Temelli: Karar vakti, ya demokratik cumhuriyet ya da otoriter rejim

Eş Genel Başkanımız Sezai Temelli'nin Mezopotamya Ajansı'na verdiği röportaj:

AKP iktidarının kendisine muhalif herkesi içeride “terörist”, dışarıda ise “düşman” olarak gördüğünü belirten HDP Eş Genel Başkanı Sezai Temelli, “Karar vakti, ya demokratik cumhuriyet ya da otoriter rejim” diyerek, erken seçim için tarih verdi.

AKP iktidarının 17 yıldır yönettiği Türkiye, 2020 yılına, başta ekonomi olmak üzere iç ve dış siyasette yaşanan krizlerin yanı sıra toplumsal alanda derinleşen kutuplaşmayla giriyor. Geride bırakılan yıl içerisinde ülkede günden güne büyüyen yoksulluk nedeniyle birçok intihar vakası yaşandı. Sofrasına ekmek koyamayan yurttaşların önüne ise, son günlerde ısıtılan Kanal İstanbul gibi projeler ve Libya’ya asker gönderme gündemleri konuldu. Yürütülen bu siyasete en çok itiraz Halkların Demokratik Partisi’nden (HDP) geldi. HDP, bu nedenle iktidarın hedefi haline geldi, en ağır baskı ve saldırılara maruz kaldı. 

HDP Eş Genel Başkanı Sezai Temelli, açıklanan asgari ücretten Kanal İstanbul Projesi’ne, Libya’ya yönelik tezkere hazırlığından muhalefetin siyaset tarzına ve AKP içinden çıkan partilere dair gündemde öne çıkan pek çok farklı başlıktaki sorularımıza yanıt verdi. 

2020 yılı bütçesi tartışmalar altında kabul edildi. Baktığımızda güvenlik harcamalarına ayrılan pay daha da yükseldi. Asgari ücret ise, açlık sınırıyla neredeyse eşdeğer, 2 bin 324 TL olarak belirlendi. Siz bu durumu “Kürde mermi, Türk'e siyanür düştü” diyerek özetlemiştiniz. Devletin güvenlikçi bir bakış açısına hapsolması ne kaybettiriyor?

AKP iktidarı 18’inci bütçesini yaptı. 18 bütçeye dönüp baktığımızda bir trend olduğunu görürüz. Bir kere neo-liberal politikaların bütçesidir. İkincisi, bir savaş bütçesidir. 18 yıl boyunca aslında istikrarlı bir şekilde bu bütçe anlayışı devam etti ve giderek savaşa ayrılan pay dediğimiz güvenlikçi politikaların kapladığı hacim büyüdü. Bütün olarak bütçeye baktığımızda 240 milyar liraya kadar çıkıyor bu rakam. Belli güvenlik harcamalarını örneğin İçişleri Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı bütçelerinin içinde göremeyebilirsiniz. Farklı kalemlerin altına gizlenmiş harcamalar var. Bütün bunların analizini yapıp, toplamını aldığınızda, rakam 240 milyar liraya kadar çıkıyor. Devasa bir pay ayrılmış oluyor. Başka hiçbir alana bu kadar büyük bir pay ayrılmıyor.  

2002’den bugüne bu trend de aynen devam etti. Diğer taraftan bütçe neo-liberal bir aklı da korumaya devam ediyor. Onda da yükselip giden bir şey var. Nedir? Emekçiye daha az kaynak, öğrenciye, öğretmene, kısacası toplumun bütün kesimlerine olabildiğince az kaynak. Bir kesime daha fazla kaynak. Kime? Müteahhit dediğimiz, Saray’ın çevresinde oluşmuş sermaye grubuna kaynak aktaran bir bütçe. 

Bütçenin iki karakteri var. Birinci, Saray’ın çevresindeki sermaye yapısını besleyen, bu vesileyle Saray’ı da finanse eden bir bütçe. İkincisi ise, savaş politikaları. Aslında savaşa ayrılan güvenlikçi bütçenin de etrafında bir sermaye grubunun olduğunu son zamanlarda televizyon programlarına yansıdığını çok net gördük. İşte Tank Palet Fabrikası mevzusu üzerinden aslında o alana da bir kaynağın, bütçenin aktarıldığını görüyoruz. İkili bir karakteri var bütçenin. 

Aslında halkın bütçesidir. Halkın kaynakları, halktan alınıp bu kesimlere veriliyor. Sonuç olarak toplum daha fazla yoksullaşıyor, çok daha ağır bedeller ödüyor. Bu ağır bedellere karşı itiraz etmeye kalktığında da çok ciddi bir şiddetle karşılaşıyor. Bu AKP iktidarının ayakta durabilmesi için çok uzun bir süredir başvurduğu bir yöntem. Özellikle ben bunu 5 Nisan 2015’ten başlatıyorum. Tecrit ile ilişkilendirerek, bir referans olarak çoğu konuşmamda gösterdim. Türkiye kamuoyu bunu bir türlü anlamak istemiyor. Aslında orada bir hukuksuzluk başlıyor. O hukuksuzluk, bütçe hakkı hukukunu da yutuyor. O günden bugüne giderek artan bir eğilim var. 

AKP iktidarı sırf bunun devamını sağlayabilmek için demokrasiden, hukuktan kaçabilmek için sistem değişikliğine gitti. Sistem değişikliği aslında bir yerde bu gidişatı teminat altına alan bir yapıyı işaret ediyor. Gidebilir mi? Yol alabilir mi? Alamaz, alamadığını zaten görüyoruz. Neden? İnanılmaz bir yoksulluk, inanılmaz bir şiddet, inanılmaz bir mağduriyet iklimi yaratıldı. Bir mağduriyet coğrafyası yaratıldı. 

Asgari ücret dediniz, işte bunun son örneği budur. En son dönüp asgari ücrete baktığınızda, bir ay boyunca toplandılar, toplandılar, 2 bin 324.7 TL gibi bir rakam çıktı. Şunu da anlamıyorum. 24 lira 70 kuruşu bile yuvarlamamak, gerçekten artık insanlarla, emekçilerle alay eden bir zihniyetle karşı karşıyayız. Türkiye’de 4 kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı 6 bin 800 TL. Dört kişilik bir ailede asgari ücretle iki kişi çalışsa, yoksulluk sınırına ulaşamıyor. O yüzden hep şunu savunduk, asgari ücret yoksulluk sınırının yarısı olursa, bir nebze başlangıç ücreti olabilir. Ama başlangıç ücreti. Burada iki kritik şey var. Bir; asgari ücret yoksulluk sınırından çok çok uzağa düşüyor. Açlık sınırında bir ücret, yani yoksulluğu kalıcılaştırıyor, derinleştiriyor, yaygınlaştırıyor. İki; asgari ücret işe başlama ücretinde bir asgari düzeyi belirlemekten daha çok, Türkiye’de neredeyse ortalama ücret olmuş durumda. Emekçilerin çok çok büyük bir kısmı asgari ücretle çalışıyor. 

Bir de şöyle bir tarafı var. Asgari ücret bir göstergedir. Hem diğer ücretlerin belirlenmesinde hem de özellikle toplumsal emek alanındaki fiyatların ortaya çıkmasına etki eder. Asgari ücret ister istemez çiftçileri etkiler. Ürettiğiniz ürünü taban fiyatlarının ne olacağına etki yapar. Asgari ücret esnafı etkiler, esnafın nasıl ticaret yapabileceği üzerinde önemli etkisi vardır. Asgari ücret kadınları etkiler, en çok da kadınları etkiler. Kadın yoksulluğu ki en başta gelen yoksulluk kategorilerinden biridir. Asgari ücret çocukları etkiler, eğitime dair donanımlarını etkiler. O yüzden önemli bir göstergedir. Biz asgari ücrete karşıyız. 

İktisatçı kimliğimle de uzun yıllar bunun üzerinde çalıştım. Bazen şöyle bir şey duyarsınız ya; insanlık onuruna yakışır bir asgari ücret olmalı. Adı üzerinde asgari ücret insanlık onuru ile bağdaşacak bir şey değil. O yüzden yurttaş geliri üzerinden yoksullukla mücadele edebilecek bir başlangıç ücretine ihtiyaç var. Ama yoksulluğu kalıcılaştıracak bir şey değil, mücadele edecek bir ücret politikası yaratılmalı. 

Bu nasıl olur? İktidardan bekleyerek olmaz. Hele hele böyle bir iktidardan hiç olmaz. Bunu yolu emekçilerin örgütlü mücadelesiyle, sendikal mücadeleyle mümkün olacaktır.

Ekonomi politikasını tecrit ile bağlantılandırdınız. İmralı’da PKK Lideri Abdullah Öcalan’a yönelik tecrit devam ediyor, tecridin tüm ülkeye yayıldığı saptamasıyla birlikte. İstanbul seçimleri hesabıyla sonlandırıldığı açıklanmasına rağmen sürdürülen tecrit, hükümetin siyasetinde nasıl bir yere sahip?

Tecrit 21 yıldır sürüyor. Kavramları da iyi yerleştirmemiz lazım. Son 5 yıl, mutlak tecrit kısmı. Son 5 yıla referans vermemin nedeni, tecrit hukuku özellikle sistem değişikliğini biçimlendiren bir hukuku var etti, tecridi yaygınlaştırdı. PKK Lideri Abdullah Öcalan’a uygulanması tecrit. Mutlak tecrit ise, PKK Lideri’nin ötesinde, yani Türkiye ve Ortadoğu’da barışa dair bir çözümün adresine de tecrit uygulanıyor. 

Benim için en kritik şey bu. Tecrit ile mutlak tecridi ne ayrıştırıyor derseniz, benim yaklaşımım ve en önemli gördüğüm mesele şu: 2013-2015 arasında ve son mesajlarında da dile getirdiği gibi, ‘Ben hala 2013 noktasındayım’ demişti. Bu kritik bir açıklama. Dolayısıyla mutlak tecrit 2013’ten sonra olası bir demokratik çözüm, olası bir onurlu barış, olası bir bölgeye -Suriye dahil- istikrar getirebilecek adımların atılmasına yönelik her şeyin önünün 5 Nisan’dan kesildiğini görüyoruz. Mutlak tecrit, buna uygulanan bir tecrit. 

Diğer tecrit, 21 yıldır sürüyor. O, PKK Lideri Abdullah Öcalan’a uygulanan. Bu aradaki nüans önemli. Bu da aslında Öcalan’ın ne denli önemli bir adres olduğunu bize bir kez daha hatırlatıyor. Neden? Çünkü mutlak tecrit dediğimiz mesele, demokratik çözüm, demokratik anayasa, demokratik cumhuriyet. Yani demokratik dediğimiz sıfatı hak eden bütün gelişmelere uygulanan bir tecrit olmuş oluyor. 
Peki, Sayın Öcalan’ın mutlak tecrit altında olmadığı koşullarda, bu demokratik gelişmelere katkısı mı olurdu? Yoksa olmaz mıydı? 2013-2015 arası bize şunu söylüyor, katkısı olurdu. Mutlak tecridi deşifre edecek olan da burada saklı.

Hükümetin sıkışma anlarında başvurduğu kutuplaştırma siyasetinin son örneği Kanal İstanbul Projesi oldu. Nitekim MHP Lideri Devlet Bahçeli de projeye karşı çıkanları “gayri milli” ilan etti. İktidar bu proje ile siyaseten ne amaçlıyor? 

Ekonomide belli bir teknik var. Her şeyden önce iktisadi açıdan fonlama yaratmanız lazım. Bunu vergiler yoluyla yaparsınız, borçlar yoluyla yaparsınız, bir de projeler yoluyla yaparsınız. Kanal İstanbul Projesi, özellikle hükümetin iktisadi olarak sıkışmış olduğu durumdan çıkmak için bir umut vaat ediyor. 

İşte parsel parsel oraları satacak, kanalın kendi projesinin başlangıç değeri -kendi söyledikleri rakam- 20 milyar TL. Bu en az 4’e, 5’e katlanır. Etrafındaki inşaatlar, şunlar bunlar, iktidar 2028’e kadar bir iktisadi canlılık, iktisadi çevrim yaratabilecek önemli bir yer olarak görüyor kanalı. O yüzden de ‘Kim ne derse yapacağım’ diyor. Kendisi açısından önemli bir fon adresi olarak görüyor. 

Türkiye’nin geleceği yok olmuş, işte ekolojik yıkım olmuş, tarihi yıkım olmuş, hiç umurunda değil. Kendisinden sonrasına tufan olarak bakıyor. Dolayısıyla bütün enerjisini kanala vermesinin nedeni, bu sıkışmışlığı aşabilecek büyük bir projeye ihtiyaç var. İşte Osmangazi’de de aynı şeyi yaptılar. Şehir Hastaneleri’nde aynı şeyi yaptılar. Marmara, diğer şeyler… ‘Bunlar ihtiyaçtı, yaptık’ diyorlar. Kamu hizmeti ve kamusal yatırımlarda ihtiyacı toplum belirler. Toplum ihtiyaçlarını seçimlerde ortaya koyar, bütçede ortaya koyar, mücadelesi ile ortaya koyar. Toplumun öncelikli ihtiyaçları bu değil. Belki günün birinde Türkiye’nin Osmangazi Köprüsü’ne ihtiyacı olabilirdi. Ama Osmangazi Köprüsü’nden önce toplumun ihtiyaç duyduğu şeyler vardı. Osmangazi Köprüsü’nden 3’üncü köprüye kadar yapmış oldukları bütün projeler, aslında kendi iktisadi çıkarları ve iktidarlarının ömrüyle alakalıydı. Toplumun ihtiyaçlarıyla alakalı değil.

Şimdi Kanal İstanbul, bütün projelerin toplamından daha büyük. Çünkü etrafında bir buçuk milyonluk bir kentin yeniden kurulması, artı kanal, artı diğer projelerle birlikte devasa bir iktisadi çevrim yaratacak bir işin peşinde koşuyorlar. Bunun bir bedeli olacak mı? Çok büyük bedeli olacak. O zikrettiğimiz rakamlar, fonlamalar, iktidarın ömrünü uzatırken, dile getirdiğimiz rakamların bir de ödeyenleri olacak. Kim ödeyecek? Emekçiler, işçiler, kadınlar ödeyecek. Bu toplumda, iktidar tarafından mağdur edilmiş olanlar, bunun bedeline katlanacak. Bir de savaşın mağdurları ödemeye devam edecek. Çünkü iktidar aslında bu fonlamaya bağlı olarak, bakın kanal ile ilgili konuşmaların için askeri meseleler de var. Militarist bir söylem de var. Silahlanma yarışı devam ediyor. 

Montrö Sözleşmesi bu kapsamda mı?

Montrö tartışmaları evet, ama onun da ötesinde Türkiye’nin gündemine çok yakında savaş sanayiye bağlı olarak helikopter gemileri gelir, uçak gemileri gelir, o gelir, bu gelir. Sermaye birikimi böyle genişler. Türkiye kendisine düşman aramaya devam ediyor. Savaş arıyor Türkiye. İktidar her yerde savaş arıyor. Suriye kesmedi, şimdi Libya’ya gidiyor. Bir savaş sanayi… Dolayısıyla savaşın mağdur ettiği kesimler de bunu ödeyecek. Bununda başında Kürt halkı geliyor. 

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin Libya’ya asker göndermesine ilişkin Tunus’ta “Türkiye davet alırsa icabet eder” dedikten sonra “Meclis açılır açılmaz inşallah yapacağımız ilk iş Libya’ya asker gönderme tezkeresini getireceğiz" dedi. Nitekim beklenen o davet de geldi. Sizin bu tezkereye HDP olarak tutumunuz ne olacak?

Biz bu konuda çok istikrarlıyız. Her tezkereye “hayır” diyoruz. Biz tezkerelere karşıyız. Bir kere militarist her akla karşıyız. Savaş politikalarına karşıyız. Bu iktidar savaş politikalarından besleniyor. Herkesi “terörist” yaptı, herkesi “düşman” yapıyor. İçeride herkes “terörist”, dışarıda herkes “düşman”. Bakmayın Rusya’ya, ABD’ye gidiyor. Gidiyor geliyor ama onlar da bir “düşman” konseptinin içinde. Türkiye’nin dış politikası böyle paranoyak bir hal almış durumda. Gerçekten ciddi bir sorunla karşı karşıyayız. Türkiye’deki herkes buna refleks göstermeli, itiraz etmeli. 

Sevindirici bir şey var. Bugüne kadar Meclis’e gelen tezkerelerde, HDP dışındakiler yan yana diziliyorlardı. Saçma sapan argümanlar. Türkiye’nin yok bekası, Türkiye’nin geleceği... Türkiye’nin bekasını riske atan tam da bu politikalar. Aklıselim birisi oturup değerlendirse bunu görecek. Ama şimdi görüyoruz ki, AKP ve MHP ikilinin dışında herkes Libya tezkeresine karşı. Artık insanlar, diğer partiler anlamaya başladı. Biz anlata anlata dilimizde tüy bitti ama artık anlamaya başladılar. 

Bu tezkerenin 8-9 Ocak’ta geleceğini söylüyor Cumhurbaşkanı. Aslında AKP Genel Başkanı. Bir Cumhurbaşkanı vasfına sahip olsa, zaten ne böyle konuşur ne de bu işleri yapar. AKP Genel Başkanı yine bir tezkere gönderecek, Meclis’teki çoğunlukla geçirmeye çalışacaklar ama bu sefer Türkiye’nin tepkisi çok daha yüksek olacak. O tezkerelerden dolayı Afrin halkının yaşadığı mağduriyet ortada. O tezkerelerden dolayı Kuzey ve Doğu Suriye’de yaşayan halkların mağduriyeti ortada. O tezkerelerden dolayı Irak’ta yaşayanların mağduriyeti ortada. Tüm bu mağduriyetlerin nedeni, hep aynı tezkere aklını dayatmalarıydı. Ve biz her seferinde dedik ki; her geçen tezkere Türkiye için çok daha büyük sorunların kapılarını açar. Nitekim de öyle oldu. 

Muhalefetin durumuna değindiniz. Bu hal iktidarın yürüttüğü siyaseti ne derece besliyor? Siyasi kriz içerisinde bulunduğu zikredilen AKP’nin iktidardan düşürülmesi konusunda muhalefet yeterince etkili mi?

Türkiye’deki en büyük sorunlardan biri de bu. Muhalefet muhalefete kolay kolay laf söylemez ama laf söyleyeyim. Muhalefet, muhalefet olmalı. Muhalefetin amacı iktidarı eleştirmek ve iktidara aday olmaktır. Türkiye’deki muhalefet kendisini belirli kırmızıçizgilerle donatıyor. İktidarla olan ilişkisini bir muhalefet hukuku üzerinden değil, devletin paydaşları olarak görüyor. Oysa devlet ayrı bir şey, iktidar ayrı bir şey, muhalefet ayrı bir şey. Devleti yönetmeye talip olmaktır. Devleti yönetmeye talip olmayan, devletin çizdiği sınırların içinde kalan bir siyaset ne kadar özgür bir siyaset olabilir? Dolayısıyla AKP-MHP bloğu bundan olabildiğince yararlanıyor. Hep muhalefete bir ayar verdi, ‘çekidüzen’ verdi. Tezkereler bunun en belirgin halleri ve yansımaları. 

Ülkenin içerisinde bulunduğu tabloda muhalefetin eksiklikleri neler? Tezkereye onay veren ama Libya ile mutabakata karşı çıkan bir CHP var. İyi Parti’den destek açıklamalarını görüyoruz. HDP kayyım ve baskı politikaları altında. Bu hal, AKP’ye ayakta kalması için zaman ve zemin mi sunuyor?

Muhalefet üzerine düşeni yapmadığı sürece iktidar tabi ki bundan nemalanıyor. Herkes bize şunu soruyor; ‘Nasıl oluyor da AKP 17 yıldır iktidarda?’ Çok uzun bir dönem. AKP’nin bu 17 yıllık dönemine baktığınızda, farklı alt dönemler var. Her alt dönem kendi içinde farklılık gösteriyor. Ama muhalefete baktığınızda, -HDP’yi dışarı koyarsanız, çünkü HDP kurulduğu günden bugüne çok net bir muhalefet çizgisi tutturdu. Toplumsal muhalefetin sözcüsü, öncüsü oldu. Demokrasi ve barış adına her zaman savunageldiği bir ilkesel çizgisi oldu. Biz buna üçüncü yol diyoruz- muhalefet ile iktidar iki bloğu gösterdiler. Son 24 Haziran 2018 seçimlerine giderken ortaya çıkan iki blok, aslında geleneksel Türk siyasetinin bloklaşmasıydı. Bu bloklar halkın temsiliyetini yansıtan, halkın ihtiyaçlarını karşılayan bir şey değil. Devletin kendi iktidar bloğu içindeki bir paylaşımı gösteriyordu. Tırnak içindeki “muhalefet-iktidar” oyunu, alışılagelmiş bir hal olarak kendisini her seferinde yeniden üretip, statükoyu aslında güçlendiriyordu, vesayeti var ediyordu. 

Üçüncü Yol’un gelip, gerçek anlamda bir muhalefeti ortaya koymasıyla beraber bugün Türkiye’de siyasetin de aksı artık farklılaşmaya başlamıştır. Buradaki en belirgin hamle, 31 Mart seçim hamlesidir. 

Muhalefete iki parti daha ekleniyor. Biri eklendi, diğeri eklenecek. AKP’nin kurucu isimlerden Ahmet Davutoğlu, Gelecek Partisi’ni ilan etti. Ali Babacan’ın Ocak ayı içerisinde ilan etmesi bekleniyor. Bu isimlere, partilerine bakışınız nedir?

Bu iki siyaset, her şeyden önce AKP’deki çözülmeye delalet. Bunlar AKP’den kopuyorlar, AKP tabanı çözülüyor, yeni arayışlar peşinde. İkincisi merkez sağın içinde bir hareketlilik var. Biz de bunu görüyoruz. Türkiye’nin merkez sağı çok güçlü muhafazakar dinamikler barındırır. Dolayısıyla bu dinamikleri de koruyan ama AKP gibi savrulmamış merkez sağ siyaset arayışı söz konusu. Bu iki kopuş, burayı dolduracak mı, doldurmayacak mı? Nasıl bir siyaset ortaya koyacaklar. İlk başta yapılan açıklamalar, ilk sahneye çıkışlardan öte aslında Türkiye’nin temel meselelerine nasıl yaklaşacaklar, nasıl siyaset üretecekler. Bunu ancak zamanla izleyebiliriz. 

Bugün için baktığımızda, bütün siyasi partiler için birkaç şey çok önemli. Bunlara turnusol kağıtları da diyebiliriz. Ama en güçlü turnusol kağıdı, Kürt meselesidir. Bir de artık Kürt meselesi Türkiye’nin iç meselesi değildir, küresel bir meseledir. Ortadoğu’yu aşmıştır, dolayısıyla bir ucu Çin’de, bir ucu Amerika’dadır. Yerküreyi boydan boya kat eden bir meseledir. 

Bu insanlar AKP’nin kurucuları aynı zamanda. Çok uzun süre AKP ile beraber yürüdüler. Birçok icraatı da beraber gerçekleştirdiler. Hatta bu iki siyasetçi hep kabinede oldular. Dolayısıyla bu kopuş, bu çözülme sonucunda bu geçmişi nasıl değerlendiriyorlar, geleceğe dair Kürt meselesi konusunda ne diyorlar? Bu, siyasetteki konular açısından çok belirleyici olur. İkincisi ekonomi. Makro göstergeleri düzeltmek açısından söylemiyoruz, tercihler anlamında söylüyorum. Kadından, emekten yana, ekoloji meselelerine nasıl yaklaşıyorlar. Çünkü Türkiye toplumu bu konularda da çok yıprandı, tahrip oldu. Çok ciddi büyük iktisadi, ekonomik ve ekolojik sorun yaşıyor. Bunlarda ne diyorlar. Bu iki şey önümüzdeki dönemde Türkiye siyasetinde çok önemli etkileri olacak. 

Biz şunu önceliyoruz. Diğer partilere, icraatlarına bakarken önemsediğimiz şey, bir demokratik cumhuriyet perspektifleri var mı, yok mu? Benim için de arkadaşlarım için de bu kritik bir mevzu. Çünkü Türkiye demokratikleşmediği sürece meselelerini bırakın çözmeyi, tartışamaz bile. Bugün Türkiye birçok meselesini tartışamıyor. Meclis’te bile tartışamıyor. O yüzden Türkiye’de demokratik cumhuriyet perspektifi var mı, yok mu? Belki de bütün bu söylediklerimizi kapsayan en önemli turnusol kağıdı olacak. 

Nedir demokratik cumhuriyet perspektifi? Her şeyden önce bu coğrafyada yaşayan herkes, eşit yurttaş olarak bütün kamusal ve toplumsal haklara sahip olabilecek. Anadilinde eğitim, örnek olarak söylüyorum. Bu konuda ne deniyor. Yerel demokrasi, yerel yönetimler hakkında ne deniyor. Merkezi vesayeti aşağı çekebilecek neler konuşuluyor. Bütün bunları görmemiz, değerlendirmemiz gerekiyor. Aslında Türkiye’yi artık geldiği noktadan geleceğe baktığında, bugüne kadar statükonun kendisini öyle ya da böyle farklı farklı sistemlerle yeniden üretmesine tahammül edebilecek bir Türkiye değil. 

Hali hazırda Davutoğlu partisini deklare etti. Söz ettiğiniz başlıklar üzerinden izlenimleriniz nedir?

Henüz ısınıyorlar. Dolayısıyla kaygılı, tereddütlü açıklamalar yapıyorlar. Normal mi? Normal, dediğim gibi o dünyanın içinde, özellikle muhafazakar dinamikler çok çok önemli hatlar oluşturuyor. O hassasiyetle hareket ettikleri anlaşılıyor. Zaman içerisinde bakalım nereye evirilecekler. Ama kaygılı bir dil, tereddütlü bir yaklaşımın olduğunu söylemem mümkün.  

Bu partilerin kuruluşu AKP’yi çözülüş sürecine sokar mı?

AKP çözüldü. AKP’nin çözülmesi sonucu bunlar ortaya çıkıyor. Bunlar ortaya çıktığı için AKP çözülmüyor. AKP, özellikle tekçi rejime giderek, daha bağımlı hale gelip, bütün siyaset yapma haklarını ipoteklediği andan itibaren aslında çözülme başlamıştı. Çünkü AKP artık bir parti değil! Bir parti siyaset yapar. Bütün yapılarıyla, organlarıyla siyaset yapar. Burada böyle bir şey yok. Bir tek adam var. O tek adama bütün siyaset yapma hakkını teslim etmiş, ipoteklemiş bir yapı var. Toplumsal alanda da ciddi anlamda zemin kaybettikleri çok net, çok açık.

Şimdiye kadar bir iktidar alternatifi oluşturamayan muhalefette, AKP’yi güçten düşürmek üzere içten içe yeni partilere gözünü çevirme havası mı hakim? Bu durum muhalefet açısından sorunlu değil mi?

Kesinlikle. İktidar alternatifi oluşturmak, çok daha önemli bir şey. İktidar alternatifi oluşturmak, hükümete gelmekten de önemli bir şey. İktidara gelmek, hükümete gelmek, Cumhurbaşkanı olmanın ötesinde bir şeyden bahsediyorum. İktidar alternatifi oluşturmak, başka bir iktidar iddiasını taşımakta. Bu bir tek HDP’de var. 

Başka bir iktidar, yani mevcudu yeniden üreten değil, o statükoyu koruyan değil, sistemin o yüz yıllık bagajına sahip çıkmak değil, başka bir şeyden bahsediyoruz. Demokratik bir cumhuriyetten bahsediyoruz. Yani bir iktidar alternatifi yaratıyoruz. Dolayısıyla diğer muhalefet partilerinde gördüğümüz en önemli eksiklik, evet iktidar alternatifi olmuyorlar. Hatta programlarına baktığımızda, yeni partiler de eski partiler de aslında aynı cüzün içindeler. O devlet dediğimiz cüzün içindeler. Türkiye’nin statükosunun kırılacağı yer de budur. Bir iktidar alternatifi yaratmak, devlet-toplum ilişkisini yeniden düzenlemek, anayasası olan keyfi zorba bir devlet değil, anayasal bir devlet var etmek. Bir hukuk devleti var etmek. Demokratikleştirmek, devletin kurumlarını toplumun hizmetinde çalışabilecek yapılara dönüştürebilmek. Bütün bunlardan yoksun bir devlet geleneği, bu devlet geleneği içinde konumlandırılmış bir siyasi partiler arenası var. Bunların yer değiştirmesi bir iktidar alternatifi yaratmak değil. Bunların yer değiştirdiğini de çok görmüyoruz. Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisi, sonra AKP’ye baktığımızda, aynı geleneksel çizgiyi koruyorlar. Zaman zaman devletin kendi içinde gerilim hatlarında almış olduğu pozisyonlarda kimseyi yanıltmasın. Genel anlamda, yeniden yeniden iktidarcı kafa dediğimiz yapı, kendisini yeniden üretegeldi. Buna bir seçenek, buna bir farklılık yaratmak önemli. İşte HDP’nin yaratmış olduğu Üçüncü Yol, yani çizgisi budur. Bu önemlidir. 

Parti olarak “erken seçim” çağrısında bulundunuz. Saadet Partisi destek vermişti, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ise “HDP erken seçim talep etmekte haklı. Erken seçim çağrısında bulunmuyoruz ama getirirlerse 'Evet' deriz” açıklamasında bulunmuştu. Erken seçim mevcut şartlarda ne kadar uzak?

“Erken seçim önümüze gelirse destek veririz…” Kim getirecek? Erken seçimi muhalefet getirecek. Önünüze geldi işte, söyledik. Daha nasıl önünüze gelecek. Bunu ne ile ikram edelim. Dolayısıyla muhalefet erken seçim ister. Bu tren sallamak dediğimiz gibi, gündemi oyalamak. Bir kere muhalefet artık erken seçim istemelidir. HDP’nin çağrısına kulak vermeliler, yanıt vermeliler. Bu konuda da çalışmaya başlamaları lazım. Erken seçim Türkiye’nin gündemindedir. 

24 Haziran seçimlerinden sonra geçen süreye baktığımızda, ne kadar önemli olduğu ortadadır. Bir sistem meselesi, sorunu var. 31 Mart, 23 Haziran bu sisteme bir itirazdır. 19 Ağustos siyasal darbesi de sistemin, topluma, halklara rağmen aslında direnme çabasıdır. Bütün bunlara baktığımızda, aslında toplumla iktidar arasında çok ciddi bir kopuşun yaşandığı görülüyor. Böyle bir durum erken seçim iklimidir. 

Erken seçim ne zaman olur, tarih olarak bir öngörünüz var mı?

Var. Geride bırakılan yıla göre söylüyorum, önünde en fazla 1 buçuk yılı kalmıştır. 1 buçuk yıl içinde erken seçim olma ihtimali çok yüksektir. 

Biraz da partinizi konuşalım. Bir tarafta bölgede Kürt ulusal ittifakını kurma çalışmalarının öncülüğünü yapıyorsunuz, diğer tarafta batıda Türkiye’de demokrasi bloğunu büyütme uğraşı içindesiniz. Ağır bir yük değil mi? 

Tabi çok ağır bir yük, ağır bir sorumluluk. Ama bunu da layıkıyla yapacağımıza inanıyorum. Bütün arkadaşlarım 7/24 hepimiz çalışıyoruz. Çok çok önemli hedefler önümüze koyduk. Zaten bu hedefleri koymasaydık, HDP olamazdık. Bugüne kadar o hedeflere ulaşmak konusunda da kararlı bir yürüyüş, kararlı bir mücadele hattını ısrarla sürdürüyoruz. Bunca HDP’li cezaevindeyse, bunca HDP’li sürgündeyse, bunca ağır bedeller ödenmişse, bir yerde bu kararlı mücadeleden kaynaklanıyor. Ama aynı zamanda da bütün bu etrafımızda olup bitenler, HDP’ye karşı olan saldırıları gördüğümüzde, bizim gittiğimiz yolun, doğru bir yol olduğunu söyleyebilirim. 

Demokratik cumhuriyet dedik. Bu aslında bütün Türkiye’yi kapsayan bir şey. Batısı, doğusu diye bir şey yok. Demokratik cumhuriyet meselesi var önümüzde. Türkiye’yi demokratikleştirme meselemiz var. Yerel demokrasiyle güçlendirilmiş, bir parlamenter sisteme dönüş için çabamız var. Merkezi vesayeti minimize eden, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın çekincelerinin kaldırılmasından başlayarak yerleştirme, bunu bir idari teşkilatlanmanın vesayeti olmaktan kurtarmak. Bütün bunlar demokratikleşmenin adımları. En önemli şey nedir? Demokratik bir anayasa ile buna gitmek. 

Şimdi erken seçim diye bir tarih koyduk. Diyelim ki bu bir yıl sonra olacak. Bizim bu bir yıl boyunca hangi yolu kat edeceğimiz çok önemli. Bir yıl sonra bir erken seçim olunca, Meclis bir demokratik anayasa yapacak. İşte o Meclis bu sorumlulukla, inisiyatifle, liyakatle oluşmalı. İşte bu bir yıl boyunca kat edeceğimiz yol boyunca da bir toplumsal mutabakatı yaratmak, toplumun demokratik anayasa ihtiyacını açığa çıkarmak ve bunu o Meclis’e yansıtmak. O Meclis bunu yaptığı andan itibaren, Türkiye’nin bütün meselelerinin çözümü için aslında en önemli handikabı ortadan kaldırmış olacaktır.  Bu önemlidir. Biz sadece seçim isteriz diye bir ısrarın peşinde değiliz. Evet, erken seçim olmalı ama erken seçimin bir fonksiyonu olmalı. Bir yıl sonrayı bugünden kurgulamalıyız. Bir demokratik anayasa ve Türkiye’nin önündeki sorunları aşabilecek bir iradenin ortaya çıkması. Bir geçiş programından bahsediyorum. Bu geçiş programını örmeliyiz. 

Diğerine gelince, ulusal birlik çalışmaları. Çok hassas olunması gereken bir çalışma. Bu konuda geçmişte deneyimler, birikimler, çalışmalar, eksiklikler, fazlalıklar var. Ama bu süreçte bu konunun çok büyük hassasiyetler barındırdığını söyleyebilirim. Öncülük etmek gibi yaklaşımla olmamalı. HDP bütün emeğini verecektir. Bu çalışmalara katkısını sunacaktır. Ama öncülük meselesi diye bir anlayışla değil, aslında kolaylaştırıcı olacak bir rolle olmalıdır. Bu konunun bütün bileşenlerinin ortaklaşabileceği bir zemini hep birlikte yaratmak çok çok önemli. İhmal edilmemesi gereken bir konu. Sadece Türkiye için değil, bütün Ortadoğu coğrafyası için bunu söylüyorum. Bütün Ortadoğu coğrafyasında bu konu başat bir konu olmalı. İhmal edilmemeli, üzerinde çalışılmalı. Bu konunun da serpilip, büyüyüp gelişmesi ve yol kat edebilmesi için bütün Ortadoğu coğrafyasında siyasi çözümler, demokratik çözümlerin çok çok önemli olduğuna da değinmek isterim.  

2019’u HDP açısından değerlendirdiğimizde şüphesiz ağır baskı politikalarına maruz kaldınız, fakat buna rağmen siyaseten eksik kaldığınızı düşündüğünüz bir başlık var mı?

Birçok başlık var. Baktığımızda, bu mücadele önemli, kıymetli. Bu kadar saldırı var ama bizim de eksikliklerimiz var. Bizim de yapamadıklarımız var. Yapma çabasında olduklarımız var. Eleştiri-özeleştiri diyalektiği ile yol alıyoruz. Bu kıymetli bir şey. Daha iyi yapmak istiyoruz. Halkımıza, halklarımıza daha çok layık olacak şekilde çalışmak istiyoruz. Ama bütün bu olan bitenlerin için baktığımızda, gerçekten HDP’nin ödediği bedeller, Kürt halkının ödediği bedeller, bu coğrafyada yaşayan insanların ödediği bedeller, çok çok yüksek bedellerdir. Bütün bunlara rağmen HDP bugün ayakta ise, bu mücadeleyi veriyorsa, bu HDP yöneticilerinin mahareti ise, liyakati ise, gücü ise, bundan çok öteye bu halkın erdemidir. Bu halkın bu konudaki mücadele kararlılığıdır. Bu halkın yaratmış olduğu bir teşkilattır. 

Bu olmasaydı, diğerleri olmazdı. Ve biz eksikliklerimizi konuşurken, dönüp işte oradaki farka bakıp, bütün bu kararlı halka, bütün bu mücadele geleneğine, bütün bu gelişmelere göre eksikliklerimizi değerlendiriyoruz ve kendimizi eksik görüyoruz. Yoksa diğer muhalefet partileri, günlük siyaset, mücadele, bu iktidara karşı mücadele konusunda kimse elimize su dökemez. Ama bizim eksikliğimiz, halkımızla olan ilişkimizde. Onların getirmiş olduğu bu mücadele geleneği, kararlılığı, tarihe karşı olan eksikliğimiz ve sorumluluğumuzdur. 

HDP, yeni yılda Türkiye ve bölgenin içerisinde bulunduğu koşullar içerisinde nasıl bir siyaset ortaya koyacak, önüne siyaseten öncelikli olarak koyduğu bir hedef var mı?

Biraz önce söylediğim, aslında bütün toplumu bu hedefe bir davetten başka bir şey değil. Demokratik anayasa, altında ekonomik alanın da demokratikleştirmesini getirir. Altında kayyum rejimine itirazı getirir. Altında kadın özgürlüğünün eşit temsiliyeti getirir. Altında doğa talanına karşı çıkmayı getirir. Demokratik anayasa, aslında güçlü bir toplumsal mutabakatı getirir. Hedef olarak önümüze koyduğumuz şey bu ve bütün toplumsal kesimleri de bir ortak mücadele zeminine, o mutabakat dediğimiz meseleye davet ediyoruz. Bir yanıyla faşizme karşı mücadele, bir yanıyla güçlü müzakere. Bu diyalektiği kurduk. 

O yüzden tüm toplumsal kesimleri şimdi davet ediyoruz. Sendikaları, sivil toplum örgütlerini, bütün toplumsal dinamikleri bu sürece davet ediyoruz. Geçmişte hangi partiye oy vermiş olursa olsun, geçmişte hangi katılıklarla kendini sınırlandırmış olursa olsun, şimdi hep birlikte hareket etme zamanıdır. Birlikte bu yolu açma zamanıdır. HDP, bunun çağrısını yapıyor, bunun öncülüğünü yapıyor. 

Türkiye’de siyasi gündem iki yapı arasında şekilleniyor. Bir Erdoğan, iki HDP. Bir tarafta demokrasi, radikal demokrasi söylemimizde dile getirmiş olduğumuz demokratik cumhuriyetin yol taşlarını döşemek, öbür tarafta otoriter rejim.

Demokrasiden kaçan, hukuktan kaçan, bütün ülkeyi tecritleştiren, ülkeyi açık cezaevine çevirmiş, diktatöryal hevesli bir gidişat var. Hikaye bu ikisinin arasında geçecek. Toplum da bu ikisinden birine öyle ya da böyle karar verecek. Umutlu olduğumuz şey budur. Toplum artık Erdoğan rejiminden desteğini çekmiştir. Şimdi biz, hep birlikte toplumu örgütlemeliyiz. 

Son olarak eklemek istediğiniz bir şeyler var mı?

Önümüzdeki dönem en önemli çalışmalarımızdan biri, iki ay boyunca konferans ve kongre çalışmalarımız var. Ocak ayında büyük konferansımızı toplayacağız. Şubat’ın 23’ünde de büyük kongremizi gerçekleştiriyoruz. İnanıyorum ki, yine geçmişte olduğu gibi bu kongremizde de çok güçlenerek, hep birlikte çıkacağız. Mücadelemizi de çok daha ileri aşamalara taşıyacağız. 

Röportaj: Ömer Çelik – Özgür Paksoy

30 Aralık 2019