İstanbul Milletvekilimiz Sırrı Süreyya Önder'in Şırnak Milletvekilimiz Faysal Sarıyıldız ile Van Milletvekilimiz Tuğba Hezer'in meclisten atılmak istenmesine ilişkin Genel Kurulda yaptığı konuşma.

Yeri Meclis Genel Kurulu ve komisyon salonları olmasına rağmen, cezaevlerinde, cezaevi maltalarında volta atan başta eş genel başkanlarımız Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ olmak üzere bütün vekillerimizi selamlamak istiyorum. "Halkın iradesi", "Halkın iradesi" lafını dilinden düşürmeyip, Dersim dâhil olmak üzere, bu memleketin üçte 1'inde yerel seçim sonuçlarını yok sayarak seçilmişlerine belediye encümen salonlarını değil, cezaevlerini adres gösterdiler. Oradaki bütün seçilmiş encümen üyelerini, eş başkanlarımızı da selamlamak istiyorum.Yazdıklarından, çizdiklerinden, düşündüklerinden dolayı özgürlüğü gasp edilmiş, hak mücadelesi veren, mesleğini icra eden bütün insanları da buradan selamlıyorum.

Ali Şeriati'nin bir sözüyle başlamak istiyorum. Der ki: "Bir memlekette yalnızca devlet konuşuyorsa söylenenlerin hepsi yalandır."

Devamsızlıktan dolayı bir vekilliğin düşürülmesini konuşuyoruz. İçtüzük'te bu ne anlama geliyor? Ben size, sayın üyelere, bu konuda oy kullanacaklara diyeceğim ki: "Bunun aslı böyle değildir." Önünüzde de bir doküman var, siz de bakacaksınız. O ikisinin arasından vicdanınızla bir karar vereceksiniz? Ama siz yoksunuz burada. Yani 276 oy var, bunun 276 oyla kabul edilmesi gerekiyor, burada 276 kişi yok. Usulen bozma gerekçesi bile sayılabilir. Ama usul bizim umurumuzda değil, hay hay deriz; vekillik bizim için bir meslek değildir, bir onurdur.

Köyün birinde kuraklık olmuş, kuraklık o kadar dayanılmaz bir noktaya gelmiş ki yağmur duasına çıkmışlar köyün imamı, hocası. Yağmur duası da çare etmemiş. Yağmur duasının birkaç usul ve şekil şartı vardır. O duaya iştirak eden hazirunun hepsinin itikadının tam olması lazım. Yani "Biz bu duayı ediyoruz. Bu dua bu yağmurun yağmasına vesile olabilir, olur." Ama itikadında olması lazım. "Ya, böyle dua ediyoruz ama duayla yağmur mu yağar?" diyorsa o dua battal olur, kabule karine teşkil etmez. Bu köyde köyün imamı, hocası, müezzini kâr etmeyince civarda nefesi, duası kuvvetli başka hoca aramaya koyulmuşlar. Birkaç deneme ve hüsrandan sonra çok derin bir zat olarak anılan birini çağırmışlar, o da gelmiş, birkaç dua yine yağmur yağmamış mı, cemaat homurdanmaya başlamış. İmamın bu yeteneğini ya da hocanın bu yeteneğini sorgulamaya başlayınca cemaate demiş ki: "Sizin yüzünüzden yağmıyor." "Olur mu ya, bir de herkes namazlı abdestli" demişler. "İtikadınız yok." demiş. "Olur mu, haşa!" demişler. "Ulan, yağmurun yağacağına itikadınız olsaydı şemsiyeyle gelirdiniz." demiş.

Şimdi, burada, sayın üyelerin ya da sayın iktidar partisinin yaptığı işe itikadı yok. İtikadı olsa bir gelirdi, "Hele biz böyle dedik ama bu işin aslı neymiş, nesli neymiş, faslı neymiş bir dinleyelim." derdi. Bizim derdimiz tarihe şerh etmek. Şimdi gelmesinler, canlarısağ olsun. Bir vicdani yük olarak yarın evlatlarına bunun hesabını verecekler. Her dönem meclisi bir şeyle anılır, yâd edilir, bu dönemin adı "vekil kıyımı dönemi"dir ve "alaturka faşizm dönemi"dir, alaturkasından ama.

Allah bilir, bunu da Türklüğe hakaret olarak siz maaş kesintisi yoluna gidersiniz. Onun için henüz daha bu bela, bu garabet çökmemişken bu kavramları da paramızın yettiğince değil cesaretimizin ve itikadımızın yettiğince kullanalım, kullanmaya da devam edeceğiz. İktidar partisinin bu işteki yaklaşımı:Parasını ver, yapabilirsin. Parasını ver, ne olursa olsun. Böyle bir dönem. Bir milletvekiline ayıp değil mi ya "Bu sözü söyledin diye maaşından keserim." demek? At, böyle bir şey varsa cezaevine at, elinde. "Maaşını keserim" ne demek? Siz, şimdi, bizi parayla mı terbiye edeceksiniz? Kendinizle mi karıştırdınız? Böyle bir şey olabilir mi?

Peki, bu işin aslı faslı ne? Bu işin aslı şu: 3 dönemdir bu Parlamentoda vekillik yapıyorum, 2 dönemden biraz daha fazla da İdare Amiriyim. Yani Başkanlık Divanı üyesiyim yani bütün bu işlerin piştiği mutfakta çalışıyorum, görev ve sorumluluğum var. Bu iş nasıl oluyordu bugüne kadar? Gelirdi Başkanlık Divanı gündemi, işte kimi zaman 3 madde, kimi zaman 13 madde, 23 madde. Gelir vekil mazeret, gerekçe ve devamsızlık cetveli, iki üç ayda bir hazırlanır, daha doğrusu her gün tutulur, üyelere üç ayda bir gönderilir. Son gündem maddesi olarak gelir, sizin birçoğunuzun haberi bile olmaz, sekretaryanız bu dilekçeleri yazar ve gönderirdi Meclis Başkanlığına. Ceman yekûn "Tümünün kabulüne..." derdik, en fazla bir dakikamızı alırdı; yerleşik uygulama bu. Yerleşik uygulamalar belli bir zamana tekabül edince, biliyorsunuz, biz ona "teamül" diyoruz ve "teamül" denilen şey de Meclis yönetiminde önemli müstenitlerden biridir, 3 sütundan birisidir ya. Kanun, yasa, Anayasa ama bununla beraber teamüller de zikredilir, dolayısıyla teamül olmuştu. Peki, geçmişe bakıyoruz -hani ben 3 dönemdir buradayım ama- bu Meclis kurulduğu günden beri neredeyse böyle olagelmiş. Bir vekilin devamsızlığını kınayabilirsiniz, eleştirebilirsiniz, en fazla "Ayıp etmiş." Diyebilirsiniz. Yaptırımı da onu seçen seçmene düşer. Seçmeni "Kardeşim, biz seni seçtik ama sen Mecliste yeterli mesaiyi vermedin" der, bir sonraki seçim cezalandırır. Bunun yaptırımı budur, kendini bilen bir siyasi için de gayet ağır bir yaptırımdır çünkü bir emek veriyorsun, tarihe kalacaksın, buradasın. Seçmenleri tarafından ayıplanan, kınanan, eleştirilen bir vekil olmak, şurada böyle "kaldır indir", "aç kapa Artema" misali gönderilmekten çok daha ağır bir şeydir.

Bu konuşmanın üç bölümü olacak: Birincisi bu bilgilendirme aşaması, ikincisi hukuka uygunluğu, üçüncüsü, tüm bunların siyasi bir maslahat olduğunu düşünüyoruz; dolayısıyla meselenin siyasi değerlendirmesi.

Şimdi, dokunulmazlıkların nasıl kaldırılacağı, nasıl değerlendirileceği, geçmişteki uygulamalar falan malumdu. Bu Hükûmet kendini birden fazla "Siyasi partilerin kapatılmasına karşıyız marşıyız." sözüyle bağladığı için "Tek tek bu vekillikleri düşürelim ve bu partiyi böyle tasfiye edelim" dedi. Hatırlarsınız, hakkımızda terörle iltisaktan, ilişkiden tutun, yardım yataklığa varana değin söylenmedik şey kalmadı.

Şimdi, hakkımızdaki fezlekeler, Genel Kurulun Anayasa'yı zorlayan, hatta tekzip eden, ruhuna aykırı bir işlemle topyekûn kaldırıldı. Fakat burada şöyle bir garabet ortaya çıktı, "Varak-ı mihr ü vefayı kim okur, kim dinler?" oldu. Hadise şu: Bugüne kadarki uygulamalarda, nadir olan uygulamalarda eğer bir vekilin yasama dokunulmazlığını kaldırır bir durum varsa ve bu, önce hazırlık komisyonunca, sonra karma komisyonca, sonra da Genel Kurulca uygun görülmüşse ne yapılırdı? Yasama dönemi sonuna kadar kaldırılırdı. Böylece, yargısal prosedürlerin tümünün önü açılmış olurdu. Burada şöyle oldu: İktidar partisi kendi vekillerini güvenlik içerisinde görmediği için -Niye? Yargının mevcut durumundan, cemaatin yargıda oluşturduğu tekelden; "Gelin kardeşim, hepimizin ya da dosyası olan herkesin yasama dokunulmazlığını sonuna kadar kaldıralım" demedi. Meselenin kalbi birinci olarak burada atıyor. Ne yaptı? Bir bariyer gibi, otopark girişi gibi kaldırdı, "İçeridekiler bu tarafa geçsin" dedi. Onlar geçer geçmez indirdi. Özcesi bu; uzun, teknik ve hukuki değerlendirmelere gerek yok. Sonucu ne oldu bunun? Sonucu, bizim hepimizin mevcut dosyaları üzerindeki yargılama engelleri kalktı ama ikinci günü dokunulmazlığın bütün ruhu, özü, biçimi neyse onlarla tekrar donanılmış olduk. Ben bunu gözaltına alındığım bir mahkemede hâkime şöyle bir örnekle anlattım: "Şimdi, ben size burada küfür etsem ya da gelip tokat atsam, hakaret etsem siz beni bundan dolayı yargılayamayacaksınız, üzerimi arayamayacaksınız, evimi aramayacaksınız, haberleşmemi kontrol edemeyeceksiniz, aracımı arayamayacaksınız. Bir polis benim yakamdan tutamaz çünkü hâlihazırda bendokunulmazlığı olan bir milletvekiliyim." Yani şu an, içinizdeki pirüpak arkadaşımız -var ise eğer- neyse benim durumum da yasa karşısında öyle yani size neyi yapamıyorlarsa bana da onu yapamıyor olmaları gerekecek. Fakat bu yapılmadı, dolayısıyla, garabet birbirini takip etti.

Tabii, ileride siyasal tarihçiler yazacak, o gün muhalefetin buna "Anayasa'ya aykırı ama 'evet' oyu vereceğiz" demesinin ardındaki pazarlıkları, taahhütleri, tutulmayan sözleri. Şimdi spekülasyon olur diye girmeyeceğim, tarih ileride yazacak. Ne denildi? "Hiçbir vekil tutuklanmayacak" sözü verildi mi, verilmedi mi? Neyle ikna edildi? Yoksa, "Sadece HDP'lileri tutuklayacağız, size dokunmayacağız" mı denildi? Bunlar ileride siyasi tarihçilerin ve anıların ışığında aydınlanacak. Bu olmadı ve dolayısıyla, böyle bir garabet ortaya çıktı.

Şimdi, bu iki vekilimizin birçok başka sebebin yanında, bize dönük yönelim ve siyasi imha niyeti açığa çıkınca yurt dışında kalmaları, dünya kamuoyuna bu meseleyi anlatacak bir iki vekil arkadaşımızın kalması bizler tarafından da uygun görüldü. Şimdi, Meclis Başkanlığı bugüne kadar yapmadığı, muhtemelen bundan sonra da yapmayacağı, usulde, yasada yeri olmayan bir hatalı işe soyundu. Ne yaptı? Dedektiflik yapmaya başladı oysa yasada vekilin yurt dışında ne yaptığını takip etmek gibi bir görev, tanım söz konusu değil.

Sayın Faysal Sarıyıldız burada da daha önce Güven Hastanesinde aynı hastalıktan tedavi görüyordu. O raporlarını yok saydılar, Sayın Tuğba Hezer Öztürk partimiz tarafından görevlendirilmişti, bu raporunu yok saydılar. Onun yerine, Facebook'larda, birtakım psikolojik harp ürünü yayınlarda bunların falanca saatte nerede olduklarını, filanca saatte nerede olduklarını tespit etme görevini kendisine ihdas etti. Sıkıntı burada, yoksa bizim vekillerimiz gizli saklı bir iş yapmıyorlar, ayan beyan aşikâr nerede oldukları, ne yaptıkları aşikâr.

Şimdi, üzerine vazife olmayan bu meselenin sonunda, "Bunları da devamsızlıktan dolayı düşürelim." meselesi çıktı. Çünkü yaşayacağız, göreceğiz, hepimize çok eften püften sebeplerden ya siyasi olmayan ya da tırnak içinde kullanıyorum, terör suçu olmayan bir meselede ceza verildi. Örneğin Sayın Grup Başkan Vekilimiz Ahmet Yıldırım bir yıl üç ay ya da on üç ay gibi bir ceza aldı. Hukuk o kadar çiğnendi ki bunun devamına ancak devlet güvenliği aleyhine işlenen suçlarda ya da yüz kızartıcı ya da zimmet benzeri suçlarda yasa maddesine eklenebilecek; seçilme hakkından mahrum bırakma maddesi eklendi. Yani bunlar niyet hakkında yeterince ipucu veriyor.

Dönemin Sayın Adalet Bakanı: "Efendim, gelmiyorlar ki, ifade vermiyorlar ki, o yüzden biz yakalama, gözaltı ve tutuklama kararları çıkarttırıyoruz, zorla götürüyoruz" dedi. Bu vesileyle içeri attıkları Selahattin Demirtaş'ın hâlen daha neyle suçlandığını, nerede yargılanacağını bilmiyoruz. Bırakın onları da mahkemenin karşısına, hâkimin karşısına tutuklu olduğu dosyadan daha henüz çıkarılabilmiş değil. Yani neresinden baksanız örneği çoğaltmak mümkün, neresinden baksanız siyasi bir operasyon olduğu, siyasi saiklerle hazırlandığı ayan beyan bir işte bizi mahkemeden kaçmakla ya da hukuktan kaçmakla suçluyorlar.

Kendi adıma da, arkadaşlarım adına da şöyle bir karara vardık: Kendi ayağımızla, kendi rızamızla bu mahkemelere gitmek, bizim bu ritüele uymamız hukuka, hukukun genel ilkelerine, insan hakları evrensel ilkelerine saygısızlık olur, hakaret olur. Biz bunlardan berîyiz, biz sizin gözetmediğiniz bu hukuku da gözetmekle mükellef sayıyoruz, o yüzden gitmiyoruz. Bu ne şeklen ne içerik olarak bir yargılama değil.

Öte yandan, "adalet" denilen bir şey var, partinizin ilk kavramı. Adalet, "adl" kökünden gelir ve dağıtmak, eşit üleştirmek falan gibi ontolojik anlamları vardır. Ama yaygın karşılığı eşit davranmak. Peki, bir uygulama birliği var mı şu devam meselesinde bu Mecliste? Bugün Sayın Başkan Vekili bu Meclisi müşahede yoluyla açtı. Yani göz kararı; baktı, "Yeterli çoğunluk vardır" dedi. Bunu dediği anda bunun teknik, hukuksal sonuçları ne oluyor biliyor musunuz? Burada olmayan tüm arkadaşlarımız bugün burada var sayılıyorlar.

Bütün üyeler yani şimdi bu Mecliste faraza 100 kişi Meclis’e en az bu 2 vekil kadar gelmemezlik ediyor. Sadece sizin izzetinize bıraksam siz bu 100 kişiyi bir çırpıda sayabilirsiniz. Ben isim isim saymayı ayıp addediyorum ama kamuoyunun çok yakından bildiği ve asla buraya gelmeyen bir eski Başbakan biliyor musunuz ki devamsızlık cetvelinde ne gözüküyor? Sadece bir gün gelmemiş, ona da itiraz dilekçesi vermiş "Hayır, ben o gün oradayım." diye. E şimdi insan sormadan edemiyor: Kardeşim, bunun iki yolu var. Yani, biz seni görmedik, Allah da şahit, burada görmedik, bir iki güven oylaması ve Anayasa referandumu meseleleri dışında yoktun. E o zaman birisini yalana teşvik etmişsin, bir arkadaş senin yerine pusula vermiş. Bunun başka bir açıklaması var mı? Yok. Uygulamabirliği sağlanmadığı için bu işlem adil değildir.

Bunun yolu ne olabilirdi? Hepimiz muhalefet de etsek, karşı da çıksak cari yasalara uymakla mükellefiz.Uymadığımız zaman bedeli için, yaptırımı için sesimizi çıkarma hakkımız kalmaz. Yani "Kardeşim, sen gelirken bunu biliyordun, uygulama budur, yasa budur, falandır" dendiği zaman elimizde bir itiraz argümanı kalmaz. Ama bu 2 sayın vekili gözüne kestirip tasfiye etmeye karar verince Başkanlık Divanı şöyle bir karar aldı, dedi ki: "Bundan sonra, devamsızlık meselesini daha ciddi takip edeceğiz."

Sayın CHP'li Başkanlık Divanı üyeleri ve Sayın Pervin Buldan'la ben bunun için bir yöntem önerdik -Başkanlık Divanı kayıtlarında, toplantı tutanaklarında var- dedik ki: "Bundan sonra, bütün oturumlar yoklamayla açılsın, müşahede yoluyla açılmasın. Siz bunu yapın yani gelmeyen herkes eşit oranda bu yaptırıma maruz kalsın, hayhay, başımızla gözümüz üzere." Böyle yapmadılar, dedektiflik dediğim bu: Sen diğer 548 vekili geliyor sayacaksın, var sayacaksın, işte mazeret vesaire dilekçesi verenler hariç ama bu 2 vekil için.

"Aslında, biz o gün bütün üyeleri varsaydık ama bak, işte bu bize dilekçe göndermiş, izin dilekçesi demek ki yokmuş. Bunu da kabul etmiyoruz ayrıca, bu izin dilekçesini." Ya da "O gün şurada şöyle bir demeç vermiş, bak, demek ki o gün Almanya'daymış, Belçika'daymış." Uygulama birliği sağlamadan, bunu bir yaptırıma bağlamak, adaleti ortadan sonsuza kadar kaldırmak demektir. Yoksa atmışsınız, atmamışsınız bugünün bu hayhuyu içinde, bugünün bu toz dumanı içinde, bugünün hamaseti içerisinde alkışla da karşılanabilir. Yapana da bir hicap duygusu vermez. Ama hepimiz biliyoruz yaşadık, geçmiş dönem Kürt vekillere reva görülen muameleden burada hepimiz bu Meclisin bir ferdi olarak üzüntü duyduk, meşrebimize göre utanç duyduk, ezildik, üzüldük, kınadık, lanetledik. Yarın öbür gün, bugün o muameleyi reva görenler tarihin çöp sepetindeler. İsimleri okunmuyor. Yarın öbür gün kendinizi, kendimizi böyle andırıp andırmama meselesidir bu. Yoksa 2 vekili atmışsınız, tutmuşsunuz ne çıkar. Biz o sahilde değiliz. Şimdi uygulama birliği sağlanamadığı için bu adil değildir.

Diğer bir mesele de şu: Bu Meclisin -yine her şey geliyor adalete dayanıyor- üye sayısının yaklaşık yüzde 12,8'inin bu Meclise resmî olarak devam mecburiyeti yok. Bunlar kimler? Mesela benim yok. Aranan ben olsaydım ya da yurt dışına giden ben olsaydım benim için böyle bir müzakere yapılamayacaktı. Niye? Yoklamadan berî tutulmuş? Kim? 25 Başkanlık Divanı üyesi. Onları ayırdık kenara. Grup başkanvekilleri yoklamadan berî. Meclis başkanvekilleri,komisyon başkanları, partilerin genel merkez yöneticileri, genel başkan yardımcıları orada tüzüğe göre bir değişiklik var. Velhâsıl bu oranları çarpıp üst üste koyup topladığımızda Meclisin üye tam sayısının yüzde 12,8'ine -o da küsurattan dolayı- tekabül ediyor. Fakat dönem içinde uygulamalar var. Mesela, biz, 24'üncü Dönemde yeni Anayasa Yazım Komisyonu üyeleri vardı, 12 vekil. Yeni Anayasa Yazım Komisyonu üyeleri, burada, sizin o Genel Kurul açıldığında Başkanlık sunumları var -belli belirsiz, duyup duymadan akıp giden şeyler- onlardan biri, yeni Anayasa Yazım Komisyonu üyelerinin yoklamadan, Meclise devam mecburiyetinden muaf tutulmaları... Biz üç yıl falan görev yaptık, o üç yılın her günü toplanmadık ama o üç yılın hiçbir günü Meclise, Genel Kurul devam cetveline adımız işlenmedi ve belli komisyonlar tamamen, belli komisyonlar da "çalışma süresi eğer Genel Kurulla çakışırsa" şerhiyle Mecliste yoklamadan varestedir. Bunları topladığımızda da bu oranın -değişken, o yüzden sabit bir oran veremiyorum, döneme göre, gündeme göre değişiyor- neredeyse üçte 1'i devam mecburiyetine tabi değil. Şimdi, adalet bunun neresinde?

Bahse konu Sayın Vekilimiz açısından söyleyeyim; biz onu, onun hemen akabinde kongremizi yaptık, o kongrede genel başkan yardımcısı yapsaydık eğer -tenezzül etmedik, bugün bu görüşme yapılamayacaktı. Yani, genel merkez yöneticisi olduğu için ya da ilgili genel başkan yardımcısı olduğu için bu yoklamadan muaf tutulacaktı, böyle bir yükümlülüğü olmamış olacaktı. İşte, adalet bahsinde, nereden tutsak elimizde kalan meselelerden biri. Dolayısıyla, bu yapılan iş, tabiri caizse, fuzuli bir iş, bir; haksız bir iş, iki; adil değil, üç.

Dolayısıyla, bu meselede vicdanlarınızla davranacaksınız. Özellikle burada olan bütün üyeleri saygıyla selamlıyorum, burada olmayan sayın üyelere selam ederek şunu söylüyorum: Kendinizin savunmasını dinlemeye tenezzül etmediğiniz bir oturumda o Sayın Vekilin "Devamsızlıktan dolayı düşürülmesi için bu oyu kullanıyorum."u bir dakika tefekkür edin. Eğer Hakk'a hesap verme gibi bir şey içinizi titretmiyorsa "evet"i basın gitsin. Siz çok cesur insansınız, siz çok korkusuz insanlarsınız. Kul hakkı, hakkaniyet, adalet, bu konularda, yani gözlemlediğim şu: Herkes Allah'a inanıyor amenna, saddakna fakat Allah'a güvenmiyoruz.

Çıkıp, tahliye olup gitmeyen vekillerimiz oldu. Devlet de biraz yol verdi. Yani "kaçacaksanız kaçın." O vekilimiz geldi, grup toplantımızı yaptı; Sayın Besime Konca. Hakkında yakalama kararı verilmişti, çıkmasının önünde bir mani yoktu. Çıkmadı, geldi.

Hepinizin yakinen tanıdığı Sayın İdris Baluken. Sayın İdris Baluken gözaltına alınıp tutuklandığı mahkeme şöyle bir seyir izledi: Bütün delilleri topladı, bir; ifadesini aldı, iki; tanıkları dinledi, üç; dosya icmal oldu, tamamlandı, dört. Duruşmanın bir yerinde, duruşmalardan birinde mahkeme heyeti şöyle bir gerekçe yazdı, dedi ki: "Toplanan deliller, sanık hakkında isnat edilen suç vasfının değişmesi, vesaire" diye bildiğimiz o klişe gerekçeleri saydı ve Anayasa Mahkemesinin mevcut içtihadı, yani sayın üye, aramızda "Balbay içtihadı" olarak, "Haberal içtihadı" olarak anılan içtihadına da gönderme yaparak -dikkatinizi çekiyorum- oy birliğiyle tahliyesine karar verdi, oy birliğiyle. Şükranla yâd etmeliyim ki birçok siyasal partiden -iktidar partisi dâhil- arkadaşlar özellikle tanıdıkları, yakından bildikleri bazı arkadaşlarımız için seferber olma ihtiyacı hissettiler ve tahliye edildi. Akabinde ne oldu biliyor musunuz sayın vekilim? Akabinde Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcısı, hukuk tarihimizde yeri olmayan, eşine emsaline rastlamadığımız bir şekilde, bir ağır ceza mahkemesi bütün delilleri toplanmış, davası görülmüş, karar aşamasına gelmiş ve oy birliğiyle tahliye kararı vermiş bir milletvekilini yeniden tutuklatmak için bir başka mahkemeye itiraz etti. Yürümekte olan bir dava hakkında Türkiye hukuk tarihinde bunun gibi bir örnek, biz aradık, bulamadık. Başsavcı buna itiraz etti. Peki, ne oldu? Oy birliğiyle verilmiş bir karar. İnsan şunu arar doğal olarak: Kardeşim, belki yeni bir delil çıkmıştır, yani, aynı dosyada, daha önce olmayan. Biz, İdris Baluken'e örgüt üyesi dedik, gelinen durum örgüt üyesi olduğuna bir karine göstermiyor pek ama meğerse bak, şöyle bir delil geldi, kardeşim aman ha, siz bunu bıraktınız ama elimizde böyle bir delil var.Yeni bir delil sunmadan, önermeden, varlığından bahsetmeden yapılmış bir itirazla Sayın Vekilim, İdris Baluken hakkında tutuklama kararı verildi.

Hani, acayip günlerden geçiyoruz. Peki, bu gayretkeşliği gösteren sayın cumhuriyet başsavcısına ne oldu? Sayın başsavcı FETÖ şüphesiyle bir muameleye uğradı. Peki, tahliye kararı veren heyete ne oldu? Bunların hepsini bilmenizde fayda var arkadaşlar, burada böyle klişelerle konuşmak kolay. O da şu: Diyarbakır 8. Ağır Ceza Mahkemesinin Başkanı bu tahliye kararını verip muhtemelen yeniden tutuklamaya da -muhtemelen diyorum hani şey etmeyeyim, bu değerlendirmenin bu kısmı bana aittir- rıza göstermediği için, bir FETÖ şüphesi de izhar olunmadan Ankara hukuk mahkemesine düz yargıç olarak atandı, Diyarbakır 8. Ağır Ceza Reisi. İşte, burada, meseleyi takip eden sayın AKP’li milletvekilleri de var. Bu söylediklerimden maddi bir hata varsa sadece "var" demeleri yeterli, özür dileyeceğim, olan bu. Şimdi, anladınız mı Sayın Vekilim? Yani "gelsinler" diyorsunuz ama gelenlere de yapılan, reva görülen bu.

Peki, başka bir yine adalet duygusunu incitecek bir diğer meseleye gelelim. Hakkımızda -bütün bu bariyer kaldırıldı ve yargılanmaya sevk edildik, ki fezlekesi bulunmayan vekilimiz yok- düzenlenen fezlekelerin altında imzası olan yargıç, savcı bunlardan herhangi birisi elan görevde değil, tamamına yakını ya cezaevinde ya ihraç edilmiş FETÖ şüphesiyle. Yani bunların hepsi cemaatin düzenlediği fezlekeler. Onu da bırakın, samimi itirafçılar çıkmış bunların içerisinden. Diyarbakır eski başsavcısı KCK operasyonunun ne tarz düzmece belgelerle hazırlandığını ifadelerinde beyan ediyor. 11 bine yakın sivil siyasetçi, üzerinde bir tırnak çakısı bile yakalanmayan, tümü legal, denetlenebilir sivil siyaset kurumlarında ve partimizde görev yapan siyasetçiler tutuklandığında biz burada bunu söylediğimiz için o hâkimlere tazminat ödemek ve ondan dolayı da tekrar fezlekeler -eski grubumuzun birçoğu- yemek zorunda kaldık. O zaman da siz sayın üyeler şeriatı yargıyla özdeşleştirip yargının kestiği parmağın analjezik ve anestezik etkisi üzerine bize nutuk irat ediyordunuz. Gördük ki jilet, neşter... Hafifçe böyle sinek konsa tatlı canınızın yanacağını gördük size ucu biraz dokunduğunda.

Şimdi, cesurca "Kürtler ne istiyor ve ne istedikleri için bu böyle oldu?" onu konuşacağız. Kürtler ana dilinde eğitim ve öğretim görme hakkı istiyorlar, tıpkı bu ülkenin bütün Türk evlatları gibi, bütün medeni dünya halkları gibi. Peki, bunu talep ettiğimizde karşımıza ne dikiliyor ya da ana dilde? Karşımıza dikilen şu: Sayın Cumhurbaşkanı o zaman Başbakandı, kamuya açık olarak "Bana ana dilde eğitim talebiyle gelmeyin. Ana dilde eğitim talebi ülkeyi böler." dedi. Bazı şeyler vardır, birden fazla söylenince ve şöyle derli toplu bir zeminde tartışılmayınca, itiraz edeni bulunmayınca bir müddet sonra sanki bir gerçeklikmiş gibi algılanıyor. Bakalım, ana dilde eğitim ülkeyi böler mi bölmez mi? Muhalefet partisinin de ana dil eğitimine... Anayasa çalışmalarında, yeni Anayasa çalışmalarında ana muhalefetin geldiği nokta şuydu, dedi ki: "Ana dil eğitimi konusundaki her türlü engeller kaldırılsın ama ana dilde eğitime karşıyız. Bu ikisi arasında fark var. Yani, insanlar ana dilini istedikleri gibi öğrensinler ama ana dilde eğitim ve öğretim görmesinler." Bu, yeni Anayasa tutanaklarında var.

Hatırlarsınız, 24'üncü Dönem vekil olan arkadaşlarımıza bir konuşmamı hatırlatmak istiyorum. Ana dil meselesi görüşülüyordu ve hamasetten toz duman olmuş ortalık. Ben çıktım, burada Latince savaş karşıtı bir şiir okudum. Aynen o gün olanları anlatayım. Ben Latince şiir okumaya başlayınca, önce, bir kısım ulusal hassasiyeti gelişkin arkadaşımız bunun Kürtçe olduğunu vesvese etti, bir müddet dinleyince, bunun benim aksanımdan kaynaklandığını, aslında konuşulanların Latinceye benzediğini keşfettiler. İtirazlar, şöyle tutanaklara baktığınızda "Ben de senin..." falan diyen sayın üyeler var, "Ee, ne diyorsun?" falan diyen. Beş dakikalık bir konuşmaydı, dört dakikasını buna ayırdım, bu Latince şiiri okudum; savaş karşıtı şiirler içerisinde klasik bir Latince şiirdir, destandır hatta, ondan bir bölüm okudum. Konuşmanın son bir dakikasında dedim ki: Sayın vekiller, siz ana dilde eğitime ülkeyi böler ve karşıyız diyorsunuz ya, işte, bir Kürt çocuğu ilkokula ilk gittiği gün öğretmeninin hoş geldiniz çocuklar demesinden ve ilk derse başlamasından sizin bu Latince şiirden anladığınız kadar anlıyorlar. Bu iş akademyada ciddi bilimsel incelemelerin konusudur. Orası ana dilinde eğitim görmemenin nasıl bir haksız rekabete yol açtığının bilimsel kanıtlarıyla doludur.

Kürt çocukları açısından söyleyeyim, bir: Aksan, yarım yamalak öğrenilmiş Türkçeyle -içimizde Kürt vekil arkadaşlar var bizim partimizde olmayan, onların hepsi de bu anlattığım sahnelere kendi çocukluk yıllarında tanıklık etmişlerdir- telaffuzu doğru söyleyemez, yerine getiremez, çocuktur, diğer çocuklar gülmeye, dalga geçmeye başlar. Bilimsel gözlemlerden bahsediyorum. Bu, çocuğu eğitim süreçlerinden uzaklaştırma ve okuldan soğutmayla neticelenir. Pedagojik bir şeyden bahsediyorum, daha gelmedik ideolojik bir şeye. Rüyasını gördüğü, suyu o dilde istediği, anasından o dilde ninni dinlediği, türküsünü söylediği, ağıdını ağladığı bir dil bitiyor, o güne kadar hiç duymadığı ya da pek az duyduğu bir atmosferin içinde sen onu, o dili doğduğu günden beri konuşan insanlarla aynı kulvara sokup, aynı ölçme, değerlendirme kriterlerine tabi tutarak ona başarı notu veriyorsun. Bunun pratikteki anlamı şudur arkadaşlar: Kürt çocuğu bu yarışa 3-0 geriden başlıyor demektir. Kimileri bunu yırtar, kimileri daha nasiplidir, kimilerinin ailesinin bu dersi ya da bu eğitimi verecek gücü vardır ama burada devlet güzellemesi yapan arkadaşımız bile "seksen"e "sekzan" dedi. İşte ondan sonra olmuyor, yani o aksan, "pronunciation" bir şekilde yapışıyor ve Türkiye sinemasında, Türkiye yazınında, Türkiye dizi ve drama sektöründe hâlen alçakça, utanmazca bunlar bir mizahın ve şakanın malzemesi oluyor. Bundan bir halkın derin bir şekilde yaralanacağı, üzüleceği, incineceği hesap edilmeden, "Napirsen?", "Nereye gidirsen?" gibi, hiçbir Kürt'ün yapmadığı bir karikatürize etmeyle bu dil ve ana dilinden başka bir dilde hayata devam etme duygusu böyle bir ayrımcılığın, aşağılamanın vesilesi hâline geliyor.

Öyle cesaret falan gerektiren bir şey de söylemiyorum daha. Cesur olma çağrısına icabet ettim ve en makul, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin 1'inci maddesiyle başlıyorum, "Herkes anasından özgür, eşit, kendi ana diliyle…" diye başlayan maddesinden. O, ana dilini talep ediyor; biz ne yapıyoruz? Bu, ana diliyle eğitim vermeye cehdeden belediyelere kayyum atadık; ilk yaptıkları iş, bu, ana dilde eğitim veren kurumları kapatmak oldu. Cesaretse, bize lazım değil, statükonun sahiplerine ve onun gönüllü gece bekçilerine lazım. Cesaretse, aha biz söyledik, herkes ana dilinde eğitim görsün. Dünya bu tartışmayı çoktan geri bıraktı ama biz hâlen bunun ülkeyi böleceği paranoyasıyla hareket ediyoruz. Kendi kültürünü, kendi renklerini herkes yaşatmak için faaliyet gösterme hakkına sahip değil mi? Sahip. E bu, Kürtler söz konusu olduğunda yasa dışı örgüt propagandasına dönüşüyor.

Yine Sayın Cumhurbaşkanından bir örnek vereceğim. Süreç devam ederken "benim Kürt kardeşlerim" diyordu. Süreç bitti, Kürtçeden vazgeçtik, Kürt'ün kültüründen, dilinden vazgeçtik, Kürt'ün kendi adını da anmamaya başladı. Mesela referandum konuşmalarında ben dikkatle izledim "HDP'ye oy veren kardeşlerim" diyor. Ondan sonra da çıkıp "HDP Kürtlerin temsilcisi değildir." diyorlar. E böyle bir şey olabilir mi? Kürt'ün adını bile anmamak… Sadece bu değil; Kabinenin oluşumuna bakın, devletin kilit karar süreçlerine bakın, buradaki Kürt, Alevi oranına bakın ne demek istediğim ayan beyan ortaya çıkacaktır çünkü söylemle olmaz, bal bal demekle ağız tatlanmaz. Kamusal alanda ne kadar alan açarsanız bu konudaki samimiyetinizi o kadar göstermiş olursunuz. E kamusal alanda… Bırakın onu, adı Kürtçe diye, anası babası kendi ana dilinde evlatlarına bir Kürtçe isim koymuşlar diye kanun hükmünde kararnamelerle ihraç edilen insanlar var. Gerekçelere bunların yazıldığı biliniyor.

Alın size cesaretse cesaret; gelin bence, Sayın Bekaroğlu, demokrasiye inanan, inancından emin olduğum bir insan olarak siz öncülüğünü yapın, ana dilinden başlayalım. Bu mesele sosyal, ekonomik, kültürel ve tarihsel birçok arka plan boyutu olan bir meseledir. Şiddet bu meselenin yalnızca bir sonucudur, bir boyutudur ama sonucu olmasından dolayı boyutudur.

Yine, birkaç kere söyleyince ve fazla da insan itiraz etmeyince doğruymuş sanılan bir başka gerçekliğe buradan geçmemiz gerekiyor.

Sayın Şentop hem bu Komisyonun Başkanıydı hem de yeni Anayasa yazım komisyonunda beraber çalıştık. Anayasa'nın tartışılmaz ilk dört maddesi hakkında bugün bir şey söylesem, hafazanallah, Selahattin Bey'in akıbetine uğrar ama tutanaklara geçmiş yani kimseyi ihbar ediyor değilim.

Bu memlekette İçişleri Bakanlığı yapmış bir zat… Arkadaşlar, hep bu FETÖ darbesine tarih veriyorsunuz, kendinizce kriterler koyuyorsunuz ya ve bu KCK operasyonları… Şeye gerek yok, adını da söyleyeyim, Sayın İdris Naim Şahin. Bank Asya kapatıldığı zaman elinde para destesini sallayarak orada milleti çiğniyordu. Fakir fukara yok kooperatife girmiş, yok maaşını oraya yatırıyorlarmış, bu yüzden Bank Asya'yla en ufak bir iltisakı, ilişkisi tespit edilen kamu personelini işten atıyorsunuz, halis muhlis siyasi ayak arıyorsunuz… Ya adam gizli saklı da yapmadı kardeşim, para salladığı görüntülerde var. Böyle, cüzdandan çıkardı, gitti… "Bank Asya tasfiye ediliyor Hükûmet tarafından, darbeleniyor." diye bir kampanya düzenlendi. Sizin, bizim hakkımızda, Roboski bombalanırken, Roboski katliamı olurken ve siyasi imha operasyonları sürerken bunu buradan ağzını şapırdata şapırdata savunan adam gitti Bank Asya'ya bu kadar para yatırdı… Sakın yanlış anlamasın, hayâ ederim, tutuklayın falan demiyorum ha! Yani varsa bir suçu, kanun önünde, diğerlerine reva gördüğünüz muameleyi de hukuki boyutlar içine çekerek herkes gibi yargılansın diyorum. Şimdi, bundan dolayı başına bir iş gelirse de üzülürüm. Kendisiyle bir gün bir hüsnüniyetli muhabbet edemedik -ben de İçişleri Komisyonu üyesiydim- ne zaman çıktıysak kavga ettik. E ama el insaf kardeşim. İnsafın sizin köyde bir adı varsa eminim ki kendi içinizde de bunları değerlendiriyorsunuzdur çünkü alınan vebal sizin vebaliniz arkadaşlar. Yarın hesap gününde hiçbir parti grup başkan vekiliniz, idare amiriniz, genel başkanınız, yardımcısı, Başbakan yanınızda olmayacak. "Gel hele, sen niye böyle yaptın?" diyecekler. İnandığı gibi yaşamayanlar yaşadıklarına iman etmeye başlarlar. Şu an görünen manzara bu, inandığı gibi yaşayamama. Bir müddet sonra insan böyle bir şizofreni de çatlar, ölür. Yani ikili bir hayat. Bir tarafta inancın, itikadın, kendi kişisel tarihin, doğru bildiklerin, uğruna bedel ödediklerin; bir tarafta da sana matah bir şeymiş gibi dayatılan işler, hukuku, vicdanı zorlayan, yok sayan işler. Allah aşkına, sataşma saymayacağım, biri buna dair bir hesap verecekse dinleyelim. Yani bu caiz mi, bu, Hakk'tan reva mı?

Şimdi, memleketin yüz yıllık, son kırk yılı da önemli ölçüde silahlı bir hâl almış bir meselesinden bahsediyoruz. Bir süreç başladı, çok yanlış bir söylemle "Efendim, çatışma var, bu koşullarda barış marış süreci, şu bu lafı etmeyin. İşte, insanlarımız, askerlerimiz, polislerimiz, gençlerimiz canını kaybediyor." diye söyleniyor. Şunu unutuyoruz: E, kardeşim, müzakere de sadece böyle durumlarda yapılır. Çünkü mesele bir çete meselesi, bir silahlı örgüt meselesi olmaklığı ihtiva etmiyor, meselenin bin türlü boyutu var, silah ve şiddet bunun sadece bir boyutu, kabul edilemez boyutu, onu da merak edenlere söyleyeyim yani kişisel düşüncem de kabul edilemez ve bir an önce tasfiye edilmesi gereken, bir an önce özgürlük, eşitlik ve adalet temelinde çözülmesi gereken bir mesele. Tam da bu yüzden müzakere etmeliyiz, müzakereye en çok da bu koşullarda ihtiyaç varı unuttuk, herkes dökülen kanın hesabını yaparak daha fazla kanın dökülmemesi için üzerine düşen vazifelerden imtina ediyor.

Ne oldu? Dönemin kabinesi Millî Güvenlik Kurulu toplantısında dönemin asker bürokrat üyelerine dediler ki: "Bu şiddetle, terör meselesiyle mücadele etmek için sizin bir eksiğiniz var mı?" Cevap verdiler, mealen anlatıyorum çünkü bu Millî Güvenlik Kurulu tutanaklarını açıklamak suçmuş, dediler ki: "Yok, bir eksiğimiz, gediğimiz yok." "Yasal bir sıkıntınız var mı?" "Yok." "Çözebiliyor musunuz?" Bunun bir kısmını dönemin Genelkurmay Başkanı kamuya açık bir şekilde bir röportajında da dile getirdi, dedi ki Genelkurmay Başkanı: "Efendim, bu sirkülasyon, dağa gidiş sirkülasyonu devam ettikçe biz bu meseleyi askerî yöntemlerle bitiremeyiz." Bunun üzerine dönemin siyasi iradesi dedi ki: "O zaman, biz bunu siyaseten çözeceğiz." Buna Millî Güvenlik Kurulunu da dâhil ederek, bunu bir Hükûmet politikası olmaktan çıkarıp bir devlet politikasına dönüştürerek başlayan sürecin adıdır çözüm süreci. Öyle, Kabine bir gece yattı, uyudu, sabah da kalktı "Şu Kürtlerle barışalım." demedi. Ödenemez bir maliyet, sürdürülemez bir savaş, kabul edilemez bir durum ve durumlar silsilesi ortadaydı. Yapması gerekeni yaptı, doğru olanı yaptı, geç kaldığı şeyi yaptı. Buraya kadar emeği geçen herkesten Allah razı olsun.

Başladı. Ne oldu, bu başlamışken ne olabilirdi, ne oldu, ne yapılamadı da geri biz geldik bu bir siyasi intikam zeminine derç olundu. Buna dair Genel Kurulu bilgilendirmek ve tarihe de şerh düşmek lazım.

Şu oldu… Bundan sonrasını birtakım anekdotlarla anlatacağım ve içinde hiç rahmetli olan yok, tümü yaşıyorlar, birisi derse ki: "Çarpıttı, eksik anlattı, üstüne ekledi." Ticaretim yok yani, az aldım, eksiltmiyorum, kâr koymuyorum, olanı anlatıyorum.

"Yürütülen operasyon siyasi saiklerle yürütülüyor." diye bir belirlemem vardı, bunun karinelerini de sayın Genel Kurula aktardım. Öyle olunca siyasi değerlendirme yapmadan bu savunmanın en önemli ayağı eksik kalır diye düşünüyorum. Süreyi suistimal etmeyeceğim, gördüğünüz gibi, bütün üyeler şahittir, bir söylediğimi bir daha söylemiyorum.

Obama yönetimiyle beraber bu meselenin… Bu mesele, sadece ülkemize ait bir mesele değil, bir bölgesel mesele, bölgesel boyutu var, bölgenin aldığı hâli de göz önüne aldığımızda bir dünya meselesi hâline gelmiş. Obama yönetimi Amerika'da görevi devraldığında, adına "İyimser bakış" denilen bir yaklaşımı, kısa ve orta vadeli bir strateji olarak benimsedi. Bu yaklaşımın özü -vaktinizi almayacağım bununla- bölgedeki otoriter yapılarla ilişkileri zayıflatmak ve demokratik ya da yüzü demokrasiye dönük yapı, kurum, kişilerle olan zeminleri genişletmekti.

Bunun için, bölgedeki hâkim paradigma olan İran-İsrail tahterevallisi belirleyici paradigmaydı, bunu veri olarak kabul etmediler; İran'a yaptırımlar yoluyla, İsrail'e de etkileri yoluyla "Siz birer adım geri çekilin." Dediler, Türkiye'yi de bir adım öne çıkardılar, Sayın Erdoğan dönemin Başbakanı ve Sayın Davutoğlu… Bu, bölgeye Amerika'nın bakışının bir zorunlu aşaması ya da sonucuydu fakat ilk yarılma Mavi Marmara'yla oldu.

Özellikle, Sayın Davutoğlu, bugün Sayın Bahçeli'ye ilk defa bir cevap verme ihtiyacı hissetmiş… Sayın Bahçeli'ye cevap yetiştireceğine, bir gün gelir, burada, kendisinin Başbakanlığı döneminde neler yaşandı, bütün bu olan bitenlerde kendisinin şahsi sorumluluğu var mıydı yok muydu -ben bir şeyle itham etmiyorum- bütün, bugün bizatihi iktidara yakın kalemlerin, kanaat önderlerinin ya da fikir insanlarının kendi içinden yürüttüğü eleştirilere bir cevap vermek, özellikle bu Kürt meselesinde, özellikle de Rojova meselesinde -birazdan geleceğim- ne oldu, kendisinin Başbakanlığındaki Hükûmetin PYD ve YPG'ye yaklaşımı nasıldı, neleri öngördüler, ne sözler verildi, ne yerine getirilmedi? 6-8 Ekim meselesini bir de Sayın Davutoğlu'ndan dinlemeyi çok isteriz doğrusu. Başlayacaksak, cesaret lazımsa -dediğim gibi, bize lazım değil- statükonun sahiplerine ve bir dönem aktörlerine lazım. Gelsinler, burada eksikleriyle, hatalarıyla, isabetleriyle, erdemleriyle, her yönüyle tartışalım. Bu olmadan mesele bir kör dövüşü gibi yürüyüp gidecek ve olan, her gün yitip giden canlarımıza olacak.

Tekrar dönersek: Mavi Marmara bir yarılma meselesiydi tıpkı Mısır gibi. Amerika açısından orada aslolan refah kapısı nöbetini kimin tutacağıydı. "Benim güvenliğim İsrail'in güvenliğiyle başlar." diyen bir anlayış "Bu ülkede otokrat yapılarla ilişkileri keselim ve demokrat yapılara yönelelim." deyince bundan doğan güç bir müddet sonra şöyle bir vesveseyle bu iktidarın kendi gücü yanılsamasına dönüştü. Bu çok tehlikeli bir şeydi. Konjonktür ile konjonktürden kaynaklanan avantajlar, konjonktürün size sağladığı kudreti kendi kudretinizmiş gibi telakki etmek o saatten sonra sizi irrasyonel denklemlerin içerisine sokardı. Nitekim öyle oldu.

Bakın, hiç ilzam edici bir dil kullanmıyorum, azami de özen gösteriyorum. Bir yanılma söz konusu, bir öngörememe, ölçüp biçememe, gübresine göre bostan ekememe durumu söz konusu ama anlatırken bu kadar masum olan bir meselenin sonuçları toplumsal maliyetimiz açısından son derece yüksek oldu.

Burada özünde bir küçük burjuva diktatörü olan Esad ve Suriye'deki gelişmeler Kürtleri ilk defa bir hayati yol ayrımına getirdi, akıbeti bu oldu. Birçok hülyalı bakış vardı, birçok hoş tahayyül vardı, birçok vahim slogan vardı; bütün bunlar ceman yekûn, bölgedeki birçok sonucun yanında, Kürtleri bir var olma yok olma eşiğine getirdi bıraktı.

Ben o dönem müzakere heyetindeydim, Kandil'le görüşüyordum, devletin güvenlik bürokrasisiyle görüşüyordum. Bu devletin 5 sayın bakanıyla, her hafta, çözüm sürecinin geldiği aşamayı, önündeki engelleri, menzilimizin neresine vardığımızı, nasıl varabileceğimizi, sorunları vesaireyi kamuya açık bir şekilde, Başbakanlık binasında, girişimizin çıkışımızın bütün basın tarafından kaydedildiği, haberleştirildiği bir müzakere süreci yaşıyorduk.

Dünyada bu iş şöyledir: Savaş bir anlaşmazlık durumuna tekabül eder özünde. Savaşan taraflar bir araya geldiklerinde, önce birbirlerinin terminolojisini, literatürünü, anlayışını, reflekslerini, kavramlara yükledikleri anlamları ölçme, biçme, tanıma dönemi yaşarlar. Çatışma sonrası çözüm süreci yaşayan bütün ülkelerin izlediği yoldur.

Keşke bir gün bir özel oturum yapılsa, bu konuda dünyada da bilimsel yeterlilik olarak adı literatüre geçmiş bir sayın üyemiz var, partimizin de vekili, değerli bir akademisyen, Sayın Mithat Sancar bize bu konudaki dünya deneyimlerini anlatsa; ne olmuş, nerede kesilmiş, nasıl akamete uğramış, akabinde gelişmeler ne olmuş? Bu çatışma sonrası çözüm süreçlerinde böyle diyalog süreci olarak adlandırılan, bizim de böyle tarif ettiğimiz, uluslararası literatürde karşılığı bu olan bir süre vardı. Bu sürede murat edilen şudur: Bununla beraber bir güven, tarafların birbirine bir güven oluşturması muradıdır. Bunu işin burasında kendimden başlayarak, en büyük sorumluluğu ve eksiği kendime atfederek söylüyorum: Hiç kimse -en büyük payı bende- rolünün, sorumluluğunun, misyonunun gereğini tam olarak ifa edemedi, sebepleri bahsi diğer. Herkes 50 tane gerekçe sunar, 49'una muhtemelen hepimiz de canıgönülden iştirak ederiz ama bahsi diğer gerçek şu ki yapamadık. Bu ülkede barış talebini toplumsallaştıramadık. Barış talebi toplumsallaşmak yerine; herkesin kalbini, zihnini, gönlünü, enerjisini, birikimini barış talebine vakfetmek, adamak yerine; herkes bu süreci neresinden tırpanlarım, neresinden siyasi bir demagojinin malzemesi yaparım, nereden muhatabımı vurmanın, onu güçsüzleştirmenin bir vasıtası kılarım gibi bir dış faktörün, bir dış sağanağın altında biz bu süreci -başta kendimden başlayarak- yeterince koruyamadık.

İkincisi neydi? İkincisi: Sayın Öcalan'ın İmralı'da "darbe mekaniği" diyerek kavramsallaştırdığı ve ağırlıklı olarak cemaatin bugüne kadarki uygulamalarıyla bunu bir sistematik anlatıma kavuşturarak her seferinde neredeyse görüşmenin yarısına yakın bir zamanını "Bu darbe mekaniği çalışıyor. Bu darbe gelmekte. Bu hepinizi hedef alıyor, bizi de, Hükûmeti de, devleti de. Bunu görmüyor musunuz? Buna önlem almıyor musunuz? Bu, süreci katledecek." uyarılarıyla geçti. Darbe mekaniğini, biz, günbegün bugün çözüm sürecinin bitme gerekçeleri olarak sıralanan bütün hadiselerde gördük, yaşadık. Bunun birincisi, tarihe geçmesi bakımından söylüyorum: Her şey amiyane tabirle güllük gülistanlıkken, Rojava'dan buraya IŞİD zulmünden kaçan bir insan seli gelmekteyken, Sayın Efkan Ala sanırım Azerbaycan'dayken ya da bir dış seyahatteyken diyeyim, süreçlerin bitmesini beklemeyip acil bunların içeri alınması talimatını vermesiyle o darbe mekaniği dediğimiz şey onun öngörülerini tekzip eden bir davranış oldu. Onlar beklediler ki içeride iç kamuoyu buna yeterince hazırlanmıştı. Oradaki personel, sorumlu personel, bugünden baktığımızda anlıyoruz ki bugün darbenin ya planlayıcısı ya asli uygulayıcıları olarak mahkeme oldukları iddiasıyla mahkeme önündeler. Bu, bütün hesapları altüst etti ve ilk uygulama şöyle oldu, içinde yaşayan bir kardeşiniz olarak söylüyorum, şerefim, haysiyetim üzerine temin ederim siyasi bir mülahaza yok, neyi gördüysem, neye ikna olduysam onu sizinle paylaşıyorum: Sayın Numan Kurtulmuş ve Sayın Efkan Ala orayı bir ziyarete gittiler, Suruç civarını ve canlarını kıl payı kurtardılar. Kamuoyuna yansıyan biçimi bunun şuydu: Kürt gençleri bunları linçe yönelmiş gibiydi. Biz de süreçlerin tamamen içindeydik ve tamamen kani olduk ki Kürtlerin ya da örgütlü Kürt gençliğinin ya da örgütlü Kürt siyasal yapılarının bundan haberi bile yok. Darbe mekaniği, herkesin kaçırdığı şeylerden birisidir, ilk burada kendini gösterdi. Sayın Efkan Ala'yla konuşmamızda bizde tedirgin olduk yani hava bu değil, atmosfer bu değil, bir müzakere süreci yürüyor, bu nereden çıktı dediğimizde Sayın Efkan Ala'nın anlattığı bilgiyle muttali olduk. Dedi ki: "Orada kurumlaşmış bir cemaat yapısı var ve tespit edebildiklerimizin çok daha ötesinde nüfuz edebiliyorlar. İstihbarat servisleri cirit atıyor ve bu mesele onlarındır, siz boşuna tedirgin olmayın." Biz biliyoruz, eminiz, gördük, haberdar olduk.

İkincisi, uykusunda katledilen 2 polis, direkt bu, PKK'ye mal edildi, direkt failleri -sözüm ona- bulundu, PKK'nin kendisinden saymadığı neye benzediği belli olmayan birkaç örgüt bunu üstlendi ve muhtemelen bugün de üstlenmekte ısrar ediyorlar fakat bütün bu manipülasyonların içinden yürütülen yargılama sürecinde ortaya çıktı ki yapılan işin PKK'yle uzak yakın bir alakası yok, merkezî karar süreçleriyle diyelim. Bunu biz -o zaman daha Kandil'i ziyaret edebildiğimiz günlerdi- gittiğimizde de çok ayrıntılı, çok tafsilatlı araştırdık.

Üçüncüsü Lice, Bingöl mıntıkasında açılan hendekler ve alıkonulan askerlerle ilgili. Böyle bir dalga gelmekteydi ve biz görüyorduk ki bunun Kürt siyasal hareketiyle, PKK'yle alakası olmayan ve Hükûmetin de bizatihi dahlinin olmadığı belli olan bir sürü gelişmeler.

Sayın Öcalan İmralı'da dedi ki: "Bir devlet hendeği kabul edemez. Bu onun direkt egemenlik hakkına bir tecavüzdür." Sayın İdris Baluken, Sayın Pervin Buldan'a da özel olarak rica etti: "Gidin bunu araştırın ve benim tarafımdan kabul edilemez olduğunu her kim yapıyorsa söyleyin." Biri Kilisli, biri Nurdağlı 2 uzman çavuş alıkonulmuştu -şimdi bundan dolayı hakkımızda fezleke var, bu yönüyle de önemli- "Onları da behemehal ailelerine kavuşturun." dedi. Biz dönemin İçişleri Bakanıyla bir koordinasyon oluşturduk ve -burası çok önemli- ertesi gün Millî Güvenlik Kurulu toplantısı vardı. Asker, bürokrasi daha önce defalarca bölgedeki sürecin ruhunun gerektirmediği tutumlar içerisine giriyordu ve bu Hükûmetin iradesiyle bir şekilde baskılanabiliyordu. Burada dediler ki: "Yarın Millî Güvenlik Kurulunda yazılı olarak müdahale talebi var dolayısıyla bunun yirmi dört saat içinde çözülmesi gerekiyor, yoksa süreç ciddi anlamda zarar görecek, belki de sona erecek." Biz bu itibarla gittik ve bu hendeklerin niye açıldığını, Sayın Öcalan'ın hendek meselesine yaklaşımıyla beraber aktardık. Gelip dönemin bakanlarıyla ve sorumlu bürokratlarıyla paylaştığımız gerçeklik şu: Baktık ki bölgede bir günde 116, belki de yanılıyorum, belki de 166 gözaltı yapılıyor ve bir sıra, özellik, kriter gözetilmeden; bir bu. İkincisi, kalekol inşaatları.

Lice, malumunuz, büyük bir deprem geçirmiş vilayetlerimizden biriydi. Yaklaşık yirmi küsur yıl geçmiş, deprem evleri, defalarca yeniden ihale, restorasyon, revizyon, iptal, bilmem ne, daha deprem evleri bitirilememiş bir ilçede çok mübalağa bütçelerle kalekol inşaatı. 1990'lı yılları Lice'de yaşayan insanların ya da onu sonradan öğrenenlerin bildiği bir gerçeklik var: Lice'de karakol demek, mezarlığa açılan kapı demekti 1990'larda. Yani barış süreci yürüttüğünüz bir dönemin uygulamaları, dili, imgeleri, tümü barışa hizmet edecek şekilde seçilmek durumunda.

Sevgili Grup Başkan Vekilim, döneminizin iktidarı, yürüttüğümüz müzakerelerle o kalekol inşaatını yıktı ve "hendek" denilen olgu kalmadı. Üstelik de yirmi dört saat içinde, oraya gönderilen bütün malzemeler tırlarla beraber alındı, biz de hendekleri açanlara kapattırdık, alıkonulan askerleri de biz gidip teslim aldık, getirdik, ailelerine teslim ettik. Uzunca bir dönem bu hendek işi güncellenmedi.

Dönemimizdeki istihbarat örgütleri artık ajan provokatör tarzıyla çalışmıyorlar. Nasıl çalışıyorlar? Gelişmelere meyil veriyorlar, eğim veriyorlar, her şeyin oraya akacağını biliyorlar çünkü akabinde. Bu refleksi gören bu darbe mekaniği -ki işte, bu operasyonu yürüten komutanlar bugün darbecilikten hesap veriyorlar- ne yaptı? Silvan, Cizre, Sur ve Nusaybin'de… Bakın, bütün Kürt illerinin tamamında hendek olmadı, şu oldu: Baktılar, "Biz yönelince bunlar hendek kazıyor." Darbe mekaniği bunu keşfetti ve yönlendirdi. Hükûmetten de buna teşne olan çok oldu çünkü bu, yeterince tartışılamadığı, hep hamaset düzeyinde konuşulduğu için bu mesele… Bakın, hendek açılan yerlere, hepsinde önce, pervasız, kritere dayanmayan, çok sayıda, yaygın tutuklama ve gözaltıların başlaması sonucudur.

Bence bu sessizlik, bu dikkat yoğunluğu biraz buna işaret ediyor ama bundan medet umanlar kutuplaştırarak ancak, düşman yaratarak ya da düşmanlıkları körükleyerek, ayrılıkları belirginleştirerek hükmetme kabiliyeti olan anlayış eğer şundan haberdar olsaydı -inşallah yanılıyorumdur diyeyim- "Ya, çıkacak bir HDP'li vekil, süre sınırı olmadan bu savunmayı yapacak bak biz devamsızlıktan dolayı getirirsek." meselesinden dolayı haberdar olsaydı bu iki vekilimizin teklifi buraya gelmezdi emin olun. Niye? Şuradan biliyorum yani kimseye bühtan etmiyorum, çok yaralayıcı bir şey kullanmak istemiyorum, çok derbeder girişilmiş bir süreç bu. Niye? İlk ben bunu okudum, -işte Sayın Mithat Hocamız da burada, onunla da paylaştım- dedim: Hocam, muhtemelen bunu şu gün getirecekler çünkü İç Tüzük'ün bir arka sayfasında yazıyor, üzerinden yirmi dört saat geçmeden oylama yapılamayacağı, bak kimse zahmet edip -madde orada bitmiş gibi duruyor- hele bir arkasındaki ne diye bakmayacak ve nitekim dediğimiz gibi oldu. Birdenbire sayın vekiller, bu aslında çarşamba günü görüşülecekti çünkü bunu hazırlayan sayın heyet, o arkadaki o sayfanın arkasına bakmayı akıl edememiştir. Başka bir boyutu daha var ama konumuzla ilgisi yok, onun için ben de süreyi gerçekten dikkatli kullanmak durumundayım, yeniden mevzumuza dönelim.

Şimdi, önümüzde bir yol vardı. Bölgedeki logaritmayı doğru teşhis edip edememe… Sosyolojik meseleler böyle sonuçları doğruluk, yanlışlık anlamında hemen ölçümlenebilir meseleler değil, onun için böyle ahkâm kesmiş olmaktan haya ederim, belki ben yanlış düşünüyorum, belki benimkisi eksik ve hatalı, bu payı bırakarak söylüyorum. Ama bunun doğrusunu nasıl buluruz? Paydaşların, tarafların, bilim dünyasının, fikir dünyasının, tümünün bu meseleyi yeterince ve sağlıklı zeminlerde tartışarak ancak biz buradan minumum hatayla bir yol belirleyebiliriz kendimize yoksa hani bir patoloji ilmi gibi işte "Bunu verirsen bu sonuç olur." ya da bir elektrik problemi gibi ele alamayız, burası mutlak ama insanlığın keşfettiği en önemli yöntem, birlikte eylemek. Üstelik bu bizim, bu toprakların vaktiyle baş tacı ettiği ve bunu benimsediği için kendisini, bütün bu emperyalist talandan elde kalan bakiyeye bir yüz yıllık daha avans alabilmeyi işte bu istişareyle, meşveretle, tartışmayla, güncel kavramlarla, arama konferanslarıyla, her ne derseniz deyin, bunlarla sağladılar. Biz bu yöntemleri hamasete kurban ettik, bir; konjonktüre kurban ettik, iki. O konjonktür neydi? Orta Doğu'daki durumdu. Bunu da anlattıktan sonra savunmanın sonuna geleceğim.

Orta Doğu'daki konjonktür neydi? Aktörlerine baktığımızda aslında en ilgisiz olanımızın bile bir sonuca varabileceği bir denklem var. Nedir? İran: Bölgede nizam kurucu aktörlerden ve tarihî aktörlerden birisi. Amerika: Nedir? Bölgenin yer altı zenginliklerini, halkların zenginliklerini, kaynaklarını talan etmiş, bugüne kadar bölgede darbeyi, kanı, sömürüyü tahkim etmiş, halkları birbirine düşman etmiş bir yapı. Rusya: "Eski dönemdeki nüfuz alanını yeniden nasıl kazanırım ve eski iki kutuplu dünyadan sadece Amerikan denetiminde olan bir dünyaya geçişte kendi eski pozisyonumu nasıl alabilirim?" Bunlar neyle icra ediliyor bölgede? Silahla. Peki, biz, bu silahla, güçle; Şii damar, Sünni damar, seküler damar, bölge hakları, tarihî çelişkiler, güncel paradigmalar, biz bunların içerisinde bölgede at koşturan ülkelerle at koşturabilecek bir altyapı, gereklilik ya da lojistiğe sahip miyiz? Değiliz. Peki ne yapabilirdik? Biz demokratik tecrübemizle bölgedeki bütün bu denklemlerin içerisinde, adına ister Amerika deyin ister Rusya deyin ister İran deyin, hepsinden farklılaşabilirdik.

İran'la başlayalım, bakın, İran ne yapıyor, biz ne yapamıyoruz: Bölgedeki her gelişmenin içerisinde var ve duruma göre bir görev gücü ihdas ediliyor, bakıyorsun ki İran'ın tarihinde ve etki alanında o güne kadar hiçbir şey yok, işte Lübnan Hizbullah'ı varken bir bakıyorsun bir Suriye Hizbullah'ı -ilgili arkadaşlarımız çok iyi biliyorlardır- bir günde ihdas ediliveriyor. Kerkük-Telafer-Musul hattında bir bakıyorsunuz, bugüne kadar hiçbir embriyo hâlinde bile gözükmeyen, üstelik İran'ın tarihî değerleriyle de ölçüşmeyen bir HaşdiŞabi çıkıyor ve -tarihinde görülmeme sebebine bakıyorsunuz- içinde Sünniler de var önemli ölçüde. Yani göreve göre, yani duruma göre kendisine, bölgedeki kendi bölgesel çıkarlarına intibak edebilen, bunun lazımelerini yerine getirebilen ülkeler var, bir de bizim gibi hamaset atına binmiş, olan biteni başta doğru olarak anlamlandırmakta güçlük çeken, konjonktürün getirdiği tartışmaların içinde boğulup giden ve türlü, çeşitli paranoyalarla kuşatılmış bir coğrafyada kendi derdine düşürülen, özellikle böyle kalması istenen, kimsenin de bundan çıkışa dair radikal, samimi kararlı, cesur bir hamle yapamadığı bir hâlimiz var. Hiç Kürtlük, Türklük, Araplık, Sünnilik, Şiilik ekseninde anlatmıyorum, olan biteni bir Dışişleri maiyet memuruna versek "Kardeşim yani bu ne oluyor, nasıl oluyor?" muhtemelen onun anlatacağı cümlelerle fotoğraf çekmeye çalışıyorum; bu bile yapılamadı.

Yani, burada hatırlıyorum, biz bu Suriye meselesinde bir gizli oturum yapmıştık, gizli oturumdan murat edilen ne? Bu politikanın mimarları gelecek, bize -bizim bilmediğimiz bir yanı varsa- halkın seçilmiş meşru temsilcilerine bunu anlatacak. Sayın Davutoğlu geldi "Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik." diye özetlenebilecek bir konuşma yaptı. Ne yeni bir durum öğrenebildik ne bunun bizim ulusal kaynaklarımızı, tarihsel angajmanlarımızı, hizalanmalarımızı bu denli altüst edebilecek şeye ne adına, niye, ne murat ederek gidiyoruz? Eğer o oturumda olan vekillerden biri anladıysa ben kendi ahmaklığıma yorayım. Yoktu çünkü. Daha önce bunu ergen imam hatiplik refleksi olarak söylemiştim, onları ilzam edecek ya da rencide edecek bir anlamda kullanmadığımı da belirterek. Niye? Hamaset atına binmek bu. Oysa uluslararası politika böyle yürüyecek bir şey değil. Ama bir ikincisi var, o da ne? Kürt anasını görmesin. Çünkü bu angajmanlara, ittifaklara, bu illegal harcamalara kamuya yansıyan şekli, biçimi kadarıyla bile baktığımızda görüyoruz ki bunda bölgesel logaritmaya dair akılcı ve faydacı yani ülkenin toplam faydasını düşünen hiçbir adım atılamıyor. Bunu anlatabilecek olan insanlara da ne bakanlık veriliyor ne bürokratlık veriliyor, bırakın onu ne kamusal alanda seslerinin duyulur, görünür olmasına tahammül ediliyor, hiçbir şekilde bunlar bu kamusal alana sokulamıyorlar. Böyle olunca da ortalık "En iyi hamaseti ben yaparım."cılardan geçilmiyor. Sorumluluk duyguları yok "Tarihe karşı biz yarın ne hesap vereceğiz?" duygusuna aşina bile değiller. Böyle bir güruh ülkenin, gelecekteki çocuklarımızın müşterek kaderini ipotek altına almış. Sırrı basit. Birlikte eylemek. Gelin kardeşim, hasım değil hısım olalım ve konuşalım. Sürdürülebilir bir müzakere her türlü koşuldan daha çok tercihe şayandır. Sürdürülebilir bir müzakere. Bunun için ne sen Türklüğünden feragat edersin ne o Kürtlüğünden; ne sen mukaddesatından ne o ideolojisinden, bunlara hiçbir halel gelmez kardeşim. Ama bu işi bir çatışmasızlık boyutuna getirip bunun bize yarattığı ve bunun bize dayattığı, kaynaklarımızı, hepsinden önemlisi…

Daha önceki bir konuşmamda hep hamasetle örülü tarihe bir gönderme yapmıştık. İşte, "Donanmamızı biz gerekirse atlastan, libastan, ibrişimden…" falan diye hepimize ilkokulda çakılan bir anekdot vardır. Devamını bilmek aklımızı başımıza almaya yeter. O diyalog şöyle devam ediyor: "Evet, biz gerekirse donanmamızı yeniden, işte, yelkenlerini atlastan, halatlarını ibrişimden yaparız ama ya giden leventler ne olacak? Onları geri getiremeyiz." diye devam ediyor o tarihî anekdot. Bunun bu kısmını anlatan bir tane tarihçi yok. Deve sidiğinin nasıl içileceğini konuşuyorlar, meleklerin cinsiyetini tartışıyorlar -bu anlama gelecek- ama ağızlarından hikmetli, bu memleketin güncel, yakıcı ve geleceğimizi de rehin alan meselelerine dair hamaset içermeyen bir şey dinlemiyoruz. "Kahrolsun!", "Yaşasın!" ekseninde tartışmak ya kahrolmayı ya da yaşamak denirse yaşamayı doğuruyor. Oysa bunun dışında bir yol var ve olmalı; o da uzlaşma, o da birlikte eyleme…

Bizim bölgesel aktör olabilmemizin tek şartı, başkalarında olmayıp bizde olan en önemli imkân, bölgeye demokratik bir teklif sunabilmemiz.

"Amerika, Amerika… YPG iş birliği, PYD, işte, onun ajandasını yapıyor." falan diye tartışmalar var. Vallahi, yürütenlere bakıp ben utanıyorum. Ya, Amerika şöyle bakıyor -bu akıl bizim hariciyemizde, bizim devlet katımızda yok mu?- Esat'a bakıyor; kardeşim, bunun tek başına bir nizam kurma gücü yok." Niye? Sünni hattı olduğu gibi karşısına almış. Niye? Kürt'e bir otonomi tanımıyor. Ee, bakıyor öbürü IŞİD barbarlığı. Kardeşim, bunun da bölgede nizam kurma kabiliyeti yok gözünü çevirdiği zaman. Literatürüne bakın, devlet katında ağırlanıyordu bugün küfredilmesine de aldanmayın yarın yine devlet katında ağırlanmalı çünkü birlikte eyleyebilirsek bu süreçten çıkarız. Alevi'siyle, Kürt'üyle, Sünni'siyle, solcusuyla, sağcısıyla bir demokratik payda ve demokratik tahammülün zorunlu bir şart olduğu noktasına gelirsek geri kalanı bir haftalık iş. Öyle bu kadar gözümüzde büyütmeyelim, sistem bizi bu hercümercinin içine sokmuş. İddia ediyorum, 30 yaş altı Türkiye nüfusu, Kürt'üyle Türk'üyle -yine Hükûmetin çevresinde bunu görmeyen ya da görüp kendine saklayan geniş bir kesim var- 30 yaş altı Türkiye'ye de, Batı'nın tümüne de yetebilecek bir enerjimiz var. Ama nedir? Bakıyoruz işte, yasaklar böler, hürriyetler birleştirir kardeşim. İnsanlık bunu tartışmayı geride bırakmış.

Peki, bunların kendileri olabildikleri, kendilerini ifade edebildikleri, başkalarının tarif etmedikleri alanlarda siyaset yapabilme, kendileri olabilme hakkı var mı? Yok.

Bir de OHAL keşfettik ki siyasi parti kurabilmek bile onların iznine bağlı. Yani "Biiznillah" diye Sayın Başkan konuşmaya başlar, çok sever bu lafı. Neredeyse, haşa onun gücünde bir OHAL olur mu ya? Bu memleketin kuaföründeki bigudisinden ekmeğinden edilecek adamlara, kadınlara kadar bu memleket bir OHAL denilen saçmalığın eline teslim edilebilir mi? Siyasetine, karar süreçlerine, mekaniğine dair hiçbir şey yapamıyorsun, kendi yanılgı payını terennüm etmişsin ama bunun sorumluluğu konusunda senin de bir fikrin yok; geriye kalıyor fakir fukarayla uğraşmak. Bir tane aslı, faili Türkiye'de yok ya da olanlarıniçine baktığında yüzde 5'e ya gelir ya gelmez, sen elindeki ahaliye hâlen bitmeyen bir tedbirler zinciri falan.

Peki, işe yarayacak mı? Yaramayacak. Ne şartla yarayabilir? Bu tür yapıların… Ne denir? Mealen anlatmaya çalışayım: Hani, bu yapıları "karanlık odaklar" olarak düşünürsek, bunların güneşi şeffaflaşmadır; bu yapıların en korktuğu şey şeffaf, demokratik ortamlardır. Kendisine nereden varlık zemini yaratabilmiş? Senin şeffaf olmayan ve denetime açmadığın, rekabete imkân vermediğin alanlarda bunlar kendilerini var etmişler. Böyle olduğu müddetçe de bunlar ya da bir başkaları kendini var etmeye devam edecek. Şeffaflaşma, demokratikleşme… Kavramı buldum, "panzehri"ydi, iki saattir onu düşünüyorum; bunun panzehri budur. Şimdi, bütün bunlar ortada yok; bütün bunlar yokken bu kadar kavram kargaşası yaratılmış ve bu kadar tarih tek yanlı yazılmaya çalışılıyor. Bizim, düşünün, birlikte görev yaptığımız şu ülkenin son altı yılının son üç yılında, ya burada bu kadar vekil var, toplumun her kesiminden gelmiş, farklı inançlarda, farklı düşüncelerde, farklı etnik temellerde bu kadar vekil var, bunlardan bir teki sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar kendilerinin konuşulduğu, kendilerine küfredildiği, hakaret edildiği zeminlerin hiçbirinde çıkıp "Ya, ihvanlar, bir de bizden dinleyin. O meselenin aslı öyle değil, böyle." denmesine zemin tanınmıyor. Sadece bu bile bu sava sahip olanların sahip oldukları bu sava ne kadar güvenmediklerini gösterir. Gücünüz yetiyorsa, düşüncelerinizden eminseniz gelin, kamunun huzuruna beraber çıkalım, çözüm sürecinde ne olmuş, ne olmamış; kim, hangi eksiği yapmış; sorumluluk kimin, suç kimin, ihmal kimin; bunları tartışalım, halk da karar versin. Ee, bu yok. Son imkân Meclis kürsüsüydü bizim için, bu dokunulmazlıklara dönük, bu siyasi imha operasyonuna dönük meselede yediğimiz darbeler -kişisel olarak bir anlamı yok ama- bu memleketin ortak yaşam ve ortak gelecek umudunu katletmeye yarıyor.

Şimdi, ben size sorayım. Kürt'ü iki arada bir derede koydunuz, bunu başardık. Bu oylamayı yapacaksınız... Haddim değil, hakkım mı ondan emin değilim ama size bir akıl vermek istiyorum. Şimdi, bugün önemsiz gibi gözükecek, sonuçları da bugünden ölçülemeyecek ama ileride inşallah tarih beni tekzip eder, o mahcubiyeti bir şeref madalyası gibi taşımaya hazırım. Salt bu 2 vekilin, vekilliğinin düşürülmesini oylamıyorsunuz, öyle gibi gözüküyor onunla sınırlı değil. Salt eş genel başkanlarımızın hapiste kalması kalmaması değil söz konusu olan. Salt seçilmiş belediye başkanlarımızın türlü, çeşitli ithamlara mesnet olabilecek bir tek somut dava, delille ortaya çıkarılamadan hâlen içeride tutuluyor olması, bu da önemli değil. Burada bir Rojava gerçekliği var ve siz "Biz bunu kurdurtmayız." diyorsunuz. Tam da biraz önce o meyil verme "Yeni emperyalizm böyle çalışıyor." dediğim meselede konuşuyorsun. O kadar rahat, o kadar kendinden emin sarf ediliyor ki devlet, asgari devlet sorumluluğuna sahip birisi "Ya kardeşim, benim ülkemde 20 milyon Kürt var. Ben bunlara söylediğimde bunların izzeti, şerefi haleldar olur mu?" diye beş dakika tefekkür etmiyor.

Şimdi, orada bir nizam kurma kabiliyeti göstermiş, orada Türkmenlerin de can güvenliğinin teminatı hâline gelmiş, sadece can güvenliğinin de değil, orada Türkmen'in Türkmen olarak kalabilmesi, kendini ifade edebilmesinin mekanizmalarını kuran, tekçiliğe dayanmayan -boş verin bu psikolojik harp argümanlarını- bir oluşum olacak. O alıp başını gidecek, sen "Kurdurmam." dedikçe Rusya'sı, İran'ı, Amerika'sı elini ovuşturup duracak, o orada olacak; sen burada Kürt'e diyeceksin ki "Senin seçtiğin vekil var ya kardeşim, bu canından, kanından, zamanından ayırıp binbir çileyle buraya gönderdiğin ve büyük umutlar beslediğin..." "Bunlar gidecekler orada barışı getirecekler, tesis edecekler. Kendi izzetimizle, şerefimizle biz de bu toprakların eşit, onurlu evlatları olarak ve kendimiz olarak yaşayabileceğiz." düşüncesiyle gönderdiği vekillerini alacaksın, ondan sonra da bundan birlik, beraberlik ve müşterek gelecek hayal edeceksin. Böyle hayal etmediğinizi düşünmek istiyorum. Bu tablonun en büyük yanılgısı şöyle bir şark kurnazlığı: Biz bunu bugün yaparız, yarın seçim olduğunda da şöyle deriz yani Kürt'ü, Kürt'ün duygularını, Kürt'ün reflekslerini hep yerinde sayacak zannetmek... İnsan dediğin şey söz konusu olduğunda, sizin bu kâğıt üzerinde rasyonel gibi gözüken birçok planlamanızın sonuçları irrasyonel çıkar. Sadece tarihe bakmak yeter. Şu bile haysiyet kırıcı değil mi? Bu ülkenin Parlamentosunun İç Tüzük tartışmalarında ben iktidarın yerinde olsam kalkardım derdim ki: "Kardeşim, böyle anlaşılmışsa hayâ ederiz. 'Kürt' demek, 'Kürt illeri' demek, 'kürdistan' demek yasak olsun mu olmasın mıyı da bırak, kaç lira para cezası keselim?" falan… Eskiden, o çok atfı cürüm ettiğiniz tek parti dönemleri var ya, orada, çarşıda konuştuğun, okulda, sınıfta konuştuğun Kürtçe başına para tahsil edilirdi, para cezası tahsil edilirdi; evraklarınızda, arşivlerinizde var. Siz, onu da geçtiniz, bunu tartıştırıyorsunuz, ne yaptığınızın farkındasınızdır umarım. Biz farkındayız, o yüzden direniyoruz, o yüzden karşı çıkacağız; vekillik düşümüymüş, cezaeviymiş, zindanmış, itibarsızlaştırmaymış… Elbette, tek tek hepimizin kişisel hayatlarında önemli sonuçlar üretiyor ama biz bunlardan beriyiz, bunların üstündeyiz; dert ettiğimiz, efkâr ettiğimiz memleketin hâlidir, ortak geleceğimizdir, bu imkân hâlen vardır ama ilanihaye böyle kalacak değildir. Çözümün sırrı, birlikte eyleme noktasına gelmek; demokratik siyaseti, şeffaflaşmayı baz almak; bunu yapanları cezayla, hapishanelerle, açlıkla, sürgünle terbiye etmeye teşebbüs etmemek.

Bu itibarla, bu oylamanın salt bir vekillik düşümü oylaması olmadığını… Ve son söz olarak, o kadar alakasızdı ki içimi yaktı, sayın grup başkan vekili "Bunun bir devamsızlık meselesi değil, 'PKK sizi tükürüğüyle boğar.'" dediğini atfetti. Hani, insan biraz dersine çalışmalı, o dediğiyle suçlanan, o iddia edilen vekilimiz Abdullah Zeydan'dı, sekiz yıl ceza verdiler fakat bu sekiz yıl cezayı beş yıl ve üç yıla böldüler. Niye? Yargıtaya gitmesin, istinaftan bir an önce cezası çıksın diye. Şu an düşümü söz konusu olan vekillere atfedilen böyle bir şey yok. Cenaze meselesinde, boy boy AK PARTİ'li sayın vekillerin bu cenazelere iştiraki var. Hepimizin başına gelmiştir, hepimizin başına da gelecektir. Çok önemli bir düsturu hatırlatarak bitiriyorum: Ölüden ve deliden hüküm kalkar, o saatten sonra o başka bir aşamaya geçmiştir, başka bir hesap menzilindedir, bize düşen asgari insanlığımızın ve inançlarımızın gereğini yapmaktır. "Yapın, sarayınızda oturun; yıkın, viranenizde oturun." denilen bir yol ayrımındayız.

Burada olan, sonuna kadar dinleyen bütün vekillere bu sabırları için ve bu dikkatleri için sonsuz teşekkür ediyorum. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Son söz cezaevindeki seçilmişlerimize: Hepiniz bizim onurumuzsunuz. Biz, sizin bıraktığınız bayrağı hiçbir zaman yere düşürmedik, düşürmeyeceğiz, bedeli maliyeti ne olursa olsun ama dert ettiğimiz, telaş ettiğimiz, çabaladığımız bu ülkenin müşterek geleceğidir. Yaşasın halkların, özgür, eşit ve adil kardeşliği.

25 Temmuz 2017