Yüksekdağ: Milyonlarca kadına ulaşmalıyız

Önceki dönem Eş Genel Başkanımız Figen Yüksekdağ'ın Yeni Yaşam Gazetesi'ne verdiği röportaj:

8 Mart tüm dünyada sisteme karşı mücadelede kadın öncülüğünün ortaya çıktığı bir güne dönüştü. “Eril iktidarı temelinden çatısına kadar sarsan, duvarlarında gedikler açan kadın iradesini bizim nezdimizde hapsederek cezalandırıyorlar” diyen HDP eski Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ’a göre bu bir korku ve aynı zamanda bir baş etme yöntemi. “Ama ne kadar başarılı olduklarına onlar değil tarih, toplum ve baş eğmeyen kadın iradesi karar verecek” diyor Yüksekdağ.

5 yılı aşkın süredir Kandıra 1 No’lu F Tipi cezaevinde tutuklu bulunan Yüksekdağ ile cezaevini, baskıları, kadın mücadelesini ve 8 Mart’ı konuştuk.

5 yılı aşkındır cezaevindesiniz. Cezaevi ve sizi, kadın siyasetçileri nasıl bir tanım içine sığdırabiliriz?

Bütün baskıcı ve gücünü eril otoriteden, faşizmden alan rejimler, siyaset sahasında baş edemedikleri ve bütün topluma, özelde de kadınlara rol-model olan siyasetçileri düşman görür. Çünkü kadınların siyasette aktif yer alışı, rejimin dayandığı temeli sarsan, tehlikeye sokan bir nitelik taşıyor. Yüzlerce kadın siyasetçinin yıllarca cezaevlerinde tutulmasının nedeni de esasen bu düşman algısıdır. Diğer nedeni ise daha köklü. Binlerce yıl kadına karşı yürütülen savaşla kurulan egemenliğin kodları, siyasi mücadeledeki ezilen cins uyanışı ve isyanıyla kırılıyor. Yani mesele daha çok ideolojik.

Eril iktidarı temelinden çatısına kadar sarsan, duvarlarında gedikler açan kadın iradesini bizim nezdimizde hapsederek cezalandırıyorlar. Bu bir baş etme yöntemi ama ne kadar başarılı olduklarına onlar değil tarih, toplum ve baş eğmeyen kadın iradesi karar verir. 5 yıl boyunca sadece halkla, kadınlarla, fiziksel temasımızı kestiler, politik etkinlik sahamızı kısıtladılar. İktidarın bunu da kâr gördüğü, dahası kendi varlığını bizim hapisliğimiz üzerine kurduğu kesin. Ama yine de hapishaneye sığdıramıyorlar. Bizim açımızdan bundan sonra da sığdıramayacakları kesin. Özgür kadın ve özgür demokratik siyaset hapishane düzenini aştı. Ve elbette yüzlercesi seçilmişlerden oluşan (HDP’li vekiller, belediye başkanları, meclis üyeleri, İl-İlçe yöneticileri) binlerce kadın siyasetçi, birikim ve niteliğini güçlendirmiş olarak özgür politik mücadele sahasına geri dönecek.

Bize bir gününüzü anlatır mısınız? Neler yapıyorsunuz? Okumalarınız nasıl? Nasıl bir arada ortaklaşıyorsunuz?

Burada günlerimizin yoğunluğu aradan geçen 5 yılı aşkın zamana rağmen durulmadı. Aktif siyasi çalışmadan koparılarak hapishanelere kapatılmamız, buradaki günlerimizin, yoğunluğunun birincil nedeni. Ayrıca siyasi görevlerimizi biz bırakmadık, halk bizi görevden almadı; aleni bir darbeyle görevlerimizden uzaklaştırıldık. Haliyle tecritte etseler bizi o görev alanlarından koparmışta olsalar, doğal sorumluluk ve beklentiler kendini koruyor. Halklarımızın beklentilerine, görev ve sorumluluk geleneğimize bağlı kalarak yanıt olmaya çalışıyoruz.

Düzenli okuyoruz, düşünsel kapasitemizi geliştirmeye ve olabildiği kadar güncel siyaseti takip etmeye odaklanıyoruz. Her gün bir uğraşıya belli bir zaman ayırmak gerekiyor. Biz kadın siyasetçiler açısından dava, duruşma trafiği çok yoğun. Elbette bunların her biri bizim için verdiğimiz mücadeleyi ve kadın özgürlük çizgisini savunma temelindeki siyasi faaliyet anlamı taşıyor. Duruşma trafiği günlük işler, okuma, yazma, avukat ve aile görüşleri derken kimi zaman gün yetmiyor işlerimiz sıkışıyor.

Bir araya gelemediğimizden ötürü enine-boyuna konuşup, sohbet etme şansımız yok. Ama zor da olsa hapishanelerin de kendine göre iletişim yöntemleri var. Üstelik yoklukta böylesi paylaşımların içeriği ve maneviyatı daha güçlü ve değerli oluyor. Kolektif bilinç, kadın yoldaşlığı, ayrı amaç ve değerler etrafında ortaklaşma varsa, su akar yatağını bulur. Yeter ki durma, durgunluğa hapsolma. Buradaki kadınlar da fikirlerinin ve pratiklerinin dinamizminden besleniyor ve ortaklaşıyor.

Aynı zamanda siyasette birlikte olduğunuz arkadaşlarınızla da hem dışardayken hem içerde birliktesiniz yan yanasınız? Sizleri bu kadar güçlü kılan ne? Bu gücü nereden alıyorsunuz? Nasıl ifade edersiniz kendinizi?

Bize güç veren ve moral düzeyimizi belirleyen parçası olduğumuz halkların özgürlüğü ve kadınların kurtuluşu çizgisi ve programı. Bunlar yaşamdaki kuru, donuk ve kâğıt üzerinde, afişlerde, kitaplarda yazan şeyler değil. Çok büyük yaşanmışlıklar, deneyimler, bedellerle şekilleniyor ve insanları etrafında birleştiriyor. Hem tek başına hem de birlikte güçlü olma duygusunu geliştiren, demokratik devrimci kadın özgürlükçü siyaset çizgisi ve programıdır. Bizler dışardayken de ortak amaca bağlı mücadelenin birleştirdiği kadınlardık ve doğrusunu söylemek gerekirse işimiz hiç kolay değildi.

Uzun süredir içerdeyiz. İşimiz yine kolay değil ama geçen yıllar boyunca bütün kadın ve halk hareketi ile birlikte daha fazla güç biriktirdik. En ağır baskılara, hukuk ve vicdan sınırlarını çiğneyerek gerçekleştirilen saldırılara rağmen her gün dayanma, var olma çıtasını yükselten bir hareketten alıyoruz enerjimizi.

Tabii en önemlisi de kadın olarak ait olduğumuz taraf ile özdeşleşmek, içeride de dışarıda da güçlü kılıyor bizleri. Kadın dayanışması gibi her derde deva bir fikir ve pratiğe sarılmak ise, her şeye gücümüzün yeteceği özgüvenini getiriyor. Yani direncimizin, kuvvetimizin kaynağı kadın olmak; kolektif kadın olmak.

Aysel Tuğluk’a baktığınızda nasıl bir sürecin sonucu? Kendinizi nasıl hissediyorsunuz? Oda bir bellek sizde bir belleksiniz?

Aysel Tuğluk’a reva görülen muameleyi, Kürt kadınlarına ve siyasetçilerine yönelimden farklı göremeyiz. Tarih Kürt ulus bilincine ve siyasi hareketine yapılan çok ağır ve sayısız bu tip saldırıyla, travmayla dolu. Aysel Başkan gibi sembol bir kadına kirli savaşın siyasi yöntemleri ile yönelmeleri de benzer bir cezalandırma ve travma yaratmayı hedefliyor. Onun nezdinde Kürt halkına, hareketine ve onun bağrından müstakil bir kanal açan kadın özgürlük mücadelesine nişan alıyorlar.

Aysel Başkan, biz HDP’li siyasetçilerin darbe ve özel savaş saldırıları ile rehin alınmasının ardından çok ağır bir süreç yaşadı. Annesinin cenazesine yapılan canavarca saldırı, kirli savaş yöntemlerinin, insanlıktan çıkışın siyasi iktidarca mubah görüldüğüne delaletti. Bir dönemi cezalandırmak, Kürtlerin politik çıkış anlarını, süreçlerini, yerin dibine batırmak amacıyla o kesitlerde yer alan sembol isimlere daha özel hınç ile saldırıyorlar. Aysel Tuğluk’un AKP-MHP talimatıyla gün ışığına çıkmış kontra güruhların saldırısına uğraması da böyledir. İnsanın annesinin cansız bedenini korumak zorunda kalması, kendi elleriyle gömdüğü cenazesini yine kendi elleriyle topraktan çıkarması bizlere reva görülen zulüm ve kötülüğün dip noktasıdır. İşte Aysel Başkan bu dip bu noktayı gördü. Hastalığını tetikleyen de bu süreçtir zaten.

Bugün geldiğimiz aşamada Aysel Başkan’ın gittikçe ağırlaşan hastalığına rağmen değiştiremeyecekleri tek şey var; onun toplumsal belleği oluşturan gücü, emeği, cesareti… Artık onun hafızası hepimizin, halkların, kadınların hafızasıdır. En baştan itibaren onun kritik dönüm noktalarında yer aldığı tarihe, birikime düşmanlık peşindeler. Aysel Tuğluk adı onlara bunu ifade ettiği için derinleşen hastalığına rağmen onu hapiste tutmak da insani bir sorun görmüyorlar. Şimdi iktidarın ömrü ile beraber insani fonksiyonlarının da bittiği noktadayız. Bu nedenle Aysel Başkan ile tüm hasta tutsakları sahiplenmek, dayanışmak ve bu insani krize son vermek kadın ve demokrasi güçlerinin elindedir. Bunu aynı zamanda ortak belleğimiz ve geleceğimiz adına yapacağız.

Cezaevinde yaşanan hal ihlalleri tecrit, disiplin cezaları… Nasıl zorluklar yaşıyorsunuz? 

Tecrit ve infaz sistemi cezaevlerindeki zorlukların temel nedeni. Elbette bunun da öncesinde adalet sorunu geliyor. İktidar elindeki yargı kılıcını sallaya sallaya Türkiye’yi kapalı ve yarı açık cezaevine dönüştürdü. Dolayısıyla hapishanelerdeki insani ve siyasi zulme son vermek için genel düzlemde yürütülecek hak ve adalet mücadelesi çok önemli. Ama bunu yaparken, cezaevlerinde özellikle de son iki yılda yığılmış sorunlara, insani krize yönelimi ertelemek mümkün değil.

Benim ve bizlerin karşılaştığı zorluklar mahpusların yaşadıklarından çok ayrı değil. Bazen tanınır, bilinir olmaktan kaynaklanan nefret, ön yargı tutumlarıyla karşılaşabiliyoruz. Zira hapisteyken bile iktidarın siyasi linç kampanyaları, algı operasyonları devam ediyor. Ama günlük yaşam bakımından en önemli sorun tecrit ve izolasyon. Pandemi ilanı ile beraber tüm ortak alan hakları askıya alındı. Ailelerimizle bile yarım saatten fazla açık görüş yapamıyoruz.

İnfaz sistemi katmerli cezalandırma sistemine dönüştü. İdareler, mahkemenin verdiği hapis yatış süresinin üstüne ceza verme yetkisiyle donatıldı. Bura da infaz süresinin dolmasına rağmen “gözlem kurulu” kararı ile tahliyesi yakılacak mahpuslar var. Ayrıca disiplin cezalarıyla siyasi tutsakları yıldırmaya çalışıyorlar. Sistematik eziyet kural ve talimatına bağlı kalmak için her fırsatta ceza veriliyor. Mesela, Garibe Gezer’in ölümü sürecinde attığımız sloganlardan dolayı 8 Mart’a iletişim yasağı cezası ile giriyoruz.

HDP Eş Genel Başkanıyken barış süreci ve çözüm süreci vardı. O dönemden bu sürece nasıl gelindi?

Çözüm süreci demokratik siyaset, toplumsal muhalefet ve kadın kurtuluşu hareketinin önünü açtı, gelişmesi için elverişli iklim yarattı. İktidar militarizm ve şiddet yöntemlerini hiç bırakmamış da olsa çatışmaların durdurulması ve Sayın Öcalan’ın dahliyle müzakere siyasetinin öne alınması halk iradesine alan açtı. AKP ve Erdoğan bu sürecin sonuçlarından sadece kendisinin faydalanacağını, tekçi iktidarını Kürt halkında oluşan beklenti ve umudu arkalayarak kuracağını öngörüyordu. Ama böyle gelişmedi. 7 Haziran 2015 seçimlerinde yükseliş sınırını aşan, barajı yıkan, Kürtler, halklar, kadınlar, gençler ve HDP oldu. Demokrasi, özgürlük ve emek koalisyonunun kazanması, onların kaybetmesi anlamına geliyordu ve AKP-Erdoğan çizgisi demokratik yenilgileri sindirmeyecek kadar faşizmden besleniyordu. Masanın devrilmesi ve 7 Haziran’daki yeni politik durum neredeyse eş zamanlıdır zaten. HDP’nin parti olarak seçime girme kararı AKP’yi süreci yürütme tavrından politik-pratik olarak koparmıştır. Rojava’daki halk statüsünü reddetmesi ise süreçten stratejik kaygılarla kopuşun ifadesidir.

Sonuçta bugün sadece HDP’den pay biçsek bile; benzersiz akınlara, kuşatmalara, ölümlere rağmen düşürülemeyen, teslim alınamayan kaleler yaratmıştır. En önemli kazanımı da kadınların siyasete katılımında çığır açması, temsiliyet de eşitliğin sağlanmasıdır. Eş Genel Başkanlık ‘da yasal kazanıma dönüşmüştür. Belediyelerde Eşbaşkanlık uygulaması bu dönemde başlamıştır. Tepeden tırnağa her düzeyde kadın temsiliyeti ve iradesi gelişmiştir. Bu süreçte doğal olarak kadınların belirleyen, sürükleyen etkisi de devasa düzeyde arttı.

Bugün kadın siyasetçilerin hapiste olmasının, on yıllarca cezaya çarptırılmasının bir nedeni tahammülsüzlüktür evet; ama diğer yanı da korkudur. Çünkü siyaset sahasında yükselen dalga, o kadar zulmü ve zorluğu göğüsledikten sonra tsunamiye dönüşmüştür. Ve tsunami dalgası, ulaşabileceği en yüksek seviyeye ulaşamadan, yıkmadan geriye çekilmez. Eril faşist korku ve esaret kuleleri yıkılmaya devam edecek anlayacağınız.

Günümüz koşullarında kadınların bu kadar hedefe konulması, kadın hareketinin kazanımlarını parçalamaya yönelik mi?

Ne yazık ki kadınlar, en basiti de dâhil hiçbir hakkı mücadelesiz elde etmemiş. Her zaman devasa kadın kitlelerinin mücadelesi yaşanmasa da öncü ve örgütlü kadınların kavgası hep olmuş. Ama son yıllarda kadınların hak özgürlükler sorunu, her evin, her yaşam alanının derdi, davası haline geldi. Bu nedenle hak kazanma ve kazanımları koruma mücadelesi 84 milyonun yarısının kaderini belirleyecek önemde. Siyasi iktidar özellikle de İstanbul Sözleşmesi’nin feshi kararı ile kadınların en temel yaşam hakkı ve şiddetten korunma güvencesini tanımadığını ilan etti. Bu yolla kadınları şiddet ve cinayetler karşısında güçsüz, güvencesiz bırakma, boyun eğdirerek erkeğin gardiyanlığını yaptığı eve hapsetme yolu izledi. Çocukların evlilik adı altında cinsel ve sosyal istismarı ile nafaka hakkında da aynı art niyeti, sistemli kadın düşmanlığını görüyoruz. Ama son dönemde ne kadar kadın kazanımlarını ve özgürlük, eşitlik, onurlu yaşam mücadelesini hedefe koysalar de gelişen cins bilinci-dayanışması ile kadın hareketinin istikrarlı, ısrarlı duruşu çok geniş toplumsal bir taban yarattı. Artık örgütlülüğü yeteri kadar güçlü ve yaygın değilse de refleksi etkili ve geniş bir kamuoyu oluştu. Bu kazanımın tasfiye edilmesi ise gayet zor.

Örgütlülük ve bir arada olma anlamında içeriden dışarıdaki kadınları nasıl görüyorsunuz?

Örgütlülük bakımından hala gidilecek epey yolumuz var. Sadece öncü ve örgütlü kadınların durdukları yerden, belirledikleri çerçeveden bakamayız meseleye. Milyonların örgütlü mücadele ve yaşamından söz etmek ve bunun yollarını açmak durumundayız. Bu nedenle örgütlü kadın hareketi bileşenlerinin ufuk genişletmesi gerekiyor. Son dönemde kadın örgütlerinin bir araya gelişi bakımından sistematik çaba ve sonuçlar daha fazla görünüyor. İyi ve sevindirici gelişmeler bunlar. Ama “tek bir hedefe ve hepimiz birden” diyerek sağlanacak beraberliğe duyulan ihtiyaç hala varlığını koruyor. Örneğin; İstanbul Sözleşmesi ve kadına şiddet özgülünde, bütün farklılıkları bir kenara koyarak sonuç elde etme pratiğine hayati ihtiyaç var.

8 Mart süreçleri, farklı kadın örgütlerinin birbirleriyle tanışması, yer yer çelişki ve gerilimler yaşansa da karşılıklı deneyimlerin paylaşılması açısından nasıl olanaklar sunuyor?

8 Mart platformları Türkiye ve Kürdistan’da kadın hareketi gelişiminin anası gibidir. Sancıları, zorlukları hep olmuştur fakat daima üretmiştir. Deneyim aktarımı, farklılıkların tanınması ve dönem dönem ayrışmalar, kopmalar yaşansa da uzlaşma, yan yana durma kültürünün gelişmesi bakımından 8 Mart platformları tarihi bir rol oynadı ve hala oynuyor. Dünden daha ileri bir noktada olunduğu da açık. Ayrıca tüm çelişkilere rağmen kadın dayanışması kavramı ve fiilinin doğduğu, geniş kesimlere mal edildiği zemin 8 Mart süreçleri ve platform deneyimleridir. Halen ortaklaşmanın olmadığı alanlar var tabii ki. Tek tek kadın örgütlerinin dışında, ayrı örgütlenmiş birçok birleşik platformun varlığı bize bunu gösteriyor. Ama bunu bir sorun değil, zenginlik, yaygınlık ve güç olarak görmek gerek. Hedef ve içerik tanımında, kadınların kurtuluşu felsefesi ve programında ayrı düşünüyor olma, bazı temel gündemlerde sadeleşmeye, güç birliği yapmaya engel görülmemeli. Asıl olarak kocaman kadın insanlık âlemine ve tarihine karşı sorumlu olduğumuzu, “ya hep beraber ya hiçbirimiz” seslenişinin en çok kadınlar için geçerli olduğunu unutmamak çok önemli. Orta da bir cins kırımı ve kazanılmış hakların toptan tasfiyesi yönelimi varken ibreyi ayrışma alanlarından ortaklaşma alanlarına çevirmekte fayda var.

Peki, 8 Mart’ın tarihselliğinin ve güncelliğinin bütün toplumsal kesimlerin gündemine girmesinde, nasıl bir mücadele oldu ve hangi zorluklar aşılıp ortaklaşıldı?

8 Mart’ın uluslararası dayanışma ve mücadele günü olarak kutlanmasının yüz yılı aşkın bir geçmişi var. Kadının ikincilleştirilmesinin, köleleştirilmesinin ve hala “erkeğe eşlik eden” cins olarak görülmesinin tarihi ise bin yıllarla ölçülüyor. Şimdi 21. Yüzyıldayız ve artısı-eksisiyle beraber bir kadın çağından söz ediyoruz. En yakınımızdan en uzağa kadar gelişen dünyasallaşan ve Rojava’da en belirgin pırıltılarını gördüğümüz, kadın devrimi adını hak eden bir hareket ile birlikte ilerliyoruz. Yakalanan düzey, bireylerin, örgütlerin, ülkelerin değil bütünsel anlamda kadın, insanlığın kazanımı olarak tarihe kaydediliyor. Bugün Türkiye’de eski ve yeni arasındaki çarpışmanın en belirgin sahası kadın özgürlük mücadelesidir. Kadınlar dün 8 Mart mitingi yapmak için yasaklarla, saldırılarla boğuşuyordu. Miting ve yürüyüş aşanlarında yerlerde sürüklene sürüklene 8 Mart hakkını kazandı. Sonra erkek egemen devlet ve siyaset ajandasına kadar girdi. Devletin resmi kutlama günlerinden protokollerinden biri oldu. Ama eski ve yeni çatışması daha bitmedi. Hala kadınların 8 Mart gece yürüyüşü saldırıya uğruyor “makul cins ve makul talepler” sınırını zorlamaya kalkışanlar şiddet, gözaltı, hapislikle cezalandırılıyor. İktidar ve erkek aklı eskide diretiyor. Elbette bu eşik de aşılacak; yeni kadın ve yeni yaşam kazanacak.

Erkek egemen sistem ve eril zihniyet kadınlar başta olmak üzere toplumun birçok kesiminde baskıları artırıyor ve şiddeti meşrulaştırıyor.

Neden kadınlar bu kadar çok hedefte?

Eğer bir sistem ve toplumsal yapı kendini kadın özgürlükçü anlayışla; eşitlik, adalet kavramlarını yaşamda tesis ederek geliştiremezse geriler. Bu da her gün daha fazla baskıcı, şiddet ve zor aygıtlara daha çok sarılmasına yol açar. Dünyadaki benzerleriyle birlikte Türkiye’de yaşanan süreç de böyledir. Bugün erkek egemenliğin en katı ve karanlık biçimi olan faşizm gölgesi düşüyor yaşadığımız topraklara. Siyasetteki erkek ağırlığı ve belirleyiciliği mevcut yönetici elitlerin değişimini de olanaksız kılıyor. Ağırlıklarını korumak, iktidarlarını ve eril düzeni baki kılmak için kadınlara karşı olduğu gibi, toplumun geneline karşı da en baskıcı, saldırgan yöntemlere başvuruyorlar. Şiddet temel yönetim biçimine dönüşüyor. Devlet her konuda her kesime karşı bu kadar açık ve rahat şiddet uygularken, kadına karşı şiddeti önlemesi düşünülemez. Aksine mütemadiyen yaptığı gibi şiddeti özendirir, faillerini kollar ve kendi de doğrudan kadına özel şiddet uygular. Bugün kadın bilinçlenmesinin ve itirazın gelişimi, siyasete aktif katılımı karşısında eril iktidar tam bir alarm durumundadır. Çünkü kadın özgürlükçü zihniyetle donanarak köklü şekilde dönüşmediği durumda, kadın kitlelerinin devrimci değişim enerjisi karşısında çürüyüp devrilecektir. Kendileri açısından bu derin tehlikeyi görmeleri onları daha tahammülsüz kılıyor ve her fırsatta, öncelikle kadınlar hedef alınıyor.

Hedef de olan kadınlar yarın alanlara çıkıyor. 8 Mart çok önemli ve her yıl yeni bir gündem ve sloganla, direniş ve isyanla alanlara çıkılıyor. Bu dönemde kadınlar neyi haykırmalı?

Şiddet, kadın cinayetleri ve buna bağlı olarak İstanbul Sözleşmesi’nin yeniden geçerli kılınmasına odaklanmak önemli olacak. Sözleşmenin feshinden sonraki ilk 8 Mart olacak bu. Bir kısmı etkili çok sayıda eylem, etkinlik yapıldı ama 8 Mart’ın gücünü kuşanarak ortaya bir irade koymak, sonuç alma mücadelesi bakımından eşiğe dönüşebilir. Ekonomik kriz ve kadın yoksulluğu; içerde dışarda büyüyen savaşa karşı barış tavrı da 8 Mart’ın hedef ve teması olabilir.

Bugün kadın özgürlük mücadelesinde varlık gösteren ve siyasetin içinden gelen bir isim olarak 8 Mart’a ilişkin neler söylemek istersiniz?

Bütün kadınların Dünya Emekçi Kadınlar Gününü kutluyorum. Dilerim 8 Mart 2022 birliğimizin, mücadelemizin, ortak sevinçlerimizin büyüdüğü dönemeç olur. Bu günü grevlerde, direnişlerde, karşılayan, şiddete boyun eğmeyen, alanlarda sesimiz-gücümüz olan kadınları; sevgili Emine Şenyaşar’ı, evlatları için mücadele veren tutsak annelerini, onur hareketi ile var olan LGBT-İ bireyleri ve savaş, ölüm coğrafyalarında yaşamı, barışı, yeniden kuran kadınları sevgiyle, saygıyla selamlıyorum.

Figen Yüksekdağ’ın derdi ne?

Derdim çok büyük; Özgürlük… Hem derdim, hem dermanım o kadar büyük.

8 Mart 2022