Temelli: Mevcut dönemi faşizm olarak tanımlayan herkesle omuz omuza bir yolculuğa çıkmalıyız

Eş Genel Başkanımız Sezai Temelli'nin Express Dergi Mart sayısı için verdiği röportaj:

“Kongreye giderken yaptığımız konferanslarda şu çok önemli üç soruyu sorduk: Nasıl bir HDP, nasıl bir örgütlenme, nasıl bir ortak mücadele?” Yeni eş genel başkanı Sezai Temelli’den HDP’nin yeni yol haritasını dinliyoruz.

HDP’nin 11 Şubat’taki 3. Olağan Kongresi galiba parti yönetimini bile şaşırtacak düzeyde kitlesel bir katılımla gerçekleşti. Bu kitlesel katılım size ne anlatıyor?

Sezai Temelli: Aslında biz üç ay öncesinden konferans çalışmasını başlatmıştık. Kongreye otuz bin kişilik bir katılım öngörmüştük ve bu da gerçekleşti. Aslında çok daha büyük bir katılım söz konusu olacakken engellemeler, katılanlar oranında bir kitlenin gelememesine sebep oldu. Uzun süredir devam eden baskılara rağmen insanlarda güçlü bir itirazın biriktiği ve bu itirazı dillendirebilecekleri en önemli mecranın da HDP kongresi olduğu görüldü. Bu katılım sadece bir itirazın ifadesi değil, HDP’nin yeni dönem siyasetine de güçlü bir destekti.

HDP’nin yeni dönem siyaseti nasıl olacak?

Kongre bir sıçrama eşiğiydi, bu eşik başarıyla aşıldı. Bu kongre hem HDP için hem de Türkiye için stratejik önemdeydi. 2018’de Türkiye’de siyasi iklimin en önemli belirleyicisi HDP’yse, bunun gereklerini yerine getirmek, yol haritasını çizmek durumundayız. Kongreye giderken yaptığımız konferanslarda şu çok önemli üç soruyu sorduk: Nasıl bir HDP, nasıl bir örgütlenme, nasıl bir ortak mücadele? Yeni dönem siyasetine müdahil olabilmek için HDP’yi var eden değerleri bugünün koşullarına uyarlamak durumundayız. Bizim programımızla, geride bıraktığımız kongrelerimizle, konferans kararlarımızla, seçim çalışmaları ve bildirgelerimizle ilgili bir tartışmamız yok. Çünkü hem tabanımızda, hem bileşenlerimizde ve çeperimizde kuruluş programımıza, Yeni Yaşam deklarasyonumuza hâlâ güçlü bir sahiplenme var. Bizi 7 Haziran’da yükselten bir siyasi iklim vardı ve programımızdan, referanslarımızdan aldığımız güçle o iklime göre siyaset yapıyorduk. Şimdi yeniden yükselişe geçiyoruz. Türkiye, yaşadığı bu ara dönemde, demokratik siyasete yönelik saldırılara, OHAL rejimine, faşizmin kurumsallaşmasına karşı demokratik siyaseti, barış mücadelesini kimin yükselteceği sorularını sordu. HDP’ye yönelik saldırıların temelinde de bu yatıyor. Çünkü HDP, bu soruların yanıtı. O yüzden demokratik siyasetimizi şimdi çok daha güçlü bir biçimde yürütmeliyiz.

OHAL’in kurumsallaştığı, otoriter sistemin kalıcı hale getirilmesi için AKP-MHP ittifakının resmileştiği bu dönem sizce bir ara dönem mi? Bunca baskı altında HDP’nin güçlü bir hamle yapma kabiliyeti var mı?

İktidar, faşizmin kurumsallaşma süreci olan OHAL rejiminini kalıcılaştırmak için yeni ittifak arayışlarına girişiyor, biz savaş siyasetinin belirleyici olmasına karşı barış-çözüm mücadelesini yükselteceğiz. Elbette 2013-2015 aralığındaki çözüm sürecinin tekrarına dönülemez, çünkü çok şey değişti. O yüzden yeni dönemin çözüm sürecini, barış ve demokrasi mücadelesini var etmek durumundayız. 2013-2015 döneminin konjonktürü HDP açısından belli bir yükseliş getirmiş olabilir, ama bizim bir de ortaya koyduğumuz bir Yeni Yaşam deklarasyonu vardı. O deklarasyonda, bizi bir araya getirmeyi engelleyen unsurlara dikkat çektik ve bütün farklılıklara seslendik. HDP farklılıkların bir arada olabileceğini göstererek umudu yarattı. Fakat artık sadece umudu taşıyarak yol alamayız. Aynı zamanda bu umudun örgütleyicisi olmak, umudun mücadelesini vermek durumundayız.

Bunu nasıl yapmayı planlıyorsunuz?

HDP önümüzdeki dönemde demokrasi ve barış mücadelesinin ayrılmazlığını vurgularken taban örgütlenmesine ağırlık verecek. Fakat bu örgütlenmeyi klasik bir parti formatında kendi kendisini örgütleyerek yapmayacak, toplumu bu örgütlülüğe dahil eden bir yola girilecek. Sadece taban örgütlenmesinden değil, tabanda buluşmaları, ortaklaşmaları sağlayacak bir yoldan söz ediyorum. Eğer bunu yapamazsak, savaş siyaseti kendisini güçlendirebilir, çözümsüzlüğü, baskı ve şiddeti daha uzun süre dayatabilir. Bunu engellemek için HDP, bulunduğu her yerde örgütlenecek.

Bu örgütlenme sürecinde sizin dışınızdaki sol, sosyalist, demokrat güçlerle de ittifak yollarını arayacak mısınız?

Bu, alışılagelmiş ittifak taktikleriyle katedilecek bir yol değil. 16 Nisan referandumunda herkes kendi Hayır’ıyla geldi ve hile-hurdayı geçersek, başarılı da olundu. Öte yandan referandumun sonuçlandırılma biçimi, seçimlere ilişkin de bize epey fikir veriyor. Bir kere seçim sonuçlarından ziyade, seçimlerin yapılabileceği bir ortam yaratabilmek için OHAL’e, faşizme, savaşa karşı, demokratik, sosyal, iktisadi haklar için mücadele yürütmek gerekiyor. Yani öncelikle seçimlerin yapılabileceği bir ortamın mücadelesine ihtiyaç var. Eğer en temel değerler bile yitirilmek üzereyse, halkın tüm kesimlerinin yan yana gelmesini sağlayacak iklimi oluşturmak siyasetin geleceğini de belirleyecek. İktidar cenahında demokrasiyi tümüyle yok eden, Türkiye’yi çölleştiren bir yaklaşım var. Bunu aşmak için AKP-MHP ittifakına benzer ittifaklar yapmak da çare olmayabilir. Adına “Milli Mutabakat” dedikleri “milli felaket”, 1970’lerin MC iktidarlarından bile daha tehlikeli. Çünkü kendi seçmeninin iradesine bile ipotek koyuyor. Bu akıl, aritmetik hesabını şöyle kurguluyor: “Biz böyle bloklaşırsak, karşı tarafı da tıpkı 16 Nisan öncesinde olduğu gibi belli bir cephede bloklaştırmaya iter ve bu bloklaşmanın içindeki çatlaklara, gerilimlere oynamaya başlayabiliriz.”

Hemen her sabah HDP-HDK ve bileşenlerine yönelik yeni gözaltı ve tutuklama operasyonları yürütülürken, savaş cephesinin sesi yüksek perdeden yansıtılırken, uzun erimli bir mücadelede etkin olabilecek yakıtınız var mı?

Yakıtımız umudumuz, umudumuz da çok. Umut ve mücadele kararlılığı, halkların demokrasi ve barışa olan özleminden kaynaklanıyor. İnsanlar huzur, aş, iş istiyor, doğasını korumak istiyor ve tüm bunlara karşı büyük bir saldırı var. Kürt sorunu, devletin bu saldırıları sürdürebilmek için topluma dayattığı bir rejim halini aldı. İşsizliğin, yoksulluğun, otoriterleşmenin, anti-demokratik uygulamaların kılıfı olarak kullanılıyor Kürt sorunu. Fakat bu rejimden, AKP’ye oy verenler dahil, herkes rahatsız. Sırf kongre sürecinde 800 arkadaşımız gözaltına alındı, bir kısmı tutuklandı. Kongreden sonra bu devam etti. Fakat bu tür baskılar bizi sendeletmiyor. Çünkü biz güçlü bir halk desteğine dayanıyoruz. Nitekim halk, her şeye rağmen kongreye gelip “işte, ben buradayım” dedi. Biz de parti olarak, üzerimizdeki baskıları öne çıkarmak yerine “güçlü bir kongre yapacağız ve buradayız” dedik. HDP ve halk arasında çok sağlıklı ve güçlü bir ilişki var.

Fakat başta Selahattin Demirtaş olmak üzere partinizin çok sayıda etkili ismi hapishanede. Sadece Demirtaş’ı değil, Gültan Kışanak’tan Figen Yüksekdağ’a, Sebahat Tuncel’e ve son olarak Onur Hamzaoğlu’na, cezaevindeki deneyimli, etkili, güçlü bütün siyasetçileri gündemde tutmak, sözlerini dolaşıma sokmak için çaba sarfedecek misiniz?

Kongredeki konuşmamda Selahattin Demirtaş’ın adını telafuz ettiğimde oluşan tezahürata katılanlardan biriyim. Demirtaş arkadaşım, kardeşim, yoldaşımdır ve geçen dönemki başkanımdır. Çok güçlü bir hukukumuz var. Nasıl ki Sebahat Tuncel başkanla, Ertuğrul Kürkçü başkanla çalışmalarımızı birlikte yürüttüysek, Selahattin başkanla da çalışmalarımız ortak devam edecek. Biz birbiriyle rekabet eden bir siyasi gelenekten uzağız. Türkiye siyasetinde Demirtaş’ın çok önemli bir yeri olduğu gibi, Türkiye siyasetinin ona ihtiyacı da vardır. Demirtaş dahil arkadaşlarımızın bir an önce özgürlüklerine kavuşması için mücadele edeceğiz. Arkadaşlarımızla sözümüzün, sesimizin kolektif olduğunu unutmuyoruz. Bu ses bir senfoni oluşturuyor. Şemdinli’de de, Enez’de de bu ses yankılanıyor. O yüzden kongre salonumuz otuz bin kişinin sesiyle yankılanıyordu. Bugün iki eş genel başkanımız dahil dört bine yakın arkadaşımız cezaevinde olmasına rağmen hiçbir örgütümüzde bir aksaklık yok. Bu HDK’den bu yana siyaseti kolektifleştirerek aktifleştirme gücümüzden kaynaklanıyor. İktidarın kimyasını da bu bozuyor. Evet, eksiklerimiz var, hatalarımız var. Bize yönelik eleştirilerin birçoğu haklı olabilir. Ama bütün bu eksiklik ve hataları aşa aşa ilerliyoruz. Konferansımızda bu bağlamda özeleştirimizi verirken, daha güçlü yapılanmayı da önümüze hedef olarak koyduk.

Özeleştirisini yaptığınız eksiklikleriniz, hatalarınız nelerdi?

Özellikle demokratik siyasete yönelik saldırılara yeterli yanıt üretemedik. Dokunulmazlıkların kalkmasından sonra da bazı sorunlar yaşadık, yalnız kaldık. Türkiye toplumunun algı yönetimine tutsak edilmesine karşı itiraz ederken, yine toplum tarafından sahiplenilmedik. Oysa kendimizi Türkiye halklarına çok daha iyi anlatabilmeliydik. Türkiye haritasının üçte biri kayyımlaştırılmıştır, bunun önüne geçemedik.

Özeleştirisini verdiğiniz sorunları önümüzdeki dönemde nasıl aşmayı planlıyorsunuz?

Taban örgütlenmesinin özellikle altını çiziyoruz, çünkü bu süreçte en fazla başvuracağımız yol bu. Sesimizin yansımasını engellemek için ciddi bir medya ambargosu uyguluyorlar, algı yönetimi yapıyorlar, ama bizim de etkin kullanamadığımız bir taban gücümüz var. Mahalle, işyeri çalışmalarıyla daha çok var olacağız. Medyamız yok, ama yaratmalıyız. Sesimizin yansıması engelleniyor, ama sesimizi kendimiz halka taşımalıyız. Peki, bunu neden geçmişte yapamadık? Çünkü bunu yapacak bir fırsat, zaman aralığı yakalayamadık. Sürekli seçimler ve her seçimden sonra üzerimize gelen ciddi bir şiddet dalgasına maruz kaldık. Suruç katliamından bu yana HDP ve bileşenlerinin 11 bin üyesi gözaltına alındı. Bunların 6 bini tutuklandı ve 4 bini hâlâ tutuklu. Bu rakamların kendisi bile bize yönelik baskının boyutunu özetliyor. Ama tüm bu baskıların da üstesinden gelmek için demokrasi mücadelesinde ortaklaşmaları sağlayacak bir açıklıkla hareket edeceğiz. Mahalle örgütlenmesi yaparken aynı zamanda bir demokrasi platformu, işyeri çalışması yaparken aynı zamanda bir barış platformu kurabilirsek, salt HDP’nin örgütsel çalışmasıyla sınırlı kalmazsak, karşımızdaki siyasi mühendisliğin önüne geçebiliriz. Halk, sözünü söyleyecek bir mecra arıyor. Biz o mecra olduğumuzu göstereceğiz.

HDP kongresine katılan otuz bin kişinin ağırlıkla Kürtlerden oluştuğu, önceki kongrelerden farklı olarak Türkiye’nin batısından, daha doğru ifadeyle Türklerden katılımın daha az olduğu izlenimine katılıyor musunuz?

Baskı sürecinin bunda bir etkisi olduğunu da inkâr edemeyiz. 2013-2015 arasındaki kongrelere katılımdaki çeşitliliğin olmadığını söyleyebilirim. Ama bu, bizim içimizdeki sol-sosyalist kesimlerle ilgili değil, çeperimizdeki kesimlerle alâkalı. 2013-2015’te destek veren bir kesim, mevcut sürecin etkisinden ötürü katılım sağlamamış olabilir. Fakat az önce söylediğim taban örgütlenmesiyle yeniden diyalog sürecini başlatacağız. Çünkü yakın tarihli ağır sürece rağmen bize en çok yakışan giysi umut oldu ve umutsuzluğa sürüklenen insanları yeniden siyasete davet edeceğiz. Tıpkı 12 Eylül döneminde olduğu gibi, şimdi de insanlar, farklı yöntemlerle politikadan uzaklaştırılıyor. İktidar, siyaset yapmayı, baskı ve şiddet yoluyla yarattığı belli kalıplar içinde mümkün gösteriyor. Bu kalıpların içinde kendini ifade edemeyenler ise apolitikleşiyor. Biz HDP’den önce de siyasetin temel bir hak olduğunu ve herkesin siyasetin içinde olması gerektiğini söyledik. Şimdi tekrar insanları siyasete davet edeceğiz ve insanları, iktidarın yarattığı kalıpların dışına çıkaracağız. 2013-2015 döneminde herkes sözünü alarak geliyordu ve belki de o sadece bir tanışma dönemiydi. Artık tanışıyoruz ve hep birlikte yola çıkabiliriz. Nasıl bir ortaklaşmayla yola çıkacağımızı da kongredeki sloganımızda ifade ettik: “Faşizme karşı omuz omuza.” Mevcut dönemi faşizm olarak tanımlayan herkesle omuz omuza bir yolculuğa çıkmalıyız.

Yolculuk demişken, kişisel yolculuğunuzu biraz konuşalım. ÖDP’den ayrıldıktan bir süre sonra HDP’nin kuruluşunda yer aldınız. Size yönelik eleştirilerin başında 2010 Anayasa referandumundaki “Yetmez ama Evet” kampanyasına katılmanız yer alıyor. Bu eleştiriye yanıtınız nedir?

Bu mesele aleyhte bir propagandaya dönüştürülebilir; eleştirilere bir şey demiyorum. Evet, o dönemde Hayır veya Boykot diyen ve uzun süre birlikte yürüdüğümüz arkadaşlarla yan yana düşemedik, fikir ayrılıklarımız oldu. O dönemki en önemli kriterim 12 Eylül Anayasası’na karşı olmak ve özellikle de Kenan Evren’in yargılanmasının önünün açılacak olmasıydı. Nitekim Kenan Evren’in yargılandığı mahkemenin önünde, referandumda Hayır demiş olan arkadaşlarla yan yana geldik. Öte yandan, açıkçası “2010’da öyle olduğu için 2018’de bu noktaya geldik” gibi bir kurgusallığı doğru bulmuyorum. Eğer öyle olsaydı, 2013-2015 dönemini açıklayamayız. Kaldı ki, benim açımdan 2010’un özeleştirisi Gezi’dir. Ben Gezi’deydim. HDP’nin de en fazla beslendiği kaynaklardan biri Gezi’dir. Gezi direnişi, köprüleri kurabilen bir adımdı. HDP, bunca baskı koşullarında o köprüleri hakkıyla kuramamış olabilir, ama bunun mücadelesini verdi, veriyor. 2018’de sokakta, mahallede, işyerinde yapacağımız çalışmaları, emek, kadın, ekoloji, özgürlük mücadelesini Gezi’de yaratılan hafızaya ekleyebiliriz. Bu hafızayı diriltebiliriz.

Eş genel başkanlığınızın HDP’nin diğer sol-sosyalist kesimlerle ilişki kurmaya olumlu katkı sağlayacağını düşünüyor musunuz?

Bunu umuyorum. Ama benim eşbaşkanlığım, bu türden kurgular, senaryolar veya beklentilerle söz konusu olmadı. Biz bu dönemi kolektif yönetsellikle aşmak istiyoruz. İlkesel olarak da kolektif yönetimin başarıyı getirebileceğini düşünüyorum. Öte yandan, başından beri HDP’de katkı vermeye çalışan biriyim. Çeperimizde olanlarla ilişkilerimize olumlu katkı sağlayıp sağlamayacağımızı önümüzdeki dönem gösterecek. Açıkçası kişisel ilişkilerle değil, yürüteceğimiz siyasetle bu genişlemeyi sağlayabiliriz.

CHP’nin hazırladığı AKP’nin iktidar dönemine ait “yıkım raporu”nun ekonomiye dair sayısal verileri ürpertici. Rapora göre: “AKP döneminde, devletin borcu 3 kattan fazla büyüyerek 876.5 milyar TL olmuş. Özel sektörün dış borcu yüzde 700 artarak 307.8 milyar dolara çıkmış. Kişi başına kamu borcu yüzde 400’den fazla artarak 10 bin 981 TL’ye ulaşmış. AKP’nin döneminde cari açık, önceki 52 yılın toplam açığını 13’e katlayarak 561.6 milyar dolar olmuş. Dış ticaret açığı da 247 milyar dolardan 960.6 milyar dolara fırlamış. 16 yılda tüketicinin banka borcu yaklaşık yüzde 7500 artmış. Bu dönemde bir kilogram ekmeğin fiyatı yüzde 400 artmış. AKP iktidarının son altı yılında milyonerlerin sayısı 32 binden 127 bine çıkmış. Gençler arasında işsizlik yüzde 20’nin üzerinde.” Bir iktisatçı olarak baktığınızda, bu rakamlar Türkiye’nin geleceğine dair ne anlatıyor?

Neoliberalizm, iktisadi olarak geleceğin bugünden tüketilmesidir. Bu rakamlar AKP’nin geleceğimizi ne kadar tüketmiş olduğunun tablosudur. Sefalet ücretleriyle insanlar sömürülüyor. Bugün uygulanan politika dejenere Keynesçiliktir. Keynes politikaları belli bir konjonktür dönemi için uygulanır, sistem istikrara kavuşturulur ve sonra kendi akışına bırakılır. AKP bunu yapmıyor; ateşi, hepimizi yakacak şekilde körükledikçe körüklüyor. O yüzden çocuklarımızın ve hatta torunlarımızın bile geleceğini yakıyor. İktisadi bir akla sahip olmadan, günü kurtarmak için toplumun, emekçilerin, kamunun kaynakları çarçur ediliyor.

Peki AKP bu ekonomi politikasına rağmen nasıl oluyor da tabanını muhafaza edebiliyor?

AKP, dejenere Keynesçilikle yoksulluğun yönetimini de yapıyor. Ücretsiz olması gereken toplu taşımayı paralı yaparken, kendi sermaye çevresinin saadet zincirini oluşturmak için gereksiz köprüler, havalimanları yapıyor. Aktardığınız zenginlik rakamları da bunun bir sonucudur. Öte yandan AKP, işsizleri rıza gösterebilecekleri düzeyde bir gelir politikasıyla, sosyal yardımlarla tutuyor. Halka hakkı olanın daha azını bazen lütuf olarak, bazen sosyal programlarla veriyor ve buradan da bir kitle desteği devşiriyor. AKP’nin kitlelerde yarattığı bu yanılsamayı dağıtmanın yolu, insanları yeniden siyasete davet etmekten, onun hakkının bilincinde olmasını sağlamaktan geçiyor.

Röportaj: İrfan Aktan
13 Mart 2018