Sınai Mülkiyet Hakkı Kanun Tasarısına ilişkin muhalefet şerhimiz


Meclis Genel Kurulu’nda görüşmelerine devam edilen ve yabancı sermaye karşısında kamu ekonomisini, kooperatifleri ve KOBİ’leri yaşayamaz duruma getirecek olan Sınai Mülkiyet Hakkı Kanun Tasarısına ilişkin partimizin muhalefet şerhimiz:

Usûl Açısından Değerlendirme

Ülkemizde bir Sınai mülkiyet yasası olmadığı için bugüne kadarki düzenlemeler kanun hükmündeki kararnameler (KHK) ile yapılmaya çalışılmış ancak Anayasa Mahkemesi “temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ve dördüncü bölümde yer alan siyasi haklar ve ödevlerin kanun hükmünde kararnamelerle düzenlenemeyeceğinin belirtildiği” gerekçesiyle marka, tasarım, patent ve coğrafi işarete ilişkin kanun hükmünde kararnamelerin bazı maddelerini iptal etmiştir. AKP hükümeti ve sermaye çevreleri de “sınai mülkiyet hakları alanında söz konusu olabilecek muhtemel iptaller nedeniyle ortaya çıkabilecek sorunların ve hak kayıplarının ortadan kaldırılması amacıyla KHK’ların bir an önce kanunlaşması” maksadıyla bu yasayı hazırlamışlardır.

Sınai mülkiyet, şirketlerin meta olmayan ancak üretim, dağıtım, pazarlama, vb. süreçlerinde üretkenlik sağlayan bileşenlerini de güvence altına alarak bu bileşenler yardımıyla hem rekabette öne geçici, hem de özellikle elinde bunları oldukça fazla sayıda bulunduran büyük firmanın tekel varlığını korumaya yönelik bir önlem sağlamaktadır. Tasarıya gerekçe yapılan ve Anayasa Mahkemesinin iptallerinden doğduğu belirtilen “hak kayıpları ve sorunlar”, uluslararası tekellerin sorunları ve sözde hak kayıplarından başka bir şey değildir.

Tasarım, buluşlar ve teknolojik yenilikler tekellerin malı değildir zira bunların üretimi için gerekli koşullar insanlığın ortak zekâsı olan bilim tarafından sağlanmaktadır. Fikir ve bilim, doğası gereği iletişim, kolektif çalışma ve sınırlar ötesi bir ortak miras üzerine yükselmekte ve çoğalmaktadır. Dolayısıyla bir cihazın keşfi bir kişiye ya da gruba değil, insanlığın tamamına aittir. Elbette ki bazı kişi ve gruplar bir keşfin ortaya çıkmasında daha özel bir görev sağlamış olabilirler ve bu yüzden teşvikleri önemlidir. Ancak bu “hakkın” muhatabı şirketler değildir, zira kanundan faydayı sağlayacak olan tasarımcılar, mühendisler vb. emekçiler değil, onların emeğini sömüren şirket sahipleri olacaktır. Nitekim, tasarının 63. maddesinin 10. fıkrasında  “başvuru sahibi tasarımcı değilse tasarımcılardan tasarım başvuru hakkını nasıl aldığını açıklaması yeterlidir” ifadesi bu ilkenin ihlalini çok açık bir şekilde göstermektedir. Şöyledir ki; Yasa değişikliği ile katma değer ve yaratıcılık emekleri zaten sömürülen iş görenlerin ‘Tasarım Hakkı’nı kullanmalarını zorlaştırmakta, işveren ile iş gören arasında olağan iş hayatı akışında hak iddia etmesinin zorlukları bilinirken, bu kanunla birlikte tasarım emeği verenin emeğinin işverenler tarafından çalınması daha da kolaylaşacaktır. Başvurularda başvuru sahibinden açıklama yerine tasarımcının fikri haklarını başvuru sahibine nasıl ve hangi koşullarda devrettiğini gösteren bir sözleşme ve varsa aralarında tasarıma özel bir akit talep edilmesi gerekmektedir.

Kapitalist modernite tarihinde şirketler, ilgili tasarım ve buluşların oluşturulmasını sağlayacak gerekli ortamları tek taraflı (laboratuvar, üniversite vb.) mülkleştirerek sağlamışlardır. Bu sebeple, kamu yararı bulunan bir tasarım ve buluşun yaygınlaştırılıp insanlığın hizmetine sunulmamasını “hak kaybı” engellemek yanlış olacaktır, zira bu sözde hak, zaten faaliyetleri topluma ait olanın mülkleştirilmesi üzerine kurulu olan tekel kârlarını koruma motivasyonudur. Bu da, Anayasa Mahkemesinin daha önceki iptal gerekçelerinde doğru bir şekilde belirttiği gibi temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ve dördüncü bölümde yer alan siyasi haklar ve ödevlerine aykırı bir durum oluşturmaktadır.

Bunun yanında, sadece makroekonomik bakış açısıyla düşündüğümüzde dahi söz konusu sınai mülkiyet tasarısının yasalaşması Türkiye’nin ekonomik gelişimi için faydadan çok zarar getireceği görülebilir. Bunun en temel sebebi de Türkiye ekonomisinin bir üretim değil, borca dayalı bir tüketim ekonomisi olduğu ve tasarı yasalaşırsa yerli üreticilerin uluslararası tekeller karşısında zararlı çıkacağı gerçeğidir.

 Bilindiği üzere, 2000’lerin başında ABD merkez bankası FED, hem durgunluktan çıkmak hem de 11 Eylül’ün ekonomik sarsıntısını atlatmak için faiz oranlarını hızla düşürüp dünya piyasalarına bol miktarda ucuz dövizin akmasını sağladı. Bu süreç ABD’nin ihracatını canlandırırken, AKP ekonomi idaresi uluslararası piyasalara sunduğu olağanüstü yüksek faiz getirisi sayesinde bu ucuz dolarların Türkiye’ye aktarılmasına olanak sağladı. Yabancı doğrudan yatırımlar ve sıcak para diye tabir edilen yabancı portföy yatırımları ile bankacılık sistemi geliştirildi, özelleştirmeler hızlandırıldı ve finans sermayesinin yapısı güçlendirildi. Değer kazanan TL ithalatı arttırdı ve imalat sektörü ucuza hammadde ve ara malı tedarik ederken iç piyasa ithal tüketim ürünlerine yöneldi. Ancak hammadde ve ara malı maliyetinin ucuzlaması reel sektöre, yani değerin gerçekten üretildiği alana yeterli atılım yaptıramadı. Bu bir hata değil, bilinçli bir tercihti, zira AKP hükümetinin önünde kısa sürede büyümenin gerçekleştirilebilmesi ve piyasaların finansallaştırılması hedefi vardı. Ülkenin Ar-Ge’ye dayalı sanayi hamlesi gibi ağır ve rekabetçi bir yükün altına girebilecek vakti yoktu. Kaldı ki küresel üretim sisteminde Türkiye’nin payına düşen şey yüksek teknoloji ve hammadde arasında bir montaj sanayi ve “ara eleman” rolü olmaktı. 

2008 krizi sonrası yapısal dönüşümünü tamamlamış piyasalar ve elinde bol miktarda dövizle giren Türkiye için eskisi kadar çok sıcak para çekmek en azından bir süreliğine mümkün değildi. Krizin etkileri kamunun artan rolüyle hafifletildi. Yeni ekonomik model artık düşük faizli tüketici kredileri, yani borçlanma yoluyla hanehalkı harcamalarını arttırmak ve bu şekilde büyümekti. Yatırım alanında da buna uygun bir model benimsendi. İmalat sanayisini güçlendirmek yerine artık düşük faizle sağlanan yatırım kredileri yoluyla inşaat ve emlak piyasası lokomotif sektör haline geldi. İnşaatın yeni yatırım alanı olarak pazarlanmasının sebebi yoğun bilgi birikimi gerektirmeyişi, dolaysız bir şekilde temel ihtiyaca seslenişi ve her sektörü (beyaz eşya, kimya, hizmet, vb.) canlandırabilecek bir niteliğe sahip olmasıydı. Reel üretimin milli gelir içerisindeki payı %22’ten %16’ya düşerken inşaat yatırımları ve tüketici kredileri kullanımı, yani iç tüketim milli gelirde büyümenin motoru haline geldi.

Ancak 2015’e gelindiğinde Küresel krizin ABD ardından Avrupa’ya, oradan da Brezilya, Meksika ve Çin gibi “gelişmekte olan” ülkelere yansımaya başlamasıyla artık bol dış finansmandan, düşük dolar kurundan mahrum kalan AKP’nin eski ekonomi programlarını sürdürmesi ve balon olarak bile büyümesinin mümkün olmadığı görüldü. Artan kur, ithalata dayalı ara malı ve montaj üretimini pahalı kılıyor, ihracat kapasitemizi dibe çekiyordu. Bu kapsamda 64. Hükümet programından da görüleceği üzere AKP’nin yeni paradigması “Ar-Ge’ye dayalı, yüksek teknolojili sanayi hamlesi ile mal üreterek ihracat pazarını (ve milli geliri) arttırmak olarak belirlendi. 

Bu kapsamda, uluslararası üretim arenasındaki rolü montaj ve ara malı imalatına dayalı bir ülkenin Ar-Ge olanaklarını geliştirmesi için ihtiyaç duyduğu şey uluslararası tekellerin tasarım, teknoloji, marka vb. haklarını koruma altına alarak ülke içinde uygulanmasının önüne geçmek olamaz. Zira böyle bir ortamda Ar-Ge’ye dayalı üretim yapan uluslararası tekeller ile başta KOBİ’ler olmak üzere kamu kuruluşları, yerli şirketler ve kooperatifler arasında üretici güçler açısından bir asimetri doğacak, bu asimetri de yüksek teknolojili üretim pazarında yerli unsurları çok daha savunmasız bırakacaktır.

Türkiyeli işçi ve emekçileri güvencesizleştirerek yabancı sermaye için ucuz işgücü haline getiren kiralık işçilik yasası nasıl yabancı sermaye çıkarlarına hizmet için çıkarılmışsa, söz konusu yasa da ülke pazarını yabancı sermaye için daha cazip hale getirme çabasından başka bir motivasyona hizmet etmemektedir. AKP’nin siyasi ideolojisinin dayandığı bu neoliberal kalkınmacılık anlayışı kısa vade için kaynak sorununu çözüyor gözükse de orta ve uzun vadede ülke tasarımcılarını, emekçilerini ve küçük üreticilerini eskisinden çok daha savunmasız ve bağımlı hale getirecektir. AKP’nin 13 yıllık ekonomi politikaları bize bunu defalarca göstermiştir. Ekonomi işçi ve emekçiler için değil, işverenler için büyümüş, bu büyüme de işçi katliamları, artan yoksulluk ve borç köleliği olarak emekçi halklara ödetilmiştir.

Özetle, tasarım, buluş vb. süreçlerin tek taraflı mülkleştirilmesini tescilleyecek ve somut olarak da yabancı sermaye karşısında kamu ekonomisini, kooperatifleri ve KOBİ’leri yaşayamaz duruma getirip halkları tekel sermayesine bağımlı kılacak olan bu yasanın çıkmasına karşı muhalefet etmekteyiz. 


Adem GEVERİ
Van Milletvekili

22 Aralık 2016