Sancar: Salgınla mücadele edemiyorlar çünkü öncelikleri insan değil ekonomi

Eş Genel Başkanımız Mithat Sancar'ın Evrensel'e verdiği röportaj:

İktidarın koronavirüs salgını sürecini kötü yönettiğini belirten HDP Eş Genel Başkanı Prof. Dr. Mithat Sancar, “Kutuplaştırma, ötekileştirme, yoksullaştırma, düşmanlaştırma gibi yöntemler ile baskı, yasak, sindirme ve şiddet gibi uygulamalar dışında hareket etme imkanını yitirmiş bir iktidardan söz ediyoruz. Böylesi bir anlayıştan iyilik çıkmaz, çıkamaz; aksine, bugün de deneyimlediğimiz üzere insanların hayatlarını hiçe sayan bir “radikal kötülük” çıkar.”

Sancar, içinden geçtiğimiz dönemde “Dünya halklarının, bu düzeninin acımasızlığını, vicdansızlığını ve eşitsizliğini son derece acı deneyimlerle çıplak biçimde tecrübe ettiğine” vurgu yaparak, “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” cümlesinin arkasında, bu acı tecrübelerden doğan bir uyanış ve umut olduğu söyledi. Prof. Dr. Sancar, “Mevcut düzenin değişmesi gerektiği yönünde kayda değer bir inanç ve birikim oluşuyor. Esas mesele, bu inanç ve birikimi örgütleyebilecek siyasal öznelerin ortaya çıkıp çıkmamasıdır.” dedi.

HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar, sorularımızı yanıtladı.

"BU ANLAYIŞTAN ‘RADİKAL KÖTÜLÜK’ ÇIKAR"

Hükümetin koronavirüs salgınından kaynaklanan durumu iyi yönetebildiğini düşünüyor musunuz?

İktidarın salgını iyi yönetemediğini, hatta kötü yönettiğini düşünüyorum. Bu kötü yönetiminse salgının boyutlarının ortaya çıkardığı zorluklardan ziyade, bilinçli tercihlerden kaynaklandığı kanaatindeyim. Daha önceki açıklamalarımda da dile getirdiğim gibi bu iktidarın önceliği insan değil ekonomidir. İzlediği ekonomi politikalarıysa toplumsal fayda yerine piyasanın eşitsiz ve acımasız mekanizmalarını, emekçiler yerineyse sermayeyi önceliyor. Nitekim Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın “Ülke genelinde sokağa çıkma yasağının ekonomik maliyeti ağır olur” şeklindeki açıklaması bunun kanıtıdır. Bu perspektife sahip bir iktidarın, toplumun tümünü tehdit eden böylesi ciddi bir salgını iyi yönetebilmesi, deyim yerindeyse “ontolojik olarak” imkansızdır. Zira iktidarın bu bakış açısından kaynaklanan refleksleri, ezberleri ve dahil olduğu menfaat dünyası bu imkansızlığın hem sebebi hem de sonucu olarak değerlendirilebilir: Kutuplaştırma, ötekileştirme, yoksullaştırma, düşmanlaştırma gibi yöntemler ile baskı, yasak, sindirme ve şiddet gibi uygulamalar dışında hareket etme imkanını yitirmiş bir iktidardan söz ediyoruz. Böylesi bir anlayıştan iyilik çıkmaz, çıkamaz; aksine, bugün de deneyimlediğimiz üzere insanların hayatlarını hiçe sayan bir “radikal kötülük” çıkar.

Koronavirüs salgını telaşı sürerken, 8 HDP’li belediyeye kayyum atandı ve CHP’li büyükşehir belediyelerinin başlattığı bağış kampanyaları durduruldu; hatta Ankara ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlarına soruşturmalar açıldı. Hükümet bu kadar hayati bir dönemde dahi neden yasakçı bir politika izliyor?

Son dönemde Trump’tan Bolsonaro’ya, Orban’dan Duterte’ye kadar otoriter ve tek adama dayalı popülist sağ siyasetin küresel düzeyde ağırlık kazandığını görüyoruz. Erdoğan liderliğindeki yönetim de bu evrenin bir parçası. Bu tip yönetimleri ortaklaştıran en önemli unsurlardan biri belirledikleri bir veya birden çok kesime karşı düşmanlık siyaseti geliştirmeleri ve bunu kutuplaştırıcı yöntemlerinin merkezi bir unsuru kılmaları. Örneğin Trump’ın koronavirüsle mücadele politikasındaki vahim hatalarından kaynaklı popülarite ve oy kaybı, onu Dünya Sağlık Örgütünü ve Çin’i düşmanlaştırarak açık hedef haline getirmesine yol açıyor. Zira kasımdaki seçimler öncesinde yeni bir kutuplaştırma siyasetine ihtiyaç duyuyor ve böylelikle seçmenini konsolide etmeyi planlıyor. Bu durum Erdoğan liderliğindeki iktidar bloku için de söz konusu. Uzun süredir HDP üzerinden yürütülen ötekileştirici anlayış, bizi olağan bir düşman haline getirerek toplumu ciddi anlamda ayrıştırdı ve iktidar blokuna verilen desteğin “ana teması” haline getirdi. Gerçek bir toplumsal dayanışma ihtimalinin doğduğu, yerel yönetimlerin hayati öneminin bir kez daha ortaya çıktığı bu dönemde iktidar, sözünü ettiğim anlayışın üzerine bina ettiği siyasetinin çökmesini istemiyor. Bu nedenle de sürdürdüğü kayyum politikalarından vazgeçmiyor. CHP’li belediyelere ve belediye başkanlarına yönelik saldırgan politikalarının ardında da bu anlayışın yattığını söyleyebiliriz. Tekçi ve merkeziyetçi bir anlayış, yetkilerini yerel yönetimlerle paylaşmak istemez; toplumun alternatif adreslere yönelmesini ise varlığına yönelik bir tehdit olarak görür. Bu nedenle kendileri dışında örgütlenmiş ve kabul gören dayanışma ağlarını mümkün hale getirecek bütün girişimleri ve hatta haber alma platformlarını hedef alabiliyor. Son günlerde Fox TV, Tele 1, Halk TV, Haber Global TV gibi değerli yayın organlarına verilen cezalar da bu kapsamda değerlendirilebilir.

"DAYANIŞMA HAYATİ ÖNEMDE"

Hükümetin Bilim Kuruluna ilişkin politikası eleştiriliyor. Salgından bir süre sonra alternatif Bilim Kurulu oluşturacağınızı açıklamıştınız. Koronavirüse karşı toplumsal dayanışma ağlarının örülmesi için “Kardeş Aile Kampanyası” da başlattınız. Neler söyleyebilirsiniz?

Toplum sağlığını tümüyle tehdit eden bu gibi salgınlarla mücadele etmenin en öncelikli yolu bilime kulak vermektir. Bizim ölçütümüz de bilim insanlarının ve saygın sağlık kuruluşlarının salgınla mücadele konusundaki önerileridir. Sözünü ettiğiniz eleştiriler, sürecin şeffaf yürütülmemesinden kaynaklanıyor. İlk sorun, Bilim Kurulunun oluşturulma biçimindeki katılımcılık eksikliğiydi. Türkiye’nin sağlık sorunlarına dair sahada en güvenilir bilgiye sahip kuruluşu olan Türk Tabipleri Birliği, sığ siyasi hesaplar nedeniyle Kurula dahil edilmedi. Bu başlı başına bir eksikliktir. Bunun ötesinde, Kurulun önerileri toplumla paylaşılmadı, paylaşılmıyor da. İktidarın aldığı kararların Kurulun önerilerini ne kadar yansıttığını bilmiyoruz. Nitekim 10 Nisan’da sokağa çıkma yasağı kararının Kurul ve hatta Sağlık Bakanlığı haberdar edilmeksizin alındığı yönünde haberler basına yansıdı. Bu keyfilik asla kabul edilemez. Halihazırda çalışmaları süren alternatif bir bilim kurulu oluşturma çabamızın arkasında bu şeffaflık sorunu yatıyor.

Dayanışma ise epidemik ve pandemik salgınlarla mücadelenin en hayati yöntemidir. Dünya tarihinde ve günümüzde yaratılan başarılı mücadele örnekleri bunun delilidir. Bu kadar önemli bir tehlikeyle karşı karşıya kalan toplumun, ezberlerinden vazgeçmeyen kötücül bir iktidarın insafına bırakılmasının felaketle sonuçlanabileceğinden endişeleniyoruz. İktidarın engelleyici tüm çabalarına rağmen başarıyla yürüyen Kardeş Aile Kampanyası, müşterekleri esas alan dayanışmacı bir toplum modelinden ilham alıyor; yereli esas alan demokratik bir yönetim anlayışına dayanıyor ve bütün dezavantajlı grupları salgının etkilerine karşı korumayı hedefleyen kamucu bir ruhtan besleniyor. İktidarın yoksulları ve emekçileri kendi kaderine terk ettiği bir ortamda, imkanı olanlarla ihtiyacı olanları bir araya getirmeyi kamusal bir sorumluluk olarak değerlendiriyoruz. Üstelik biz tüm kampanyalarımızı, temel bir insan hakkı olan, duyarlılığı ve farkındalığı artırıcı etkilerinden de şüphe duymadığımız “Ana dilde bilgilendirme” yöntemiyle yürütüyoruz. Gerek sosyal medyada gerek belediyelerimiz eliyle gerekse insanlarımızın evlerine misafir olarak, hayatın ulaşabildiğimiz her alanında salgının ciddiyetini ve salgından korunmanın yollarını anlatan ana dilde çalışmalar yürütüyoruz.

"ASIL MESELE SİYASAL ÖZNE"

Dünyada ve Türkiye’de çok sık dillendirilen bir cümle “Artık hiçbir şey koronavirüsten önceki gibi olmayacak” cümlesi oldu. Kimisi içini derinlikli doldurarak, kimisi de daha yüzeysel dile getirdi. Siz bu açıdan, aynı zamanda akademiye yıllarını vermiş bir siyasetçi olarak ne düşünüyorsunuz?

Bu sürecin bize tekrardan gösterdiği pek çok önemli şey var. Bunlardan ilki kapitalist sistemin doğayı hiçe sayan, sınırsız kâr hırsına dayalı üretim ve kalkınma modelinin yarattığı korkunç tahribattır. Ekolojik bir perspektiften yoksun bu sistemin, böyle devam ettiği takdirde doğanın ve insanlığın sonunu getireceği yolundaki güçlü iddialar her geçen gün biraz daha doğrulanıyor. İkincisiyse kapitalist uygarlığın ulusal ve uluslararası kurumlarıyla böylesi bir pandemik krize hazırlıklı olmadığı ve krizi çözebilecek mekanizmalardan da büyük oranda yoksun olduğudur. Maalesef dünya halkları, bu düzeninin acımasızlığını, vicdansızlığını ve eşitsizliğini son derece acı deneyimlerle çıplak biçimde tecrübe ediyorlar. “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” cümlesinin arkasında, sözünü ettiğim acı tecrübelerden doğan bir uyanış ve umut olduğu söylenebilir. Mevcut düzenin değişmesi gerektiği yönünde kayda değer bir inanç ve birikim oluşuyor. Esas mesele, bu inanç ve birikimi örgütleyebilecek siyasal öznelerin ortaya çıkıp çıkmamasıdır. Toplumsal müştereklerimizin ön plana çıktığı yeni bir dünya, yeni bir yaşam, yeni bir toplum talep eden iradelerin, sınır tanımadan bir araya gelme yollarını şimdiden örmemiz gerekiyor. Aksi halde, dünyanın ve küresel düzenin daha otoriter ve eşitsizlikçi yönde gelişmeyeceğinin garantisi yoktur. 

"SORUMLULAR HESAP VERMELİ"

Güncel meselelerle başladık, böyle sonlandıralım. Süleyman Soylu’nun istifasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu konuda pek çok spekülasyon yapıldı ama iktidar içerisinde bir gerilimin var olduğunu işaret eden pek çok yorum var. Siz nasıl görüyorsunuz? 

Tam olarak ne yaşandı onu bilmemiz bu aşamada mümkün görünmüyor. Ancak şurası kesin: Krizi yönetemeyen iktidar, tüm toplumu ilgilendiren bir salgın karşısında toplum-merkezli bir yaklaşıma sahip olmadığı için yaşadığı çaresizlikten doğan tedirginlik ve panikle büyük hatalar yapıyor. Elindeki çok güçlü yetkilere rağmen krizi yönetebilecek ve çözebilecek kapsayıcı bir siyaset üretemiyor. Kısa vadeli kararlar, deneme-yanılma yoluyla alınıyor. Bu ise halkın sağlığına ve yaşamına dönük tehlikeleri büyütüyor. Soylu’nun istifa hamlesinin, AKP ve iktidar bloku içinde bir güç kavgasına işaret ettiği şeklindeki yorumları da ciddiye alıyorum. İktidar içi çelişkiler, özellikle yönetimde zaaf olduğu dönemlerde daha kolay açığa vurulur. Bu kötü yönetim ve kötücül anlayış devam ettiği müddetçe bu tür durumlarla daha fazla karşılaşabiliriz. Hem kötü yönetim hem de iç çekişmeler, iktidarın nasıl zayıf temellere ve kırılgan dengelere dayandığını bir kez daha gösterdi. Tam da bu nedenle demokrasi güçlerine her zamankinden daha fazla sorumluluk düşüyor. Toplumu bu iktidarın insafına terk etmemek için adaletten ve demokrasiden yana bütün çevrelerin ortak çalışma konusunda daha hazırlıklı ve istekli olmaları gerekiyor.

10 Nisan gecesine dönecek olursak, o gün yapılan ve yanlış olduğu bizzat Soylu tarafından itiraf edilen uygulamanın hesabını orta yerde bırakmaya kimsenin hakkı yok. İstifanın kabul edilmemesi, sorumluluğun en üst düzeyde üstlenilmesi anlamına geliyor. Ortada bir yanlış varsa, bunun sorumlularının hem siyaseten hem de hukuken hesap vermesi lazım. O uygulama çok sayıda insanımızın hastalanmasına, belki de hayatını kaybetmesine yol açacaktır. Bunun hesabını sormak, bu hesabın takibini yapmak da bütün demokrasi güçlerinin görevidir.

Röportaj: Şerif Karataş

20 Nisan 2020