Sancar: Devlet-siyaset-mafya ilişkisine karşı mücadele ancak güçlü bir toplumsal tabanla yürütülürse sonuç alabilir

Eş Genel Başkanımız Mithat Sancar'ın Gazete Duvar'a verdiği röportaj:

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, HaberTürk’te gazetecilere konuşurken 2015 yılındaki politik gelişmelere ilişkin şaşırtıcı şeyler söyledi, malum. Konuşmasının dönemin başbakanı (ve şimdiki Gelecek Partisi Genel Başkanı) Ahmet Davutoğlu’nu suçlamaya yönelik bir nutka dönüşen bölümünde lafı “Çözüm Süreci”ne getirdi ve HDP’nin şu andaki eş başkanlarından Mardin Milletvekili Mithat Sancar’ı da işin içine katarak şunları söyledi:

“Ahmet Davutoğlu'nun etkili olduğu think thank kuruluşlarından (SETA’yı kast ederek) birisine bugün HDP'nin eş başkanlarından Mithat Sancar geldi. Bir şey söyledi orada. Özeti şu; Apo (Abdullah Öcalan) içeriden çıkacak. Suriye'de, Kuzey Suriye'de bir devlet kurulacak, başına geçecek. Türkiye'de özerk bir anayasa yapılacak.”

Soylu, “Çözüm Süreci”nin bitişine dair bambaşka bir öykü anlatıyordu. Gelecek Partisi, daha program sürerken Davutoğlu’nun o zaman iktidar partisi yöneticilerinin odalarını dinlettiğini söylemeye de varan iddiaları net ve sert biçimde yalanladı. Genel Başkan Davutoğlu bu sabah Fox TV’ye çıkarak ayrıntılı cevaplar da verdi.

HDP’nin dününü, bugününü, yarınını, seçimde ne yapacağını, ne yapmayacağını konuşmak televizyonlarda millî bir spor, ama HDP’lilere yönelik suçlamalar, açıklamalar ya da bilgilendirmeleri HDP’ye sormamak gibi bir mutabakatları da var. Soylu’nun o günlere ilişkin söyledikleri ile bildiklerimiz birbirini tutmuyordu, o nedenle o sözleri bizzat Mithat Sancar’a sordum.

Gerçekten Süleyman Soylu’nun sürecin bitişinde kendi anlattığı gibi bir rolü var mıydı? SETA’nın Mithat Sancar ile birlikte anılmasının hikmeti neydi? MHP lideri Bahçeli’nin Soylu’ya verdiği desteğin, anlattığı şeylerle ilişkisi olabilir miydi?

Süleyman Soylu bir hikâye yazmaya çalışıyor fakat hiçbir şekilde inandırıcı olamıyor. Çünkü bu hikâyeye dayanak olarak göstermeye çalıştığı olay ve gelişmelerle ilgili anlattıkları çok büyük ölçüde yalan, manipülasyon ve ajitasyon yüklü.

Bu hikâyede kendini bugünün politikalarının ruhuna uygun kahraman olarak sunmaya çalışıyor. Soylu'nun AKP ile ilişkisine bakarsak söylediği şeylerin gerçeklerle uyuşmadığını görebiliriz. Ayrıca çözüm sürecinin aşamalarını da dikkate aldığımızda aynı sonuca varabiliriz. 2012’de AKP'ye katılıyor. 7 Haziran seçimlerinde milletvekili oluyor, ilk bakanlığı ise 1 Kasım seçimlerinden sonra, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı. İçişleri Bakanı olduğu tarih ise 31 Ağustos 2016’da Efkan Ala’nın istifası sonrasıdır. Yani aslında çözüm süreci çoktan geride kalmıştı.

Çözüm sürecinin bitişine giden süreçte Soylu’nun AKP’de ve o zamanki hükümetlerde etkili bir görevi ve konumu yok. MYK üyesi, Ar-Ge’den sorumlu genel başkan yardımcısı ama AKP’nin siyasetini belirleyen ve çözüm sürecinde de aktif rol oynayan kişiler arasında yer almıyor.

Çözüm sürecinin bitişi konusunda, bugün bizim birçok arkadaşımızın yargılandığı 6-8 Ekim Kobani olayları önemli bir dönemeçtir. Ama süreç orada bitmedi. 28 Şubat 2015’te Dolmabahçe’de bir mutabakat açıklandı, hükümet temsilcileri ve HDP heyetinin üyeleri arasında. Bundan bir süre sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan 'mutabakat falan tanımıyorum' demişti. Sürecin devamı için yapılması istenen şeylerden biri bir İzleme Heyeti’ydi, anlaşma sağlanmıştı. Erdoğan buna gerek olmadığını da söyledi.

SÜRECİN BİTİŞİNİN NEDENLERİ

Nihayet 5 Nisan 2015 tarihine geldiğimizde HDP’nin çözüm süreci heyeti İmralı’da Öcalan ile bir görüşme yapıyor ve bu son görüşme oluyor. Bir daha da bizim heyetlerle Öcalan arasında herhangi bir görüşmeye izin verilmedi. Yani hükümet sürecini fiilen bitirmişti. Neden bitirmişti diye iki ana sebep sayacağım ama ayrıntılara girmeyeceğim. Birincisi Suriye politikasıydı. Kobani’deki IŞID saldırısının püskürtülmesi AKP'nin Suriye'ye ilişkin planlarını büyük ölçüde bozmuştu. İkincisi de 7 Haziran seçimlerine giderken, bu sürecin AKP’ye güçlü bir oy desteğine dönüşmediğini görmüştü Erdoğan. Bunun da nedeni bence açık.

Çünkü AKP’nin ve Erdoğan politikalarının süreci sürdürme, çözüm ve barış konusunda samimi olmadığına ilişkin yaygın bir görüş oluşmuştu.

Yani süreçten istediği faydayı parti adına ve kendi adına sağlayamamıştı. Bugün uygulamaya geçirilen tek adam rejimini 7 Haziran seçimlerinden sonra kurmayı planlamıştı. Ama HDP’nin seçim başarısı bunu engelledi. Sürecin sona erdirilmesinin temel nedenleri bunlardır.

Soylu’nun bu süreçte herhangi bir rolü olduğuna kimseyi inandırması mümkün değil. Kendisi geçmişteki gelişmeleri çarpıtarak bugünün ihtiyaçlarına uygun bir kahramanlık hikayesi uyduruyor.

BİLİNÇLİ BİR ÇARPITMA

Burada kendisine Erdoğan’ı kollayan, kurtaran ve canla başla savunan biri rolünü yazıyor. Bu rolü yazarken de şu an ayrı partilerin başkanları olan isimleri (Babacan ve Davutoğlu) hedef alarak AKP tabanında ve özellikle Erdoğan nezdinde itibarını kurtarmaya çalışıyor.

Şimdi benimle ilgili iddialara gelelim. Bilinçli bir çarpıtma var, bir de anlatısında boşluklar bırakarak bir etki yaratmaya çalışıyor. Tarih söylemiyor. Dolayısıyla sanki 2015 sonrasında gelişmiş ve ben de bunları HDP adına yapmışım gibi bir senaryoyu kabul ettirmeye çalışıyor. SETA meselesini de hikâyeyi sağlam göstermek için ortaya atıyor. Benim SETA’da katıldığı toplantılar oldu tabii ama hepsi ben milletvekili olmadan, HDP’ye katılmadan, hatta çözüm sürecinden önceydi. Yani SETA’da çözüm süreciyle bir toplantıya da katılmadım. Böyle bir davet gelseydi, elbette giderdim.

7 Haziran 2015 seçimlerinden önce adaylık teklifi gelince kabul ettim, Mart-Nisan 2015’te üye oldum. O tarihten sonra da hükümet temsilcileriyle bu konularda herhangi bir görüşmem olmadı. Bu tür bir toplantıya da katılmadım.

SETA’da katıldığınız çalışmalar, biri Nimet Baş ve Avni Özgürel’in katıldığı ve kuruluşun internet sitesinde yer alan bir panel mesela…

O sözünü ettiğiniz toplantı dışında da bir iki çalışmalara katıldım, akademisyen olarak, ama dediğim gibi onların tarihi hep çok eskidir. Soylu’nun söylediği, benim ağzımdan aktardığı değerlendirmeleri duyunca düşündüm, benzer konuşmaların yapıldığı toplantılar hangi çerçevede yapılmış olabilir diye.

BAŞBAKANLIKTA BİR TOPLANTI

Biliyorsunuz 2013’te çözüm süreci başlayınca o zaman başbakan olan Erdoğan'ın kendi görevlendirmesiyle bir Akil İnsanlar heyeti oluşturuldu. Akil İnsanlar Heyeti’nin Marmara grubundaydım. Akil İnsanlar resmen süreç bitinceye kadar devam etti ama fiilen 2014 sonlarında bitmişti. Bizim aktif saha çalışmalarımız Nisan 2013’te başlamış ve iki aya yakın bir süre devam etmişti. Sonra da çeşitli vesilelerle toplantılara çağrıldığımız oldu. Erdoğan ile de o iki ay sonrasında toplantılarımız oldu. En son toplantımız ise Başbakan olduğunda Ahmet Davutoğlu ile 6-8 Ekim olaylarından sonra gerçekleşmişti. Bu toplantıya Akil İnsanlar Heyeti'nin tümü katılmıştı.

Bunların dışında katıldığım ve önemli bulduğum bir toplantı var. Benim şahsen davet edildiğim bir tür yuvarlak masa, beyin fırtınası toplantısı olarak adlandırabiliriz bunu. Başbakanlık yetkilileri tarafından organize edilen bu toplantı Başbakanlık binasında yapılmıştı. İçişleri Bakanlığı temsilcileri, Emniyet Genel Müdürlüğü'nden, Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’ndan temsilciler vardı. Çözüm süreciyle ilgili olan bakanlıklardan ve resmî kurumlardan kişiler de vardı. Benim dışımda iki üç akademisyen ve sivil toplum temsilcisi de davet edilmişti. Format şöyleydi: Ben bir sunum yapacaktım, katılımcılar sorular soracaklardı, ben de bunlara göre tartışmayı yönetecektim. Öyle de oldu zaten. Temel konu da şuydu: Süreç bundan sonra nasıl işleyebilir, hangi muhtemel senaryolarla başarıya ulaşabilir? Ben çeşitli ihtimallere göre değerlendirmeler yaptım. Sürecin devamı konusunda neler yapılması gerektiğine dair görüşlerimi aktardım. Katılımcılar sorular sordular tabii, karşılıklı tartışmalar oldu. Büyük ihtimalle Soylu’nun sözünün ettiği toplantı budur. Orada, çeşitli görüşler ve sürecin devamı konusunda senaryolar ele alınmıştı.

CEMAAT KAYIT YAPMIŞ OLABİLİR

Tabii ben herhangi bir parti ya da kesim adına değil akademisyen kimliğimle ve Akil İnsanlar Heyeti üyesi sıfatımla davet edilmiştim. Tahminim, toplantıyı birileri kaydetti. Esasen toplantıda kayıt yapılmayacağı söylenmişti ama Cemaat ekibinin kayıt yaptığına dair ciddi şüpheler var. Böyle bir şey olmuşsa o kayıtları ucundan kıyısından görmüş olabilir Süleyman Soylu ve kendisine göre bazı çıkarımlar yapıp, kurduğu hikâyeye eklemiş. Bir ihtimal de o toplantıda yer alan bir İçişleri Bakanlığı temsilcisi daha sonra görevine devam etmişse, aklında kaldığı kadarıyla yarım yamalak anlatmıştır kendisine.

Görünen şu, Soylu hakkındaki çok vahim iddialara cevap vermek yerine, kendisini kahramanlaştıracak hikayeler üretme peşine düşmüş. Bana sorarsanız dipsiz bir bataklıktadır, çırpındıkça batmaktadır. Sarılacak bir yılan bile bulamamaktadır. Manipülasyonlar, çarpıtmalar, yalanlardan medet ummaktadır.

Süleyman Soylu'nun, “Mithat Sancar bunları söyledi işte pazarlık yaptı” gibi, yansıtmak istediği şey, çarpıtma, ayıklama ve ajite etme tarzıyla ifade edilmiş olsa da, esasta çözüm sürecinin hayatta kalması için açıkça konuşulan hususların bir kısmını içeriyor. Manipülasyon boyutunu çıkardığınızda, bunlar benim de sürecin devam etmesi, çözüme ve barışa ulaşılması konusunda önemli olduğunu düşündüğüm yaklaşımlardı.

Mesela Öcalan’ın durumunun ne olacağı zaten hükümetin de konuştuğu, heyetlerle de görüştüğü bir meseleydi. Seçenekler de ortadaydı. Örneğin Mandela modeli birçok yerde konuşuldu, tartışıldı. Yine Kobani’de IŞİD’in saldırılarından sonra Suriye’deki Kürtlerle ilişki ve Kuzey Batı Suriye’de oluşturdukları statü meselesi de birçok toplantıda ele alındı. Bunlar kapalı kapılar ardında değil zaten kamuya açık birçok mecrada konuşuluyordu. Çözüm ve barış odaklı yeni demokratik anayasa konusu da buraya dahildir. Benim bu konulardaki görüşlerim de gizli saklı değildir. Sadece hükümet temsilcileriyle yaptığımız görüşmelerde değil, o dönemde yazdığım yazılarda, katıldığım konferanslarda ve çıktığım televizyon programlarında da bunları dile getirmiştim.

1993’TEN SUSURLUK’A 2015’TEN SEDAT PEKER’E

Sedat Peker’in açıklamalarında daha birinci videodan itibaren akla Susurluk çetesi denilen vaka ve 1990’larda olan bitenler geldi. Zaten en azından iki isim, Mehmet Ağar ve Korkut Eken o dönemin de önemli figürlerindendi. HDP’nin diğer Eş Genel Başkanı Pervin Buldan, devam eden tartışmadan söz ederken “93 konsepti” ifadesini kullandı. Pervin hanım, bu konseptin sadece eleştirmeni değil, mağdurları arasında aynı zamanda. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına kadar girmiş bir kavram bu. Kürtler bu tartışmayı, diğer yurttaşlardan hayli farklı bir algı ve dikkatle izliyorlar.

Belki de bugün için bir “2015 konsepti”nden bahsetmek gerekecek, sizin söyleşinin ilk kısmında anlattıklarınıza bakılırsa. Nedir bu 93 konsepti?

Evet, Susurluk için bir doksan üç konseptinden söz etmek mümkün. Aslında devlet içindeki yasadışı yapılanmaların geçmişi çok daha eskiye dayanıyor, ama onu şimdilik bir kenara bırakalım. Devlet içindeki kayıt dışı yapılanmalar, devlet dışı çeteler ve mafya örgütleri arasındaki ilişkisi 90’larda çok çarpıcı biçimde ortaya çıktı. Susurluk bunun simgesidir. Susurluk'a uzanan yol, o yıllarda Kürt sorununda topyekûn savaş politikasının devreye sokulmuş olmasıyla açıldı. 93 konsepti dediğimiz şey tam da budur: Köy yakmalar ve boşaltmalar, milyonlarca insanın zorla göç ettirilmesi, faili meçhul cinayetler, yargısız infazlar dahil her türlü kirli savaş yöntemlerinin kullanılması. Böyle bir politikayı yürütebilmek için de kayıt dışı ve yasadışı yapılara ihtiyaç duyuldu, zamanla bu ilişkiler ahtapotun kolları gibi yayıldı. Bunu sadece devlet bütçesinin açık ve örtülü ödenekleri finanse etmek imkansızdır. Böyle durumlarda uyuşturucu trafiği ve oradan gelen kara para önemli bir kaynak olarak kullanılır. Bu kirli ekonomi aynı zamanda çok ciddi bir rant döngüsü yaratır. Sözünü ettiğimiz yapılar, bu ranttan paylarını alırlar; ama bir süre sonra da bunlar arasında rant savaşları başlar. İşte Susurluk diye bildiğimiz olay da Kürt sorununda bu türden araçların devreye sorulmasının yarattığı çürüme ve çöküşün adıdır.

O dönemde bu ilişkilere ve suçlara dair pek çok bilgi ve belge ortalığa saçıldı, ama ciddi bir yargılama ve yüzleşme olmadı.

Gerçek bir yüzleşme, kapsamlı bir hesaplaşma ve etkili bir hesap sorma için, güçlü bir toplumsal tepkiye ve siyasal mücadeleye ihtiyaç vardır. Bunlar olmayınca, resmi düzlemde yapılan şey sadece kişisel çıkar için devlet ilişkilerini kullanan bazı kişilerin tasfiyesinden ibaret kalır. Bu aynı zamanda devlet politikalarına hizmet amacıyla işlenmiş sayılan bütün suçları aklamanın da formülüdür. Susurluk sonrası yaşanan da buydu. Yani soruşturma ve yargılama adı altında yapılanlar, savaş aygıtını temizlemek, yıkamak, yağlamak ve gerektiğinde daha etkili bir şekilde yeniden işletmek gibi bir hesaba dayanıyordu. Bu sadece Türkiye’ye özgü değildir, benzer durumları yaşayan ülkelerde de aynı şeyler söz konusu oldu. Bazı kişiler kurban olarak sunulur, böylece aslında bir restorasyon sağlanır.

'YARGI KURUMU, 90’LARA GÖRE DAHA ÇOK KULLANILIYOR’

Şimdi ortaya dökülen meselelere gelirsek, henüz Susurluk sonrası kadar çok boyutlu görünmese bile, metodlar açısından, ilişkideki kişiler açısından, faaliyet sahaları açısından ve sermaye transferi meselesi açısından birçok benzerlik görülüyor. Şimdi bir 2015 konsepti ya da belki 2021 konsepti diye bir şeyden bahsedebilir miyiz? İki dönemin size göre benzerlik ve farkları neler?

2015 konsepti diye bir şeyden söz etmek de mümkün. 93 konsepti Susurluk’un temelinde yatıyor dedik. Bugün Sedat Peker ile simgelenen bu çözülme ve çürüme de 2015 konseptinin bir yansımasıdır. 2015 konsepti nedir? 7 Haziran 2015 seçimlerinde AKP tek başına iktidar olma imkânını kaybedince nasıl bir dönem yaşadığımızı hatırlıyoruz. Bir kaotik ortam yaratıldı, bombalar patlatıldı, katliamlar ve linçler yapıldı. Böylece bir güvensizlik ve korku düzeni yaratıldı ve toplum bunlarla rehin alındı. Toplumun kaos korkusu ve güvenlik kaygısı çok açık bir biçimde sömürüldü. 1 Kasım 2015 seçimlerine böyle bir ortamda gidildi. Bunun belirtileri 7 Haziran sonrasında gelmeye başlamıştı. Devlet Bahçeli, 8 Haziran’da demişti ki biz (TBMM’de) sol tarafımızdaki partiyi görmüyoruz, yok sayıyoruz. Yani 80 milletvekiliyle parlamentoya girmiş HDP’yi yok sayma açıklaması, hem bu gelişmelerin hem de yeni ittifak girişimlerini ilk işaret fişeğiydi.

O dönemde IŞİD’le, başka örgütlerle devletin ilişkileri olduğuna dair çok ciddi iddialar ortaya atıldı. Peker’in açıklamalarında da buna dair bazı imalar var. Çözüm sürecinin AKP tarafından bitirilmesiyle birlikte, Kürt sorununda yeniden topyekun savaş politikalarına dönüldü. Aynı 93 konseptinin sonuçları bu dönemde de ortaya çıktı. 2015 konseptiyle ortak nokta, Kürt sorununa ilişkin benimsenen temel politikadır. O dönemdeki yöntemler günün ihtiyaçlarına uyarlanarak hayata geçirildi. İlk örnek de, sokağa çıkma yasakları ve şehir ablukaları sırasında yaşandı. Bunu demokratik siyasete yönelik tasfiye operasyonları takip etti. Dokunulmazlıkların kaldırılması, vekilliklerin düşürülmesi, keyfi gözaltılar, tutuklamalar, yargılamalar bu çerçevede değerlendirilmeli. Bu dönemde yargı çok daha doğrudan devreye sokuluyor, özellikle siyasi alanın tasfiyesi için. Bugünün şartlarına uyarlanmış imha politikası izleniyor. Ne zaman ki böyle bir imha politikası devletin temel tercihi haline gelirse çözülme ve çürüme de hızla işliyor.

Tabii o dönemle bu dönem arasında bazı farklılıklar da var. Mevcut iktidarın savaş politikaları sadece ülke içiyle sınırlı değil, başta Suriye olmak üzere başka ülkelere de yayıldı. Suriye’de cihatçı çetelerle kurulan ilişkiler, savaş politikalarına yeni bir boyut kattı. Bu ilişkilerin Türkiye’de toplumsal yapıya ve siyasal gelişmelere ilişkin çok yönlü yansımaları olduğu ve olacağı şüphesizdir. Bunların hepsine burada değinmek mümkün değil. Ancak bunlar arasında bir tanesi özel dikkati gerektiriyor: Bu çetelerin donatılması ve finansmanı. Bu konuda tam bir karartma var. Başta uyuşturucu ticareti olmak üzere çeşitli kaynaklardan gelen kirli paranın burada da kullanıldığına dair iddiaları bu nedenle çok ciddiye almak lazım. Tıpkı Susurluk’ta olduğu gibi bu paranın paylaşımı çok kritik bir noktadır. Sedat Peker’in videolarıyla dışa vuran çekişme ve çatışmaların temel kaynaklarından birinin, belki de en önemlisinin bu olduğunu söyleyebiliriz.

İktidarın Suriye politikasının temelinde Kürt düşmanlığının yattığını akılda tutarsak, tabloyu daha iyi görebilir ve gelişmeleri daha iyi kavrayabiliriz. İktidar koalisyonunu AKP ve MHP’den oluşuyor görünmekle birlikte, adı konmamış ortaklar da var. Bunları bir arada tutan başlıca konu, işte içeride ve dışarıda Kürt düşmanlığıdır. Bu zihniyet ve buna dayalı politikalar, hukukun bir kenara bırakılmasına, demokrasinin askıya alınmasına, baskının ve zorbalığın yerleşmesine yol açtığı gibi, korkunç bir çürüme yarattı. İktidar ortaklarının birlikte gerçekleştirdikleri 2017 anayasa değişikliğiyle, bu yıkım kurumsallaştı.

SEDAT PEKER, ÖSO’YA YARDIM İÇİN DE KULLANILDI

Şimdi Sedat Peker, bazı şeyleri “devletimizi uluslararası planda zor duruma düşürmemek için söylemeyeceğini” dile getirdi. Süleyman Soylu’nun konuşmalarında çok güçlü bir Amerikan karşıtı ton hakim, darbe girişimin Amerikalılar yaptı dedi, hatta 6-7 Eylül’ü Amerikalılara bağlamaya kadar götürdü. İşin uluslararası boyutuna ilişkin değerlendirmeleriniz nelerdir?

Biliyoruz ki bu iktidar, süper güçler arası cambazlık oyunuyla kendine bölgede alan açmaya çalıştı. Fakat bunun sınırları var. Bu sınırlar karşısına çıktıkça yeni taktikler arıyor. Libya’da, Suriye’de, Rusya ile ilişkilerden Amerika ile gerilimlere kadar birçok alanda tehlikeli ve tutarsız hamleler yaptı. Sedat Peker’in AKP ile arasının iyi olduğu dönemlere bakın, iktidar lehine mitingler, muhaliflere çok ağır tehditler haricinde bir de ÖSÜ çetelerine yüklü yardımlar yaptığını biliyoruz. Bazıları şovla kamuoyuna duyuruldu. Kısacası meselenin uluslararası boyutu olduğunu düşünmek için epey neden var. Ancak işlerin nereye varacağını anlayabilmek için, nelerin ortaya döküleceğini görmek, belki biraz daha beklemek gerekecek.

ÖNCE İLKE, SONRA İTTİFAK

Şimdi kriz, iktidar krizi, yönetim krizi filan diyoruz ama sanki bir muhalefet krizi de var gibi. Seçim, erken seçim, ittifaklar konuşuluyorken örneğin ilginç bir durum çıkıyor ortaya. Mesela HDP’nin oylarını herkes istiyor, ama iş HDP ile diyaloğa gelince manzara değişiyor. İktidar HDP’yi ittifakların dışına itmeye yönelmiş gibi, muhalefet ise içine almaya pek hevesli değil. Bu durum sizin hareket alanınızı daraltıyor mu? Seçimlere ilişkin hazırlıklarınız ne merkezde? Bir cumhurbaşkanı adayı çıkarıp çıkarmama konusunda, ittifaklara girip girmeme konusunda tutumunuz ne?

Biz siyaseti toplumla yapmayı esas alıyoruz. Siyasi partiler arası ilişkilere hapsolmayan, toplumsal mücadeleye dayanan bir çizgimiz var. Bu da siyaset yapma alanımızı alabildiğine genişletiyor. Ayrıca 3. Yol ve demokrasi ittifakı gibi temel tercihlerimiz, siyasal alanı herkes için genişletme imkanı sunuyor. Biz Türkiye’de geniş bir demokrasi ittifakı için çalışıyoruz. Demokrasi ittifakını seçim odaklı bir mesele değildir. Biz hak ve özgürlükler, demokrasi ve adalet için her alanda ortak mücadelenin gerekli olduğunu söylüyoruz. Mesela çevre talanı ve katliamı seçimlere endekslenecek bir mesele olarak görülemez. Talana karşı çıkan herkesin güçlerini bugün ve şimdi birleştirmesi gerekir. Aynı şey kadın kıyımı için de geçerli. Örnekleri çoğaltabiliriz. Mesela devlet-siyaset-mafya ilişkisinin sonuçlarına ve bunun temelindeki savaş ve rant düzenine karşı mücadele, ancak güçlü bir toplumsal tabanla ve geniş bir demokrasi ittifakıyla yürütülürse sonuç alabilir. Aksi takdirde bu sistem kendini sürdürme ve sürekli yeniden üretme yollarını bulur. Ülke ve toplum, kirli bir kısır döngüye sıkışıp kalır.

Seçim ittifakı meselesi de önemsiz değil elbette. Tutumumuz bu konuda da açıktır, nettir. Bizim parlamento seçimlerinde herhangi bir ittifaka katılma arayışımız da, talebimiz de, açıkçası ihtiyacımız da yoktur.

Cumhurbaşkanlığı seçimi ise yeni sistemde özel bir durum oluşturuyor. Bu zseçimde seçiminde yüzde elli artı bir oy gerekli ve yeterli. Cumhurbaşkanlığı seçimi için muhalefetin ortak aday çıkarmasının doğru olacağını düşünüyoruz. Ancak bu konuda da isimlerin değil öncelikle ilkelerin konuşulmasını istiyoruz. Temel ilkeler üzerinde mutabakat arayışı ancak sistemli diyalogla mümkün olabilir. Böyle bir diyalog ve bunun sonucunda bir mutabakat oluşursa, aday belirlemek daha kolay hale gelir.

Bu aşamada da demokrasi güçlerini muhatap alan katılımcı bir yöntem öneriyoruz.

HDP’yi ve demokrasi güçlerini hesaba katmayan yaklaşımları kabul etmemiz mümkün değildir. HDP’yi yedek olarak gören anlayış ve arayışlara karşı tavrımız açıktır. HDP’yi dışlamaya yönelik her eğilim ve arayış aslında Kürtlerin siyasal süreçlerde etkili bir aktör olmasını reddetmek anlamına gelir. Oysa Türkiye'de gerçek bir demokratik dönüşüm ve özgür bir gelecek ancak Kürtlerin eşit bir siyasi özne olarak dahil olacağı bir süreçte mümkün.

DEMOKRASİ İÇİN KÜRT MESELESİ ÖNCELİKLİ

Son bir soru. Seçimler oy ve puan hesapları ile uygun isim arayışlarına kilitlendi son dönemlerde. Böyle olunca politik meselelerin kendilerine dair görüş fikir alışverişi, tartışma filan yaşanmıyor çoğu seçim döneminde. Şimdi, 2015 Türkiyesinin bugün gelinen noktasında Kürt sorununa ilişkin çözüm parametrelerinde bir değişiklik oldu mu? Mevcut partilerin Kürt meselesinin çözümü için toplumun ihtiyaç duyduğu değişikliklere uygun politika üretme kabiliyeti var mı sizce?

Burada da talebimiz HDP’nin programı üzerinde bir mutabakat değildir. Bunun gerçekçi olmayacağını bilecek kadar birikimli, tecrübeli bir partiyiz.

Eğer demokrasi ittifakı ve sonrasında seçimlerle ilgili bir diyalog mekanizması oluşursa, muhalefet partilerinin Kürt sorununa yaklaşımını doğrudan birbirleriyle konuşmaları da mümkün olacaktır. Bizim öncelikle beklediğimiz şey, muhalefet partilerinin Kürt sorununun çözüm yöntemine ilişkin bir mutabakat arayışına girmeleridir. Yöntem derken, Kürt sorununun demokratik yollarla, diyalog ve müzakereyle çözülmesini kast ediyoruz. Demokratik siyaseti savunmak da bunun vazgeçilmez unsurudur. Asgari olarak uzlaşmamız gereken nokta bu. Uzlaşma olup olamayacağını görmek için de diyaloğa ihtiyaç var.

Bu çerçevede, ülkenin geleceğinin bugünden ve dünden nasıl farklı olacak sorusuna da cevap vermemiz gerekiyor. Yani bizim dışımızda bazı kozmetik değişikliklerle, bugüne kadar gelen anlayışları esasta sürdürecek bir muhalefet ortaklığı gerçekleşirse bunun başta Kürtler olmak üzere Türkiye halklarına hiçbir faydası olmayacaktır. Mesela Susurluk’ta yaşanana benzer bir restorasyonunun aracı olacak bir muhalefet bloku bizim için kabul edilebilir değildir.

Röportaj: Ali Duran Topuz

27 Mayıs 2021