Torba yasa yıkım ve gasp yasasıdır

Eş Genel Başkan Yardımcımızın açıklaması:

AKP iktidarının yapısal değişiklikleri alelacele ve kendi çıkarına uygun yapmasının yasama yöntemi haline gelen torba yasalardan biri daha Meclis gündemine gelmiş durumdadır. Birbiriyle ilişkili olmayan pek çok konudaki yasal düzenlemelerin bir torba halinde ve değiştirilecek yasanın mantığı ve sistematiğinden bağımsız halde değerlendirilmeleri hukuk tekniği açısından pek çok sıkıntıya yol açmaktadır. Niyet alelacele yasalaştırmak ve muhalefetin değerlendirmelerini sınırlı tutmak ve aslında toplumun dikkatinden kaçırmaktır. 273 sıra sayılı torba 273 sıra sayılı torba yasa tam anlamıyla hak gaspı ve yıkım yasasıdır.

Yasa tasarısının en önemli değişiklik maddeleri 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanunu’na ilişkindir.

Afet Yasası pek çok kurum tarafından yurttaş değil, rant merkezli olarak tanımlanan ve planlama süreçlerini yerel özneleri dikkate almadan, merkezden karar alarak uygulamayı kural haline getirdiği için eleştirilen bir yasadır. Tasarı ile “kamu düzeninin ve güvenliğinin olağan hayatı durduracak veya kesintiye uğratacak şekilde bozulduğu, planlama ya da altyapı hizmetleri yetersiz veya imar mevzuatına aykırı yapılaşma bulunan ya da altyapısı hasarlı olan alanlar ve sonradan yapı ve iskan ruhsatı almış alanların, Bakanlar Kurulu tarafından riskli alan olarak ilan edileceği” düzenlenmiştir. Bu alanlara ilişkin dava açma süresi riskli alan ilanı kararının yayınlanmasıyla birlikte başlayacak, uygulama işlemine dava açılamayacak ve yürütmeyi durdurma talep edilemeyecektir.

Tasarıda geçen riskli alan tanımı oldukça muğlak, bilimsel olmayan ve politik açıdan yanlı bir tanımdır. Tasarı metninde “planlama ve alt yapı hizmetleri yetersizliğinden ve yahut imar mevzuatına aykırılıktan” bahsedilmektedir. Böylesi bir riskli alan tanımı, isteyenin istediği mülke el koyması ve istediği alanı keyfince dönüştürmesi anlamını taşımaktadır. Yurttaşın hukuki güvenliğinin kalmadığı, mülkiyet açısından dahi ne olacağı kestirilemeyen, sürekli kendi politik aidiyet mensuplarına imkan aktarmak amaçlı yapılan politikalar “kamusal” politikalar değildir. Kamu yararı ve güvenliği, bir kül olarak bütün yurttaşların yararı ve güvenliğidir. Devleti yönetenlerin yararı, kamu yararı olarak nitelendirilemez. Bu yasa tasarısı hem kendi aidiyetine çıkar sağlamak hem de yurttaşın en temel haklarını yok saymak üzerine kurulmuştur. Hedef de yalnızca Kürt Halkının yaşadığı bölgeler ile sınırlı değildir. Bütün yoksul mahalleleri, demografik ve yapısal açıdan uygun görülmeyen yerleşimler ve yahut yıkılması rant getirecek her alan bu sisteme dahildir. Nitekim Afet Yasası'nın şimdiye kadarki uygulamaları da buna işaret etmektedir. Rant merkezli odaklar siyasi baskılarla çok büyük ve sınırları belirsiz alanlarda yurttaşların ve aslında bir bütün olarak halkın yaşam alanlarına el koyacak yasal mekanizmayı harekete geçirecek olanağı bu yasal düzenleme ile ele geçirebileceklerdir.

Tasarı, Afet Yasası kapsamında Anayasa Mahkemesince iptal edilen düzenlemeleri yeniden ve benzer şekli ile Meclis’e getirmiştir. Anayasa Mahkemesi 2012/87 esas, 2014/41 karar sayılı 27.02.2014 tarihli kararı ile yasa kapsamında açılan davalarda yürütmeyi durdurma kararı verilememesi başta olmak üzere pek çok hükmü iptal etmiştir. Ancak Hükümet bu maddeleri özellikle Sur ve Silopi gibi Saray'ın savaş politikalarıyla yıkılan ve sonrasında riskli alan ilan edilen yerlerde, riskli yapı olmasa bile, hiçbir yurttaşın kendi mülkiyetine dair bir tasarrufta bulunamayacağını düzenlemek için yeniden getirmiştir. Bu da, 25 Mart’ta Resmi Gazete’de yayınlanan “Acele Kamulaştırma” yoluyla, Sur’un tamamına, Silopi’nin büyük çoğunluğuna el koyma kararında, riskli alan ilan edilen bu bölgelerde, yurttaşın kendi mülkiyetine dair tek bir çivi çakmasını engellemeye dönük kararın yasal boşluğunu gidermeye dönük olarak hazırlanmıştır. Riskli alan içerisinde olmayan riskli yapının da aynı işleme tabi tutulması, aslında yasa koyucunun niyetini açıkça ortaya sermektedir. Buradaki mesele kamusal sorumlulukları yerine getirmek değil, halkın yıllarca kendi emeğiyle yarattığı kültürel yapıya el koymaktır. Sur ve Silopi için alınan “kamulaştırma” kararı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın hiçbir şekilde halk ile yerel yönetimler ile uzlaşmaya, diğer yerel aktörler ile müzakere etmeye ve imar faaliyetlerini tartışmaya gerek duymadan hızla “tek başına” bir tasarrufta bulunmasına imkân vermektedir. Böylece AKP gereksiz bir prosedür olarak gördüğü bütün işleyişi devre dışı bırakabilecektir. Acele kamulaştırma yolunun bir bütün olarak riskli alan ilan edilen yerlerde uygulamaya sokulması bunun göstergesidir.

Yurttaşın mülküne el koymak oldukça sıkı kurallar ve kamu yararı açısından geniş bir meşruiyet zemini gerektirirken bu tasarı ile bu kriterleri dahi tartışamadan dava açma hakkının sınırlanması önümüze konmuş durumdadır. Yurttaşın hukuka güvenmesini sağlaması gereken yasa koyucu, bizzat Anayasa Mahkemesi kararının arkasından dolaşmakta ve Anayasa'yı ihlal etmeyi teşvik etmektedir. Hukuk yollarının kapatılması ya da sınırlanması aslında yapılan düzenlemenin hukuki olmayacağının da en büyük kanıtıdır. Yurttaşın itirazını ve hak aramak veya idarenin hukuk sınırları içinde kalıp kalmadığının denetlenmesini talep etmek için mahkemelere başvurmasını, idarenin önünde en büyük engel olarak gören anlayış demokratik toplumlarda yer bulamaz.

Merkezi otoritenin kamu yararı gözetilmeksizin kendi çıkarı için yaptığı “toplum mühendisliği” daha önce de halkımızın karşılaştığı ve reddettiği bir durumdur. Bir kentin dokusu ile oynamak gelecek kuşaklar açısından da tehlike oluşturmaktadır. Kentler inşaat şantiyesi değil, yaşam alanıdır. Canlıdır, kültürel dokusunun korunması, yereldeki insanların yaşayabileceği şekilde düzenlenmesi gerekmektedir. Bunu da en iyi o bölgenin insanları bilmektedir. Bütün süreçlerde yereldeki halkın ihtiyaç, istek ve kararlaştırmaları belirleyici olmalıdır. Tasarı bu haliyle kabul edilemez durumdadır.

6415 sayılı Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Hakkında Kanunun 4. maddesine bir fıkra eklenerek Ceza Muhakemesi Kanununun 133. maddesine şirket yönetimi için kayyım tayini, 135. maddesinde iletişimin tespiti, dinlenmesi ve kayda alınması, 139. maddesinde gizli soruşturmacı görevlendirilmesi ve 140. maddesinde teknik araçlarla izleme düzenlemeleri getirilmektedir.

İktidar düzenlemede geçen iletişimin dinlenmesi, kayda alınması ve gizli soruşturmacı görevlendirmesi yoluyla bütün şirketleri dinleyebilecek, hukuk katliamı olan “gizli tanık” uygulaması gibi gizli soruşturmacı eliyle şeffaf olmayan şekilde kamuoyuna hesap vermeden, kamuoyunun bilmediği herhangi kişi veya kişileri, kendisine muhalif olan şirketleri “terörü finanse eden şirketler” şeklinde tanımlayabilecektir. Bu kanun maddesinin bugünkü mevcut uygulamada geniş bir şekilde yorumlanarak meslek örgütlerini, sendikaları, odaları kapsar şekilde kötüye kullanılma ihtimali kuvvetle muhtemeldir. Siyasi iktidar hedeflediği ve seçimlerle yönetimini alamadığı sendikaları meslek örgütlerlerini, Odaları bir örgütün finansmanını yaptığını iddia ederek kayyum atama yoluna dahi gidebilir. Siyasi iktidarın her alanda denetimsiz güç ihtiyacı, toplumun bütün kesimleri açısından korkutucu boyutlara ulaşmıştır. Toplumun geneli açısından güvensizlik halini derinleştirecek, hak ve özgürlükleri rafa kaldırmayı alışkanlık haline getiren yasa tasarıları geri çekilmelidir. Baskı politikaları ve zor, yapısal olarak kurumsallaştığında hiçbir kesimin hukuki güvenliğinin kalmadığının örneği bolca bulunmaktadır.

Sınırsız, muğlak yetkiler ile daha çok baskı, savaş politikaları yerine hak ve özgürlüklerin temel çerçeveyi çizdiği bir barış toplumuna ihtiyacımız vardır.

Aysel Tuğluk
HDP Hukuk ve İnsan Haklarından Sorumlu Eş Genel Başkan Yardımcısı
11 Nisan 2016 

Etiketler: #afet yasası , #torba yasa