımış, Avrupa Konseyinin önüne gitmiş, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına yansımış, tekrar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine gitmiş, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi kararlarına bağlı olarak böyle bir durumla karşı karşıyayız ama avukatlar ve aile defalarca başvuru yapıyor, Anayasa Mahkemesine başvuru yapılıyor, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuru yapılıyor; herhangi bir sonuç yok. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin birçok maddesi, 3'üncü maddesi, 6'ncı maddesi, 8'inci maddesi, 13'üncü maddesi, 18'inci maddesi ihlal ediliyor; hiçbir durum yok.

Şimdi, ne zaman Kürt meselesinde yaklaşım konusunda güvenlikçi politikalar ön plana çıkmışsa İmralı'da uygulanan tecrit de bu politikalara paralel şekilde derinleştirilmiştir. Bunu biliyoruz, görüyoruz; son altı, yedi yıla baktığımızda bunu çok net olarak gördük.

Geçtiğimiz günlerde, biliyorsunuz, Genel Başkanınız bir grup toplantısında bu konuda bir şeyler söyledi, sonra bir televizyon programında konuştu ve televizyon programında gazeteci dedi ki: "Ya, şuna da ne diyorsunuz?" Dedi ki: "Kendisine sormak lazım." Öcalan'ı kastediyor, "Kendisine sormak lazım." dedi. Ben de çıktım dedim ki: "Hah, çok güzel, biz de kendisine sormak istiyoruz, açın kapıları, soralım; bakalım ne diyor?" Ya, ne eleştiriyorsa, ne söylüyorsa, neyse fikri söylesin, dinleyelim, herkes dinlesin. Yani madem sizin Genel Başkanınız "Kendisine sormak lazım." diyor, "Sormak istiyoruz, açın kapıları." dedik, çıt yok, çıt yok. Şimdi, kendinize güveniyorsanız açın kapıları, konuşsun, neyse eleştirisi söylesin, önerisi neyse söylesin; sadece bizim için değil, bütün toplum dinlesin. Kim merak ediyorsa bunu öğrensin. Yani biz öyle inanıyoruz ki bütün zorluklara rağmen, bütün olumsuzluklara rağmen, tüm çözüm karşıtı güçlere rağmen Türkiye'nin demokratikleşmesinin önünü açacak, hem Türkiye'nin hem Orta Doğu'nun yaşanılır bir coğrafya olmasını sağlayacak mücadele HDP'nin sürdürdüğü mücadeledir.

Bakın, demokratik gerilemenin maliyeti -ekonomik maliyetinden bahsediyorum- çok yüksektir, az bir şey değildir. Bütün araştırmalara bakın, özellikle -2015-bugün- son yedi yıla bakalım, geçmiş yılları bir kenarda bırakalım. Son yedi yıla baktığımızda, bütün endeksleri gözden geçirdiğimizde, demokratik gerilemenin özellikle de Kürt sorunundaki güvenlikçi politikaların ekonomiye maliyeti çok yüksek olmuştur. Biz bu maliyetten de kurtulunması gerektiğini düşünüyoruz. Güvenlikçi politikalara itiraz ederken esas itibarıyla toplumun çıkarlarını düşündüğümüz için bunları söylüyoruz. Bütün araştırmalar bunu göstermektedir -araştırmalar derken ekonomik araştırmalardan bahsediyorum- satır satır bunlar görülmektedir. Şimdi, bu durumdan çıkmak bütün toplumun yararınadır sayın milletvekilleri. Kürt sorununun çözümünü ortak vatanda, demokratik yaşam talebinde sağlamaya ve sorunu şiddetten arındırmaya odaklanmış bir anlayışa sahibiz. HDP, bu sorunun çözümüne dair detaylı ve etkin projeler, öneriler geliştiren bir partidir. Bu yaklaşımıyla HDP, Türkiye demokrasisinde yeri doldurulamaz bir siyasi temsilî de üstlenmektedir, bunu bir kez daha vurgulamış olalım. HDP olarak barışı ve Kürt sorununda demokratik çözümü varlık nedenimiz olarak görüyoruz. Bunu gerçekleştirememek bizim açımızdan büyük bir züldür esas itibarıyla.

Demokrasiye giden yolu açtığımızda Kürt sorununun çözümü için de imkânlar yaratırız

Demokrasiye giden yolu açtığımızda Kürt sorununun çözümü için de imkânlar yaratırız. Yani Kürt sorunuyla, demokrasiyle, barış meselesiyle bunların birbirinden koparılması mümkün değildir, bunların hepsi birbirine geçmiş meselelerdir, birbirine içkindir. Barış için emek vermezsek, mücadele etmezsek demokrasiye de özgürlüğe de ulaşamayız, bunu biliyoruz hep beraber. O nedenle demokrasi için de özgürlük için de barışa ihtiyaç var ve yüz yıllık Kürt sorununun demokratik yolla çözülmesi ve demokrasinin inşa edilmesinin yolunun açılması HDP'nin temel hedefidir. Kürtlerin anayasal ve yasal haklarının eksiksiz bir biçimde tanınarak çözülmesi -ve Kürt sorununun elbette- Kürt sorununun şiddetten arındırılarak barışçıl diyalog ve müzakere yoluyla çözülmesi, Kürt sorununun barışçıl, demokratik çözüm sürecinde HDP'nin rolünü oynaması ve sorumluluk alması, işte, temel meseleler bunlardır ve biz bunu hep söyledik, dedik ki: "Biz bu meseleyi Ankara'da, bu mecliste muhalefetiyle, iktidarıyla hep birlikte çözmeliyiz. Bu çözümün imkânları vardır.

Demokratik siyaset alanındaki muhatap HDP'dir

Demokratik siyaset alanındaki muhatap HDP'dir ve biz HDP olarak bu çözümün gerçekleşmesi için elimizden geleni yapmaya hazırız." Bunu da demeye devam ediyoruz ve barış hakkının uluslararası alanda tanınmış olan, hem Birleşmiş Milletlerde hem de diğer uluslararası kuruluşlarda tanınmış olan barış hakkının aslında temel bir insan hakkı olduğunu bizler de görüyoruz, biliyoruz ve bu temel insan hakkının gerçekleşmesi için de elimizden geleni yapıyoruz.

Şimdi, sayın vekiller, bizi zaman zaman eleştiriyorsunuz ya... Sayın Özkan da çok yapar bunu -sataşmayacağım merak etmeyin- Yerli ve millîlik meselesi... Bakın, bunu size hep söyledik de söylemeye devam edeceğiz. Biz Rusya-Ukrayna savaşında savaşa ve işgale karşı çıktık değil mi hep beraber? Öyle... İşte, Rusya ve Ukrayna meselesinde "işgale ve savaşa hayır" diyen ve "barış" diyen herkes çok, evet, doğru bir şey yaptı, çok doğru bir şey yaptı. Onlara sesleniyoruz. Biz hep bunu söylüyorduk zaten. Bütün uluslararası meselelerde sadece Rusya ile Ukrayna değil, Suriye, Irak, Libya, Doğu Akdeniz, Mısır, Ege, Yunanistan; hep bunu söyledik. Askerî yöntemler değil, barış, diplomasi, müzakere; hep bunu anlattık, öyle değil mi? Biz bunu anlatırken size, o zaman askerî politikalar işinize geliyordu. Bize hep diyorsunuz ki: "Ya, yerli ve millî değilsiniz." Şimdi ne çıktı ortaya? Meğerse yerli ve millî bizim söylediklerimizmiş, sizin yaptıklarınız değil; bu çıktı ortaya.

Şimdi, doğru bir yere geldiniz; iyi, güzel. Bugün Ukrayna'nın işgaline karşı çıkanların, barış isteyenlerin hepsinin başımızın üstünde yeri var ama Suriye'yi unutmayın ama Irak'ı unutmayın. Barış istemek, savaşa karşı çıkmak, aynı zamanda, kendi ülkenizde yapılan yanlışlara da karşı çıkmak anlamına gelir tutarlı olmak istiyorsanız. Rusya, Ukrayna uzakta, "Biz barıştan yanayız. İşgale son verin, çekilin." Suriye, Irak burnumuzun dibinde, oraya da iki söz söyleyin. Sizi kastetmiyorum, Türkiye'ye hitap ediyorum genel olarak.

Şimdi, var olan inkârcı, tekçi, asimilasyoncu bir anlayışla bu Kürt sorununu çözemeyeceğimizi anlatmaya çalıştım çeşitli örneklerle. İnkâr bir sebeptir dedik tarihsel olarak baktığımızda, sonrasında yaşananların hepsi sonuçtur. Dolayısıyla, sebep-sonuç ilişkisini doğru kurarsak, sonuçları ortadan kaldırmak yerine sebepleri değiştirirsek sorunun çözümü doğrultusunda da adım atarız ama sonuçlara odaklanarak oradan bir şey elde etmeye çalışmakla çözüm yaratmak mümkün değildir. Bunu net olarak vurgulamış olalım.

Meclis aslında toplumun önüne geçmelidir, toplumdan önde olmalıdır ama gerisindedir maalesef. Nedeni de bu zihniyettir, sonuçlarla uğraşan zihniyettir. Sebepleri ortadan kaldıralım. O yüzden, çözüm yeri Ankara ve Meclis'tir diyoruz, çözüm yolu diyalog ve müzakeredir diyoruz, demokratik siyaset alanındaki çözüm gücü ve muhatabı HDP'dir diyoruz ama siz ne yapıyorsunuz? Demokratik siyaseti tasfiye etmek için her türlü hukuksuzluğu yapıyorsunuz, her türlü yöntemi uyguluyorsunuz. Onun için bu kadar konuştum, anlattım; hani, kapatma davası, Kobanî Kumpas Davası; hani, dokunulmazlıklar meselesi, bugün konuşuyoruz ya, Semra Güzel meselesi. Bunun için anlattım size bunları.

HDP politik amaçlarını şiddet yoluyla gerçekleştireceğine dair herhangi bir ibare bugüne kadar kullanmamıştır, kullanmaz da. Öyle bir anlayışı yok çünkü. Demokratik olmayan yöntemleri esas alan yahut öven tek bir ibareye rastlayamazsınız. Rastlarsanız, ben de grubum da istifa etmeye hazırız. Yoktur böyle bir şey. HDP, hiçbir zaman şiddet ve nefreti yaymayı hedeflememiş, tam tersine şiddetin ve nefret dilinin ortadan kaldırılması için mücadele etmiştir ve maalesef, bu sırada da hep şiddet ve nefretle karşı karşıya kalmıştır, nefret söylemiyle karşı karşıya kalmıştır. Asla şiddet kullanımına cesaret vermemiştir HDP, 1 tane örnek gösteremezsiniz. Bütün sorunların, sadece Kürt sorunu değil, bütün sorunların diyalogla, müzakere ve toplumsal uzlaşmayla çözülmesini savunmuştur ama maalesef, şiddet ve nefret dilinden en fazla etkilenen parti olmuştur.

Normalleşme ve çözüm adımlarına ihtiyaç olduğu çok açıktır. Bunu daha evvel de söyledim, şimdi de söylüyorum: Yaşanan tarihsel tecrübeler göstermiştir ki gelinen aşama itibarıyla, Kürt sorunu; kalıcı, demokratik, siyasal, barışçıl bir çözüme kavuşturulmadıkça, Türkiye'nin siyasal geleceği ipotek altına alınmış olacaktır ve sorunlar ağırlaşmaya devam edecektir. Böylesine uzun bir tarihsel arka plana sahip bir sorunun bugüne kadar neden çözülemediği sorusunun cevabını bugün kısaca, çok özet olarak anlatmaya çalıştım ama esas olarak sorunu güvenlikçi yaklaşımlarla halletmeye çalışan anlayış bu sorunu çözemez. İsyan ve zorla bastırmanın âdeta değişmez bir gelenek gibi her defasında tekrarlanması, sorunu çözümsüz bırakarak bugüne gelinmesine yol açmıştır. Zaman içerisinde bir kısır döngüye dönüşerek devam eden bu isyan bastırma ikileminin kazananı olmadığı gibi kaybedeni de her seferinde bütün toplum olmuştur. Bugünün Türkiye'sinde Kürt sorununun çözümü kapsamında demokratik hakları ile özgürlüklerini talep eden ve bu konudaki taleplerini yıllar içerisinde daha güçlü bir şekilde ortaya koyan bir siyasal ve toplumsal irade vardır ve bu irade HDP'de kendini bulmaktadır. Yapılması gereken bu iradenin taleplerini görerek bu kapsamlı soruna demokratik uzlaşı içerisinde çözüm aramaktır.

Size son bir kamuoyu araştırmasından söz etmek istiyorum, yeni yapılmış. Sormuşlar yine çözüm sürecini filan, belki de görmüşünüzdür, belki de siz yaptırdınız, bilmiyorum. Toplumun yüzde 51'i -bugün, yeni- çözüm olması gerektiğini söylüyor, ilginç değil mi? Üzerine hiçbir çalışma yapılmamış, bu kadar. Daha ilginç bir şey var ama araştırmanın içinde. MHP seçmenleri, HDP seçmenlerinden daha yüksek bir oranda, yüzde 30 daha yüksek bir oranda "Çözüm olmalıdır." diyor; bu da çok ilginç değil mi? Niye HDP seçmenleri bu çözüm lafından korkuyor ve daha düşük oran çıkıyor? Çünkü 2013-2015'te yaşananlardan sonra ve bugüne kadar gelinirken hani dedim ya: Çözüm sürecinde yaşanan, yapılan her şeyin sorumlusu HDP ve onun için demokratik siyasetten tasfiye etmeye uğraşıyorsunuz diye. İşte, HDP seçmenlerinin güveni kalmadığı için, güven sarsıldığı için, kimse artık iktidarın ve devletin atacağı adımlara güvenemediği için bu durum ortaya çıktı. Bunu, biz yaratmadık, bu durumu siz yarattınız. Kürt sorunu budur işte, bu, güvensizliktir. Bunun aşılması gerekiyor ve parti kapatma, siyasi tasfiyeyi gerçekleştirmek, dokunulmazlıkları kaldırmak ne bu sorunu çözer ne de bu sorunun çözümü için talepte bulunan siyasal ve toplumsal iradeyi yok eder. Dolayısıyla milyonların sahiplendiği bu siyasal ve toplumsal talebin demokratik yöntemlerin yaratıcı zenginliğiyle çözüme kavuşturulmasının olanaklarını değerlendirme göreviyle hep birlikte karşı karşıyayız.

Kürt halkının evrensel hukuk normları uyarınca meşru ve yasal haklarının Türkiye'nin demokratik bütünlüğü içerisinde kabul edilerek tanınması, günümüz demokrasi standartlarının katılımcılık ve çoğulculuk gibi temel kıstaslarla yükseltilmesi açısından artık bir zorunluluktur ve HDP'nin Kürt sorununun barışçıl siyasal çözümünün Türkiye'nin demokratik bütünlüğü içerisinde ortak yaşam perspektifliğiyle ele aldığı gerçeğinin önyargılardan arınarak görülmesi ve kabul edilmesi önemlidir. Demokratik bir çözüm yaratıcı, barışçıl yollardan geçer. Bu coğrafyada tarihsel bir mirastır; farklı halklar, inançlar, kültürler ve ana diller.

Bu zenginlik hepimizindir, çoğulculuğa karşı tekçiliği dayatma politikalarının zora dayalı güvenlikçi yaklaşımla sürdürülmesi acı sonuçlara yol açmaktadır, hepimiz için acı sonuçlara yol açmaktadır ve HDP, çoklu kimliklerin kendi farklılıklarıyla birlik içinde, ortak demokratik yaşamı kurmasının hem mümkün hem de Türkiye'nin demokratik geleceği açısından zorunlu olduğuna inanmaktadır ve bunun için mücadele etmektedir.

Diğer taraftan Kürt sorununun çözümsüz kalması aynı zamanda Türkiye'nin genel demokratikleşme sürecini de engellemektedir. Tersi de doğrudur, Türkiye'de demokrasinin standartlarını yükseltecek kural ve kurumlar gelişmedikçe Kürt sorunu da barışçıl demokratik bir şekilde kalıcı olarak çözülememektedir. Her iki süreç birlikte ele alınıp bir çözüm yolu bulunmalıdır. Kürt sorununun demokratik barışçıl çözümü sadece Türkiye'nin demokratikleşmesini sağlamaz, aynı zamanda Orta Doğu'da da toplumsal barışın sağlanmasına ve demokratik bir geleceğin inşa edilmesine yol açar.

HDP kurulduğu günden bugüne gerek Parlamento içinde gerekse kamuoyu ve ilgili kurumlarla yürüttüğü tüm çalışma ve etkinliklerde bu temel perspektife bağlı kalmıştır; toplumsal barışın sağlanması, demokratik, özgürlükçü bir anayasayla cumhuriyetin demokrasiyle taçlanmasını sağlayacak anlayış. Demokratik uzlaşı yöntemiyle Parlamento zemininde düzenlenecek bir dizi köklü ve yapısal değişim içeren yasal reformların yapılması HDP'nin temel siyasal hedefidir. Düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılması, siyasi partiler ve seçim yasaklarının demokratik ölçülere göre yeniden düzenlenmesiyle demokratik siyasetin özgürce yapılmasının koşullarının sağlanması önemlidir.

Evrensel demokratik hak ve özgürlükler, evrensel hukuk ilkeleri vazgeçilmezdir. Yerel yönetimlerin demokratikleşmesi ve yerel demokrasinin geliştirilmesi katılımcı ve çoğulcu bir demokrasinin gereğidir. Ana dilinde eğitim ve farklı kimlik ve kültürlere anayasal düzeyde saygı duyulması atılması gereken adımlardır. Siyasal ve toplumsal sorunların çözüm zemini bir bütün olarak siyaset kurumudur. Bunu bir kez daha vurgulayalım, Meclis'tir ve Ankara'dır. Siyasetin çözmesi gereken sorunları hukuka havale etmek, hukuk yoluyla çözüm sağlamaya çalışmak, o hukuku da tahakküm altına almak demokratik siyasetin inkârından başka bir anlama gelmez. İşte, Semra Güzel'in dokunulmazlığının kaldırılması da böyle yanlış bir adımdır. "Kimiz? Neyi temsil ediyoruz? Nedir tarihsel olarak varlık nedenimiz?" Bunları aslında bir tür yargıç görevi gören Adalet Komisyonu ve Anayasa Komisyonu üyeleri kendilerine sordular mı acaba? Karma Komisyon ve Hazırlık Komisyonu da birer yargı kurumu gibi bir işleve sahiptir biliyoruz, bunun sınırlarını da biliyoruz. Orada olanlar taraflı davranarak, Anayasa'yı ve yasaları çiğnemediler mi?

Bakın, mesele, Semra Güzel değil ve bizler kendimizi kurtarmak için değil, barışı dert edinen mücadelemizi kazanmanın peşindeyiz, kendimizi kurtarmaya çalışmıyoruz. Sokrates'i bilirsiniz, ünlü savunmasını şöyle bitirmişti: "Atinalılar, bu savunmayı sunuşum sanılacağı gibi kendim için değil, sizin içindir. 3 oğlum var Atinalılar ama durum böyle diye birini ya da diğerini getirip beni aklamanız için yalvaracak değilim. Böyle bir şeyi kabul etmeyişim nedendir? Fedakârlıktan değil, Atinalılar, sizi küçümsediğim, ölüme karşı cesur olduğum ya da olmadığım için de değil, o bahsi diğer ama bana kalırsa böyle bir şey, benim için, sizin için ve tüm şehir için ayıp olurdu da ondan." Mesele budur. Semra Güzel burada olsaydı, o linç kampanyalarıyla karşı karşıya kalmasaydı, eminim, bu kürsüde şöyle derdi: "Öyle görünüyor ki her şey bana karşı; Meclis çoğunluğu, sivil yürütme, iktidar yanlısı medya ve onların zehirlediği kamuoyu. Benden yana olan arkadaşlarım, partim ve düşüncem, kafamdaki gerçek ve adalet hedefim; bundan dolayı huzur içindeyim. Yalan ve adaletsizlik içinde kalmak istemem. Burada benim dokunulmazlığımı kaldırabilirsiniz ama bir gün adalet ve barış için mücadele ettiğimden dolayı bana teşekkür edeceksiniz. (HDP sıralarından alkışlar) Beni suçlayanları tanımıyorum. Kendilerine karşı ne hıncım var ne kinim; onlar benim için toplumuma kötülük eden kişilerden başka bir şey değil.

Şimdi bir kez daha vurgulayalım ki adalet ve temel ahlak yargılarından yoksun kişiler -sizleri kastetmiyorum, üstünüze almayın- kitleleri harekete geçiren ve onları bir silah olarak kullananlar toplumun düşmanlarıdır. Adalet duygusundan yoksun kişi ve kurumlar toplumsal ayrışmayı körükleme gücü olan en temel unsurlardır. İktidar medyası bu hâliyle ayrılıkçı ve ırkçı fikirler taşıyanların elinde tehlikeli bir silah hâline gelmiştir. Bu silah gün gelir size de döner. Şüphesiz ki adaletin sağlanması ve gerçeğin kitlelere ulaştırılması bakımından medya önemlidir ama yaratılan kaos ortamından ekonomik ya da politik çıkarları için beslenen medya organları ülkenin gelecekte karşılaşabileceği olası tehlikelerin baş sorunları arasındadır, bunu açıkça söylememiz gerekiyor.

Semra Güzel'in dokunulmazlığının kaldırılması iktidarın bekasıyla bağlantılıdır

Semra Güzel'in dokunulmazlığının kaldırılması Kürt halkının nezdinde iradelerinin yok sayılmasıdır; siyasi çıkar amaçlıdır, iktidarın bekasıyla bağlantılıdır. Muhalefetin de bu hakikati iyi görmesi gerekir. Bu, Semra Güzel şahsında gerçekleşen bir kumpastır. Dokunulmazlığın kaldırılması için verilen her oy bu kumpası desteklemek, demokratik siyasete karşı darbeci ve baskıcı bir siyaseti ve anlayışı onaylamak anlamına gelmektedir.

Martin Luther King'in bir sözü var, Eş Genel Başkanımız bir kere grup toplantısında kullanmıştı, demiş ki Martin Luther King "Karanlık karanlığı uzaklaştıramaz, bunu ancak ışık yapabilir. Nefret nefreti uzaklaştıramaz, bunu ancak sevgi yapabilir." O nedenle karanlığa karşı ışığı, nefrete karşı eşit, ortak, adil, özgür yaşamı savunmayı devam edeceğiz. Bunu yaparken de en ufak bir tereddüt göstermeyeceğiz. Bu kötülük düzeni bu ülkeden kötülükleri ve karanlıkları uzaklaştıramaz. Bu ülkeyi karanlıktan uzaklaştıracak ışık, adalet, barış, demokrasi temelinde yeni inşa ve değişim isteyen milyonların iradesinde mevcuttur ve HDP, bu ışığın kaynaklarından bir tanesidir. Demokratik siyasetin sorumlu, yapıcı aktörü olarak HDP geleceği aydınlıkla buluşturmanın güvencesidir. Özgür toplumu, demokratik yaşamı hep birlikte kuracağız. Başta Kürt halkı olmak üzere bütün halkların ortak iradesiyle kuracağız. Emekçilerin, ötekileştirilenlerin ve ezilenlerin ortak mücadelesiyle kuracağız. HDP'nin fikrini, politikalarını, seçmenlerini demokratik siyasetten tasfiye edemezsiniz. Kararlı duruşumuzu sürdüreceğiz. İktidarın bütün hukuki ve fiilî saldırıları karşısında demokratik siyasetten asla taviz vermeyeceğiz. Kürt halkının ve Türkiye demokrasi güçlerinin nefes borusunu kesme çabalarınıza asla boyun eğmeyeceğiz. Kürt halkının ve Türkiye demokrasi güçlerinin siyasi temsilini engellemek ve sesini, sözünü kesmek için baskılarınız karşısında asla diz çökmeyeceğiz, boyun eğmeyeceğiz.

Bir kez daha bu Meclis’te herkese barış elimizi uzatıyoruz. Bizler varız; hem ortağıyız hem de sahibiyiz bu toprakların. Geleceği birlikte kurma çağrımız herkesedir.

2 Mart 2022