Sancar: Türkiye tarihinin en büyük kayırma ve sermaye transferi rejimini inşa etti bu iktidar

Eş Genel Başkanımız Mithat Sancar’ın 2021 Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifi üzerine TBMM Genel Kurulu'nda yaptığı konuşma:

Bugün burada sorunlarının birçoğunu çözmüş bir ülkenin demokratik ve çoğulcu parlamentosunun çatısı altında konuşmayı ve olumlu bir tabloda eksikleri dile getirmeyi isterdim ama maalesef durum bu değil. Yüzüncü yılında bu meclis en zayıf dönemini yaşıyor. Demokrasi adına her gün yeni kayıplar yaşıyoruz, özgürlükler adına her gün yeni tahribatlarla karşı karşıya kalıyoruz.

Çok sorunumuz var. Sorunlarımızın çoğunun köklerinin eskilerde olduğunu da biliyoruz ama bu döneme özgü yeni boyutlar kazanmış önemli sorun alanlarını da vurgulamak zorundayız. Bu 100 yıllık Meclis yolculuğunda ve 100 yıla yaklaşan Cumhuriyet tarihinde yaşadığımız köklü sorunların başlıcalarını saysam bile uzun bir liste oluşturur. Ben yine de bazılarını burada dikkatinize sunmak istiyorum.

En başta Kürt sorunu elbette, Alevi sorunu, hukukun üstünlüğü ve adaletsizlik meselesi; devletin içine çetelerin çöreklenmesi, değişen vesayet odakları, toplumsal ayrışma ve kutuplaşma, ırkçılık ve ayrımcılık, toplumsal cinsiyet eşitliği sorunu, derin emek sorunu, derin yoksulluk sorunu, rant-talan ve savaş politikaları, doğanın ve çevrenin tahribatı. Tüm bu sorunlar biz 2021’ye girerken katmerlenerek adeta toplumu rehin alır hale getirmiştir. İktidardaki otoriter yönetim ile beraber bütün bu siyasal ve toplumsal sorunlar derin bir krize dönüşerek halkımızı nefessiz bırakmıştır. İktidar koalisyonu bu sorun alanlarını ve krizleri ya yok saymakta ya da daha büyük krizlerle unutturmaya veya üstünü örtmeye çalışmaktadır. Oysa biliyoruz ki gece dünyayı gizler ama kainatı ortaya çıkarır.

Sorunların birçoğunun süreklilik arz ettiğini söyledim. Bütçe konuşmaları yıl sonuna denk geliyor. Yıl sonları muhasebe imkanı veren zaman dilimleridir. Elbette bir yılın muhasebesini yapacağız öncelikle ama bir yıl ile yetinmemiz sorunlarımızı açıklamamıza yetmez, daha gerilere de gitmeliyiz.

Süreklilik arz eden en önemli sorunların başında yurttaşlık anlayışı gelmektedir. Yurttaşlık yaklaşımında 100 yıllık anlayışın temelinde görev vurgusu ve eşitsizlik yatar.
Bunu da Mehmet Emin’in 1926 yılındaki Malumat-ı Vataniyesi’ndeki şu sözünde gayet veciz bir şekilde okuruz: "Vatandaşların hakları, bu hakları mükellef oldukları vazifelerin ifası için vardır" diyor. Kamusal bir makbul davranışlar bütününü gerektiren, bağlılık ve itaat diline yaslanan “makbul yurttaş” tasavvurudur bu.

Maalesef bir dönemin hiç kimsesi olanların, gün gelip de muktedir olduklarında aynı libasın içine hevesle hatta hırsla girmelerinin bugün en hazin örneklerinden birini yaşıyoruz. O nedenle de sorunlar giderek ağırlaşmakta, derinleşmekte ve çıkmaza doğru bir gidişin yolu her geçen gün daha fazla döşenmektedir.

Mesela Kürt sorunu. Partili Cumhurbaşkanı, geçen gün “Bu ülkede Kürt sorunu yoktur, çözdük” demişti. “Kürt sorunu vardır benim sorunumdur” dediği zamanları biliyoruz. Çözdük dediği nedir diye şöyle bir merak edip bakıyoruz. Mesela çatısı altında konuştuğumuz Meclis’in tutanaklarında şimdi ben Kürtçe konuşsam, tutanaklarda “bilinmeyen bir dil olarak” yer alır.

Neden bilinmeyen bir dil olarak yer alacağını açıklasa Sayın Muş sataşacağına çok daha iyi olur. Peki, neden? Arapça konuşsam Arapça olarak girecek biliyorum. Daha önce gördüm. İngilizce konuşsam İngilizce girecek, ama Kürtçe girmiyor. Bundan daha açık kanıt var mıdır Kürt sorunun varlığına? Ve bu iktidarın Kürt sorununda geldiği yeri daha açık gösteren ne olabilir?

Değerli Arkadaşlar,

Yine aynı cumhurbaşkanı bundan 5 sene önce tam da bu kürsüde Kürdistan kavramını kullanabiliyordu. Şimdi bu sözü kullandığımızda hakkımızda dava açılıyor, Meclis’te de disiplin soruşturması açılıyor. Bırakın Kürdistan kelimesini, bütçe tartışmalarında izledim, Kürt illeri Kürt coğrafyası sözlerini bile kabul etmeyen, bu ifadelere bile tahammül etmeyen iktidar milletvekilleri var. Bu inkarcılık değil mi, inkara dönüş değil mi? Kürt sorunu bir inkar sorunu değil mi? Başka örnekler de var. Mesela ders kitaplarından da Kürt kelimesi siliniyor. Kürt kelimesini ders kitaplarından sildiğinizde hayattan Kürtleri silmiş olmuyorsunuz. Kürt sorununu da bir hakikat olmaktan çıkarmış olmuyorsunuz. Sadece sorunları daha fazla derinleştirmiş oluyorsunuz. Yasaklanan Kürtçe tiyatro oyunlarından Kürtçe konuştuğu için saldırıya uğrayan vatandaşlara kadar örnekleri artırmak mümkün ama sanırım bu kadarı yeter.

Peki çözüm için vazgeçilmez önemde olan yerel demokrasi bu ülkede yerleşti de mi Kürt sorunu çözüldü. Hayır, tam tersini yaptı bu iktidar. Yerel demokrasiyi yerleştirmek bir yana mevcut kırıntılarını bile tasfiye etti ve bunları kayyım politikalarıyla yaptı. Bugün özerklik kelimesi büyük bir suç ve günah olarak kabul ediliyor. Eğer savcılar gerekli görürse ve talimat alırlarsa sadece bu sözcüğü kullandığınız için dava açıyorlar. Oysa Türkiye devletinin kurucu normu olan 1921 Anayasası muhtariyet ilkesi üzerine inşa edilmiştir. Yüz yıl sonra geldiğimiz yeri halkımızın dikkatine sunuyorum. Sadece o mu? Özerklik kelimesi dediğimizde hoplayıp zıplayanlar bu devletin Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartına taraf olduklarını bilmiyorlar mı?

Bu şart özerkliği bir hak sayıyor ve diyor ki, "yerel idarelerin güçlendirilmesi, özerkliklerinin savunulması yerinden yönetim ve demokrasi ilkelerine dayalı bir Avrupa’nın kurulmasının temel şartıdır". Buna "özerklik" demeyin yerel demokrasi başlığı altında yerinden demokrasi ilkesini güçlendirme olarak kabul edin ve tartışalım.

Bu ülkede hem Kürt sorununda hem demokrasi sorununda çözümün imkanı olarak yerel demokrasiyi mutlaka gündemimize alalım. Çünkü bu mesele sadece Kürt belediyelerine kayyım atama meselesinden ibaret kalmıyor. İstanbul, Ankara, İzmir büyükşehir belediyelerine, muhalefetin elindeki diğer belediyelere sürekli müdahale biçiminde de karşımıza çıkıyor. Onların yetkilerini gasp etmenin hazırlık ve icraatlarıyla karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla yerel demokrasi, Kürt sorunun çözümünde çok anahtar öneme sahip ama Türkiye’nin demokrasi sorununun çözümünde de böyledir. Esasen hep söylüyoruz, Türkiye’nin Kürt sorunu da demokrasi sorunu da iç içedir ve ancak ikisini birlikte Demokratik Cumhuriyet formunda çözebiliriz.

Kısacası bu iktidar; içeride yasaklar, kayyımlarla, hapislerle, işkencelerle, ölümlerle Kürt’e yönelik her türlü baskıyı artırırken, dışarıda da Kürtlerin en ufak kazanım elde etmemesi için her yola başvurmaktadır. İşte Suriye politikası. Kürt sorunu ve Kürt sorununa bu temelde yaklaşım iktidarların çözülmesinin önemli sebebidir. Geçtiğimiz 40 yıl bunun örnekleriyle doludur.

Kürt sorununa böyle yaklaşırsanız, demokrasi sorununda da sınıfta kalırsınız ve mutlaka çözülürsünüz. Şu an bu iktidarın da yaşamakta olduğu şey budur. Anayasayı değiştirme hedefi ve sözüyle iktidara geldi AKP. Şimdi 12 Eylül cunta anayasasının bile gerisine düştü. Bugün anayasa tartışmasını bile suç sayar hale geldi.

Halkımızın on yıllardır özlemini duyduğu demokrasiyi vaat ederek kitlelerin desteğini kazandı. Tek parti döneminin ve darbe yönetimlerinin dahi gerisine düşen uygulamaların ve düzenlemelerin mimarına dönüştü. Bir zamanlar adil düzen şiarını dillerinden düşürmeyenler şimdi tepeden tırnağa adaletsiz bir düzen yarattılar ve bununla da övünüyorlar.

Türkiye tarihinin en büyük kayırma ve sermaye transferi rejimini inşa etti bu iktidar. Kamu kaynaklarının aktarıldığı 5 yandaş şirket eliyle dünyada en çok devlet ihalesinin peşkeş çekildiği talan siyasetinin merkezine dönüştü. Bu mu adil düzen? Adil düzenden bugüne gele gele buraya gelmek bir yüzleşme ve muhasebe ihtiyacı doğurmaz mı?

Doğurmasa bunu hep birlikte toplumun bu ihtiyacını hisseden bütün kesimleriyle birlikte bizlerin yapması gerekecek. Bu gidişatı durdurmak bizlere düşecek. Türkiye adil düzen şiarından OECD ülkeleri arasında gelir eşitsizliğinin en yüksek olduğu ilk 5 ülke arasındaki yerini sabitledi. Uluslararası Şeffaflık Derneği verilerine göre 2001 yılında ülkedeki yoksulların toplam sermayeye sahiplik oranı yüzde 33 iken 2018’de bu oran yüzde 18’e geriledi. Geriye kalan yüzde 82’lik sermaye de bir avuç zengine tahsis edildi. Gitgide artan güvenlik ve savaşa politikaları, her yıl hazırlanan bütçenin, halkın refahına ve özgürlüğüne değil iktidarın devamını, bekasını güvence altına almaya yönelik ceberut bir güvenlik aygıtına dönüştürmeye harcanmıştır.

Bu ülkenin geleceği bu politikalarla ipotek altına alınmıştır. Bir ülkenin geleceği çocukları ve gençleridir. Bugün liyakat yerine biat işliyor; kayırma, torpil ve benzeri uygulamalarla gençler hayattan bezdiriliyor ve umutlarını artık bu ülkede aramaktan vazgeçer hale getiriliyor. Gençlerin en çok takip ettiği rap sanatçıları bile şarkılarını özgürce söylemek için yurt dışına çıkmak zorunda kalıyor.

Değerli Milletvekilleri,

Türkiye, her geçen gün derinleşen bu siyasi, toplumsal ve ekonomik sorunların bunalım döngüsüne terk edilmiş durumda. Birbiriyle bağlantılı bu çoklu krizlerin esas kaynağı da siyaset alanıdır. Bugün bunların kılıfı Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi olmuştur. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, ülkede OHAL’i kalıcı hale getirmenin de diğer adıdır.
Keyfiliğin adıdır, demokrasiyi tasfiye etmenin adıdır, otoriterliğin adıdır, yandaşlara rant aktarmanın adıdır. Ülkeyi felakete sürüklemenin de en önemli sebeplerindendir.

Yeni hükümet sisteminin uygulamaya geçmesiyle, Türkiye çok ağır bir ekonomik sisteminin içine adım adım giriyor ve girdi. Oysa 2017 referandumundan önce yapılan kampanyalarda iktidar sözcüleri Türkiye’yi uçuracak bir sistem olarak tanıtıyorlardı bu yeni düzenlemeyi. Tam tersi oldu ve Türkiye tarihin en ağır ekonomik bunalımına sürüklendi.

Türkiye'nin bugün karşımıza getirilen bütçesinde, güvenlik harcamalarına ayrılan pay %17. Neyle açıklıyorlar bunu, güvenlik ihtiyacıyla. Oysa bütün bunların gerçek bir güvenlik tartışmasıyla ilgisi yok.

İktidarın amacı, esas itibariyle bir iç çatışma ihtimaline binaen silahlı güç tahkimatıdır. Bunun mutlaka dikkatle takip edilmesini öneririm bütün demokrasi güçlerine. Türkiye’nin gerçek güvenliğini arayan bir hükümet ne yapar? Düşman sayısını, çatışma ihtimallerini, savaş risklerini azaltır. Oysa bu iktidarın politikaları hatta varoluşu hem içeride hem de dışarıda çatışma dinamiklerini yükseltme üzerine kurulu ve bu sonuçları doğurmaktadır.

Dışarıdaki her güç ve içerideki her yurttaş potansiyel düşman olarak kodlanmaktadır. Bu paranoyanın şekillendirdiği iç siyaset hem toplumda güvensizlik halini besliyor hem de devlet bu hale yaslanarak iç güvenlik ve savunmaya daha çok kaynak daha çok insan tahsis etmeyi, savunma ve güvenlik bütçelerini şişirmeyi meşrulaştırıyor.

Eisenhower'ın 1965’teki ünlü veda konuşmasında söylediği bir söz var. Bunları hatırlatmak isterim. “Sadece uyanık ve bilgili bir yurttaşlar topluluğu, muazzam sınai ve askeri savunma makinesini barışçıl yöntem ve hedeflerimizle uyum içinde işletmeye mecbur edilebilir.”

Eisenhower'ın bunları söyleme nedenlerini sorgulayabiliriz. Yeri değil. Kendisinin uyguladığı izlediği politikaların yarattığı sonuçları da elbette burada tartışabiliriz. Yeri değil ama bu makinenin başında olan bir kişi olarak savaş-barış ve demokrasi-diktatörlük dengesinin böyle durumlarda ne kadar pamuk ipliğine bağlı hale geldiğini vurguluyorsa bunu mutlaka dikkate almalıyız. Türkiye'de bugün yaşanan bu durumdur. O nedenle sürekli olarak yeni savaş alanları aranıyor, içeride gerilim yükseltiliyor. Çünkü yaratılan askeri sınai kompleksin ayakta tutulması lazım. Ve bu ayakta tutma işi ancak güvenlikçi, savaşçı, kutuplaştırıcı ve düşman yaratıcı politikalarla mümkündür.

Biz kamu güvenliğinin bu şekilde kullanılmasına karşı “insani güvenlik” kavramını, doktrinini öneriyoruz. İnsani güvenlik ne demektir diye uzun uzun anlatmayacağım. Bu kavram BM Kalkınma Örgütü tarafından 1994’te yayınlanan insani kalkınma raporunda ayrıntılı olarak anlatılmıştır.

Sayıyor insani güvenlik, ekonomik güvenlik, gıda güvenliği, sağlık güvenliği, çevre güvenliği, kişisel güvenlik, toplum güvenliği, siyasal güvenlik. Bunların hepsinin alt açıklamaları var. Eğer bunları takip edip politikalarınızda bunları esas alırsanız artık içeride düşman arama ve dışarıda da yeni çatışma alanları yaratma ihtiyacınız ve imkanınız kalmaz. Bizim halkımıza, bu ülkeye önerdiğimiz, vaat ettiğimiz güvenlik anlayışı tam da budur. Bunun sosyal devletle ve diğer alanlarla, insan hakları ve çevreyle, doğayla ilgisi var, ilişkisi var. Bunları artık burada anlatmamın imkanları yok.

Bu bütçe savaşa, yandaşa ve Saray’a bütçedir, halka değil. Yapılan tercihlere baktığınızda bunların hepsi bilinçli birer seçim olarak karşınıza çıkar.

Mesela güvenliğe, ranta, yandaşa, israfa, ayrılan kaynaklar eğer değiştirilirse neler yapılabilir? Başlıklar halinde sayayım. Yüzbinlerce öğretmenin ataması yapılabilir. Milyonlarca EYT’linin sorunu çözülebilir. Milyonlarca KYK borçlusu gencin borçları silinebilir. Milyonlarca işsiz vatandaşımıza, pandemi döneminde 2.500 TL doğrudan gelir desteği verilebilir. Asgari ücretin vergiden muaf net 4.000 TL yapılması sağlanabilir. Her gün yükselen mazot ve girdi fiyatlarıyla beli bükülen çiftçilere bütçeden yapılan destekler iki katına çıkarılabilir. Elektrik, su, doğalgaz ve internetin ihtiyaç sınırına kadar ücretsiz hale getirilebilir Her geçen gün daha da büyüyen kredi borçlarıyla yaşamak zorunda bırakılan ve pandemi nedeniyle işyerleri yeniden kapatılan yüz binlerce esnafın doğrudan gelir destekleriyle desteklenmesi mümkün hale gelir.

Değerli Milletvekilleri,

Bakanlıklara tahsis edilen kaynaklar bu ülkenin, halkın kaynaklarıdır. Neden bakanlıklara kaynak tahsis edilir? Mesela İçişleri Bakanlığına niye para verilir? Güvenliği sağlasın diye, özgürlüklerimizi sağlasın diye. Oysa muhalefet liderlerinin bile güvenliklerinin olmadığını biliyoruz. Ve bunlara verilen cevap sürekli olarak soyut yalanlamadan ibarettir. Tehditler her gün havada uçuyor. Bugün bu iktidarın İçişleri bütçesi gayri meşru işler peşinde koşanlarla iç-içe bir ilişkinin harcama kalemleri olarak kullanılıyor mu? Bu sorumuza cevap istiyoruz.

Neden verilir İçişleri Bakanlığına, suçları önlesin diye ama işkenceler almış başını gidiyor. İşkenceye sıfır toleranstan -az önce Eş Genel Başkanım örneklerini saydı- sayısız işkence olayına geldik. Bunlar sürekli bakan emriyle, bakan ağzıyla aklanmaya çalışıldı. Cinsel saldırı suçları bile kamu görevlileri, güvenlik görevlileri karıştığı anda üstü örtülen büyük ayıplar olarak karşımızda duruyor. Daha dün Gerçüş’te öyle barbarca cinsel saldırı haberleri geldi ki, valiliklerin yaptığı şey şablon halinde yalanlamak. Oysa asıl yapılması gereken bunları sonuna kadar takip etme, sorgulama ve aydınlatmadır.

Sağlık Bakanlığına niye bütçe ayrılır, halkın sağlığını korusun diye. Ama halkı kandıran, verileri yanlış açıklayan, sağlık tedbirlerinin alınmasını gerçekleştirmek yerine engelleyerek bizatihi halkın sağlığını tehlikeye atan bir bakanlığa niye halkın parasını verelim? Sağlıkçıları koruyamayan sağlıkçıların emeklerine saygı duymayan, sağlıkçıların örgütünü tehdit eden bir anlayışa neden Sağlık Bakanlığı bütçesi veriyoruz ki?

Bizim yönetiminde olacağımız bir ülkede bu kaynaklar tam tersine tahsis edilecektir. Burada izlediğimiz şey bir tersine bir dünya okuludur. Biz tersine dünya okulunu ayakları üzerine oturtacağız. Bu bizim halkımıza, vaadimizdir, sözümüzdür.

Bakın bu salgınla mücadelede bile yanlış veri aktarımı ulusal çıkarla, ulusal güvenlikle açıklanıyor. Buradan tüm demokrasi güçlerine dostça bir uyarı yapmak istiyorum. Bu iktidar ne zaman kamu güvenliği ne zaman ulusal çıkar kavramını kullanırsa orada durun ve sorgulayın. Çünkü bunun ardından biraz önce saydığım sayısız anti-demokratik uygulama, sayısız hak ihlali uygulaması çıkacaktır. Sayısız zarar ve tahribat görülecektir. O nedenle lütfen artık iktidarın kamu güvenliği, ulusal güvenlik masallarının, kandırmacalarının arkasına dizilmeyelim. Ulusal çıkar denilen şey bir kişi tarafından belirlenmez; kamuoyunda, demokratik parlamentolarda tartışılarak ortaya konulur. Demokrasinin en temel gereklerin biri budur. Eskiden ulusal çıkarları ve milli güvenliği MGK tanımlıyor diye şikayet edenler bugün tek kişiye bırakmışlar bunu tanımlamayı. Bizlere düşen bu toplumun ortak kararlarını demokratik zeminde ve kanallarda tartışarak mutabakatla ortaya çıkarmaktır. İktidarın ulusal güvenlik ve ulusal çıkar masallarının arkasına takılmak değildir.

Son olarak iki bakanlığı daha anarak örnekleri tamamlayayım. Mesela Kültür Bakanlığına niye bütçe, kaynak verilir? Kültür Bakanlığı kültürü, kültür varlıkları korusun, bu ülkede yaşayan kültürlerin eşit bir şekilde gelişmesini sağlasın diye kaynak aktarılmalıdır. Oysa tam tersi asimilasyon ve inkar politikalarına ayrılan harcamalar olarak karşımıza çıkıyor bu kaynaklar. Yine bizim cebimizden, Kürt’ün, Alevinin cebinden diğer halkların mensuplarının cebinden vergilerle insanların kültürlerini yok etme politikası güdülüyor. Böyle bir şey olabilir mi? Olmamalıdır. Demokratik Cumhuriyet hedefimizdir. Demokratik Cumhuriyette bunların hiçbiri olmayacaktır.

Kültür Bakanlığı kültürü desteklesin, kültür kurumlarını, sanat kurumlarını desteklesin istiyoruz. Ama şu pandemide kapanan tiyatroların, sanat kurumlarının haddi hesabı yok.
Mesela dün Ankara Sanat Tiyatrosu tamı tamına 6 Aralık 1963’te taşındığı binadan çıkmak zorunda kaldı. 58 yıl o binada hizmet verdi, bir kuşağın, kuşakların ve bir şehrin hafızası, bir ülkenin yüz akı kurumu artık o binayı kullanamıyor. Çünkü borçlarını ödeyemiyor, AST’nin ne olduğunu uzun uzun anlatmayacağım. Benim hikayemde önemli bir yeri var. 80’de üniversiteye geldik tiyatro ile orada tanıştık. Rana Cabbar’ları orada tanıdık. Pek çok güzel oyunu orada izledik. Sakıncalı Piyade bunlardan biri. Güneyli Bayan bir diğeri. Sayısız oyuncunun sahne alışını burada gördük. Bu tiyatro bu iktidar döneminde şimdi o binadan, 58 yıl faaliyet gösterdiği binadan ayrılıyor. Buradan AST emekçilerine bir selam ve dayanışma mesajı yollamak görevimizdir.

Diyanet İşleri Başkanlığına niye bütçe ayrılır? Çünkü isteriz ki Diyanet İşleri Başkanlığı inançlara eşit yaklaşsın inançlara eşit hizmet götürsün. Olması gereken bu. Demokratik Cumhuriyetin gereği bu ama şimdi yapılan bu değil. Bu ülkede sayıları milyonları bulan Aleviler baskı altında, ayrımcı politikalar maruz kalıyorlar. Her gün veya dönem dönem Alevilerin evlerinin işaretlenmesi olağan vaka sayılıyor. Kendilerinin ibadet yeri olarak kabul ettikleri Cemevlerine herhangi bir statü verilmiyor. Statü verilmediği gibi varlıkları da inkar ediliyor. Üstelik bu kurumlara saldırı da çok normal sayılıyor, oraya güvenlik kuvvetleri baskın yapabiliyorlar. Böyle bir şeyi bizim kuracağımız Demokratik Cumhuriyette yaşamayacağız değerli halkımız. Sonlara gelirken ihtiyacımız olan şeyin Demokratik Cumhuriyet olduğunu vurgulayalım.

Eğer cumhuriyetin yüz yıldır süregelen sorunları, yanlış uygulamaları ve eksikleriyle yüzleşmeyi becerebilirsek, cumhuriyete ve demokrasiye en büyük tahribatı veren bu iktidarı halkın gücüyle seçimlerde değiştirmemiz mümkün olacaktır. Eğer bunu başaramazsak, cumhuriyeti demokrasi ile buluşturamazsak inanın zaten kırıntısı bile kalmamış demokrasiden artık hiç söz edemeyeceğiz. Belki en geç 2023'te cumhuriyetten de eser kalmayacak.

Şimdi bunun için bir yüzleşmeye ihtiyacımız var. Bu yüzleşmeyi anlatmak için bir film anlatacağım. Film, Luis Bunuel'in Türkçede Yok Edici Melek olarak bilinen filmi. Bir grup zengin ve ünlü insan akşam yemeği için sosyeteden bir arkadaşlarının evlerinde buluşurlar. Gösterişli yemekleri sona erdiğinde evden ayrılma vakti gelmiştir. Ancak nedense bir şekilde hiç kimse evden ayrılmamaktadır sayıları yirmiyi bulan bu konuklardan. Geceyi evde geçirmek için her biri farklı bahaneler üretirler aslında hiç kimsenin mantıklı bir nedeni yoktur. Evet, sonunda geceyi evde geçirirler ama ertesi gün de aynı şeyler yaşanır. Çıkmaya kimse yanaşmaz, çıkabileceklerini düşünmezler. Bir tür kolektif nevroza dönüşür. Aslında çıkmalarına bir engel yok ama çıkamıyorlardır. Bu kısır döngü kırılamıyordur. Evdekilerin durumu bir süre sonra dış dünya tarafından da fark edilir ama kimse evin bahçesine gelip yardım edemez. Mantıklı bir sebep yok ama içerideler. Bir süre sonra şartlar ağırlaşır ve birbirlerini yemeye başlarlar. Ölüm, intihar ve kavgalar içinde bir pislik dolu zaman akışı başlar. Büyük bir çürüme ve büyük yaralar... Dışarı çıkarlar bir süre sonra. Sanırlar ki bu iş bitti. Ama aynı grup kiliseye gider ve aynı olayı kilisede de yaşarlar.

Niye anlattım bu filmi? Türkiye kendi yarattığı kolektif nevrozlar yüzünden sıkıştırıldığı bu cenderenin dışına çıkamıyor. Bu iktidar döneminde bu kısır döngü bıçaklardan oluşan bir pervaneye dönüştü. Artık toplumu öğütmeye başladı. Kolektif nevrozun bir yansıması bölünme paranoyasıydı, bir dönem komünizm tehdidiydi, başka dönem şeriat tehdidiydi. Şimdi de ‘herkes terörist, her taraf hain dolu’. Böyle bir ülke yok edici meleğin akıbetini yaşamaktan kurtulamaz. Bize düşen bu kısır döngüyü kırmaktır.

Bizler bu ülkenin demokrasiden, barıştan, adaletten, eşitlikten, özgürlükten yana tüm insanlarını ve kesimlerini yeni bir başlangıç yapmak ve onurlu bir yaşamı kurmak için yan yana gelmeye ve birlikte yürümeye çağırıyoruz. Bu davet bizim!

7 Aralık 2020