Yassıada yargılamalarının hukuki dayanağının kaldırılmasını içeren kanun teklifine ilişkin muhalefet şerhimiz

Yassıada yargılamalarının hukuki dayanağının kaldırılmasını içeren kanun teklifine ilişkin muhalefet şerhimizi: 

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ ANAYASA KOMİSYONU BAŞKANLIĞI’NA

2/2952 esas sayılı, 12/06/1960 tarihli ve 1 sayılı 1924 tarih ve 491 sayılı Teşkilatı Esasiye Kanununun Bazı hükümlerinin Kaldırılması ve Bazı Hükümlerinin Değiştirilmesi Hakkında Geçici Kanunun Bazı Maddelerinin Yürürlükten Kaldırılması ve Neden Olunan Mağduriyetlerin Giderilmesi Hakkında Kanun Teklifi hakkında muhalefet şerhimiz ektedir.

Giriş

Tarih, her dönemin muktedirleri tarafından yazılmak  ve yeniden üretilmek istenir. Her siyasi iktidar kendi ideolojik hegemonyasını bu şekilde toplumun tamamına yaymayı amaçlar ve bu yolla kendi iktidarını süreklilik içinde tutmaya özen gösterir. Belli bir iktidar döneminde üretilen mitler, efsaneler, iktidar değişiminde yerle bir edilir ve geçmiş efsanelerin adını söylemek bilevatan hainliğiyle özdeş kılınır. Tıpkı darbecilerin darbeyi başardıklarında vatanı kurtaranlar olarak kabul görmesi, başaramadıklarında ise vatan haini olarak görülmeleri gibi. Darbe başarılı olunca muktedir olanlar, başaramadıkları zaman ise ölüm cezası ya da müebbet hapisle yargılanan demokrasi düşmanı figürlere dönüşürler. Bir dönem lanetlenen figürler, devran döndüğünde kutsal hale getirilebilir ya da bugün neredeyse kutsal kabul edilenler, modern mitler haline getirilenler ileride kimsenin ağzına almak bile istemediği nefret objelerine dönüşebilirler.

Michel Foucault, iktidarın söylemsel olarak nasıl “gerçeklik yaratma” derdine düştüğünü analiz ederekve bilginin, iktidarın elinde güç devşirilen bir alana dönüştüğünü, bu yolla hakikat siyasetinin nasıl darbelendiğini anlatır. Bu bağlamda tarih, olan biten şeylerin tarihi olarak değil, iktidarların siyasi rıza üretme mekanizması olarak işlev görür. Şeylerin tarihi göreceli olarak ele alındığında ise somut ve objektif niteliğini çoktan yitirir. Dolayısıyla meseleler iktidarların siyasi ve ideolojik çıkarlarıyla ele alınamaz. Tarihi, avcıların yazdığı söylemi buradan gelir. Oysa tarih esasen acımasızca avlananların gözünden bakıldığında anlam kazanır.

Kavramlara ilişkin üretilen anlamlar da iktidarın süzgecinden geçirilerek dolaşıma sokulur. Tarihsel süreç içinde toplumsal mücadelelerle ortaya çıkan değerler, siyasi iktidarların dönemsel olarak sahiplendiği kavramlara dönüşür. Örneğin, "demokrasi", "özgürlük" gibi kavramlar aynı şekilde siyasi iktidarı elinde bulunduran güçlerce ideolojik çıkarlara kurban edilerek yeniden üretilir ve dolaşıma sokulur. Uzun yıllar içinde büyük mücadeleler sonucu ortaya çıkan toplumsal kavramlar, siyasi iktidarların meşruiyetlerini sürdürmeleri için kullanılan basit aparatlara dönüştürülür. Böyle olunca demokrasi düşmanı diktatörler demokrasi kahramanı gibi gösterilir, demokratik siyasete darbe üstüne darbe yapanlar, darbe mağduru gibi lanse edilir.

Cumhuriyet’in ilk kuruluş yıllarında inşa edilen ‘Türk Tarih Tezi’nde de bu realiteyle karşılaşırız. Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte yazılan resmi tarih, aktörlerin belli bir bakış açısıyla ele alınarak ders kitapları ve yayınlar üzerinden topluma sunulur ve propagandası yapılır. Burada yapılan, olan bitenin objektif sunumu değil, hakimideolojiye uygun tarih yazımından ve yapımından ibarettir. Tarihin bu şekilde iktidarlar üzerinden yazılması halkların gerçek tarihinin görmezden gelinmesine yol açar. Ortaya çıkan şey hakikatin yazımı değil, ideolojik tarih yapımı olarak karşımıza çıkar. 

İki Tarz-ı Darbe

Darbeler literatürüne göre bugüne kadar iki tarz darbe deneyimlenmiştir. İlk tarz darbeler askerlerin yönetime doğrudan ve şiddet yolu ile el koyması şeklinde gerçekleşirken; ikinci tarz darbeler ise erki elinde bulunduran siyasi-sivil güçlerin çeşitli stratejilerle yavaş yavaş yönetim sistemini, demokratik yaşamı, kuralları dönüştürmesi ile gerçekleşir.

Darbeler tarihi, modern devletin oluşum sürecinde ihdas edilen düzenli ordular ve ordu hiyerarşileri ile birlikte tarih sahnesine çıkmıştır. Demokrasinin temsil üzerinden biçimlendiği ve devletin özerk bir aygıt olarak siyasal alan içerisinde yer aldığı modern devletlerde, zor aygıtını elinde tutan ordu bürokrasisi demokrasi ile arasındaki mesafeye ve ülkenin demokratik işleyişinin gücüne bağlı olarak siyasal alanın düzenine ve işleyişine müdahalede bulunmuştur.

İlk tarz daha çok bilinen ve sayıca daha fazla deneyimlenen askeri darbelerdir. Bu tarz darbeler, askeri müdahale ile siyasal alanın yeniden düzenlenmesini içerir.Yapılan araştırmalara göre 2. Dünya Savaşı’ndan sonra dünyada 475 askeri darbe girişimi gerçekleştirilmiş ve 236 tanesi “amacına” ulaşırken, 239'u ise başarısızlıkla sonuçlanmıştır.  Soğuk Savaş sırasında gerçekleşen darbelerin 4’te 3’ü askeri darbelerdir.Türkiye, Arjantin, Brezilya, Dominik Cumhuriyeti, Gana, Yunanistan, Guatemala ve Uruguay’da demokrasiler hep askeri müdahaleler yoluyla sona ermiştir. Daha yakın tarihte ise 2013 yılında Mısır’da Mohammed Mursi, 2014 yılında ise Tayland Başbakanı Y. Shinawatra askeri darbelerle devrilmiştir.

Dünya darbe haritasına bakıldığında, “gelişmiş demokrasiler” hariç, Güney Amerika ve Doğu Akdeniz başta olmak üzere yaygın bir darbe deneyiminin tüm dünyada yaşandığını ifade edebiliriz. Darbeler hem demokratik hem de otoriter yönetimlerde gerçekleşmekte iken, özellikle demokrasi ile yönetilen ülkelerde eksik demokrasi ve bundan kaynaklanan iktisadi-sosyal-siyasal sorunlar darbelerin temel gerekçesi olarak öne çıkmaktadır.

Oysaki, demokrasiden kaynaklı sorunların tek çözüm yolu daha fazla demokrasidir.

Türkiye’de darbeler ve siyaset

Türkiye siyasi tarihinde darbelerin tamamına yakını birinci tarz darbe olan askeri darbeler kategorisine girmektedir. Türkiye’de 1960, 1971 ve 1980 yıllarında çeşitli yöntemler ve araçlarla sonuca ulaşan darbeler gerçekleştirilmiştir. Darbe olmayan fakat darbe ile aynı amacı taşıyarak siyasal düzenin yeniden organize edilmesini öngören 28 Şubat 1997 ve 27 Nisan 2007 muhtıra girişimleri de söz konudur. 15 Temmuz 2016 tarihindebir darbe girişimi gerçekleştirilmişse de başarısız olmuştur

Bugüne kadar askeri ve/veya sivil vesayet odakları tarafından halk iradesine yapılan müdahaleler, devletin çeşitli zor aygıtları aracılığıyla gerçekleştirilmiştir. Bu araçlar kimi zaman kurulan mahkemeler, kimi zaman askeri güçler, kimi zaman ise yürütme erkinin aşırı yetkilendirilmesi neticesinde çoğu zaman bütün bunların toplamı aracılığıyla gerçekleşmiştir.

Türkiye siyasi tarihinde askeri darbelerin ilki 27 Mayıs 1960 tarihinde gerçekleştirilmiştir. Okunan darbe bildirisinde “bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran…” şeklinde gerekçeler üreterek demokratik yaşam sonlandırılmıştır.

27 Mayıs darbesi ile halk iradesine müdahale edilmiş, demokrasi kesintiye uğratılmış ve hukuk askıya alınmıştır. Darbecilerin siyasal alanı yeniden düzenleme isteği neticesinde Anayasa yeniden yapılmışsa da, 1924 Anayasası’nın 1921 Anayasası’nda öngörülen özerklik ve özerk bölge halklarının iradesini hiçe sayan tutumu devam ettirilmiştir.

27 Mayıs 1960 darbesini gerçekleştiren darbeciler, sadece anayasal düzeni sonlandırmamış, halkın oyları ile seçilen, meşru yöneticileri de yargılamıştır. Bu yargılamalar neticesinde Başbakan Adnan Menderes, Bakanlar Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan, ne yazık ki idam edilmişlerdir. Bu idamlar Türkiye demokrasi tarihine bir kara leke olarak sürülmüştür.

Halkların Demokratik Partisi olarak darbelerin ve darbecilerin her daim tam karşısında yer aldık. Darbelere ve darbecilere karşı mücadelemiz, politik mücadele tarihimizin vesikalarından biridir. Bu kapsamda, bir kez daha, Milli Birlik Komitesi’nin 38 üyesi başta olmak üzere, 27 Mayıs darbesini gerçekleştirenleri ve Adnan Menderes ile arkadaşlarının idamına giden yolun taşlarını döşeyenleri, bu kararı verenleri demokrasi ve özgürlükler adına kınıyoruz.

Darbelerle yüzleşme

Halkların Demokratik Partisi’nin darbelere ve darbecilere karşı net ve kat’i tutumu ilkeseldir. Etik-politik bir duruş, demokratik yaşamı kurmaya dönük bir mücadeledir. Bu kapsamda darbenin askeri ve/veya sivil vesayet güçleri tarafından gerçekleştiği her türüne karşı çıkmanın sadece kınamakla değil, aynı zamanda darbelerle yüzleşerek demokratik bir geleceği inşa etmenin etik-politik duruşumuzun vazgeçilmez bir parçası olduğunun da bilincindeyiz.

Gerek halk iradesine müdahale anlamına gelen darbelerin siyasi pragmatizme uygun olan sadece bir kısmına eğilmek; gerekse de uzak ya da yakın tarihte yaşanan darbeleri siyasal iktidarını meşrulaştırmaya yönelik bir geçmiş inşasına çevirmek, demokrasi ve özgürlük dolu bir geleceği inşa etmenin önündeki en temel engellerdendir. Bu bağlamıyla, çeşitli iktidar araçları ile halk iradesini hedef alan tüm darbelerle yüzleşmek gerekmektedir. Ne yazık ki, Türkiye siyasi tarihine bakarken “darbelerden darbe beğenmek” sadece ve sadece darbe mekaniğinin canlı kalmasına sebep olacaktır.

Darbelerle yüzleşmek için darbeler arasında “seçici” davranmamak, sadece 27 Mayıs darbesinin değil, darbelerin tüm izlerini hem siyasi hayattan hem de hukuk mevzuatından tümüyle silmek gerekmektedir. Nitekim bu kanun teklifinin genel gerekçesinin de belirttiği gibi, 27 Mayıs askeri darbesi nasıl hukuk sisteminde yaralara neden olmuşsa, daha sonra gerçekleştirilen 12 Eylül 1980 askeri darbesi ve onun ürünü olan 1982 Anayasası da hukuk sisteminde onarılmaz yaralara neden olmuştur. 1982 darbe anayasasının üzerine inşa edilen bugünkü sistem de söz konusu yaraları derinleştirmekten başka bir işleve sahip olamamıştır.

Bugün Türkiye’nin demokratik ve özgür geleceğine dair bir istek varsa, yapılması gereken şey Demokratik Anayasa’dır. Böyle bir anayasanın öncelikli amacı, Türkiye’nin ilk sivil anayasası olan 1921 Anayasası’ndaki gibi halkları ve toplumu esas alan, uzmanların ifade ettiği gibi “ilk radikal demokratik an” olan bu anayasadan esinlenerek bir toplum-devlet düzeni var etmektir. Darbe ve darbecilerle yüzleşmenin en esaslı ve güçlü adımı kuşkusuz ki Demokratik Anayasa olacaktır.

Türkiye siyasi tarihi devlet-toplum gerilimi arasında geçmiş, iktidarlar çoğu zaman “devletleşerek” yargıyı denetimine almış ve toplum-halk iradesini kesintiye uğratmıştır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Diyarbakır, İzmir, İstanbul başta olmak üzere birçok kentte kurulan İstiklal Mahkemeleri aracılığıyla halk iradesine müdahale edilmiş, demokratik yaşam henüz kurulmadan önü kesilmiştir. Yargıyı halk iradesine müdahale aracı etme geleneği; 49’lar davası, 27 Mayıs Darbesi sonrası kurulan Yüksek Adalet Divanı, 12 Eylül darbesi sonrası kurulan Sıkıyönetim Mahkemeleri, 90’lardaki Devlet Güvenlik Mahkemeleri, 2000’li yıllarda kurulan Özel Yetkili Mahkemeler, 20 Temmuz darbesi sonrası kurulan OHAL Komisyonu ile devam ettirilmiştir. Yani politik olaylar ve özneleri konu edinen tüm yargısal süreçler, halk iradesine müdahale, yani darbenin aracı olarak devam edegelmiştir.

Nitekim 27 Mayıs darbesinin neden olduğu mağduriyetleri gidermeyi amaçlayan kanun teklifinin genel gerekçesi de yargının halk iradesine müdahale aracı olarak kullanıldığını bir tek olayda da olsa itiraf etmiş, Yüksek Adalet Divanı’nın “şeklen yargı kararı ama esasen gücün siyasi arzularına” uygun kararlar verdiğini belirtmiştir. Nihayetinde, halk iradesine müdahale anlamına gelen darbelerin yargı eliyle yürütüldüğü Türkiye’deki örnekleri ile yüzleşmeksizin gerçek anlamda “darbelerle yüzleşme” söz konusu olmayacaktır.

Darbe, sadece askeri araçların kullanılarak halk iradesinin hiçe sayılması ve yönetime el konması değildir. Darbe, bir siyasi iktidar anlayışıdır. Darbelerin araçları bazen tank-top, bazen mahkeme kararı, bazen de yürütme erki tarafından çıkarılan bir kararname ya da OHAL ilanı şeklinde gerçekleşebilmektedir.

Nitekim dünyadaki darbe tartışmaları literatürü son yıllarda askeri darbeler kadar söz konusu sivil vesayet odaklarının gerçekleştirdikleri darbelerle de ilgilenmeye başlamış ve geniş bir yazın ortaya çıkarmıştır. Bu kapsamda, darbenin araçları ile tanımlanması yerine halk iradesi ile ilişkisi merkeze alınmıştır. Halk iradesini hiçe sayan her türlü müdahale darbe başlığı altında incelenmeye başlanmıştır. Bu kapsamda 1994 yılında Demokrasi Partisi (DEP) milletvekilleri Leyla Zana, Hatip Dicle, Mahmut Alınak, Selim Sadak, Sırrı Sakık, Orhan Doğan, Zübeyir Aydar ve Ahmet Türk’ün milletvekilliklerinin düşürülmesi, halk iradesine müdahalenin yakın tarihteki örneğidir. Yine 4 Kasım 2016 tarihinde 6 milyon oy alan HDP’nin Eş Genel Başkanları Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş ile HDP milletvekillerinin gözaltına alınarak tutuklanması, doğrudan halk iradesine müdahale anlamında darbedir. Bu darbe pratiği bugün de devam ettirilmiş, 4 Haziran 2020’de Hakkari milletvekilimiz Leyla Güven, Diyarbakır milletvekilimiz Musa Farisoğulları ve CHP İstanbul milletvekili Enis Berberoğlu’nun vekillikleri hukuksuz bir kararla düşürülmüştür. İşbu kanun teklifinin genel gerekçesinin “yasama sorumsuzluğu ve yasama dokunulmazlığı”na aykırı hareket olarak ifade ettiği tarihsel gerçeklik 1994’te, 2016’da ve bugün farklı yöntemlerle kendini tekrarlamıştır.

Açıktır ki, darbecilerin müdahale ettiği halk iradesinin niceliksel önemi değil, darbe anlayışının niteliği önemlidir. Bu kapsamda, esas olan iktidar anlayışının içerisine yerleşmiş olan ve demokrasi nefreti ile işlerlik kazanan anlayış olarak darbe mekaniği ile yüzleşmek ve bununla mücadele etmektir.

Darbelerin ortak dili

Bütün darbeler ortak gerekçelere dayanarak yapılır: “Devlet otoritesini tesis etmek, bölücü, yıkıcı, irticai, terörist faaliyetleri engellemek…” Bu gerekçeler üzerinden devletin elindeki zor aygıtları kullanılarak halk iradesine el konulur. Her darbe kendi “hukukunu” işletir. Bu hukuk “Anayasa’nın askıya alınmasının, Meclis’in lağvedilmesinin, siyasi partilerin kapatılmasının, siyasetçilerin zindana tıkılmasının, başbakan ve bakanların idam edilmesinin” zeminini hazırlar. Yargı ya da hukukun devrede olması darbe yapıldığı gerçeğini ortadan kaldırmaz, aksine darbe hukukunun işlediğini gösterir.

27 Mayıs sabahı, Kurmay Albay Alpaslan Türkeş tarafından okunan bildiride "Sevgili Vatandaşlar, bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran… ve son müessif hadiseler dolayısıyla kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri, memleketin idaresini ele almıştır. Bu harekâta Silahlı Kuvvetlerimiz; partileri içine düştükleri uzlaşmaz durumdan kurtarmak ve partiler üstü tarafsız bir idarenin nezaret ve hakemliği altında, en kısa zamanda adil ve serbest seçimler yaptırarak idareyi, hangi tarafa mensup olursa olsun, seçimi kazananlara devir ve teslim etmek üzere girişmiş bulunmaktadır.Girişilmiş olan bu teşebbüs, hiçbir şahsa veya zümreye karşı değildir. İdaremiz, hiç kimse hakkında şahsiyata müteallik tecavüzkâr bir fiile müsaade etmeyeceği gibi, edilmesine de asla müsamaha etmeyecektir. Kim olursa olsun ve hangi partiye mensup bulunursa bulunsun, her vatandaş; kanunlar ve hukuk prensipleri esaslarına göre muamele görecektir. Bütün vatandaşların, partilerin üstünde aynı milletin, aynı soydan gelmiş evlatları olduklarını hatırlayarak ve kin gütmeden birbirlerine karşı hürmetle ve anlayışla muamele etmeleri, ıstıraplarımızın dinmesi ve milli varlığımızın selameti için zaruri görülmektedir…” denilmektedir.

12 Eylül darbesi sırasında yayınlanan bildiride ise; “Demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmak” darbe nedenlerinden biri olarak sayılmaktadır.

İçinden geçtiğimiz tarihsel dönem ise AKP tarafından otoriterleşme eğilimlerinin güçlendiği, muhalifler üzerindeki baskıların çoğaldığı bir dönem olarak anılacaktır. Ancak bu dönemin önemli ayırt edici özelliklerinden biri de seçme ve seçilme hakkının halkın elinden alınması ve temsilcilerinin cezaevine konulmasıdır.

Bugün 27 Mayıs’ta halkın oylarıyla gelen meşru bir iktidarın ordu tarafından görevden alınarak temsilcilerinin idam edilmesiyle sonuçlanan bir süreci ilgilendiren bir yasa teklifini görüşürken, aynı zamanda demokratik işleyiş ve kurallarda en önemli ilkenin eşitlik olduğunu söylemek gerekir. Bir kişiye, bir gruba, bir siyasi partiye göre değişen demokrasi anlayışı dünyanın hiçbir yerinde kabul görmeyecek, olsa olsa tıpkı darbelerin arkasına sığındığı demokrasi kavramı gibi siyasal iktidarların aparatı haline gelecektir.

Olağanüstü hukuk

Darbe anlayışının öteki sureti, siyasal ve sosyal alanın, aşırı yetkiler ele alınmak yoluyla yeniden düzenlenmeye çalışılmasıdır. Çok sayıda tarihsel örneği olmakla birlikte tipik örneği 20 Temmuz 2016 yılında ilan edilen OHAL’dir. Türkiye halkları 15 Temmuz 2016 tarihinde bir vesayet odağı tarafından gerçekleştirilmek istenen askeri darbe girişimi ile karşılaşmış, demokratik yaşam askeri darbe tehdidi ile karşı karşıya kalmıştır. 15 Temmuz gecesinden başlamak üzere tüm Türkiye halkları ve siyasi aktörler askeri darbeye karşı net bir karşı tutum sergilemiş iken, iktidar “Allah’ın lütfu” diyerek 20 Temmuz’da OHAL ilan etmiştir.

Anayasal açıdan OHAL sadece darbe gerekçesi ile sınırlandırılırken, iktidar OHAL’i kullanarak siyasal alanı yeniden düzenleyecek kararnameler yayınlamış ve hatta yönetim sistemini değiştirecek referandumu ve seçimi OHAL şartları altında gerçekleştirmiştir. İktidar yönetim sistemini değiştirmiş, rejimi demokrasiden daha fazla uzaklaştırmış, halk iradesine müdahale etmenin araçlarını ele geçirerek belediyelere kayyım atamıştır.  Böylece milyonlarca yurttaşın iradesine müdahalede bulunmuş ve demokrasiyi prosedürel olmaktan dahi çıkarmak istemiştir. Bu sürece karşı yürütmenin frenlenmesi, halk iradesinin tecellisi olan parlamentonun erkler arasındaki itibarının tesis edilmesi, yerel demokrasinin güçlendirilmesi darbe anlayışına karşı geliştirilecek en iyi çözümdür.

Halkların Demokratik Partisi’nin belediyelerine atanan kayyımlar ve seçilmişlerinin cezaevlerine konulması bu dönemde de “bağımsız yargı” ile açıklanmaya çalışılmaktadır. Ancak darbe dönemlerinden çok iyi bildiğimiz gibi, tarih boyunca yargı her zaman iktidarın aparatı gibi çalışmış, hem gerekli yasal düzenleme ve güvencelerin olmaması hem de köklü bir demokrasi geleneğinin eksikliği, yargı bağımsızlığının muhalefet aleyhine işlemesine sebep olmuştur.

Ortak bir gelecek için iktidarların değil halkların tarihi!

Türkiye siyasetinin ortak ve demokratik geleceği kuramamasının en büyük nedenlerinden biri, iktidarların siyasi tarihe karşı etik-politik yaklaşım sergilemek yerine siyasi pragmatizmi esas alan ve egemen olma arayışından vazgeçmeyen yapısında aranmalıdır. İktidar değişimlerine paralel olarak, önem verilen tarihi kişilikler de değişmekte; siyaset bir etik ve iyi olanı icra etme sanatı olarak değerlendirilmemekte, iktidarın kendi gücünü tahkim etme isteğinin yansıması olarak dost-düşman ikiliğine indirgenmektedir.

Ortak tarih yapamayan topluluklar, ortak siyasi kimlik yaratamaz; ortak yaşam tahayyülü ve potansiyeli oluşturamaz; ortak geleceği demokratik şekilde inşa edemez. Meşruluk yerine gücün, rıza yerine zorun geçer akçe edilmek istendiği bir topluluk ortak gelecekte buluşamaz. Ortak tarih yapmanın iktidarcı alternatifi, egemenin tarihini yapmaktır. Bu tarih, “kâğıttan kaplanların” tarihidir. Ve şüphe yok ki, bir gün bozulmaya mahkumdur.

Egemenlerin tarihi yerine demokratik gelecek için halkların tarihini yapmak işbu kanunda yer alan şekilde “sicil affı”nı gerçekleştirmekle değil, Milli Birlik Komitesi’ni kınayan bir siyaset kararı ile mümkündür. Halkların ve ezilenlerin gerçek tarihini yapmak ve geleceğini inşa etmek, Türkiye’deki tüm darbecilerin isimlerini kamusal alanlardan silmekle mümkündür. Fakat 18 yıldır iktidarda olan AKP’nin darbelerle yüzleşme, ortak tarihte buluşma ve demokratik geleceği inşa etme niyetinin olmadığı açıktır. İktidarını meşrulaştırma arayışının bir parçası olarak tarihe dönmek, AKP’nin halkların geleceğine karşı ortaya koyduğu negatif pratiklerden biridir.

Halkların Demokratik Partisi, etik-politik açıdan muktedirin ya da muktedirlik arzusunda olanların tarihinin değil, halkların ve ezilenlerin tarihinin temsilcisidir. Tarihi yapanların ezilenler olduğunun bilincindedir. HDP “dalından koparılan ham meyvelerin”, “zindanlarda tutulan siyasetçilerin”, “darağacına başı dik gidenlerin”, “halkına borçlu olanların” sözcüsüdür.

HDP, siyasetçilerin tümüne yapılan zulümlere karşı olduğu gibi, Adnan Menderes ve arkadaşlarının idam edilmesine de karşıdır. Demokrasiyi kesintiye uğratan ister “apoletli” isterse “kravatlı” her türlü darbenin karşısındadır. Zindanlarda veya darağaçlarında demokratik yaşamın sonlandırılmasına karşı bir mücadele tarihinin temsilcisidir. “Tek yol iktidar” diyenlere karşı, “darbeye karşı tek yol daha fazla demokrasi” demek için bir araya gelenlerin partisidir.

HDP, hem darbeci askerler ve sivil yandaşlarının hem de usulde değişen ama esasta darbecilikte bir adım geride durmayanların karşısında; demokratik geleceği, toplumsal barışı ve adil, özgürlükçü yaşamı savunanların partisidir. Bu yönüyle HDP, Türkiye halklarını tek kimlik ve öteki kimlik arasına sıkıştırmaya çalışan hegemonik anlayışlara karşı tarihi yapan halkların, tarihi yazan özneler olmasını savunanların yoludur.

Türkiye siyasi tarihi, askeri darbelerle iç içe geçmiş bir yapı arz etmektedir. Askeri darbeler demokrasi, özgürlükler ve insan haklarına karşı yapılarak, siyasilerin toplumdan aldığı temsil yetkisini sekteye uğratmıştır. Geçmişe yönelik yüzleşme ile zararların tazmin edilmesi mantığından hareketle, 1960, 1971, 1980 ve 1997 yıllarında yapılan askeri darbeler sonucunda yaşamını yitiren, yaralanan, ruh ve bedensel sağlıklarında ciddi sorunlar yaşayan, kamu memuru iken görevinden ihraç edilen, daha farklı şekillerde mağdur edilen yurttaşlarımız ve toplumsal kesimlerden özür dilenerek, bu kişi ve kesimlerin yaşadığı olumsuzluklar da onarılmalıdır.

Buna göre;

(1) Türkiye Cumhuriyeti Devleti; 18 Eylül 1920 tarihinde kurulan İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanan, idam edilen, cezalandırılanların yakınları ile 1960, 1971, 1980, 1997 yıllarında yapılan askeri darbeler ile 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL sırasında çıkarılan KHK’ler ile yürütülen iş ve işlemlerden mağdur olan tüm yurttaşlar ve toplumsal kesimlerden, maddi ve manevi anlamda zarar görmüş herkesten aileleri de dâhil olmak üzere özür dilemeli ve söz konusu darbe yöntemlerinin demokrasi, insan hakları ve özgürlüklere yönelik bir suç, adalete ve hukuka karşı müdahale olduğunu kabul etmelidir. 

(2) İstiklal Mahkemeleri tarafından yürütülen işler ile 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997 tarihlerinde gerçekleşen askeri darbeler ve 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL sırasında çıkarılan KHK’ler ile yürütülen iş ve işlemler sonucunda, görevinden alınan kamu memurları; bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içerisinde kurumlarına müracaat ettikleri takdirde, başvuru tarihinden itibaren en geç 60 gün içerisinde durumlarına göre, söz konusu görev ve işe alınırlar veya eski görevlerine veya eşdeğer bir göreve ve işlerine iade edilirler. Bu suretle, göreve ve işe alınanlara, göreve ve işe iade edilenlere, öngörülen niteliklere haiz iken bu nitelikleri kaybetmiş olduklarını belgeleyenlere geçmişe yönelik olarak aylık ve diğer özlük hakları verilmeli ve açıkta geçen süreleri değerlendirilerek, uğradıkları maddi zararlar tazmin edilmelidir.

(3) Darbeler ve darbe yöntemleri sonucunda hukuken kanıtlanmış, yeterli verilerle desteklenmiş, İstiklal Mahkemeleri işlemleri ile darbe rejiminin kararları ve uygulamaları ile idam cezasına çarptırılmış, yaşamını veya beden bütünlüklerini, akıl ve vücut sağlıklarını yitirmiş olanlara; yaşamını yitirenlerin haleflerine; işkence görenlere; dini ve etnik kimliğinden ötürü her türlü haksızlığa uğramış kişilere, özür kapsamında manevi tazminat adı altında ödeme yapılmalıdır. Ayrıca bu bağlamda, maddi kayba uğramış kişilerin de kayıplarını belgelemesi halinde  uğradıkları maddi zararlar tazmin edilmelidir. Maddi ve/veya manevi zarar gören kişiler, kanun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren üç yıl içinde ilgili kurumlara idari başvuru yoluyla zararının ödenmesini talepte bulunma hakkına sahip olmalı ve bu talebin yerinde getirilmemesi halinde idari dava yolu açık olmalıdır.

(4) Antidemokratik yöntemlerle sivil yönetimleri devirmek amacına yönelik askeri darbe ve darbe girişiminde bulunanların isimleri; kamu kurum ve kuruluşları ile kamusal niteliği haiz meydan, cadde, park, sokak, tesis ve bunun gibi kamuya ait alanlarda kullanılmaması için gerekli çalışmalar yürütülerek askeri darbeleri çağrıştıran mevcut isimlerin değiştirilmesi sağlanmalıdır.

Türkiye’de yaşayan halklar; bir okulda, bir meydanda, bir parkta askeri darbeler ile özdeşleşen isimler ile karşılaştığında, yaşadıkları acı ve yıkımı bir kez daha hatırlamakta ve yaşanan toplumsal travmaların etkisi devam etmektedir. Bu nedenle kamu kurum ve kuruluşları ile kamusal niteliği haiz yerlerde kullanılan ve askeri darbeler ile özdeşleşen yer adlarının değiştirilmesi toplumsal barışın ve geçmişle yüzleşmenin sağlanması adına büyük önem taşımaktadır.

Antidemokratik yöntemlerle sivil yönetimleri devirmek amacına yönelik askeri darbe ve darbe girişiminde bulunanların isimlerinin hiçbir şekilde kamu kurum ve kuruluşları, eğitim kurumları ile kamusal niteliği haiz meydan, cadde, park, sokak, tesis ve bunun gibi kamuya ait alanlarda kullanılmaması, darbeleri çağrıştıran mevcut isimlerin değiştirilmesi ve darbe döneminin toplumda yarattığı olumsuz izlerin silinerek geçmiş ve hakikatlerle yüzleşmenin sağlanması gerekmektedir.

19 Haziran 2020