Temelli: Üçüncü Yol’un ilk adımı demokratik anayasadır

Eş Genel Başkanımız Sezai Temelli'nin Mezopotamya Ajansı'na verdiği röportaj:

Savundukları "Üçüncü Yol"un kutuplaşmış Türkiye siyasetine bir itiraz olduğunu söyleyen HDP Eş Genel Başkanı Sezai Temelli, bunun ilk adımı olarak da demokratik anayasa önerdiklerini vurguladı. Temelli, "AKP bir an önce Sayın Öcalan'ın çağrılarına kulak vermeli" dedi. 

Halkların Demokratik Partisi (HDP) Eş Genel Başkanı Sezai Temelli, Türkiye siyasetinde yaşanan kutuplaşmaya karşı savundukları "Üçüncü Yol" stratejisi, İmralı’nın kapılarının yerel seçimlerin ardından yeniden kapatılmasıyla devreye konulan tecrit politikası, TSK’nin Federe Kürdistan Bölgesi’ne yönelik operasyonları ve Kuzey Suriye’ye yönelik tehditler ile birlikte iktidardaki AKP’nin içinden çıkmaya başlayan yeni oluşumlar ve Türkiye’nin dış siyasette yaşadığı krizlere ilişkin Mezopotamya Aajansı’nın (MA) sorularını yanıtladı.

DTK Eşbaşkanı Leyla Güven öncülüğünde başlatılan açlık grevi eylemleri sonucunda avukatları 8 yıl sonra Öcalan ile 4 ayrı görüşme sağladı. Ancak 18 Haziran’dan sonra İmralı’nın kapıları kapandı. Tecrit yeniden mi devrede?

Aslında tecrit devam ediyor. 20 yıldır devam ediyor ve hiçbir zaman sonlandırılmadı. Ama Türkiye 4 yıl ağırlaştırılmış bir tecrit yaşadı. En azından bunun kırılması gerektiğine inanıyorduk. Leyla Güven’in başlattığı ve 200 gün süren açlık grevi, sonrasında binlerce insanını da katıldığı açlık grevi eylemleri sonrasında nihayet Sayın Öcalan ile görüşmeler gerçekleşti. Oradan gelen mesajlar, mektuplar, görüşmelerin Türkiye siyaseti açısından ne kadar kritik olduğunu ortaya koydu. Türkiye’nin Kürt meselesini çözmesi en kritik meseledir. Demokrasi, barış ve Türkiye’nin ötesinde Ortadoğu açısından muhatap Sayın Öcalan’dır. Buna rağmen bu tecrit aklının korunması, bu meseleyi çözümsüzlüğe mahkûm ediyor. 

Seçimler bitti. 23 Haziran seçimlerinden bugüne kadar yine aynı aklın çalıştığını görüyoruz. Çözüm ve siyaset üretemeyen, siyaset üretemedikçe şiddete, savaşa, tecride sarılan bir anlayış var. Bir kez daha çağrımızı yinelemek istiyorum; Bir an önce tecrit kalksın. Sadece mutlak tecrit değil, daha ötesinde herkes Sayın Öcalan ile görüşebilsin, anlamlı siyasette karşılığı olan, çözümde yeri olan, müzakereler ve görüşmeler yapılabilsin. Demokratik müzakere dediğimiz budur. İnsanlar, eleştirisi varsa ortaya koysun. Mektubunu yazsın, cevabını alsın. Bu diyalog kanallarının açılması önemlidir. 

Diğer yandan içinde bulunduğu tutsaklık durumu yeniden değerlendirilmek durumundadır. Geride 20 yıl bıraktık, gelinen noktada aynı kafayla yol almak, hem Kürt sorununun çözümünde hem de Türkiye demokrasi meselesi anlamında ciddi sorunları önümüze çıkarıyor. Türkiye’nin tecrit siyasetinden kurtulması gerekiyor.

Öcalan, avukatlarıyla 22 Mayıs’ta yaptığı görüşmede verdiği mesajlarına ilişkin “Tüm çevrelerden nasıl bir karşılık verileceğini 30-40 gün sonra anlarız” demişti. Bu süre geçti, nasıl bir tablo var önümüzde? 

Orada bir iktidar okuması, devlet refleksi okumasını görüyoruz. 30-40 gün, içinde bulunduğumuz siyasi iklim, siyasi konjonktüre bağlı bir süreçtir. Bu siyasi iklim ve siyasi konjonktürün kalıcı mı, yoksa geçici mi olduğunu anlayacağız. Eğer kalıcıysa zaten görüşmeler devam ederdi, hatta görüşmelerin çerçevesi genişlerdi. Eğer geçiciyse 30-40 gün sonra bunu anlayacağız demek istiyor. Şuan ortaya çıkan tablo sürecin geçici olduğunu bize gösteriyor. Tecritte ısrar görüyoruz.

Tecrit sadece İmralı Adası’nda uygulanmıyor. Bütün siyasete, ülkenin iradesine tecrit uygulanıyor, abartılı değil. Türkiye’deki bütün toplumsal kesimlerin üzerinde mutabık olduğu şey, demokrasi meselesidir. Herkes demokrasiyi, anayasayı, yargı reformunu konuşuyor. İktidar bile sistemin rehabilite edilmesi gerektiğini söylüyor. Bizim demokrasi meselemiz var. Demokrasi meselesini masaya yatırdığınızda ortada Kürt meselesi duruyor. Bu anlamıyla Kürt meselesi çözümsüz kaldığı sürece diğer hiçbir alanda çözüm üretemez hale geliyorsunuz. Diğer alanlarda da sorunlar giderek yoğunlaşıyor, derinleşiyor. Uzlaşmaz çelişkiler çatışmaya dönüşüyor. Savaş politikası dayatılmaya devam ediliyor. Fotoğraf bu; bunu herkes görüyor.

Peki, çözüm nasıl sağlanır?

Kürt meselesinin çözümü konusunda demokratik müzakereci bir anlayışla adım atılması gerekiyor. Bu meselenin çözümünün adresi İmralı’dan geçiyor. Muhatabı oradadır. Bu konuda adım atmadığınız sürece, herhangi bir sorun konusunda yol almak mümkün değil.

Tecrit politikasında ısrar edilmesi ülkeyi nereye sürükler?

Ülke bir yere gitmiyor, ülke bir girdaba girdi. Sürekli o girdabın içinde sıkıştı ve giderek bir çöküşe doğru sürükleniyor. Baktığınızda AKP-MHP bloğunun bir dış politikası yok, iç politikası, ekonomi politikası yok. Politikasız, idare etmeye çalışıyor. Tutunmaya, günü kurtarmaya çalışıyor. Ama Türkiye’nin önüne koyabileceği bir politikası, stratejisi, yol haritası yok. Bu akılla da olamaz. Bir tarafı tecrit, bir tarafı savaş, bir tarafı yoksulluk. Bu sıkışmalara baktığınızda Türkiye siyaset üretmeli.

Belirttiğiniz sıkışma hali nasıl bir siyaset tarzıyla aşılabilir, bu konudaki önerileriniz nelerdir?

Savaş politikaları yerine barış politikaları üretmeli. Çünkü çözüm buradan geçiyor. Türkiye’nin toplumsal barışı konusunda adım atılmalı. Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde ısrar etmek yerine daha demokratik bir sistem arayışına girmeli. Bir anayasa yapmalı, tecridi kaldırmalı. Bunlar Türkiye’nin önünü açabilecek siyasetlerdir. Toplumun büyük bir kesiminde bu konuda mutabakat var. Hem 31 Mart seçimlerinde hem 23 Haziran seçimlerinde toplum rızasını gösterdi ve iktidara bu dersi verdi. İktidar bundan ders çıkarmak yerine, bu sonuçları yok saymak peşinde. Bu giderek bir çöküntü halidir. Giderek bir girdabın içinde sıkışma halidir.

Bundan çıkmanın yolu, demokrasi ittifakıdır. Kararlı olanları, demokrasiyi arzulayanların yan yana gelmesiyle buradan çıkabiliriz. Bu olanak var. İnsanların bu konuda iradesi açığa çıkmıştır.

AKP-MHP çöküntü halinde dediniz…

AKP-MHP bloğu hızla düşüştedir. Çok ciddi puan kaybetmektedir. Araştırmacılar açıkladı; AKP neredeyse yüzde 27’lere kadar gerilemiş durumda. MHP yüzde 10’lara gerilemiş durumda. Bu bloğun toplamı artık salt azınlığa düşmüş durumdadır. Böyle bir tablo aslında kamuoyunun, iktidarın bu siyasetsizliğine dair tepkisini gösteriyor. İktidar buradan sonuçlar çıkarmak zorunda. Bu tabloyu yok sayarak yol alamaz.

Kutuplaşan ülke siyasetinde “Üçüncü Yol” stratejisini savunuyorsunuz. Bu stratejinin önümüzdeki dönemde pratik adımları neler olacak?

Üçüncü Yol meselesini çok iyi kavramak, yoğunlaşmak gerekiyor. HDK’den bugüne HDP’nin kurulmasıyla beraber siyaset alanında biz Üçüncü Yolu önceledik. Her şeyden önce kutuplaşmış Türkiye siyasetine bir itirazdır. İki kutba da bir itirazdır. Günümüzde gözle görülür hali; Cumhur ve Millet ittifakıdır. Bu kutuplaşmaya bir itirazdır. Bu, Türkiye’nin eksik, güdük giden, önünü açamamış demokrasi yolculuğuna bir itirazdır. Bu, Türkiye’deki şiddete, baskıya, vesayet rejimine bir itirazdır. Tümden baktığımızda, bütün tarihsel gelişmelere bağlı olarak Türkiye’deki bu otoriter zihniyete, topluma rağmen kendini var eden devlet anlayışına bir itiraz ve buna karşı bir seçenek üretmektir.

Türkiye iki kutuplu ve bunun için de gerilim siyasetine sıkışıp kalmış, toplumu baskı altına alan, zapturapt altına alan, gerilimi olduğu gibi topluma boca eden, onu sömüren, doğasını talan eden, kadını yok sayan, şiddeti topluma uygulamada bütün meşruiyet sınırlarını aşıp giden bir akla tutsaktır. Tam da bu aklın yerine kolektif aklı koyan, halkların ortak bir arada yaşama iradesini koyan, gerçek anlamda mutlak demokrasiyi savunan, radikal demokrasi anlayışıyla müzakereci bir aklı koyan, devletin vesayetine karşı çıkan, kapsamlı bir şeydir Üçüncü Yol.

Sadece ve sadece günlük siyasetin içinde üçüncü bir kutbu yaratmak değildir. Çok daha ötesinde bütün kutuplara, bu siyaset anlayışına bir itirazdır. Aslında Üçüncü Yol; herkesi bu yola davet eden siyasi bir hamledir. Şu iddiası da vardır ki herkes bu ceberrut anlayışa karşı kendisini ancak üçüncü yolda var edebilir. Türkiye’de kadınlara, emekçilere, çocuklara, halklara, inançlara bakın; hiçbirisi kendini gerçek anlamda var edemiyor. Devletin ceberrut baskısı altında, devletin dayattığı kimliğe mahkûm, yapay bir toplumsallık var. Bunu aşmanın yolu; kendi özgür iradeleriyle siyaset yapabilecek bir zemine kavuşmaktır. Bunun ilk adımı olarak demokratik anayasa öneriyoruz.

Bu yönde farklı kesimlerden de çağrılar var. Partinizin demokratik anayasa yapma konusunda bu zamana kadar ne tür girişimleri veya planlamaları söz konusu?

Bu konuda kapsamlı bir çalışma yürütüyoruz. Demokratik bir anayasa, demokratik cumhuriyet meselesini var edebilmemiz için bir toplum sözleşmesi, mutabakatı yaratmamız gerekiyor. Bir demokratik anayasa hamlesine ihtiyaç var.

Bu konuda anayasa strateji metnimizi oluşturduk. Buna bağlı olarak Türkiye’deki birçok kurumla görüşeceğiz. Görüşlerimizi aktaracağız, onları anayasa yapmaya davet edeceğiz. Herkesin görüşünün önemli olduğunu, anayasayı birlikte yapabilirsek anayasa olabileceğini, bir toplum sözleşmesi olduğunu, siyaset yapabilmek için böyle bir zemine ihtiyaç duyduğumuzu anlatacağız. 12 Eylül anayasasından, cuntacı yapıdan, onun bu yamalı bohça haline gelmiş bugün ki versiyonundan kurtulma zamanıdır. Toplumun tüm kesimlerine ulaşacağız. Bu çalışmalar Ekim’e kadar sürecek. Sadece gitmek değil, forumlar, birçok yerde buluşarak halkın katılımını sağlayacağız. Halkın sözünü söyleyebileceği platformları var etmeye çalışacağız. Merkezi düzeyde olduğu gibi yerellerde kurum ve kuruluşlara ulaşacağız. Gidebildiğimiz her yere gitmek istiyoruz, herkesle konuşmak, herkesi bu sürece dahil etmek istiyoruz. Hiçbir kısıtlamamız yok, her yere gideceğiz.

AKP ve MHP’nin de kapısını çalacak mısınız?

En son parlamentoya gideceğiz. Ama önce bütün toplumsal kesimleri ve yapıları dolaşmak istiyoruz. Vaktimizin, gücümüzün yettiği her yere gideceğiz. Sonra parlamentoya gideceğiz. Parlamentoya geldiğimizde mecliste 5 siyasi parti var. Bunların ötesinde meclise başka bir gözle bakıyoruz. Orada halkın iradesi var, temsiliyet var. Eksik temsiliyet, sorunlu temsiliyet var ama var. Meclis kendi iradesine sahip çıkmalı. Kendi iradesini ipoteklememeli. Kendi iradesi üzerindeki vesayete itiraz etmeli. 

Meclise geldiğimizde de iki ayrı çalışma yürütmeyi düşünüyoruz. Biri; yargı reformunun bir an önce meclise gelip bir yol temizliğini başlatmak. Hem iktidar partisine hem küçük ortağına hem de diğer partilere bu konuda bir ortaklaşma zemini sunmak istiyoruz. Çağrımız bu yönde olacak. Bunu yapabiliriz. Herkesin rahatsız olduğu bir mesele var. Herkes rahatsızsa neden çözmüyoruz? Burada artık klasik anlamda anladığımız partili tavırların ötesinde bir meclis hukukuyla hareket etmeliyiz.

Bir diğeri ise, anayasa konusudur. İktidar partisi itiraz edebilir. Ama toplum bu konuda güçlü iradesini ortaya koyarsa, toplum ortaklaşırsa, buna direnebilecek bir siyasi parti olduğunu sanmıyorum. Eninde sonunda meclis toplumun temsiliyetiyle varlığını ortaya koyabilir. Bunu reddeden bir yerden meclisi tanımlayamazsınız. Biz bütün toplumu bu taleplerin aktarılması için çabaya davet edeceğiz.

Bunun için bir "Demokratik Anayasa Hareketi" gerekmez mi?

Yerellere gittiğimizde, platformlar açığa çıktığında bizzat orada halk karar vermeli. Biz bir şeyleri götürüp, buyurun reçete budur demeyeceğiz. Birlikte bir reçetenin üretilmesi için sadece ilk adımı atacağız, öncü olacağız, haydi diyeceğiz. Bizzat oradaki insanlar karar verecek. Nasıl bir demokratik anayasa istediklerini, bunun mücadelesinin nasıl verileceğini o platformlar belirleyecek. Öbür türlü hazır reçetelerle kimse bir yere gidemiyor. Radikal demokrasi budur. Biz bu fikriyatın partisiyiz. Biz bunun örgütlenmesini yaratmaya çalışıyoruz. Bir fikri dayatmak değil, fikrin bizzat yerinde var edilmesine talibiz. Üzerimize ne düşüyorsa o sorumluluğu taşırız. Bir yerelde meclislerin oluşmasında, bize bir sorumluluk düşüyorsa mutlaka yerine getiririz. Siyasetin toplumsallaşmasında yerelin bizzat kendisinin harekete geçmesini sağlayabilmeliyiz.

Yine bu zaman zarfında parti olarak yeniden örgütlenme sürecine girip, 7 bölgede konferanslar gerçekleştirdiniz. 3-4 Ağustos tarihlerinde de merkezi konferanslar düzenleyeceksiniz. Yapılan konferanslarda örgütlenme konusunda ne tür eleştiri ve özeleştiriler gelişti?

Biz 6’ncı yaşımızı geride bıraktık. Fakat seçimlerden nefes alıp, fikriyatımızı gerçek anlamda örgütlemek için zaman aralığı yaratamadık. Geçmişten gelen deneyimler, birikimler, mücadele kararlığımızla ve halkımızın bizzat sahip çıkmasıyla önemli bir yol kat ettik. Ama şimdi bu fikriyatı örgütlemek lazım. Radikal demokrasi ve mutlak demokrasi mücadelesini bizahati örgütsel forma kavuşturmak zorundayız. Dolayısıyla bunun çabasının içerisindeyiz.

3-4 Ağustos’ta büyük örgütlenme konferansı gerçekleştireceğiz. Çok önemli kararlar alacağımıza inanıyorum, beklentim bu yönde. Gelecek yılın başında yapacağımız büyük kongreye de bu kararları taşımayı istiyoruz. Kurucu aklımız önemlidir. HDK’den HDP’ye ve bugüne fikriyatımız, stratejimiz güçlüdür. Şimdi örgütümüzü güçlü bir hale getirme zamanıdır. 

Biraz da AKP’yi konuşalım. AKP’nin içinden yeni oluşumlar çıkması gündemde. Önce Ahmet Davutoğlu, ardından da Ali Babacan’ın yeni parti kurma girişimleri söz konusu. Bu girişimlerden ne çıkar?

Bir şey çıkmaz. Her yerde anlatıyorum, bunlar Rus oyuncağı matruşka gibi. Açarsın içinden bir ufağı çıkar, açarsın bir ufağı çıkar. Şimdi açarsın içinden kısa boylusu çıkıyor. Dolayısıyla aynı zihniyettir, bunlar denenmişlerdir, eskimişlerdir. Yeni olanı karşılama zamanıdır. Yeni olan da HDP’dir. Fikriyatıyla, mücadelesiyle, Türkiye’nin de, Ortadoğu’nun da önünü açmaya kararlı olan HDP’dir. Dolasıyla Türkiye’de özellikle Kürt halkı mücadelesiyle özneleşmiştir. Radikal demokrasi ve demokratik ulusu buradan okuduğumuzda, bunu çok net görebiliyoruz.

Türkiye’nin neresine giderseniz gidin, eğer insanlar demokrasi mücadelesinde ortaklaşıyorsa, itirazlarını daha cesur dile getiriyorsa, geçmişten bugüne verdiğimiz mücadele sayesindedir. HDP, hem Kürt halkının hem de Türkiye halklarının mücadelesinden, emekçilerin, kadınların mücadelesinden gücünü alıyor. Bu mücadeleyi örgütlüyor. Yeni olan budur. Mücadelemiz mutlak demokrasi mücadelesidir.

Geçmişin bütün deneyimleri bize neyi gösterdi. AKP 18 yaşında, 17 yıldır iktidarda. 17 yıldır bu ülkeye neyi dayattılar? Neoliberal politikalar, savaş, Kürt sorununun çözümsüzlüğünü dayattılar. Bütün bu dayatmalara karşı yeniyiz diye ortaya çıkanların, sözünü duyalım bakalım ne diyecekler. Özelleştirmeler yanlıştı diyebilecekler mi? Bu kadar işsizliğe neden olmuş, bu ülkenin kaynaklarını çarçur etmiş akıl bugün çıkıp ne diyecek? Ya da gelip Sur’da ‘Burayı Toledo yapacağım’ diyenler, ne diyecek bize? Yanlış yaptık, Sur’u yıkarak hata yaptık, Toledo değil, bizzat Sur’u yaşatmak gerekiyordu diyebilecekler mi? Diyemeyecekler. Dolayısıyla yeni olan bir şey yok.

O yüzden hiç bu matruşkalarla uğraşmayalım. Yeni geleni selamlayalım.

İçteki kriz kadar dış siyaset de krizde. S-400’lerin teslim edilmeye başlanmasıyla birlikte Türkiye, Batı rotasından ayrılmış mı oldu? Bu durum nelere yol açar?

Siyaset yok. Siyaset olsa her yerde kriz yaşar mı? Şimdi Rusya’dan S-400 aldı diye Rusya’yla ilişkileri iyi mi sanıyorsunuz? İşte İdlib, yarın göreceksiniz Rusya’yla karşı karşıya gelecekler. Ya da F-35 alırsa ABD ile ilişkileri iyi mi gelişecekti? Hayır, siyaset yok ki iyi gelişsin. Diplomasi ve uluslararası siyasetiniz olmalı. Türkiye’nin böyle bir siyaseti yok.

Diğer yanda Doğu Akdeniz’de bir doğalgaz krizi de söz konusu…

Dört parti bir araya gelmiş bir bildiri yayınlıyorlar, ama hiçbir çözümden bahsetmiyorlar. Kıbrıs’ta Türkler var, Rumlar var. Onların bir arada yaşamlarına saygı duyacak, çözüm üretecek yerden değil, ayrıştırıcı, toplumları birbirine düşman eden bir yerden hamaset yapıyorlar. Hamasetle dış politika yürür mü? Seçim zamanı yapıyorsunuz anladık. Beka, beka, beka; yeri göğü inletiyorsunuz. Dış politika böyle bir şey değil.

Yunanistan’ın başbakanı daha yeni seçildi. O bile ortak çözüm bulmalıyız diyor. 3 gündür Başbakan seçildi. Sen 17 yıldır devleti yönetiyorsun, çözüm adına bir şey söyleyemiyorsun. Dolayısıyla Kıbrıs meselesi 1974’den beri çözüm bekliyor. Türkiye çözüm üretme konusunda yeterli inisiyatif alamadı. Türkiye büyük bir ülke, güçlü bir ülke. Gücü aslında halklarında, farklılıklarında, toplumunda. Fakat devlet bu güce rağmen kendini konumlandırıp, bu siyaset üzerinden beslenmeye çalışıyor. 

Ceberut dememizin nedeni bu. Halklarıyla, toplumuyla, emekçileriyle değil, bir yönetici kesimin kendi siyasi bağnazlıklarını dayatmasıyla yaşıyoruz. Kıbrıs’a, Suriye’ye bakıyor bağnazlık. Afrin? Bu olacak bir şey mi? Bir devlet nasıl aklını yitirmiştir ki çetelerle gidip Afrin’e yerleşiyor. Devlet çalınmış zeytinin ticaretini yapar mı? Biz bu kadar mı acz içindeyiz. Çeteler zeytini çalıyor, Türkiye bunun ticaretini yapıyor. Tarım Bakanı bizzat söylüyor. Bu örnekleri bir siyaseti olmadığı için veriyorum.

Çözüm sürecinin rafa kaldırılmasının ardından savaş sürecinin fiili olarak başladığı 24 Temmuz 2015’in yıl dönümündeyiz. Bu süreç, bugün Federe Kürdistan Bölgesi’ne yönelik operasyonlarla devam ediyor. Pençe-1 ve Pençe-2 operasyonları, Rojava sınırına yığınaklar… Savaş politikalarıyla nereye kadar?

AKP’nin bir an önce Sayın Öcalan’ın çağrılarına kulak vermesi gerekiyor. Türkiye savaş politikalarıyla bir yol kat edemiyor. Geriye dönüp 40 yıla baksın, 90’lara baksınlar. Bu politikalarda ısrar etmek, Türkiye’yi giderek içinden çıkılmaz bir yere götürüyor.

Her şeyden önce içerde ve dışarda Kürtlerle barışmak gerekiyor. Rojava olsun, Federe Kürt Bölgesi olsun, Afrin olsun. Türkiye’nin içinde ilk yapılması gereken Kürtlerle barışmak ve Ortadoğu’daki bu yangını bir an önce söndürmek. Bunu yapabiliriz. Artık tank sevk etmeyelim, bölgedeki insanların ihtiyacı olan şeyleri sevk edelim. Sağlıksa sağlık, eğitimse eğitim. İnsanların birbiriyle ilişkiye geçebilecek zeminleri yaratalım. Bu çetelerden kurtaralım, Afrin’e dönmesi gereken insanlar, evine yurduna dönsün.

Pençe operasyonları yapmayalım, başka şeyleri konuşalım. Demokrasi diyoruz; demokrasinin en önemli koşulu barıştır. Barışı konuşabilmek gerekiyor. Bu ülke bir sınır sorunu yok. Bu ülkenin toprak bütünlüğüyle ilgili kimsenin bir derdi yok, olamazda. Bu ülkenin değerleri, herkesin değeridir. Herkes değerlere hassasiyet göstermelidir. Sayın Öcalan mektubunda da çok net söylüyor; hassasiyete vurgu yapıyor. Bu önemli bir şey. Bir toplumu, halkı, memleketi var eden en önemli şeydir. Bunu yapacağız. Toprak bütünlüğü içinde mutlu, huzurlu yaşamak için demokratik bir cumhuriyet kurmalıyız. Suriye’ye, Irak’a demokratik cumhuriyete katkı gönderebiliriz, tanklar, uçaklar değil. Bu ülkede bu güç var.

Trabzon’da bir vaka yaşandı, bu Türkiye toplumunda kırılmalar açısından çok önemli bir sahnedir. Federe Kürdistan Bölgesi’nden ziyarete gelen insanlar var. Onların atkısı öyle. Siz o bayrakla oturup görüşmeler yapıyorsunuz. Fakat topluma yansıttıkları duygu hali öyle bir şey ki, insanlar birbirini linç edebilecek hale gelmiş. İnsanları orada linç ediyorlardı, öldürüyorlardı. Suçlu olanlar onlar oldu, sınır dışı edildiler.

İşte bu siyasette ısrar bizim nereye sürüklendiğimizi gösteriyor. Bir arada yaşam ve çözüm süreçlerinden bahsederken, bugün iktidar içinde bulunduğu bu çıkmazdan kurtulabilmek açısından ayrımcılığı, şiddeti dayatıyor. Bu şiddeti devlet tekelinden artık toplumun kendiliğinden şiddet üreten alanlarına taşıyor. Kitlelerin linç için galeyana gelmesi, buna müdahale etmeyen bir devlet şiddeti toplumsallaştırıyor. Şiddet toplumsallaşırsa, önce kendini tüketir. O yüzden toplumsal barış diyoruz. Şiddetin her türlüsüne karşı çıkılması gerektiğini söylüyoruz. Şiddet tekelini elinde tutan devletin, hukuk devleti olması gerektiğini söylüyoruz.

Röportaj: Özgür Paksoy – Mehmet Şah Oruç

24 Temmuz 2019