Yüksekdağ: Kobanî Davası bir insanlık davasıdır

Kobanî Kumpas Davası, Sincan Cezaevi Kampüsünde Figen Yüksekdağ’ın beyanlarıyla devam etti.

Sincan Cezaevi Kampüsünde görülen duruşmaya DEM Parti Eş Genel Başkanları Tülay Hatimoğulları, Tuncer Bakırhan ve milletvekilleri, ESP Eş Genel Başkanları Özlem Gümüştaş ve Şahin Tümüklü, Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu (SGDF) Eş Başkanı Okan Danacı, Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu (KCDP) ve Sosyalist Kadın Meclisleri (SKM) üyeleri, Halkevleri Merkez Yürütme Kurulu (MYK) üyesi Sevinç Hocaoğulları, Limiter-İş Genel Başkanı Kanber Saygılı, Fikret Başkaya, Baskın Oran ve çeşitli elçiliklerden heyetler de izleyici olarak katıldı.

Yüksekdağ, şunları söyledi:

“Bize karşı maskeli bir yargılama yapıyor siyasi iktidar, yüzünü göstermeye cesaret edemiyor. Yüzünü gösterecek kadar kendisine güvenemiyor. Önceden de söyledim yine söylüyorum, yazık size HSK onların elinde, bizim için kurulmuş özel bir mahkeme bu. Sıkıyönetim mahkemesinden, DGM’den farkı yok. Bizim için hazırlanmış heyete ek heyet olarak yerleştirdiler.” 

Namert ve kirli bir savaşla yüz yüzeyiz

"İktidar siyasi hesaplaşma mücadelesini dürüstçe vermiyor. 7 yıldır namert ve kirli bir savaşla yüz yüzeyiz. Bugün bu Kobanî Kumpas Davası bu soykırımın parçasıdır. Bir dava adı verilen bu hukuk davasında hangi hukuk gerçekleştirildi? Hukukun gözünü kıra kıra bizi bu noktaya getirdiniz. Siyaset esnafları tarafından pazarlansın ve iktidar tarafından kullanılsın diye önceden yazılmış bir kararı okuyacaksınız. Bugün burada yüz yüze karşınızdayım ama emin olun ki sizin adaletinize güvendiğim için gelmedim buraya, gözünüzün içine baka baka yüzünüze bakarak gerçekleri söylemeye geldim ama karşımda bir yüz var mı o tartışmalı. Bize bu yıkımı ve zulmü yaşatanlar hala büyük bir arsızlıkla bu zulme devam ederek bu operasyonu sürdürüyor."

Kobanî davası insanlık davasıdır

“Kobanî davası bir insanlık davasıdır. Davanın savcısı da heyeti de hakimi de bizleriz, kadınlardır, gençlerdir, Alevilerdir, ezilen tüm halklar, inançlardır, emekçilerdir. Bu insanlık davasının yargılayanları, yargıçları bizleriz. Emin olun Kobanî Davası’nın, hak ve halk davasının gereğini yapmak için bugüne kadar nasıl mücadele ettiysek, bundan sonra da mücadeleye, hesap sormaya, yargılamaya devam edeceğiz.”

Yargı şiddet mekanizmasına dönüşmüştür
 
“AKP iktidarı yargıyı bir aparat olarak kullanıyor. Yargı kurumları kimi isterse terörist ilan ediyor, tutukluyor, hapse atıyor. Tam anlamıyla bir şiddet mekanizmasına dönüşmüştür. Şiddet bir meşru müdafaanın ürünü değilse, şiddet çok rezalet ve karanlık bir kuyudur, seni çeker. Herhangi bir kurumu da şiddet aracı olarak kullanıyorsanız sizi çeker ve karanlık bir girdaba döner. Bugün yargının hali budur, şizofrenik bir mekanizmaya dönüşmüştür. Hukuk denilen kavramı size anlatmama gerek yok, kaç yıl okudunuz. Hukuk denilen kavram, içinin boşaltıldığı bir yapıya dönüştürüldü. Bunları çıkardığınız zaman geriye sadece çıplak bir şiddet kalır. Mahkemeler kuruluyor, siyasi iktidar talimat veriyor savcılar jet hızıyla tutuklama kararı çıkarıyor. Ağır cezalar kesin hüküm vermekte birbiriyle yarışıyor. Özellikte toplumsal muhalefete karşı böyle bir şiddet mekanizması olmuştur. Bir iktidar merkezi ve şiddet organı haline dönmüşse bu şiddet organı içinde her türlü pislik dönmeye başlar ve birbirine karşı çekilen silahlara dönüşür.”

“Yargı şu an tam bir kıyım mekanizması. Hukuk katlediyor, insanların adalete olan inancını katlediyor ve yine kendi içinde bir yarışa giriyor. Heyet başkanının bir suç şebekesinin üyesi çıkması buna örnektir. Resmen kara mizah gibi. Ne pislik yapmak istiyorsanız dolandırıcılık için bile 'ben MİT’e çalışıyorum' diyor. Gerçek anlamda bakanla bir fotoğraf çektiğinde bir ayrıcalığa ulaşıyor. Devlet kurumları doğrudan bir çete yapılanmasının içine geçmiştir. 90’lı yıllardaki Susurluk süreci budur. Gerçek çok keskindi, devletin mafyalaştığı gerçeği önümüzdeydi. Birisine ceza mı vermek istiyorsun basıyorsun parayı veriyorsun. Yargı böyle işliyor. FETÖ borsası deniliyordu. FETÖ’cülerin nasıl bölündüğünü ve FETÖ borsasında nasıl tahliye satın aldığını iktidar temsilcileri söyledi, biz söylemedik. Borsa diye adlandırılan çarklar kuruldu. Savcılar bugün otopark için avukatları dövdürüyor sırf kendi çıkarları için, beklentileri için. Şimdi bu koşullar içinde yargıya güven nasıl olacak?”

IŞİD yargılanmıyor

“Türkiye’de bir kaç yıl öncesine kadar IŞİD yargılaması yapılmıyordu. Mahkeme tarafından kazara tutuklansa bile tez zamanda tahliye ediliyor, beraat ettiriliyor. İstihbarat birimleri tarafından bilinen DAİŞ’liler yakalanıyorlar, gözaltına alınıyorlar, çeşitli biçimlerde ya savcılık aşamasında ya mahkeme aşamasında salıveriliyorlar. Bu zamana kadar siyasi iktidar IŞİD’e nasıl davrandıysa siyasi iktidarın güdümündeki yargı mekanizması da IŞİD’e öyle davrandı. Yargı mekanizması doğrudan siyasi iktidarın güdümünde tavrını planlıyor. Siyasi iktidar uzun yıllar IŞİD’i korudu, kolladı. IŞİD doğrudan iktidarın kanatları altında palazlandı, Kobanî saldırısını da Türkiye sınırları içinde gerçekleştirdiği saldırıları da iktidarın çeşitli birimlerinin gözetimi altında gerçekleştirdi. Bu gözetim sırasında tek bir IŞİD’li sanık yargılanmadı. 2017 yılına kadar Türkiye, Uluslararası Koalisyona girene kadar IŞİD’i terör örgütü olarak görmüyordu. El Nusra’yı hala görmüyor ve ona bağlı kurumları hala görmüyor. Nasıl bir saflaştırma var? Eğer toplumu çürüten suçları işlemişse, uyuşturucu kaçakçılığı, insan ticareti, kadın cinayeti, işkence suçları işleniyorsa, yargı mekanizması ve siyasi iktidar tarafından açık biçimde kollanıyor.”

Kadın katilleri caydırıcı cezalarla karşılaşmıyor

“Cinayet işlemeyi başaramamış, kadına saldırmış, yaralamış, işkence etmiş sadece öldürmeyi başaramamış erkekler infaz indirimiyle akın akın bırakıldılar cezaevlerinden. Basit yaralamadan yargılanıyorlar. Bu memlekette kadına yönelik şiddet suç değil zaten İstanbul Sözleşmesi iptal edildi, 6284 sayılı yasa tehdit altında. Onu da siyasi iktidar ortaklarına pazarlık, anlaşma ikramı olarak kullanma niyetinde. Kadına yönelik şiddet, kadın cinayeti işlemek bu memlekette caydırıcı cezalarla karşı karşıya kalmıyor. İnfaz düzenlemesinde kadına suç işleyen erkekler açık cezaevinden çıkıp yarım bıraktığı işi tamamladı. Böyle dehşet olayları yaratan, dehşet örgüsünü yaratan siyasi iktidarın zihniyetidir, o zihniyet paralelinde dizilmiş ve örgütlenmiş doğrudan iktidarın uzantısına dönüşmüş yargı mekanizmasıdır.”

Halk adına siyaset yaptığımız için yargılanıyoruz

“Halk adına siyaset yaptığımız için yargılanıyoruz. Çünkü Tayyip oradan çıkıp, ‘benim 41 Kürt kardeşimin katilleridir bunlar’ dediği için yapılmadı, yargılanmadı. Başka katillerin bulunması gerekiyordu. Siyasi iktidarın ve iktidarın başındaki şahsın işine gelen buydu. Siyasi hasmını, rakibini devre dışı bırakmak için kirli savaş yöntemlerine başvurmaktı en iyi yol. Bu davada sanık olması gereken Hizbullahçılar, iki yıl içinde daha öncesini saymıyorum bile ya Cumhurbaşkanı affıyla, ya yeniden yargılama kararlarıyla birer birer serbest bırakıldı, doğrudan cinayetten, katliamdan suçlu bulunmuş ve ceza almış insanlar. Yapmak istersen kılıf bol, kirli kılıflar çok, kılıfına uydurup serbest bırakıldı, tahliye edildiler.”  

“Parti taraftarlarımız Kobanî sürecinde yaşamını yitiren Kürt yurtseverlerin haklarına, özgürlüklerine Kobanî halkına sahip çıkan, katledilen insanlar hakkında yürütülmüş ceza davaları yok bugün. Bu koşullar içinde bu dosyayla bu gerçeklikle muhatap oluyoruz. Öyle bir manipülasyon ve provokasyon mekanizması işliyor ki başladığı yerde durmadı. Bu yargılama da Kobanî manipülasyonunun devamıdır. Kobanî’nin provoke edilmesi, bizlere karşı işlenmiş bir suçtu. Bugün 9 yıl öncesi olaylardan yola çıkarak bu davaların açılması, cezaların istenmesi manipülasyon ve provokasyonun devamıdır. Bize karşı kumpas düzenleyenler, yargıyı kılıç olarak kullananlar kendi taraftarlarını, toplumu, yargı mekanizmasını çürütecek insanları el birliğiyle sokağa, üzerimize salıyorlar.”

Yozlaşmanın nedeni iktidardır

“O kadar içinden çıkılmaz duruma geldik ki. Yozlaşma sorunundan bahsediliyor, En çok bahseden de siyasi iktidardır. Bu yozlaşmanın sebebinin kendileri olduğu gerçeğini örtmek için yine sağda solda sorun ve müsebbip aramaya çalışıyorlar. Sağa sola çamur atmaya çalışıyorlar. Siyasetin bu kadar çürüdüğü yerde yozlaşmanın olmaması düşünülemez. Savaşın bu kadar arttığı, insanların bu kadar yoksullaştığı koşullarda yozlaşmanın gelişmemesi düşünülemez. İnsanlar çok büyük bir çaresizlikle yüz yüze. Bize karşı yürütülen savaşın bedelini tüm Türkiye halkları ödedi. 'Milliyetçi hareketle teröristler ile savaşıyoruz' yalanlarıyla toplumu kutuplaştırdılar. Bir kesimi bize karşı hale getirdiler. Bu toplumun bütün haklarını elinden aldılar. Bu toplumun tutacak dalı kalmadı. Yoksulluk almış başını gidiyor. Bu memlekette yapılan en büyük yatırım savaş yatırımı ise, yoksulluğun gelişmemesi düşünülemez ki. Bizlere karşı sergilenen siyasi tasfiye operasyonunun doğal ve kaçınılmaz sonuçlarından biri yaşanıyor. Toplum ekonomik olarak, değerler yapısı olarak dibe vuruyor. Bununla birlikte yozlaşma, bıkkınlık, sosyal dinamiklerini yitirme durumu yaşanıyor. Bu zamana kadar sergilenen baskı ve şiddet politikasının, korku yayma politikasının sonucu toplumun damarlarının kesilmesidir.”

Toplum açlık ve savaşla terbiye ediliyor

"Türkiye toplumu savaş politikaları ve açlıkla terbiye ediliyor. Bugün Türkiye toplumunda çok önemli bir kesim işsiz kalmamak için, o kadar büyük saygısızlıklara ve hakaretlere maruz kalıyor ki bu bir toplumun onursuzlaştırılmasıdır. Bugün bir kadının yaşamını idame ettirmesi için hakaretleri kabul etmek zorunda kalması büyük bir saldırıdır. Böyle psikolojik bir şiddetle karşı karşıyayız.”

“Yargının içinde bulunduğu bu toplam tabloda gerçek bir hukuk ve adaletten bahsetmek imkansızdır. Bizim hak mücadelemizden bahsedeceğim. Kobanî bir halk ve hak davasıdır. Halkların bir direniş davasıdır. Dayanışmanın tel örgüler ve sınırlarla biteceği sanılan bir kardeşlik davasıdır. Bu davanın savcısı da yargıcı da bizleriz. Hesap vermesi gerekenler de sizlersiniz. Bizler hesap verenler değil hesap soranlar olabiliriz ancak. Bizim alacağımız çok. Bizler ezilenlere yasak sayılan hakları kazanacağız ve alacağız. Hayatta her şey sözle başlar, bazen kutsal kitaplar ‘oku’ der, bazen ‘konuş’ der. Tüm kutsal kitaplar doğru sözü hak sözü iletmek için aracılar kılar. Tarihten bu yana herkes doğru söz arayışındadır. Bizler de bu tarihten ve gelenekten gelen insanlarız. Geçmiş sadece geçmiş değil, birikimdir, tüm hak mücadelesini geçmişten gelenlerle birleştiririz yeter ki adalet, özgürlük ve ezilen halklar için kurulan sözler olsun, bizim birikimimizin parçasıdır. Eğer insan düşünen bir varlıksa düşündüklerini ifade etme hakkına da sahiptir. Söz hakkı en temel ve bu evrenin en öncelikli hakkıdır. Siz bize sözümüzün hesabını soramazsınız. Sadece siz değil hiç kimse soramaz, hiç bir kral, hiçbir iktidar soramaz. Biz söz hakkını sizden değil, insanların tarih boyunca verdiği mücadele ve birikimden aldık. Bu söz hakkı nice kıyım ve mücadele sonucu ortaya çıkmıştır. Biz sözümüzün gereği için, kurmak istediğimiz yaşamı savunduğumuz için size hesap vermeyiz. Bizim söz hakkımızı yargılamaya çalışıyor ve müdahale ediyorsunuz.”

İfade özgürlüğü yok

“Biz bu müdahaleyi tarihin hiçbir döneminde kabul etmedik etmeyeceğiz, söz hakkımızı yine sözümüzü sakınmayarak kullanacağız. Bu sadece Figen Yüksekdağ’ın, DEM Parti’nin ya da HDP’nin söz hakkı değildir. Milyonların sözü ve hakkıdır. Bu hakkı bizi seçen ve bize görev veren, bize emanet eden milyonlardan aldık. Bu hakkı size hiçbir zaman ezdirmeyiz. Kobanî yargılaması adı altında yapılan budur. Söz hakkı terörize edilerek yapılan bir yargılamadan bahsediyoruz. Bu memlekette söz ve ifade özgürlüğü yoktur. Bu iktidarın en büyük düşmanı söz ve düşüncedir çünkü kendisinde olmadığı için bize karşı az bir cephane ile mücadele edemiyor. Ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar sözün bizim nezdimizde çok büyük bir değeri vardır.”

Sözümüzü esirgemedik

“Bu zamana kadar aktif siyaset yürütürken halkın bizden beklediği temel şey şuydu: ‘Bizim düşüncelerimizi bilin, anlayın ve tercüman olun." Biz de bunu yaptık. Bütün ezilenlerin halkların sözünü bu zalim iktidar karşısında esirgemedik. Bir Meclis kürsüsü olabilir, bir mahkeme kürsüsü de olabilir. Aynı sözleri her yerde bugün de söylüyorum. Biz sözümüzün niteliğini içeriğini hiçbir zaman bozmadık, yitirmedik. Sözümüze ihanet etmedik. Bugün bize bu mahkeme 'sözünüze ihanet edin' diyor, çok beklersiniz! Daha çok bekleyeceksiniz. Biz sözümüze sadık kaldık. Bundan sonra da sözümü saptıracak ve çarptıracak bir zihniyette olmadığımızı onlar da çok iyi biliyor."

"Söz hakkı ve ifade özgürlüğünün eylem ve örgütlenme ile de doğrudan bağlantısı vardır. Bizler siyasetçiyiz, söz ve düşünce bizim için sadece seste kaldığı kağıtta kaldığı sürece anlamına kavuşmaz. Önemli olan bunu pratiğe dönüştürmektir. Siyasetçi olmak bunu gerektirir, yaşama geçirme dinamiklerinin üretilmesiyle ilgilidir. Bizler de sözümüzün gereği olarak düşüncemizi ve siyasetimizi örgütlüyoruz. Bu da doğrudan örgütlenme ve faaliyet yürütme ile bağlantılıdır. Bugün bu hak da çok büyük bir saldırıyla karşı karşıya. Dün HDP’ydi, bugün DEM Parti. Devam ediyoruz ama çok ağır bedeller karşısında bunlar gerçekleşiyor. DEM Parti hiçbir zaman siyasi olarak özgürce örgütlenme alanına sahip olmadı.”

Kadınlar kitlesel bir ölümle ve cins kırımıyla karşı karşıya

“Halkın örgütlenme kanalları ağır bir saldırı altında.Topluma karşı savaş yürüten, yeni yeni cepheler açan ve bu yolla da örgütlülüğünü bölmeye çalışan bir iktidar projesi. Örgütlülüğü bölmeye çalışıyor ve kutuplaşma yaratıyor. ‘Avukatlar başınızın çaresine bakın’ diyor, bundan nasıl bir meslek örgütü çıkar? Bununla ilgilenmiyorlar. ‘Ben böldüm, kolunu kanadını kırdım, bundan sonrasını onlar düşünsün’ diyor. Yakın zamanda TTB’ye yine operasyon yapıldı, yönetime kayyum atandı. Değerli Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, değerli arkadaşlarımız yakın zamana kadar kapatma davasıyla yüzyüzelerdi. Kadınların bu kadar kitlesel ölümle, bir cins kırımıyla karşı karşıya kaldığı bir memlekette bir kadın örgütü var, kadının hayatını, yaşamını, savunmak için onu durdurmak için kurulmuş bir kadın örgütüne kapatma davası açıyorsunuz. Bu ne demektir? 'Ölün! Yaşayanlar da örgütlenmesin, sürünsün’ demektir. Örgütlenmek isteyen kadınlara siyasi iktidarın reva gördüğü yaklaşım budur. Siyaset, siyasi partiler bakımından da tipik olarak partimizin yaşadığı tablodur.” 

Ateş altında örgütlenme faaliyeti yürüttük

"HDP bir siyasi soykırım operasyonu ile karşı karşıya bırakıldı. HDP tarihin bildiği bir parti faaliyeti yürütmemiştir, gerçekten ders kitaplarında konu olur, bölüm olur HDP’nin tarihi, Kürt siyasi partilerin tarihi, DEM Parti'nin tarihi. Böyle bir imkansızı nasıl başardığı ders olarak okutulması gerekir. Yarın öbür gün belki geç olacak. 7 Haziran seçimlerinde 6 buçuk milyon insan oy verdi ve biz hiçbir zaman örgütlenme hakkına sahip olarak başaramadık bunu. Ateş altında örgütlenme çalışması yürüttük. Saldırı, kurşun yağmuru, gaz bombaları altında siyasi parti faaliyeti yürüttük. Bir tane basın açıklaması ya nedir, bir metni alırsın eline okursun, birkaç slogan atarsın, bu kadar basit bir düşünceyi eyleme dönüştürme hareketi, refleksi ağır saldırılara neden oluyor.”

"Yargıtay’ın Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi’nin kısa ismine dönük aldığı karar dahi örgütlenme özgürlüğüne dönük darbenin kesintisiz devam ettiğini gösteriyor. Sadece DEM Parti’nin siyasi tüzüğüne yönelik olarak değil, alanlarda, sokaklarda yerleşim alanlarında sürdürülmesine karşı da yoğun saldırılar gerçekleştiriliyor. Bunların her biri bizim sözümüzün ve sözümüzün gereği olan düşüncemizin, hareketimizin, örgütlenmemizin ne kadar değerli ve ne kadar her koşulda savunulması gereken bir gerçek, hakikat olduğunu gösterir. Söz bizim programımız, bizim düşüncemiz, ideallerimiz yani davamız bir bütün olarak, bizim özümüzdür, bizim hak alanımızı tarif eder, bütün Türkiye halklarının hak alanını tarif eder. Ve bu halklar nerede bir saldırıyla karşı karşıya kalırsa kalsın, nerede hangi saldırı enstrümanıyla karşı karşıya kalırsa da en başta bizler savunacağız bu halkları. ” 

Suçlama yok hükmündedir

“HDP’nin dava konusu olan tweete yönelik suçlama yok hükmündedir. 'Bu tweet cinayete teşebbüs gibi sonuçlara yol açtı, azmettiricilik yaptınız, bir sürü suç işlediniz' diyerek yargılamaya başladınız. Bu tweet yeni bir şey değildi, 5 yıl sonra tweeti yeniden keşfettiniz. Selahattin Bey'in 19. ACM'de cezası devam ederken bu fezlekeden yargılanıyorduk, buna karşı sözümüzü söyledik. Aradan bu kadar uzun süre geçtikten sonra tweet ısıtılıp karşımıza çıkarıldı. Tamamen siyasi ihtiyaçlarla ilgiliydi. Erdoğan tarafından bir seçim yaklaşıyordu, kritikti, seçimin kazanılması gerekiyordu. Kürt siyasetçilerin içeride tutulması gerekiyordu, toplumu kutuplaştırmak için bizim gibi yaratılmış, üretilmiş bir 'düşmana' ihtiyaç vardı. Siyasi iktidarın AKP-MHP hükümetinin genel taktiği zaten. Bir tane düşman yaratılır, yalanlarla, manipülasyonlarla, çarpıtmalarla, kasetlerle ama şu ama bu yöntemlerle düşmanlaştırılır ve bunun üzerinden bir kutuplaşma, bir konsolidasyon yaratılır ve bu yolla kendi siyasi kapısını açmaya çalışır. Bu dosyanın yeniden açılması ve bizim Selahattin Bey ile birlikte ikinci kez tutuklanmamızın arka planında böyle bir siyasi amaç vardı, böyle bir arka plan vardı. Bu siyasi arka plan üzerinden tweetin karşımıza çıkarılması gerekiyordu, davanın açılma süresinde bir kampanya başlatıldı. İletişim Bakanlığı'ndan İçişleri Bakanlığı'na kadar hakkımızda yoğun bir medya, kamuoyu kampanyası başlatıldı, beraberinde dosya açıldı.”

Bu yargılama Türkiye toplumunu korkutmaya yöneliktir

“Kendi siyasi ikballerini sağlama, iktidarlarını pekiştirme kaygısıydı. O günden beri mahkemeniz aracılığıyla en kirli, kötü, etik dışı yöntemlerle sürdürüyorlar, yapmaya devam ediyorlar. Meselenin bir tweet olmadığını siz de onlar da biliyor. Meselenin dava dosyasında ifade edilen şeylerden ibaret olmadığını siz de onlar da biliyor. Mesele bir siyasi intikam almanın ötesinde bu iktidarın hayatta kalma meselesidir. Düşmanlık üzerinden, bizim üzerimizde kurdukları baskı üzerinden ayakta kalabileceklerini düşünüyorlar sadece. Yerel seçimler yaklaşıyor. Yerel seçim kampanyasını da yine bu dava ve mahkeme kararı üzerinden yürütecekler. Mahkeme tarihinizle ne kadar denk düşüyor! Yerel seçim öncesi siparişi verilen kararı çıkaracaksınız onlar da sallayarak 'bağımsız yargı ceza verdi, bunlar teröristtir' diyerek kendi siyasi yolunu açmaya çalışacak. Bu tweet meselesi şuradan önemlidir, partimizin o dönemde yaptığı bir dayanışma çağrısını böyle bir yargılamaya konu etmeniz aslında bizi cezalandırmaktan çok Türkiye toplumunu korkutmak ve onları cezalandırmaya dönüktür. Psikolojik bir yanı var. O kadar AİHM kararı var diyeceğim ama umurunuzda değil, girmeyeceğim. Bu tweete dayanak hale getirmeniz bizi emsal olarak göstermek suretiyle tüm Türkiye halklarına siyasi iktidar 'konuşmayın, söz söylemeyin, tweet atmayın' diyor ve bu zamana kadar sayısız kez insanlar sadece Twitter'de Instagram'da çeşitli sosyal medya mecralarında dayanışma, siyasi içerik taşıyan herhangi bir konu paylaştığı için gözaltı, tutuklama saldırısıyla karşılaştı, ceza aldı. O nedenle sosyal medya aracılığıyla söz söylemek ciddi bir korku alanı. Siyasi iktidar toplumu korku altında tutmak için sayısız korku karakolu kurdu, en büyüğü de zihin. Bunu da söz ve düşünce, ifade özgürlüğü üzerinden yapmaya çalışıyor. Dramatik bir olay. 'HDP bir tweet atmış, 37 insan ölmüş, hunharca canavarca hisle cinayet işlenmiş, bir sürü kurumun camı çerçevesi kırılmış, kurumlar şikayet etmiş.' Yahu demek ki bir tweet atmak bu kadar korkunç bir olay! Bir tweet atmayı, bir mesaj yazmayı, bir dayanışma ve eylem çağrısı yapmayı gerçekleştiremez hale getirmeye çalışıyorlar toplumu.”

“İnsanlar kesinlikle eskisi kadar rahat konuşamıyorlar, ben bazen diyorum ki içerideyim çok rahat konuşuyorum. İnsanlar söz söyleyemiyor. Bir eylem çağrısı yapılmayacak, telefonundan, sosyal medyasından mitinge, yürüyüşe çağrılmayacak hala gelmiş insanlar. İnsanlar bu hala getirilince bu kendini geri çekme hali ilelebet sürecek mi sanıyorsunuz? Korkan için değil korkutan için sıkıntılı bir duygudur ve kötüdür. Bugün korkutursun insanlar susar kendini geri çeker ama yarın öbür gün toplum mutlaka senin uyguladığın bu zulme tepki verir ve sen bu tepkinin altında kalırsın. Bugüne kadar yaşanan tüm bu toplumsal olayda bu yaşanmamış mıdır? Bütün kitlesel hareketlerin çıkışı büyük korku dalgalarının ardından gelişmiştir.”

Tweetin etkisi sürüyor

“Kaç yıldır yargılanıyoruz. Neredeyse profesyonel sanık olacağız. Bir tweet ile kıyametin sorumlusu ilan edilmek bize geri adım attırmaz ama bu bütün kadınlara ve topluma gözdağı verme girişimidir. Her yerde tepki vermek en doğal haktır, bizim ve Türkiye halklarının kimseden icazet almasına gerek yoktur. Bir tweet için açtığınız ceza dosyası artık yok hükmündedir ama bizim o tweetle yaptığımız çağrı hala varlığını koruyor, var olacak, etkisi sürecek. Ne dedik, 'Kobanî halkıyla dayanışalım, insanlık direnişini, onur direnişi sahiplenin' dedik. Doğru ve insanlığın akışına uygun bir çağrıydı, hiçbir fazlası eksiği yoktu belki daha fazlasını söyleyebilirdik. Bugün Kobanî halkıyla dayanışmayı bir ceza konusu haline getiriyorsanız bütün halkların dayanışmasına karşı olduğunuzu gösteriyorsunuz. Eğer bunu toplumun elinden alırsanız toplumdan geriye bir yozlaşma ve yığın kalır. Bugün iktidarın yapmaya çalıştığı toplumu yığınlaştırmadır. Bizim suçumuz buna hayır demek mi? Buna hayır dedik ve demeye devam edeceğiz.”

Kürtlerin davasına sahip çıkmak bize Denizlerin vasiyetidir 

DAİŞ’in Kobanî’ye yönelik saldırılarına karşılık 6-8 Ekim 2014 tarihinde gerçekleşen protesto eylemleri gerekçe gösterilerek, Halkların Demokratik Partisi (HDP) eski Eş Genel Başkanları ve Merkez Yürütme Kurulu (MYK) üyelerinin de aralarında bulunduğu 18’i tutuklu 108 kişi hakkında açılan Kobanî Kumpas Davası, Ankara 22'nci Ağır Ceza Mahkemesi'nde devam ediyor. 

Kobanî Kumpas Davası duruşmasına verilen aranın ardından Yüksekdağ, savunmasına devam etti. Tutsaklar salona “Jin Jiyan Azadî” sloganlarıyla gelirken izleyiciler de “Özgür tutsaklar onurumuzdur” sloganıyla yanıtladı. 

Bu tip davalar tarihte sembol değeri taşımıştır

IŞİD’in Kobanî işgaline karşı dayanışma çağrısı yapılan HDP’nin dava konusu tweet üzerinden başlatılan yargılama süreciyle Türkiye’de bir korku iklimi yaratılmak istendiğine dikkat çeken Yüksekdağ, “Amaç, hak alanını daraltmak ve giderek yok etmek, ortadan kaldırmaktı. Türkiye toplumunda var olan gittikçe değişen, büyüyen demokratik değişim isteğini bastırmak için öyle bir davaya ihtiyaç vardı. Bu tip davalar tarihte sembol değeri taşımıştır, aynı zamanda egemen  sınıfların ezilen kesimleri korkutmak için nereye çıkacağını göstermek için sergiledikleri bir takım politikalardır. Toplumdaki değişim isteğinin üstünü zorla, baskıyla özellikle yargı baskısıyla ortadan kaldırmanın, değişim isteğinin önünü kesmenin ifadesidir. Ama bu kolay kolay önü kesilecek bir değişim isteği değildir. O tweet öncesinde toplumda demokratik değişim isteği gelişmişti, Gezi Direnişi diye tarif ettiğimiz Haziran halk hareketi, doğa ve yaşam duyarlılığı sahiplenmesi üzerinden kendini gösteren, başlayan ama giderek bir toplumsal adalet, özgürlük ve onur isyanına dönüşen Gezi Direnişi'nden bahsediyorum. Türkiye’de muhalefetten yana yaprağın kıpırdamadığı, baskı politikalarıyla işçi direnişlerinin ezildiği, kadın hareketinin engellendiği, bütün Kürt halkına dönük ciddi saldırıların geliştirildiği bir dönemdi Gezi Direnişi'nin ortaya çıktığı dönem. O süreç içinde biriken tepki, Gezi’de vücut buldu” sözlerini kullandı. 

Haziran Direnişi umut yarattı

Gezi Direnişi'ni “umut hareketi” olarak tarifleyen Yüksekdağ, direnişin Türkiye halklarına değişimin mümkün olabileceğine dair umut verdiğini söyledi. Yüksekdağ, “2013’ten sonra Türkiye toplumunu bir umutsuzluk sarmıştı. Muhalefette, demokrasi ve özgürlüklerden yana bir umutsuzluk ve karamsarlık havası hakimdi. Bu dönemde çok tanıdık gelen fısıltılar, konuşmalar geçiyordu. Türkiye’de kendisine bir gelecek görmediğinden bahsediyordu, yurtdışına gitmek, kendisini nereye atarsa Türkiye dışında orada yaşama hayalini kuran kişilerin sayısı fazlalaşmaya başladı” dedi. 1980 Darbesi’nin ardından ilk kez Gezi Direnişi'yle beraber toplumda bir “soğuma döneminin” başladığını dile getiren Yüksekdağ, “Bu ülkede demokratik değişimin olmayacağından umudunu kaybetmiş insanlar değişimi başka yerde aramaya başladı. Gezi hareketi umudun yeniden fışkırması, öldü sanılan umudun yeniden ortaya çıkması oldu. Bir büyük insanlık hareketi olarak ortaya çıktı. Gezi Direnişi'nde ben de yer aldım. Milyonlarca insan vardı, 5 milyonun üstünde insan katıldı Haziran hareketine. Sadece Taksim’de değil, Bayburt dışında bütün illerde insanlar sokağa çıktı. Sokağa çıkamayan tencere, tavayla, ışığını yakıp söndürerek katıldı. Türkiye’nin sayısız meydanında özgürlük iklimi oluşmaya başladı, bu özgürlük iklimi içinde umut yeniden canlandı. Türkiye toplumu yaşadığı güçsüzlüğü birbirine sarılarak aşabileceğini anladı” sözlerini kullandı. 

Gezi birliktelik anlayışını somutlaştırdı

Direnişin toplumda birliktelik anlayışını somutlaştırdığını kaydeden Yüksekdağ, “Birbirinden koparılan, kutuplaştırılan, ‘sen teröristsin, sen aymazsın’ diyerek birbirinden koparılan insanların birbiriyle yeniden tanıştığı, aradaki sınırların, çizilen yapay ve zorlama sınırların ortadan kalktığı, en kötü ihtimalle silikleştiği bir dönemdi. Farklı görüşlerden insanlar onur ve özgürlük değerlerinde buluşarak Taksim Meydanı'nı güzelleştirdiler. Çelişkiler ve çatışmalar vardı ama o Gezi günlerinde hiçbir kötü olay yaşanmadı, insanlar birbirine saldırmadı, kırmadı, dökmedi, herhangi bir güvenlik sorunu yaşanmadı. İnsanlar, farklılıklarını kabul ederek biz olma, toplum olma duygusunu yaşadı. Bir toplum birbirinden koparılırsa, ayrıştırılırsa, atomize edilirse dağılma, çürüme, yozlaşma başlar. Ama bir toplumda biz olma duygusunu yaratan gelişme yaşanırsa o toplum kendini yeniden onarır, yaralarını sarar. Gezi Direnişi, çok ağır cezalarla mahkum edildiği sanılan bu direniş bu ülkenin kanayan yarasını sardı. Bu ülkenin insanlarını barıştırdı, dayanma gücü verdi” ifadelerini kullandı. AKP iktidarının ortaya çıkan toplumsal mücadele hattından rahatsızlık duyduğunu dile getiren Yüksekdağ, “Ağır yaralı Türkiye toplumu, ülkesinden umudunu kesme noktasına gelen Türkiye toplumu yeniden toplandı ve kendisini yeniden üretti. Ama egemen yapı özellikle de AKP ve saray iktidarı toplumun birbiriyle barışmasını istemedi hiçbir zaman. Çareyi, toplumun kutuplaştırılmasında, yani sizin deyiminizle milletin bölünmesinde, halkın bölünmesinde gördü” diye belirtti.

Erdoğan halkın kendisiyle baş hizasında olmasını istemedi

Dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan'ın “çapulcular” ve “ayaklar baş olmaya başlıyor” sözlerini anımsatan Yüksekdağ, “Tabanın, toplumun, ezilenlerin, bu ülkeye gerçek ruhunu veren insanların, onların baş hizasında olmasını istemedi. Muktedirler böyledir, diktatörlük zihniyeti böyledir. Gezi ayakların baş olma isyanıdır. Ayaklar kim? Kadınlar, işçiler, emekçi memurlar. Ayak denilenler köylüler, esnaflar, öğrenciler, LGBTİ+ bireyler ve emeğiyle geçinmek zorunda olup onurunu heba etmeden ekmeğini kazanmak zorunda olanlar. Bu ülkenin yüz akı ezilen sınıflardı. Erdoğan, halkın kendisiyle baş hizasında olmasını istemedi. Diktatörlük, tek adam, tek merkeziyetçi zihniyet toplumu ya da herhangi bir siyaseti kendiyle eşit görmez; kibirlidir, küstahtır, küçük dağları kendi yarattığı fikrine sonuna kadar, gideceği güne kadar inanır. ‘Siz kimsiniz, benimle baş hizasında olamazsınız’ dedi ve o günden bu yana topluma kırım operasyonu başladı” şeklinde konuştu. Gezi direnişinde yaratılan bütünleşme ruhu ile birlikte farklı siyasal ve toplumsal dinamiklerin yan yana mücadele ettiğini hatırlatan Yüksekdağ, “O dinamiklerin en önemlisi de Kürt Özgürlük Hareketi'ydi. KÖH’ün içine girdiği süreç, toplumun politik niteliğini ciddi bir birikim olarak, ciddi bir düzey olarak ortaya koydu. O dönemde elbette sadece Gezi’de değil çok daha öncesinde de Kürdistan’da ezilen halkın giriştiği önemli, tarihsel, köklü, özgürlük ve adalet mücadelesi vardı. Ve bu özgürlük ve adalet mücadelesi çok ciddi bir birikimi yarattı. En önemlisi kadın devrimi, kadın özgürlük hareketinde yaratıldı. Kadın devrimi Rojava’da bir nitelik yarattı ve bütün Türkiye toplumunu, demokratik siyaset zemininin yapısını etkileyen bir dinamiğe dönüştürdü.

Kürt hareketi demokrasiye katkı verdi

Kürt siyasal hareketinin emekçi bir halk hareketi olduğunu ifade eden Yüksekdağ, “Politik özgürlük taleplerinin yanı sıra aynı zamanda ezilen sınıf olmaktan kaynaklanan talepleri ve mücadeleleriyle Türkiye’deki demokrasi mücadelesine çok önemli katkılar sağlamıştır. Bu dinamiklerin buluşması Gezi ile sınırlı kalmadı. Türkiye’nin dört bir yanında geliştirilen Gezi eylemlerine Diyarbakır'dan, Lice’den ses verildi. O dönemde yaşamını kaybeden demokrasi şehidi olarak bugün de saygı ile andığımız şehitlerimizden biri de Medeni arkadaşımız (Yıldırım) idi. İsmail Korkmazlardan, Abdullah Cömertlere yaşamını kaybeden arkadaşlarımıza tekrar minnet, şükran duygularımı gönderiyorum” mesajını verdi.  

Demokratik değişim talebi Gezi’ye yönelik saldırılara rağmen ortadan kalkmadı

Demokratik bir muhteva ile başlayan ve barışçıl, eşitlikçi bir mücadele biçimiyle süregelen Gezi direnişinin iktidarın baskı ve şiddet politikalarıyla karşı karşıya kaldığını aktaran Yüksekdağ, “Gezi, direniş mekanlarının ortadan kaldırılması, bu birikimin ortadan kalkması anlamına gelmiyordu. Uzun zamandan sonra ilk defa Türkiye’nin doğu ve batı yakası bir araya geldi. Bu tablo egemenleri çok daha telaşlandırdı, kaygılandırdı. Demokratik değişim talebi Gezi’ye yönelik saldırılara rağmen ortadan kalkmadı, değişik şekillerde kendini sürdürdü. HDK ile birlikte 2013-2014 sürecinde gittikçe büyüyen demokratik hak örgütlenmeleri, bu iklimde bu zeminde beslendi, gücünü aldı. Siyasette, mücadelede kendini ortaya koydu. Gezi Direnişi'nin ortaya çıkardığı o birleşiklik tablosu içerisinde bir çoğalma durumu yaşandı, örgütlenme düzleminde de kendini çoğaltmaya başladı. Daha çoğulcu, daha kolektif, daha dayanışmacı, demokrasinin geliştirilmesinin inşa edilmesine uygun bir toprak gelişmeye, oluşmaya başladı. Siyasi iktidarın asıl hazmedemediği Türkiye’de demokrasinin gelişmesiydi. Türkiye halklarının birleşmesi, Türkiye halklarının başarabileceğini görmesiydi. Aslında AKP iktidarının büyüsü bozulmuştu” ifadelerini kullandı. “Halkların Demokratik Kongresi (HDK) bizim siyasi yürüyüşümüzün dönüm noktasıdır” diyen Yüksekdağ, HDK’nin Gezi Direnişi sırasında toplumsal bir hareket olarak kendini var ettiğini belirterek şöyle devam etti: “Bizler bu dönemde yapılması en doğru şeyi yaptık, birilerinin mutlaka bizim yaptığımızı yapması gerekiyordu. İster tarih ister tesadüf ister zorunluluk önemli değil ama birilerinin yapması gerekiyordu. Türkiye'deki demokratik değişim isteği siyasi iradeye dönüştürmek gerekiyordu. HDK, içinde yapılan tartışmalardan hareketle bir toplumsal hareket üzerinden HDP’nin kuruluşunu başlatmıştır.

HDP bir fikir, felsefe partisidir, yargılanamaz

O dönemde siyasal ve toplumsal açıdan yeni bir sorumluluk ve irade ihtiyacı duyulduğunun altını çizen Yüksekdağ, “Türkiye'de artık toplum kabına sığmıyor, bu kap dar geliyor, Gezi gibi bir dayanışma demokratik bir direniş hareketiyle kendini ortaya koydu. Bir siyasi iradenin müdahale edip toplum içindeki unsur olarak bu harekete öncülük yapması gerekiyordu. O süreçte HDK’nin içinden çıkan bir yönelim olarak HDP kurulmuştur ve Türkiye halklarının birleşik demokratik devrimci geleceğini inşa etmek üzere kurulmuştur. HDP bir fikir, felsefe partisidir. HDP bir tarih partisidir ve hiçbir fikir, hiçbir felsefe ve tarih asla mahkeme salonlarında yargılanamaz. Asla mahkeme salonlarına sığmaz. Beş milyon sayfalık dosya yapsanız ona da sığmaz, 15 milyona da sığmaz. Çünkü fikir, felsefe, tarih asla yargılanamaz” vurgusu yaptı. 

HDP’nin Türkiye toplumunun değişim talebini siyasi bir çıkış ile “taçlandırmak ve öncülük rolünü üstlenmek” istediğine değinen Yüksekdağ, “Bir çatı partisi olan HDP’nin Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ olmadan önce ESP Genel Başkanı Figen Yüksekdağ’dım. Bugün de ana evimi saygıyla sevgiyle selamlıyorum. Bütün ESP saflarında mücadele eden yoldaşlarımı, arkadaşlarımı saygıyla selamlıyorum. Ama ben ESP görevini yürütürken yaşanan bu değişimler bize bir çağrı yaptı. Hayat, mücadele, halk bize bir çağrı yaptı. Artık kendi sınırlarımızın dışına çıkma çağrısı yaptı. Artık toplumun birleşerek başarma isteğine, siyasi sınırlarımızı arkamızda bırakarak cevap olma çağrısı yaptı. Bu tarihsel bir çağrıydı, çağrıyı duymak da tarihsel bir görevdir. Benim bir sosyalist olarak bu çağrıyı duymaktan başka görevim yoktu” dedi. 

Başta kadınlar olmak üzere tüm toplumsal kesimlerin “karanlığı dağıtmak istiyoruz” çağrısına kulak verdiklerini anımsatan Yüksekdağ, “Tam da o dönemde çağrıya kulak vererek çeşitli partiler, demokratik kitle örgütleri, feminist örgütler, doğayı savunan kurumlar, birey ve politik aktivistler bu birleşme çağrısı etrafında buluştu ve HDK’den sonra HDP’ye can veren bir nitelik, bir buluşma tablosu oluştu. HDP’nin kuruluş zemini böyle oluşmuştur. HDP çatısı altında olmamızın nedeni buydu ve kendi sosyalist tarihimizin, programımızın çerçevesinde buna dahil olduk” diye belirtti. 

Kürt halkının eşit hak talepleri kabul edilmezken sırtımızı dönemezdik

“Sosyalizmin özünde eşitlik vardır” vurgusu yapan Yüksekdağ, ulusların, halkların, dinlerin eşitliğini esas alan bir mücadele anlayışına sahip olduğunu anlattı. Yüksekdağ şöyle devam etti: “Biz sosyalistlerin halklara sırtını dönüp sosyalizmcilik oynama hakkı yoktur. Burnumuzun dibinde kan akarken, Kürt halkının eşit hak talepleri kabul edilmezken sırtımızı dönemezdik. Bir sosyalist bunu yapamaz. Benim bir sosyalizm programım var, 'sosyalizm sistemini getirdikten sonra tüm ulusları ele alıp haklarını ele alırım' demek yoktur. Sosyalizmin temelinde enternasyonalist bir bakış ve ulusların birleşmesi, eşit haklarla yaşaması vardır. Türkiye'de hiçbir sosyalistin ezilenlere, Kürt halkına sırtını dönmesine hakkı yoktur. Ayrımcı yaklaşan, Kürt halkına tepeden bakan zihniyeti ve partileri eleştirdim ve eleştirmeye devam edeceğim. Birleşikliği savunmak adına ne söylediği belli olmayan, sapla samanı birbirine karıştıran bir sosyalizm olamaz. Eğip bükmeden bu hak mücadelesi etrafında nerede yer alacağını bilmek gerekir. Benim partim ESP ve diğer sosyalist partiler safını net belirledi. Ben de isterdim ki oturup sosyalist programın çelişkilerini sorunlarını anlatayım, bunları konuşmak isterdim, insanların refah içinde yaşaması için ne gerekiyorsa onu anlatmak isterdim ama etrafınızı karanlık sarmışsa ve etrafınızda ‘hawar’ sesleri duyuluyorsa, Kürt halkı katlediliyorsa kulaklarınızı tıkayamazsınız. Bir yerde ateş yanıyorsa hiçbir şey yapamıyorsanız yananlar ile birlikte yanacaksınız” diye aktardı. 

Türk kimliğimi, sosyalist kimliğimi daha fazla nefret gerekçesine dönüştürdüler

Sosyalist bir Türk olarak, “Ne işin var Kürtlerin arasında?” şeklinde birçok kez tepki aldığına dikkat çeken Yüksekdağ, “Ancak biz bıkmadan usanmadan anlatmaya çalıştık. Hak olanın, doğru olanın bu olduğunu anlatmaya çalıştık ikna etmeye çalıştık ve bunu anlatmaya devam edeceğiz. Benim Türk kimliğimi, sosyalist kimliğimi daha fazla nefret gerekçesine dönüştürdüler çünkü ‘Türkler kendi isteğiyle Kürtlerin yanında olamaz’ fikri vardı. O sınırları kendileri koymuşlar. Ben ve yoldaşlarım bu sınırı onların nezdinde aşmış olduk. Bütün bu nefretle bizi ayrı yerlere savurma çabalarına karşı biz bir çizgide inat ve ısrar ettik, yine inat edeceğiz” dedi.

Türkiye ve Kürdistan halklarının birleşik mücadelesinin tasfiye edilemeyeceğini dile getiren Yüksekdağ, “Biz hem dövüldük, ateşte yandık ama bu çeliği kıramazsınız. Türkiye ve Kürdistan halklarının devrimci demokratik birleşik mücadelesi kırılmaz bir çeliktir” sözlerini kullandı. 

Kürtlerin davasına sahip çıkmak bize Denizlerin vasiyetidir

Sosyalist olmanın gerekliliklerinden birinin de reddedilen ulusların haklarına sahip çıkmak olduğunu söyleyen Yüksekdağ, buna karşın bu fikrin faşizm hareketleri tarafından kırıldığını ve kimi sosyalist yapılar tarafından yok sayıldığını aktardı. Bu durumun Türkiye’deki sosyalizm mücadelesini kesintiye uğrattığını ifade eden Yüksekdağ, “Bizim açımızdan Kürt halkının davasına sahip çıkmak, güncel politik bir zaruretten ibaret değil, bize bir vasiyettir. 1968’lerde devrimci hareketlerde yaşamını yitiren devrimci yoldaşlarımızın vasiyettir. Bu miras ve vazife bize idam sehpalarında bırakıldı. Deniz Gezmiş, Yusuf İnanların sözüyle bize vazife edildi. Bütün devrimci kadroların katledildiği dönemlerde, çok genç yaşlardaki yoldaşlarımız da çok önemi bir bilinç ve nitelik ortaya çıkarmışlardır. Denizlerin yazdıkları son mektupta tarihe ve bize vasiyet edilen şuydu: ‘Yaşasın Türk ve Kürt halkının bağımsızlık mücadelesi.’ Bu sözler nice kayıplar ve durgunluklarla sınanarak dönüp dolaşıp bize geldi. Bizden de sonraki kuşaklara gidecek” diye konuştu. 

Türk milliyetçiliği savaş endüstrisinin aparatına dönüştürülmüş durumda

Yüksekdağ, 60’lı yıllarda Kürt sorununun üzerinin katliamlarla kapatılmaya çalışıldığını ve toplumun bir çıkış yolu bulmaya çalıştığını hatırlattı. Yüksekdağ, şöyle konuştu: "70’lerde Türkiye devrimci hareketine yönelik olan darbe gelişiyor ve Denizler katlediliyor. O dönem savcının mütalaasında savcı Denizleri suçluyor. Onları suçlarken diyor ki: ‘Yeni bir fikir daha ortaya atılıyor. Etnik yönden bütünlük arz eden Türk milleti bölünmek isteniyor’. ‘Kürtler, bizimle aynı yurtta yaşamaya nail olmuşsunuz, siz daha ne istiyorsunuz? Dilleri iki yabancı devletin uyduruklarıyla, iki yabancı devlet Kürt dilinin gramerlerini uydurmuş, Kürtler de aynı zamanda bir Oğuz Boyu’dur’ diyor. Bu ırkçı şovenist kesimlerin safsatasından birisidir. Neresinden bakarsanız korkunçluk akan zihniyet. Bugün bu zihniyet ne kadar yer değiştirmiş. Arkadaşlarımın hatırlattığı gibi Kürtçe, 'bilinmeyen dil, anlaşılmayan dil, anlayamadığımız dil' diye kayıtlara geçiyor. Bunu Kürt asla hak etmiyor peki Türkler hak ediyor mu? Öyle bir Türklük, ayrıcalıklı ulus hülyası boyutuna geçirmişler. Empoze edilen yaklaşımla Türk ulusu da Kürt sorununun kendi sorunu olduğunu idrak edemiyor fark edemiyor. O kadar ele geçirilmiş Türklük. Bu milliyetçi geçinenler var ya bunlar milliyetçiliği savaş ticareti haline getirmişler. Bu memlekette milliyetçilik, şovenizm olmazsa, milliyetçiliği kendi tekeline geçirmiş insanlar işsiz, ekmeksiz kalırlar. Lüks ve şatafat içerisindeki hayatlarına kavuşamazlar, o hayatlarını yaşayamazlar. Türkiye’de Türk milliyetçiliği savaş endüstrisinin savaş lobisinin ve çete faaliyetinin aparatına dönüştürülmüş durumda. Türk milleti tarihinin en trajik dönemini yaşıyor. Tartışmıyorum ama milliyetçiliği o topundan daha fazla bilirim. Ama milliyetçiliğin en hazin, en acı dönemidir, çetelerin, mafyanın, savaş tüccarlarının, uyuşturucu tacirlerinin eline kaldı. Türk bayrağı tarihinde bu kadar aşağılanmadı” dedi. Milliyetçiliğin Türkiye'de yozlaşmanın odak noktasına dönüştürüldüğüne dikkat çeken Yüksekdağ, milliyetçiliği kişisel amaçlarına alet eden bir anlayışın geliştiğini ifade etti ve “Bu aynı zamanda ırkçı, şovenist, talancı, yağmacı bir zihniyet, bir çeteleşmedir” dedi. Dünya genelinde yaşanan benzer sorunların en az 50 yıl önce çözüme kavuşturulduğunu belirten Yüksekdağ, ABD’deki eyalet sistemini örnek vererek, “Bu memlekette 50 bin insan ölüyor, sadece bir dil için, dilini konuşabilmek için. Özerkliğe gelemedik daha. Türkiye halkı geleceğini göremiyor, ekmeğinden, çocuğunun geleceğinden emin değil. En önemli sebebi birileri istiyor diye, koltuklarında oturmaya devam etsin, kasaları dolmaya devam etsin diye sürdürülen savaştır. Bu savaşın içerisinde aynı zamanda Türk ulusu da Kürt milleti de geleceksizleştiriliyor, çok daha büyük bir yozlaşmanın çürümenin içine sürükleniyor” ifadelerine yer verdi. 

Kürt sorununun çözülmemesi çok büyük bir Türk sorununa yol açıyor

Yüksekdağ, savunmasına şu sözlerle devam etti: “Kürt toplumunu çökertemiyorlar. Çünkü çekilen onca acıya, o kadar kayba rağmen, akıl almaz saldırılara rağmen bu toplum bir taraftan çekiyor bir taraftan da dayanıklılık geliştiriyor. Ama Türk ulusunun durumu kötü. Kendini seçkin, hakim ulus sanıyor. Her şeye kendinin sahip olduğunu sanıyor oysa ki öyle değil. İktidardakiler Türk ulusuna bunu söylüyor ama bunu söylerken geleceğini, ekmeğini, yemeğini, hakkını, onurunu çalıyor, adaletsizlik dayatıyor. Bunun karşısında Türk ulusu direnme refleksi geliştirebilecek noktada değil. En büyük sorun Kürt sorununun çözülmemesi çok büyük bir Türk sorununa yol açıyor. Asıl bölücüler bize bu dosyayı hazırlayanlardır. Bizi devletin birliğini, bütünlüğünü bozmakla itham edenler, devleti milleti kendi babasının bahçesi sananlardır. Asıl bölücüler de sanki babasının bostanını, tarlasını kendi kafasına göre bölüyor gibi bölen aynı iktidar merkezleridir.

Misak-ı Milli’deki millet kavramı Türk ve Kürt uluslarını kavrayan bir kavramdır

Kürt sorunu yakın tarih bakımından 100 yıl öncesine dayanan ve 100 yıl ertelenen bir sorundur. Ama bunu sadece bir sorun olarak göremezsiniz aynı zamanda bir sözdür. Kurucu Meclis döneminde Kurtuluş Savaşı'nın, emperyalist işgale karşı bağımsızlık savaşının başladığı dönemde, savaşın öncüleri yani yeni cumhuriyetin öncüleri ve bağımsızlık mücadelesini başlatanlarla Kürt toplumu arasında bir sözleşme yapılmıştır. Söz dediğim budur. Misak-ı Milli’yi kendi vaat edilmiş vatan, sathı vatan olarak görürler. Sadece yüz ölçümünü değil, aynı zamanda Misak-ı Milli'yi de Türkiye yüzölçümü dışındaki alanları da kendilerinin sahip olduğu, kendi varlık alanları gibi tarif ederler. Oysa ki tarihte öyle yaşanmadı. Türk milliyetçilerinin büyük hayali Turan’dan sonra Misak-ı Milli’ye yeniden kavuşmaktır. Ama Misak-ı Milli adından anlaşılacağı gibi bir mili sözleşmedir ve bu sözleşme tanımı Türklük, tek bir Türk tanımı üzerinden yapılmamıştır. Türk ve Kürt tanımı üzerinden yapılmıştır. Misak-ı Milli’deki millet kavramı Türk ve Kürt uluslarını kavrayan bir kavramdır. Cumhuriyetin 1. Meclis belgelerine bakıldığında birleşik ulus olarak, birleşik meclis olarak tarif eder, Misak-ı Milli kaybedilmiştir ama onun öncesinde Kürtlerle birlikte sonradan Türkiye olacak politik merkezi söz vermiştir. 1924’te Şeyh Said isyanı çok konuşuluyor, neden patladı bu isyan? ‘Kürtler biz sizinle sözleşme yaptık, siz bize söz verdiniz. Bu sözün karşılığında beklediğimiz şey otonomi, muhtariyet olarak tarif ediliyor. Özerklik federatif yapı olarak tarif edilmiyor.' Mustafa Kemal’in açıklamaları, konuşmaları esas olarak Amasya Protokolü bunun protokole dönüşmüş halidir. Siz bize 'gelin düşmanı temizleyelim, işgalcileri atalım ortak vatanımızdan' dediniz. Ama diyor ki Kürt benim de böyle bir sıkıntım var, talebim var. O zaman kolay diyoruz bir protokol yaparız sizin de otonom, mutariyet düzeyinde hakkınızı tanırız ama birleşik yaşarız. Misak-ı Milli'nin özeti, esası budur.” Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş süreci ve sonrasında birçok katliamın gerçekleştiğini anımsatan Yüksekdağ, farklı kesimlerin bir arada demokratik ve adil bir şekilde yaşama koşullarını sağlayamayan iktidarların sorunları baskıyla  çözmeye çalıştıklarına dikkat çekti. Yüksekdağ, “Süryanileri kıyımdan geçirmişler, Êzidîleri kıyımdan geçirmişler, Ermenileri kıyımdan geçirmişler, ölmeyeni sürgüne dünyanın bilmem kaç yerine dağıtmışlar. Bunların her birini yönetemedikleri farklılıkları çözmek için yapmışlar, çözebilmiş mi? Hayır! Ermeni Katliamı'nın yaşandığı dönemden bize kalan çok ağır bir bakiye, hala sırtımızda taşıyoruz. Hala Kürdü de Türkü de, bu sınırlarda yaşayan bütün insanlar  olarak o katliamın acı yükünü sırtımızda taşıyoruz” dedi. 

Samimi bir özeleştiriyle yaşanan acılar hafifler

İnşa edilecek demokratik bir Türkiye’de samimi bir özeleştiri ve barışçıl bir el uzatma ile tarihte yaşanan acıların hafifletilebileceğini ifade eden Yüksekdağ, “Ama Türkiye'yi yöneten zihniyet böyle düşünmüyor. Kendi bağımsız fikriyle de yapmıyor. Ermeni Katliamı'nın yapıldığı dönem İttihat Terakki dönemidir, Sarıkamış kaybının kıyımının yaşandığı dönemlerdir. O kıyımdan kayıptan çıkabilmek için çözüm çare ararken kendilerini Almanya’nın yanında bulmuş ona biat noktasına gelmişlerdir. Ermeni Katliamı'nda Almanya’nın çok büyük payı vardır, Alman devleti birincil dereceden sorumlulardandır. Planı yapan, İttihatçılara tehcir projesini, Ermeni sorununun sürgünle, kıyımla çözülmesi fikrini veren Alman devletidir. Bağımsız bile düşünemiyor. Türkiye ordusunun başında Alman general vardır. Ama milliyetçilik hamaseti yapanlar bunları söylemez, onlar söylemeyince tarih unutacak mı? Ermeniler kıyıma uğradı, kovuldu düne kadar birlikte yaşadığı ortak vatan topraklarından” dedi. 

Yüksekdağ’ın savunmaları devam ediyor.

19 Aralık 2023