Temel: İktidar kavgasına girmiş iki güçten birini tercih etmek zorunda değiliz

Eş Genel Başkan Yardımcımız Tayip Temel'in Mezopotamya Ajansı'na verdiği röportaj:

İmralı tecrit sisteminin bölgeye işgal ve ilhak politikasının taşınmasına yönelik siyasetin başlangıcı olduğunu belirten HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Tayip Temel, çözümsüzlük siyasetinin topyekün direnişle aşılacağını söyledi. 

Halkların Demokratik Partisi (HDP) Basın Yayın ve Propaganda Komisyonundan Sorumlu Eş Genel Başkan Yardımcısı Tayip Temel, PKK Lideri Abdullah Öcalan’a yönelik tecrit sistemi, buna karşı cezaevlerinde başlatılan açlık grevi eylemlerine dair değerlendirmelerde bulunarak, partinin “Toplumsal adalet” için başlatacağı kampanya, Kobanê Davası ve ittifak tartışmalarına dair sorularımızı yanıtladı. 

PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerinde uygulanan tecridi nasıl tanımlıyorsunuz? İmralı Adası’nda nasıl bir sistem uygulanıyor? Türkiye’nin veya AKP iktidarının tecritteki amacı nedir?

1999 yılından bu yana İmralı’da sürdürülen tecrit, uluslararası güçlerin Türkiye’nin önüne koyduğu komplo gerçeğine dayanıyor. İmralı sistemi, uluslararası bir sistem. Hem ABD’nin hem de Avrupa’daki bazı güçlerin Kürt sorununa yönelik geliştirilen demokratik çözüm perspektifine karşı, savaşı yıllara yayma konseptinin bir parçasıdır. Türkiye’deki devlet aklı, Kürt sorununun çözümünden yana bir tavır geliştirmek yerine, Sayın Öcalan’ı muhatap alıp Kürtlerin yürüttüğü varoluş mücadelesine dair yaklaşım geliştirmek yerine, uluslararası güçlerin Türkiye’nin önüne koyduğu komplo gerçeğini tecritle sürdürerek, aslında çözümsüzlüğü yıllara yayan bir politikaya alet oldu. Mevcut rejim, işkence sistemi olarak tanımladığımız tecrit, bir şekilde Kürt sorununun çözüm veya çözümsüzlük ikileminden gerçek anlamını alan ve dolayısıyla derinleştiğinde ya da tecrit içinde tecrit süreci yaşandığında, Kürt sorununun çözümsüzlüğüne dair politikanın izlendiğini görüyoruz. 

Tecrit Kürt sorununda çözümsüzlüğün sonucu mudur? 

Ne zaman Sayın Öcalan’la sorunu çözme, onu muhatap alarak problemlerin diyalogla, demokratik siyaset anlayışıyla çözümü gündeme gelmiş ise aslında o dönem Sayın Öcalan’ın aktif bir şekilde devrede olduğu, bir şekliyle tecridin hafiflediği ya da yavaşlatıldığı süreçler oluyor. Ancak özünde çözümsüzlük, inkar ve imha mantığı sürdüğü için tecrit 22’nci yılına giriyor ve bu ısrarla katmerleştirilerek sürdürülüyor. Şunu anlıyoruz: Tecrit aslında Kürt sorununun çözümsüzlüğü, savaş politikalarının sürdürülmesi, bölgeye işgal ve ilhak politikasının taşınmasına yönelik siyasetin başlangıç noktasıdır. Çözümün, diyalogun ve barışın gündemde olduğu bir süreçte tecrit, tercih edilecek bir seçenek değil. 

Tecridin sonlandırılmasının Kürt sorunu başta olmak üzere ülke sorunlarına etkisi ne olur? 

Devletin, özellikle son zamanlarda AKP-MHP iktidarının sürdürdüğü savaş politikası, dışarıya yönelik işgal mantığı, aslında kaynağını tecritten alıyor ve tecrit İmralı’da derinleştikçe, Türkiye’deki yoksulluk da ırkçılık da anti demokratik yasalar da derinleşiyor. Dolayısıyla tecridin Türkiye’deki bütün toplumsal sorunlarla doğrudan ilişkisi ve etkisi var. O yüzden tecrit kırılmadıkça, birçok sorunun çözümüne dair adım atılmamış olur. Çünkü savaş politikaları sürdüğü sürece, Kürt’e düşmanlık siyaseti sürdükçe, tecrit sürer ve bu politikalar sürdüğü sürece, iktidarlar, muhalefeti, demokrasi güçlerini, sivil toplumu tecritle bastırarak, ırkçı, milliyetçi çizgisini hakim kılar. Türkiye’de var olan durum bu. Kürt’e düşmanlık, Kürdistan sorununa düşmanlık nedeniyle adeta Türkiye toplumunun tümünün nefesi kesilmiş durumda. Türkiye’deki emekçilerin, işçilerin, kadınların, gençlerin tümünün yaşadığı sorun, aslında Kürt sorununa dönük çözümsüzlük siyasetinin bir parçasıdır. Ve çözümsüzlük siyasetini toplumun tümüne yayma siyaseti hakim. Çözümsüzlüğün kaynağı da tecrittir. 

‘Sayın Abdullah Öcalan’ın üzerindeki tecrit, Türkiye’deki tüm sorunların kaynağıdır’ dediğimizde, bu anlaşılmalı. Yüzeysel okuyanlar, bunu tecrübe ve deneyimiyle yaşamayanlar, daha çok bir Kürt liderin, bir hareketin liderinin tecrit edilmesi şeklinde okuyor. Oysa bir halk tecrit altında, bir halkın statü talebi tecrit altında, bir halk özgürlük istemi tecrit altında. Yine bir halkın varlığı, inkar politikasıyla tecrit edilmeye çalışılmakta. İmralı gerçeği budur. Dolayısıyla biz ‘Tecrit, Türkiye’nin tümüne yayılacak, tüm cezaevlerine yayılacak, tüm kesimler bundan payını alacak’ dediğimizde, pek anlaşılmamıştı. Ama bugün faşizmin kurumsallaşmaya çalıştığı bir süreci yaşıyoruz. Ve bu faşizmin kendini kurumsallaştırmaya başladığı nokta, Sayın Öcalan’ın tecrit edilmesiyle başladı. Zaten çözümsüzlüğü bu şekilde sürdürülüyorlar. Bu açından biz tecridi tanımlarken, bu bir Türkiye sorunudur, bir Türkiye halkları sorunudur, bir demokrasi güçleri sorunudur dedik. Bir işçinin, emekçinin, bu iktidarın politikalarının mağduru olan herkesin sorunudur tecrit. Devletin sorunudur. Devlet tecridi sürdüğü sürece demokratikleşemez. Devlet çözüm mantığına ya da aklına gelemez. Sayın Öcalan tecrit edildiği sürece, devlet yasalarıyla, zihniyetiyle, demokratik bir cumhuriyete kavuşamaz.

“İmralı tecridi komplo gerçeğine dayanıyor” dediniz, tecrit komplonun devamı mıdır?

Komplo neyi amaçlıyor? Bu komplo aslında Kürt sorununun çözümsüzlüğünü yıllara yayma amacı taşıyor. 15 Şubat komplosu, Sayın Abdullah Öcalan’ın çözüm perspektifine yönelik uluslararası bir darbeydi. Çünkü Kürt sorunundan beslenen uluslararası güçler var. Türkiye’yi teslim almaya çalışan, Türkiye’den taviz koparmaya çalışan, Türkiye’yi çözümsüz bir coğrafya haline getirmeye çalışan uluslararası güçler var. Dolayısıyla, Ecevit’in “Öcalan bize neden verildi, anlamadık” sorusunun cevabı burada yatmaktadır. Çözümsüzlüğü isteyen güçler, Türkiye’nin önüne komployla Sayın Öcalan’ı koydu ve çözümsüzlüğü yıllara yaydı. Hatta Kürtler ile Türkler arasında tarihsel bir çatışma ve kavganın zemini de hazırlanmaya çalışıldı. 

O dönemde Sayın Öcalan’ın girişimi olmasaydı, belki de çok ciddi sorunlar ve tarihsel olarak iki halkı birbiriyle yaşayamaz hale getirecek gelişmeler yaşanabilirdi. Bir boyutu budur. İkinci boyutu, Türkiye bu konuda hangi rolü üstlendi. Türkiye aslında rehin alınmış bir politik lideri, yer yer kendi gündemine ve çizgisine çekmeye çalıştı ancak Sayın Öcalan hem geliştirdiği çözüm perspektifiyle hem demokratikleşmeye dönük paradigmasıyla, yine Kürdistan toplumunun kendini örgütlenme modeli olarak geliştirdiği demokratik ulus zihniyetiyle, aslında bütün bu planları boşa çıkarttı. Dolayısıyla tecrit sürdürülürken, Türkiye’nin çözümsüzlük sürecinin uzamasına yönelik girişimlerinden öte rolü kalmadı. Yani Türkiye’ye bir gardiyanlık rolü verildi. İmralı’da bir sistem oluşturuldu ve derinleştirildikçe de çözümsüzlük sürece yayıldı. 

Tecritte bir ısrar devam ederken, cezaevlerinde bir kez daha açlık grevi eylemi başlatıldı. Neden bu noktaya gelindi?

Sayın Öcalan’ın 2012 ile 2013 yıllarında açlık grevleriyle kısmı olarak önünün açılmasıyla, Türkiye’ye bir demokratik zihniyet havası geldi. Ve o süreçte faşizmin, tekçiliğin, ırkçılığın, aslında son bulduğunu gördük. O yüzden AKP zayıfladı. Dikkat ederseniz, Sayın Öcalan’ın önü açıldığı sürece, tekçilik ve faşizm yeniliyor ve zayıflıyor. İktidar bazı ucuz hesaplarla yer yer Sayın Öcalan’a yaklaşım geliştiriyor, yaklaşmaya çalışıyor ancak özünde Sayın Öcalan’ın İmralı’daki duruşu, ‘Kürtlerin varlık mücadelesine yer arıyorum’ perspektifiydi. Türkiye’de de demokratik cumhuriyeti tekrar canlandırma ve faşist bürokratiğin önünü kesmeye yönelik tezleri vardı ve bu konuda çözüm perspektifinden hiçbir zaman sapmadı. Bütün tecrit politikasına, araçsallaştırılan basit yaklaşımlara karşı Sayın Öcalan’ın duruşu, hep Kürt’e özgürlük, Türkiye’ye demokrasi oldu. Kürdistan’da özgürlük sorunu olan bir halkın sorununu çözme, Türkiye’de demokrasi sorunu olan devleti demokratikleştirme, bu perspektifler hiçbir zaman Sayın Öcalan’ın gündeminden çıkmadı ve bu maya tuttu aslında. Dikkatle edilirse, artık Kürt’ün yalnızlaştırlarak, düşmanlaştırılarak devşirilmeye çalışıldığı bir milliyetçilik, Türkiye’de tutmuyor. Bundan Sayın Öcalan’ın payı büyüktür.

Türkiye’nin Kürt sorununa yönelik çözümü veya çözümsüzlük siyaseti, bir şekliyle Türkiye’deki tüm dinamikleri etkiliyor. AKP ve MHP çökertme planıyla, çözümsüzlükte ve inkarda karar kıldılar. Dolayısıyla direniş ile kırılmaya çalışılan tecrit gerçekliği ortada dururken, bu direnişin geliştiği büyüdüğü, toplumsallaştığı zamanda, çok inanmayarak, istemeyerek de olsa, rejimin geri adım attığını biliyoruz. Geri adım atarak kısmı de olsa Sayın Öcalan’ın en azından görüş hakkının yer yer sağlandığını görüyoruz. Ve bu direnişle gerçekleşti. 2012’de ki büyük direniş olmasaydı, çözüm süreci gelişemezdi ya da geliştirilmezdi. O zamanın hükümeti, devleti böyle bir adım atmak zorunda kalmazdı. 2018-2019’a yayılan açlık grevi, neredeyse on binlerin açlık grevi olarak tanımlanan o direniş ve o direniş etrafında ki toplumsal duyarlılık ve demokratik eylem hattı, en azından bir süreliğine Sayın Öcalan ile görüşme zemininin oluşmasını sağladı. Direniş gerçekleştikçe, devletin inkâr siyasetinin zemini ortadan kalkıyor. Yani bu direnişle oluyor. Direniş geliştikçe bunların, geri adım attığını görüyoruz.  Zihniyet olarak kendini çözüme yatırmış, çözüm için inisiyatif almış, dolayısıyla aslında Sayın Öcalan’ın bir şekilde muhatap alıp bu sürecin nasıl örüleceğine dair yaklaşım sahibi olmuş bir devlet ve hükümet gerçekliği yok karşımızda. Daha çok klasik devlet refleksini sürdürmeye çalışan, Kürt’e zulmü, soykırımı, imhayı katmerleştirerek kat be kat artırarak dayatan bir hükümet gerçekliği var. 

Cezaevlerinde tecride karşı açlık grevi eylemi sürüyor. Siz de biri 2012 yılında tutuklu bulunduğunuz cezaevinde, diğeri ise 2018 yılında DTK Eş Başkanı Leyla Güven’in öncülüğünde İmralı tecridine karşı başlatılan açlık grevi eylemlerine katıldınız. Neden yeniden bu noktaya gelindi? 

Böyle bir zihniyete sahip olan bir rejimin, bir iktidarın, tekrar direnişlerin bitmesiyle tekrar aynı yere geleceği nettir. Bu nedenle demokrasi güçlerinin en büyük özeleştirisi şu: Sayın Öcalan’ın da aslında “bu süreç böyle bitmez” diye bir uyarısı vardı. Rojava’ya yönelik düşmanlık siyasetinin süreceğini, Kürtlerin yönelik yönelimlerin sürdürüleceğine dair değerlendirmeler yapmıştı. Direnişi kesintisiz yapamadık. Süreklileştiremedik. Direnişi kesintisiz bir sürece yayarak aslında sonuç almak mümkündü fakat her defasında hükümetin, devletin, o klasik kurnaz hamleleri, direniş karşısında zorlanınca, yumuşayan, demokratikleşebileceğine dair sinyaller veren, hatta ve hatta tecridi gevşetmeye dönük kararlar alan bir hükümet, ama direnişin bir şekilde rehavete dönüşmesiyle beklentili ruh haliyle acaba ne olacak denildiği anda, tekrar kendini toparlayarak, gücünü de konsolide ederek, daha önceki direniş deneyimlerinden dersler çıkararak daha feci bir zülüm, taarruz ve saldırıya geçiyor. Şuan yaşanan bu.

2012’de AKP hükümeti samimi değildi. AKP “Çökertme Planı”nı MGK’de konuşurken, bir yandan da çözüm sürecini yürüttüğünü iddia ediyordu. O zamanlarda demokrasiden yana olan tüm kesimler, bir rehavete kapıldı. “Çözüm tamamdır, çözüm gelişiyor” rehavetine kapıldı ve dolayısıyla “Çökertme Planı”nın hayata geçirilmesine engel olamadı. Kürtler, demokrasi güçleri şüphesiz direndi ama 2013 ile 2015 arasındaki o süreç iyi değerlendirilemedi. Bir örgütlülüğe dönüştürülemedi. Demokratik siyasetin devreye gireceğine dair Sayın Öcalan’ın belirlemeleri vardı, o gerçekleşemedi örneğin. Dolayısıyla samimi olmayan iktidar, bir şekilde masayı devirerek, yeni bir taarruz süreci başlattı. Ve bugüne gelindi. 2018 ve 2019’daki direnişte aslında bir şekilde böyle bir direnişti. Leyla Güven ile birlikte on binlerin başlattığı açlık grevi, tecridi kıramadı ancak araladı. Ancak direnişi ve demokrasi eylem hattını süreklileştirmeyen muhalefet ve demokrasi güçleri, tekrar derinleştirilmiş bir tecdit gerçekliğiyle karşı karşıya kaldı.

Tecridin tüm Türkiye’ye yayılması karşısında, şuanda aslında çok meşru bir taleple tutsaklar direniş geliştiriyor çünkü adalet yok. Hukuk, yasa, demokratik olmamasına rağmen uygulanmıyor. Türkiye’de yaşayan herhangi bir bireyin güvenliği yok. Toplumun demokrasi, açlık, doğa talanı sorunu var. Dolayısıyla tecrit edilmiş bir toplum gerçekliği var. Dolayısıyla tutsakların bu direnişi son derece meşru bir zeminde gelişiyor. Yani insanlar 25 yıl 20 yıl cezaevinde kalıyor ancak tahliye günü geldiğinde infazı yakılarak bu süre. 4-5 yıl uzatılıyor. Görülmüş bir şey değil bu dünyada. Zindanlarda büyük bir haksızlık ve zülüm var. Örneğin, çıplak arama işkencesi var. Yine pandemide siyasi tutsaklar adeta ölüme terk edildi. Tutsaklar şuan dönüşümle ve süreli bir şekilde direniş geliştiriyor. Şüphesiz toplumsal kesimlerin gündemine yeteri kadar girmedi bu direniş. Hala biz, işin ciddiyetinin farkında değiliz. Düşünün bu bir uyarıdır.

Açlık grevleri bir uyarı mı?

Tutsakların dönüşümlü ve süreli eylemlerini bir uyarı olarak ele alıyoruz. Bunun süresiz ve dönüşümsüz eyleme dönüştürülme ihtimali ve seçeneği, pandemi koşullarında ürkütücü sonuçlara yol açabilir. Bu açıdan bizim çağrımız; bir an önce tutsakların sesi duyulmalı. Ve hükümet, devlet, tutsakların taleplerine kulak vererek, adım atmalı. En önemli şey bu. Fakat adım atılmıyor, iktidar insanları ölüme terk ediyor diye, bizim sessiz kalmamız, izleyici olmamız düşünülemez. Bu yüzden bizde aslında HDP olarak açlık grevlerini takip eden bir komisyon kurduk. Bu komisyon acil bir eylem planı üzerinde çalışıyor. Toplumsal kesimlerle, sivil toplum örgütleriyle, sağlık kuruluşlarıyla görüşerek aslında bu sürecin kayıplara yol açmadan aşılmasına dönük bir girişimimiz var. Ama tutsakların taleplerini haklı meşru ve yerine de buluyoruz. Tutsakların taleplerinin yerine getirilmesine dönük bir çözüm taraftarıyız. Çünkü irade onların, karar onların. İnisiyatif geliştirilmiş. Bize düşen haklı taleplerine destek vererek, bir an önce hükümetin adım atmasını sağlamak.

Parti Meclisinizin 10 Ocak’ta gerçekleştirdiği toplantıda yeni bir kampanya kararı aldığı açıklandı. Nasıl bir kampanya, kapsamı ne olacak?

HDP Parti Meclisi çok verimli ve kapsamlı bir toplantı yaptı. Bu toplantıda açığa çıkan çok önemli sonuçlar alındı. AİHM’in Demirtaş ve diğer HDP’li seçilmişlerle ilgili aldığı kararda, Kürtlerin siyaset yapma organı olan DTK’nin, çok meşru çok haklı bir mücadele yürüttüğüne dair belirlemeler var. DTK’ye yönelik kapatma ve yasaklama politikasının hukuk dışı olduğuna dair tespitler var. Dolayısıyla AİHM’in verdiği karara karşılık, hükümetin bu konuda adım atmaması, bizzat Cumhurbaşkanının devreye girerek, “böyle bir kararı tanımıyoruz” demesi, bizler açısından çok kapsamlı bir mücadele gerekçesidir. Bunun karşısında demokratik direniş hattı örülmeli. Biz boğulmaya ve tasfiye edilmeye çalışılan siyasi bir partiyiz. Hükümet, meydanda, mitinglerde, Meclis’te bizimle baş edemediği için bu defa yargıyı, yasaları, devletin araçları ve zor gücünü kullanarak bizi tasfiye etmeye çalışıyor. AİHM kararı, bu uygulamalara dur diyor. 

Bu uygulamalara anti demokratik diyen, yasa dışı diyen bir karar. Onun dışında HDP’yi kuşatma, kapatma tehditleri söz konusu. Bunları ciddiye almıyoruz. HDP’yi kapatmaları, belli yönleriyle yargının veya zor gücünün kullanılarak tasfiye edilmeye çalıştığı bir ortamda HDP’nin gündemi direniştir. Dolayısıyla Parti Meclisi toplantımızda topyekün bir direnme kararı alındı. Bu bir demokratik hamle olarak yakın zamanda adalet ve özgürlük temasıyla yine aş, iş temasıyla başlatılacak ve kamuoyuna duyurulacak. Bunun hazırlığı içindeyiz. Biz Şubat ayının başında kamuoyuna, Türkiye’deki sivil topluma, demokrasi güçlerine, kadına ve gençliğe, bu faşist uygulamalardan rahatsız olan herkese, çok kapsamlı bir çağrımız ve eylem planımız olacak. Parti Meclisimiz bunun çerçevesini belirledi. Şimdi gerekli hazırlıklar yapılıyor.

HDP’nin kapatma tehditlerinin gündeminizde olmadığını söylediniz ancak sormak istiyorum. Üye ve yöneticilerinizin gözaltına alınıp tutuklanması, Kobanê Davası… MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin bu söylemini nasıl okumalı?

HDP’yi kapatma söylemi, baş edilmeyen, bir türlü başı eğilemeyen bir siyasi mücadele ve hattın, başka argümanlarıyla ile hedef haline getirilme söylemidir. Evet, Bahçeli’nin kapatmaya yönelik çağrıları, talimattır. Hatta talimatı aştı, yalvarmadır. Daha önce tüm bu provakatif değerlendirmeleri, Türkiye’yi başka bir noktaya çekmeye çalışan karanlık güçler yapardı. Bütün darbeler, böylesi süreçlerin örülmesiyle gerçekleşmiştir. Yani kişileri hedef haline getiren, siyasetçileri sokak ortasında linç eden, parti ve dernekleri kapatan ya da bir karşıtlık politikası üzerinden düşmanlaştıran süreçler, hep darbe öncesi süreçleri hatırlatır. Dolayısıyla Bahçeli’nin kapatma söylemleri, AKP’nin HDP’yi tasfiye etme politikasıyla koordinelidir. Net söylemekte fayda var: AKP Eş Genel Başkanlarımızın tutuklamasıyla başlayan son 5 yıllık süreçte, HDP’yi zayıflatma, tasfiye etmek, baraj altında bırakmak için kapsamlı bir şekilde çalışıyor. AKP bu politikanın stratejik aklının oluşturuyor. Bu zaten kapatmadan daha kötü bir siyaset tarzı. Ama küçük ortağın ‘bu kadar uğraşmaya gerek yok, kökten kapsının kilidi vuralım’ söylemi, aslında AKP’ye yönelik de bir mesajdır. Bir teslim alma siyasetini barındırıyor. Biz işin orasıyla ilgili değiliz. Kendi çelişkileri, kavgaları var. Şuan MHP, AKP’yi belli bir rotaya itmeye çalışıyor ve AKP’yi aslında olduğu yerden daha kötü bir pozisyona çekmeye çalışıyor. Aslında AKP aklıyla, zihni kodlarıyla, bu pozisyona gelmeye teşnedir.

AKP farklı mı düşünüyor?

AKP yönetimi bundan farklı düşünüyor demek, saflık olur. Fakat bunlar gerçekleşirken, bizde şunu diyoruz; Kürtleri tekrar parti kapatmakla, tekrar siyaset sahnesinden silmekle sınamayın. Bunu denediniz, çok denendi. 30 yıl 20 yıl önceki gündeme geri dönülüyor. AKP’yi kapatmak için kampanyalar düzenleyen güçler, şimdi AKP’yle kol kola HDP’yi kapatma çağrıları yapıyor. Bu süreçte Perinçek ve grubu HDP’yi kapatmak için defalarca AKP’ye çağrılar yaptı. AKP, Perinçek ve grubunun AKP’yi kapatmaya yönelik kampanyalar yürüttüğünü unuttu mu? MHP kapatmaya destek verirken, özelikle AKP’nin kapatılmasının ve yetkilerinin siyaseten yasak hale getirilmesi konseptini savunurken, AKP’liler ne düşünüyordu? Dolayısıyla bu kadar tutarsız, çıktığı yerden o kadar uzaklaşmış bir iktidar partisi var. Evet, AKP, demokratik siyaseti tasfiye etme ve HDP’yi kapatma planının tam da merkezindedir. Stratejik akıl kesinlikle AKP tarafından yürütüyor. Bahçelinin kapatmaya yönelik çağrıları ciddiye alınacak çağrılar değil. Siz zaten yaklaşık 5 yıldır, kapatmaktan beter bir politika yürütüyorsunuz. Bu nedenle kapatma tehditlerine yönelik, Kobanê’nin rovanşı niteliğindeki Kobanê davasına yönelik çok kapsamlı bir hazırlığımız ve direniş kararlığımız var.

Bir demokratik direniş hattını öreceğiz ve bunlara bir şekilde cevap vereceğiz. Kapattıklarında 6 milyon insan nereye gidecek? Tercihlerini neden yana kullanacaklar? Ya da bu parti, yöneticilerini içeri attığınızda, 6 milyonun içinde yeni yöneticiler çıkaramaz mı? Yani bunlar beyhude çabalar. Türkiye’yi küçük düşüren, devlet ciddiyetiyle bağdaşmayan tutumların bir an önce terk edilmesi gerekiyor. Biz ne Millet İttifakı nede Cumhur İttifakının arasında tercih yapmak zorunda değiliz. Bizim bir hat ve çizgimiz var. Ve bu çizgi Türkiye’ye barış ve demokrasi vaat ediyor. Türkiye’nin gençlerine ve kadınlarına özgürlük vaat ediyor. Dolayısıyla biz, devletin iktidarı üzerine kavgaya tutuşmuş iki tarafı tercih etme mecburiyetinde değiliz. Ama bazı girişimler, bazı tutumlar, bizi bir yerlere itmeye, bir yerlere eklemlendirmeye yönelik bir siyasete mecbur kılmaya çalışıyor. Biz buna gelmeyeceğiz. 

Dolayısıyla çağrımız şudur; demokratik siyasetle uğraşmış olan tüm arkadaşlarımızın bir an önce özgürlüğüne kavuşması gerekiyor. Tecridin kaldırılması ve Öcalan’ın tekrar çözüm perspektifiyle muhatap alınması gerekiyor. Siyaset parti kapatma bir yana, siyaset yapmaya çalışan herkesin tercihini özgürce kullanabilmesi ve daha fazla siyasi partinin kurulmasının Türkiye’ye demokrasi getireceğine inanıyoruz. Parti kapatmak değil, daha fazla parti açılmalı. Bir parti kurulmaya çalışıyor, muhatap yok. İçişleri Bakanı dilekçesini almıyor, kabul etmiyor ve işleme koymuyor. Zaten bu bir kapatma yöntemi. Siyaseten alanların tümünü Kürtlere kapatma yöntemiyle yanlış yapıyorsunuz. Bunu denediniz. Kürt’e inkarı dayattınız, Kürt’ü demokratik siyasetin dışına ittiniz, Kürt’ü kayyımla terbiye etmeye ve teslim almaya çalıştınız, Roboski ve daha nice katliamlarla Kürt’ü sindirmeye çalıştınız ancak sonuç alamdınız. Sonuç alamazsınız. O yüzden doğru olan perspektif çözüm perspektifidir, diyalogdur. Buna gelmediğinde AKP, tarihin çöp sepetine gitmeye mahkumdur. Çözümsüzlüğün yol olmadığını, AKP’den önceki iktidarlar da çok iyi biliyor. Dolayısıyla ya çözüme gelecek ya da yenilgiye uğratılacak. Yenilgiye uğratacak mücadeleyi geliştirme iradesine sahibiz. Ve bu konuda kararlıyız. Halkımızla Türkiye’deki bu gidişata razı olmayan herkesle, bu direnişi örüp, bu iktidarı göndermeye hazır olduğumuz belirtmek istiyoruz.

Partinizin eski Eş Genel Başkanları ve MYK üyelerinizin de aralarında bulunduğu 108 siyasetçi hakkında Kobanê eylemleri gerekçesiyle dava açıldı. Siz de KCK Ana Davası kapsamında yargılandınız. KCK Ana Davası ile Kobanê Davası arasında bir benzerlik olduğunu düşünüyor musunuz? 

Yargı Türkiye’de el değiştirir ya da eğilimi değişir ancak Kürt’e olan yaklaşımı değişmez. Bu Türk yargısının yazılı olmayan değişmez kanunudur. Düşünün, beni yargılayan, bana ceza veren hakim, şuan tutuklu. Tutuklanma sebebi de yargıyı amacı dışında kullanmak ve kumpaslar aracılığıyla insanları cezaevine göndermek. Bugün o dava üzerinden KCK Ana Davası sürdürülüyor. Tekrar aynı zihniyetle yargılama yapılıyor. Kobanê Davasında ki süreçte aynı şekilde ele alınabilir. Bakın, Kobanê Davasını yürüten yargıçların büyük bir kısmı, talimatla Demirtaş’ı içeride tutan yargıçlardır. AİHM kararına direnen yargıçlardır. Kobanê dosyasına büyük bir kumpas denilebilir ama ondan öte bir kenti savunmak için demokratik eylem hakkını kullanan bir siyaseti tasfiye etme girişimidir. IŞİD gibi barbar bir örgütün, bir kenti yok etmesine karşı, tepki ortaya koyan insanların yargılandığı bir dünya yok. 

Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir yargılama yok. Eylemlerde, öldürülen insanların kimler tarafından öldürüldüğü ortada. Öldürülen insan demokratik hakkını kullanmaya çalışan, “Kobani de katliam var, ey Türkiye, yol açın” diye bas bas bağıran insanlardı. Onlar katledildi. Ve katledilenlerin yüzde 99’u polis ve asker kurşunuyla katledilmiş. Siz bir polis ve askerin yargılandığı bir sürece tanıklık ettiniz mi? Edemezsiniz ama askerin ve polisin kurşunuyla ölen insanın hesabı bugün Demirtaş’tan, HDP’den, MYK üyelerimizden soruluyor. Hayatı boyunca demokratik mücadele yöntemini benimsemiş bu insanlar, polis ve asker kurşunuyla ölenlerin faili olarak yargılanıyor. Bu büyük bir kumpas ve oyun var. Bu oyunu boşa çıkaracağız. Kobanê dosyasında yargılanacak olan AKP’dir. Yargılayacak olan biziz, demokrasi güçleridir. Bu çok nettir. Bu konuda kimsenin kuşkusu olmasın. Öyle bir iddianame var ki sanırsınız mizah dergisi. Dolayısıyla bu konuda mücadele hattımızı tüm bunları ele alarak örüyoruz. Bu sürece dairde kapsamlı bir hazırlığımız var, komisyonlar kuruldu. 25 Nisan’da görülecek davaya büyük bir hazırlık yapıyoruz.

Yargıçların AİHM kararına direndiğini söylediniz. Bir yandan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Kendimizi Avrupa'da görüyoruz” söylemi, diğer yandan AİHM kararının uygulanmaması… 

Cumhurbaşkanı ve yönetimi çok tutarsız bir siyaset izliyor. Yönü Avrupa’ya dönük olan bir devletin AİHM kararını bir saat bile gecikmeksizin uygulaması gerekiyor. Yönü Avrupa’ya dönük olan, kendini Avrupa’nın demokratik değerlerine tabi gören bir devlet, parti kapatmaktan ve partiye operasyon yapmaktan bahsetmez. Parti kapatmak Avrupa Birliğine yüzünü dönmüş bir devletin lügatinde olamaz. O yüzen bunlar politik olarak atılmış kimi hamlelerdir. Bu politikanın amacı ne? Türkiye derin ekonomik kriz yaşıyor. Çözüm bulunamıyor, dolayısıyla yatırımcıya güven verici söylemler geliştirmeye çalışılıyor. Biz AKP’nin yönünü, Avrupa Birliğinin demokratik değerlerine doğru dönmesi gerektiğine inanıyoruz. Fakat bu gerçeği, bu samimiyeti maalesef görmüyoruz. Bu politik bir hamledir. Kandırmaya ve zaman kazanmaya yönelik bir hamledir. 

Aslında ABD’de seçimleri kazanan Joe Biden ve yönetimine dönük kimi mesajlar veriliyor. Zaten Biden’in ABD seçimini kazanmasının ardından AKP rejimi, büyük bir dostunu ve ahbabını kaybetti. Trump gibi siyasi tutarsızlıkta nam yapmış bir siyasetçiyle ittifakı bitti. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı, yeni söylemlerle, kimi yeni tespitlerle tekrar durumu yumuşatmaya çalışıyor. 

Yargıda reformun önümüzdeki günlerde açıklanması bekleniyor. Beklentiniz nedir? 

Cumhurbaşkanının yargıda yapacağı reform nedir? Derhal bu anti-demokratik yasaların kaldırılması, birçok konuda insanların mağdur edildiği KHK’lerin iptal edilmesi, yine siyasetin tutsaklar serbest bırakılması, tecridin kaldırılmasıdır. Yargı reformu Türkiye’de budur. İnsanların işlerine dönmesini sağlayacak yasal düzenlemelerin yapılması. Peki, tüm bunlara karşın ne yapılıyor, yeni cezaevleri inşa ediliyor. Ekonomik kaygılarla yapılmış tespitler ve değerlendirmelerdir, mevcut yönetimin karakterine bakıldığında hükümsüzdür diye düşünüyoruz.

Parti olarak Cumhur İttifakı ve Millet İttifakı’na bugünkü bakış açınız nedir? 

Biz Cumhur ve Millet ittifakının Türkiye’nin sorunlarına çözüm üretebilecek bir perspektife sahip olduklarını düşünmüyoruz. Ne Millet İttifakının Türkiye’nin esaslı sorunlarına çözümü var, nede Cumhur İttifakının. Cumhur İttifakı zaten ucube bir rejim oluşturarak, faşizmi kurumsallaştırmaya çalışıyor. Millet İttifakı ise 80 yıldır Türkiye’nin birçok sorununa cevap olamamış parlamenter rejime geri dönüş sağlamaya çalışıyor. Sanki bu tekçi rejimden önceki rejimler çok demokratikmiş gibi bir özlemle, Türkiye toplumuna bu vaat ediliyor. Bizde Türkiye’de bir bütün olarak devletin demokratikleşmesini sağlayabilecek bir projeye sahibiz. Demokratik cumhuriyet tezimiz, bir bütünen Türkiye’de mağdur edilmiş, sistemin dışına itilmiş tüm kimliklere özgürlük ve kendini ifade etme ve var olma zemini sağlayabilecek bir projedir. Demokratik cumhuriyet projemiz aslında temsili demokrasinin, tamamen halk tarafından denetlenerek, yerel meclisler, yerel mekanizmaların güçlendirildiği, yerel yönetimlerin esas bağlayıcı karar alabileceği bir modeldi. 

Sizin de “Üçüncü Yol” olarak adlandırdığınız Demokrasi İttifakı ile ilgili ne tür çalışmalarınız var?

Bizim Türkiye’de demokrasi ve özgürlükten yana olan, kadınların özgürlüğünü vadeden bir siyaset anlayışımız var. Biz bu siyaseti örüyoruz. Bu açıdan, bu iki bloğun dışında kalmış, bu iki ucun dışında kalmış tüm güçlere kapımız açık. Ve ilkemizde demokrasi ve özgürlüktür. Buna yönelik çalışmalarımız sürüyor. Görüşmelerimizde de var. Hem Kürdistan hem Türkiye’de buluşmadığımız hiçbir gücün kalmayacağı kararlılığı ile bu çalışmaları yürüteceğiz. Bizim esas hedefimiz, toplumu örgütlemektir. Biz AKP’nin gerçek yüzünü gören, defalarca AKP’ye destek veren, CHP’den ve diğer partilerden medet uman ancak umduğunu bulamayan ve dolayısıyla güven kaybı yaşayan toplumsal kesimlere açılmayı ve örgütlemeyi hedefliyoruz. Biz Üçüncü Yolu örerken, aslında toplumu muhatap alıyoruz. Masa başındaki ittifaklar yapmıyoruz, toplumsal zeminde bir araya gelişin oluşturduğu bir birliktelikten bahsediyoruz. İktidar kavgasına girmiş iki güçten birini tercih etmek zorunda değiliz. Demokrasi güçleri kendi yolunu örgütleyip, toplumsal desteği büyütebilir. Bunun zemini de Türkiye’de her zamankinden daha fazla var.

Röportaj: Özgür Paksoy - Cahit Özbek

21 Ocak 2021