Yüksekdağ: Rüzgârın yönü değişti

Önceki dönem Eş Genel Başkanımız Figen Yüksekdağ'ın Bir+Bir'e verdği röportaj:

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 6-8 Ekim olayları dolayısıyla siz ve Selahattin Demirtaş hakkında yürüttüğü soruşturma kapsamında açılan davanın 20 Eylül’de görülen duruşmasında, hapiste olduğunuz halde tutukluluk kararı çıkarıldı. Tutukluyken tutuklanmak nasıl bir duygu? Hakkınızda verilen bu kararı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Figen Yüksekdağ: Ben yargılandığım davadan tahliye edilmeden ikinci kez tutuklandım. Selahattin Bey hakkında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi basıncıyla zoraki de olsa tahliye kararı verildikten sonra salıverilmesini engellemek için yeni bir tutuklama kararı çıkarılmış oldu. Ama ben aynı suç isnadıyla iki kez tutukluyum. “Çift dikiş tutukluluk” diyorum buna. “İşimizi sağlama alalım, mahkemelerden birini şeytan doldurur da tahliye kararı verirse başka bir tutuklama kararı çıkarmakla uğraşmayalım” diye düşünüyorlar herhalde. Sonuçta Selahattin Demirtaş’la yargılandığımız ana davalardaki ortak suçlamalardan biri olan 6-8 Ekim 2014 süreci hakkında bu kez daha üst perdeden ceza istenerek yeniden tutuklanmış olduk. İkinci tutuklanmamız Türkiye’de yargının siyasete bu kadar ayan beyan alet edilmesi, iktidarın basit bir masası, uzvu gibi çalıştırılması bakımından olağanüstü ve ibretlik bir durumdur.

Peki bu karar sizi nasıl etkiledi? Aksi bir kararı bekliyor muydunuz, bu kararı nasıl yorumluyorsunuz?

Siyasi şiddeti yaşama ve algılama durumumda özel bir değişikliğe yol açmadı. Her şeyi bekliyorsanız çok şaşırıp şok olamıyorsunuz. Hakkımda iki tutuklama, beş mahkûmiyet kararının olması benim en kötüsüne hazır olma motivasyonuma çarpıp geçer sonuçta. Ama bizden intikam alacak ya da bizi önünde engel olmaktan çıkaracak diye çok ağır ihlallere, suçlara imza atanlar ne yapacak, o ayrı bir konu. Başta iktidar partisi olmak üzere rejimin egemenlikten pay alan bütün kliklerinin yarın öbür gün hesap vermemek için birbirlerini pışpışlayarak durumu ne kadar idare edecekleri bilinmez. Bize dönük ikinci yargı operasyonu birincisi gibi siyasi iktidarın varlık ömrünü uzatmaya dönük bir saldırıdır.

Sizce iktidarın size yönelik daimi ve artan tazyikine ne gibi bir kaygı kaynaklık ediyor?

Siyasi saldırı halinde olmadan, savaş, gerilim, çatışma ve seferberlik refleksleri harekete geçmeden yaşayamayan bir iktidardan söz ediyoruz. Bize yaklaşımında da ipleri gerili tutmak AKP - Saray iktidarı bakımından hayati önem taşıyor. Sonuçta, meşru dayanaklarını yitirmiş de olsa bugün hâlâ iktidarda kalmasını bize uyguladığı baskı, tutsaklık, zulüm politikalarına, daha doğrusu karşısında bizler, yani HDP dışında tutarlı muhalefet olmamasına borçlu. Son yerel seçimlerde sahadaki bütün dezavantajlarımıza rağmen AKP-MHP koalisyonuna kaybettiren partinin HDP olması bizlere karşı hıncını daha da biledi.

Arkasından belediyelerimize kayyum atamaları ve Selahattin Demirtaş ile bana yönelik tutuklama kararı geldi. Tutuklama kararının aynı zamanda Suriye sahasındaki yeni savaş sürecinde muhalefet üzerinde daha yoğun baskı uygulamak, bizlerin tahliye yolu başta olmak üzere bütün barış ve çözüm yollarını tıkamak gibi bir amacı olduğunu da unutmamak gerekir. Ama son tahlilde bakarsak hakkımızdaki yeni tutuklama kararı ve bununla eşzamanlı olarak daha yeni seçilmiş belediye eş başkanlarımızın görevden alınması, tutuklanması iktidarın siyasi tükenmişlik sendromunun dışavurumudur. Bizimle başka türlü mücadele edip sahte zaferler kazanamıyorlar. Demokratik yöntemlerle ya da az buçuk dürüstçe siyaset yapamayanların, iktidar olamayanların nasıl yozlaşabildiğini görüyoruz.

Cumhurbaşkanı, tekrar tutuklanmanızla ilgili karar üzerine “Sokağa insanları çağırıp ondan sonra Diyarbakır’da 53 evladımızı öldürenleri bu millet unutmuyor ve unutmayacaktır da. Sonuna kadar bu işin takipçisiyiz, takipçisi olacağız. Bunları bırakamayız” şeklinde konuştu. Bu açıklamayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Erdoğan’ın açıklamasındaki asıl vurgu “bunları bırakamayız”dır. Maalesef defalarca böyle skandal sözler sarfetmiş olmasına rağmen iktidar, yargı ve medya elbirliğiyle bunlar normalleştirildi. Bu da yaşadığımız anormalliğin ne düzeye geldiğini gösteriyor. Yani bizleri tutuklayan da, bırakmayan da o! Bunu her aşamada ilan etmekte de bir sakınca görmedi zaten. Yargı, mahkeme, hukuk filan, bunların hepsi teferruat. İktidarın muhalifleri tasfiye tiyatrosunda fon ya da figüran olmak dışında bir fonksiyonları yok. Bugün kendimize siyasi rehine demekte bile zorlanıyorum bazen. Çoğu zaman devleti yönetenlerin kişisel hedefi, “karın ağrısı” oluyoruz çünkü. Erdoğan’ın hakkımızda verdiği son tutuklama kararı (!) da böyle bir şey. Yönetim kademelerini işgal edenlerin, ittifak adı altında Saray’a çöreklenenlerin tümü de bu yaklaşım ve duygularda ortaklaşıyor tabii.

Erdoğan “53 evladımızı öldürenler” derken 6-8 Ekim 2014’teki Kobani olaylarında hayatını kaybedenlere işaret ediyor. 6-8 Ekim’de ne olmuştu? Siz o tarihte parti olarak nasıl bir tutum almıştınız?

En başta iktidarın yürüttüğü bir algı operasyonudur. Aslında Selahattin Bey de, ben de defalarca üretilen yalanlara, manipülasyona, kara çalma kampanyasına cevap verdik. Ancak ipleri iktidarın elinde olan yaygın kamuoyu ve medyada bizim söylediklerimiz yok sayıldı. Bugün hâlâ tek bir adam çıkıyor, açıktan yalan söylüyor. Üstümüze linç gruplarını salıyor, iktidarın halka karşı işlediği en büyük suçlardan birini böyle saklamaya çalışıyor. Zaten AKP-Erdoğan iktidarı “en iyi savunma saldırıdır” yöntemini kullanarak suçlarından kurtulmayı adet edindi. İktidarın 6-8 Ekim konusundaki tavrı büyük bir siyasi arsızlık örneği olarak tarihe geçecek türdendir.

Olaylar sırasında yaşamını kaybedenlerin 44’ü HDP’liydi, bizim seçmenlerimizdi. Birçoğunun ölümü hakkında soruşturma bile açılmadı. Açılan soruşturmaların hiçbiri sonuçlanmadı. Kontra güçlerin devreye girdiği ve bir iç savaş simülasyonu yapıldığı açık olmasına, bunu destekleyen sayısız veriye rağmen, bunlar konuşulmadı ve üstü örtüldü. Ayrıca ölümlerin başlamasının nedeni biz olmasak da durduran, bu konuda sorumluluk üstlenen yine biz olduk. Yaratılan provokasyon ortamı artık içinden çıkılmaz bir hal alınca iktidar Öcalan’a başvurdu, ondan alınan sağduyu mesajını kamuoyuna ileterek ve sahada doğrudan sorumluluk üstlenerek daha büyük bir facianın önüne geçebildik. Siyasi provokasyon ve kışkırtmaya neden olansa Erdoğan’ın o dönem yaptığı “Kobani düştü düşecek” konuşmasıydı. Bunun yarattığı büyük öfke, hayal kırıklığı barışçıl eylemleri daha kitlesel hale getirdi. O dönem AKP’ye oy veren Kürtler bile sokaklardaydı. Ama süreci bir infial ve kaos haline getiren, iktidarın barışçıl eylemlere yönelik “vur” emriydi. Polis saldırısı sonucu ölümlerin yanısıra, ortaya sürülen kontra gruplarının, bölgenin 90’lı yıllardan çok iyi tanıdığı cinayet şebekelerinin eliyle ölümler oldu. İşte bu nedenle 6-8 Ekim konusunda siyasi iktidarın konuşması gerekiyor. Ve artık yaygın kamuoyu da karakterli bir tutum alarak hep aynı nakaratı söyleyen siyasi iktidar ve Erdoğan tarafından aptal yerine konulmaya “hayır” demeli. Kozmik odaları açılmadan, 6-8 Ekim sırları, gerçekleri ortaya saçılmasın diye bizi kurban etmek isteyenler eninde sonunda kaybedecekler.

Şu sıralar AKP’den ayrılıp yeni parti hazırlıkları yapan Ahmet Davutoğlu, geçtiğimiz ay yaptığı bir açıklamada, 6-8 Ekim 2014 olayları sonrasında silahlı kuvvetlere 7 Haziran 2015 seçimleri sonrası için hazırlık talimatı verdiğini açıkladı. 6-8 Ekim olaylarından sonra da çözüm süreci devam etti, ama Davutoğlu’nun açıklaması, devletin o sırada savaş hazırlığı içinde olduğunu da gösteriyor. Sizce AKP, çözüm sürecini bitirmeye ne zaman karar verdi?

Türkiye’de siyaseten birçok yol kazası yaşandı, ama hiçbirinin kara kutusu incelenmedi. Bundan özenle kaçınıldı. Kobani olayları, iktidarın Suriye politikası ve çözüm süreci de böyledir. Birbiriyle bağlantılı, çoğu zaman iç içe yaşanan bu gündemlerde egemen güçler arasında rekabet oldu, ama kamuoyuna karşı açıklık olmadı. Bugün hükümetin devrik başbakanı Davutoğlu’nun dilinden bazı şeyler gündeme geliyor, ama yine toplumu gerçekle buluşturmak için değil, aralarındaki “taht oyunlarının” gereği olarak konuşuluyor bunlar. Davutoğlu, “terörle en iyi mücadele yürüten devlet adamı” rolünü güçlendirmek için konuşurken birtakım şeyleri ifşa ediyor ya da ipucu sunuyor. 7 Haziran - 1 Kasım arası yaşananlara dair söylemleri ya da Kobani süreci konusundaki ifşaatları böyledir.

7 Haziran sonrası dönemde, bize ve demokratik muhalefete yönelik saldırı ve operasyonların, Suruç, Ankara gibi toplu katliamların yaşandığı bir atmosferde hükümet ile birlikte MGK, MİT gibi devlet kurumlarının hazırladığı bir plandan haberdar olduk. 2015’in ikinci yarısında kamuoyuna sızan, ama bugüne kadar hiç resmen üstlenilmeyen plan 2014’ün ilk yarısında, yani Kobani sürecinin yaşandığı dönemde hazırlanmıştı. Demokratik çözüm sürecinin karşısına konulan Çöktürme Planı adlı bu topyekûn savaş senaryosu, Kürt sorununu klasik inkâr-imha mantığıyla, çökerterek çözmeyi hedefliyordu. Yani diyebiliriz ki, siyasi iktidarın sorunu demokratik, insani, barışçıl yollardan çözme niyeti en baştan yoktu. İmralı’yla görüşmeler, atılan kısmi bazı adımlar da alan ve zaman kazanmak, Kürt hareketini güçten düşürmek için fırsat olarak değerlendiriliyordu. İşin mantıki sonucu bu aslında. Yoksa daha çözüm süreci devam ederken bu kadar ayrıntılı, kapsamlı, yerel, bölgesel, askeri ve siyasi açıdan geniş bir stratejik planın gündeme dahi gelmemesi gerekirdi.

Fakat o süreçte, 2014’ün sonuna kadar başta Erdoğan olmak üzere iktidar cephesi Kürt sorununun varlığını kabul edip barışçıl çözüme vurgu yapmıyor muydu?

Bir taraftan Erdoğan Kürt seçmeni kendine bağlamak, “tarihsel sorunu çözen lider” olarak siyasi sükse yapmak için demokratik taklidi bir ara katman yarattı. Ama asıl işleyen düzenek faşizmin mekaniğiydi. Çözüm süreçlerinde bu durum yaşanmaz değil, yaşanır. Bu kadar ağır bir sorunla yüz yüzeyken sütliman bir süreç yaşanmasını bekleyemezsiniz. Ne var ki, siyasi iktidarın çözüm sürecine yaklaşımı, sorunu çözmek bir yana, üstüne yeni düğümler attı. 2014 Ekim’inde hazırlanan Çöktürme Planı da bunun ifadesiydi. Bugün hâlâ 6-8 Ekim Kobani olaylarının ve sonrasında yaşanan gelişmelerin bu planın bir parçası olup olmadığı sorusuna cevap verecek bir Allah’ın kulunu bulamazsınız. Ama, iktidar güçlerinden bir cevap alamasak da, gerçeğin ne olduğunu biliyoruz.

Sizce iktidar bir yandan çözüm sürecini devam ettirirken bir yandan savaş hazırlıkları mı yapıyordu?

Anlaşılan iktidar çözüm sürecine daha başlarken nasıl bitireceğini planlamıştı. 6-8 Ekim olaylarında infial yaratan, kontrolsüz güç kullanımını devreye koyan ve dahası paramiliter-kontra güçleri sahaya sürenler onlardı. Yaşanan provokasyon ve ölümler de süreci sabote etmek için kullanıldı. Ancak ortaya çıkan demokratik halk mücadelesi gücünün kontrol edilmesi, savaş aygıtlarının dizaynı ve Kürt kitlelerini AKP-Saray siyasetine yedekleme çalışmaları için zamana ihtiyaç vardı. Bu nedenle süreç o günlerde bitirilmedi. Ayrıca bizim müdahalemiz ve hükümet aracılığıyla açıklanan Öcalan’ın mesajı kısa süreli bir toparlanma sağladı. Dolmabahçe Mutabakatı’na kadar da esas olarak bu iradenin ısrar ve çabalarıyla sürdürüldü. Sonrası malûm.

Sonrasında Dolmabahçe açıklamasının aslında bir mutabakat olmadığı ifade edildi ve rafa kaldırıldı…

Dolmabahçe Mutabakatı’nı seçimler öncesinde kendisi için büyük bir zafer hikâyesine dönüştürmek isteyen ve bu nedenle verilen o meşhur fotoğraftaki oturma düzenine kadar belirleyici olan Erdoğan çıkan sonuçtan memnun kalmayınca her şey terse çevrildi. Çünkü 7 Haziran seçim sonuçlarından da görüldüğü üzere çözüm sürecinin yarattığı iklimden Türkiye tarihinde benzeri görülmemiş bir demokratik kazanım çıktı. Bizler açısından, yani Türkiye halkları açısından son pamuk ipliği de kopana kadar sürecin devam ettirilmesi elbette bu nedenle önemliydi. İktidarın samimiyetsizliği, siyasi ranta odaklanmış perspektifi ve çok ciddi provokasyonlarla karşılaşmak pahasına barış ve demokrasi şansını, umudunu korumak için Kürt sorununda çözüm çabası ve mekanizması sürdürüldü.

2014 yılının sonu itibariyle, 6-8 Ekim olayları bağlamında AKP, TBMM gündemine, kolluk güçlerine daha fazla yetki tanıyan, toplu gösteri ve yürüyüşlere katılanlara ağır cezalar öngören bir yasa paketi getirdi. HDP olarak o günlerde, söz konusu paketin çözüm sürecini tehlikeye attığını söylediniz. Buna rağmen sürece, hükümetle görüşmelere neden devam ettiniz?

2014 sonrasında İç Güvenlik Yasası Meclis’ten geçirildi. Çöktürme Planı’nın bir parçası olduğunu öğrendik sonradan. Demokratik halk hareketinin, sokak muhalefetinin bastırılarak mengeneye alınmasını hedefleyen, en basit hak arayışlarını ağır cezai müeyyidelere bağlayan bu yasa ve yönelim karşısında o dönem aktif mücadele yürüten tek parti yine HDP’ydi. Ama az önce de belirttiğim gibi, tehlikelerine işaret etmemize rağmen, bunu görüşme ve çözüme ulaşma sürecinin getirdiği komplikasyonlardan biri olarak değerlendirdik. Devlet ve egemen statüko saflarında çok güçlü bir direnç yaşandığını, barış politikası yapmanın savaşmaktan, çatışmaktan daha zor olduğunu biliyorduk. Kaldı ki, o dönemde tek sorun güvenlikçi yasa yapım süreci değildi. Acil, öncelikli yol temizliği şartları dahi yerine getirilmiyordu. Bölgede kalekol ve baraj inşaatları, barışçıl eylemlere polisin silahlı saldırısı sonucu yaşanan sivil ölümleri gibi daha ciddi sorunlar da vardı. Ama bir taraftan iktidar, akil insanlar heyeti kurma, Meclis’ten çözüm süreci için çerçeve belgesi çıkarma gibi uygulama ve hazırlıklar içerisindeydi. Böyle bir durumda şartları zorlama eğilimi ön plandaydı bizim için. Zaten dört gözle sürecin rafa kaldırılmasını bekleyen kesimlere fırsat vermeme duyarlılığı ağır basıyordu.

Sonuçta tüm bu çabalar boşa mı gitti?

Şimdi geriye dönüp yapılan fedakârlıklara, Kürt halkının bağrına taş basarak barış için verdiği mücadeleye bakınca yine de boşa giden bir şey yok diyorum. Asıl dört bir yanı savaşa boğanlar, ülkenin insan kaynaklarını, ekonomik kaynaklarını, geleceğini buraya yatıranlar ne kazandılar acaba?

Şu anda Kürt sorununda gelinen aşamayı nasıl tanımlıyorsunuz?

Kürt sorununun çözümsüzlüğü ve savaşta, çatışmada ısrar, koskoca bir kara delik haline geldi. Bu kara delik sadece bizi yutar sanıyorlardı. Öyle istiyorlardı, ama olmadı, olamaz da. Vatanı, devleti, milleti koruma rolüne bürünüp kendileri yerine toplumu kurban ediyorlar. Son dört yıllık makro savaş siyasetinin sonucu, elde var hiç! Kürt sorunu çözülmediği gibi, bölgesel ve küresel bir karakter kazandı. Bugün yaşadıkları yenilgiyi hamasetle, gösteriyle kapatmaya çalışıyorlar, ama gerçekler çok inatçı. Türkiye’de ve başta Suriye olmak üzere bölgede Kürtlerle demokratik işbirliği yapmayan, bütün dünyanın tanıdığı ve kendisinin de düne kadar görüştüğü meşru siyasi temsilcilerini yok etmeye odaklanan çizginin emperyalist güçlere oyuncak olduğunu ne kadar gizleyebilirler ki?

Sizce bu politika daha ne kadar devam eder?

Az buçuk tarih bilinci olan, siyaset stratejisine aklı eren, dünyanın halini kavrayan bir devlet ve iktidar, bu durumun sürdürülemez ve yok edici olduğunu bilir. Tarihte bazı süreçler vardır ki, gönüllü olarak barışıp bu süreci kendiniz yönetemezseniz, zorunlu olarak barıştığınızda yöneteceğiniz bir şey kalmaz. Kürt sorununda bugün böyle bir aşamaya gelinmiştir. Niyetlerden, isteklerden, nefretlerden bağımsız bir durum bu. Bu aşama Türkiye halklarının ortak vatanda, birlikte yaşama koşullarını da belirleyecek. Bugün olduğu gibi durmadan Kürt siyasetçileri, HDP’lileri, demokrasi güçlerini vatan haini, terörist ilan ederseniz, vatanın öz evladı saymazsanız ve Kürt sorununu kapsamlı bir zeminde çözmezseniz, dayatılan başka çözümlere mecbur kalırsınız. Bizler beş yıl önce, böyle bir dayatmaya maruz kalmayalım, kendi çözüm dinamiklerimizi geliştirelim, büyük emperyal güçlerin ve bölge devletlerinin satranç tahtasına taş olmayalım diye çözüm sürecini sürdürmekte ısrarcı olduk. Bunu iktidar için değil, Türkiye ve halklarımız için yaptık.

HDP’liler, AKP’nin 7 Haziran’daki oy düşüşünden, AKP’liler ise PKK eylemlerinden dolayı çözüm sürecinin bitirildiğini savunuyor. Sizce çözüm süreci niye başlatıldı, niye bitirildi?

Sürecin bitirilmesinin resmi gerekçesi Ceylanpınar’da polislerin öldürülmesiydi. Bir buçuk yıl sonra, katil diye yakalananların şüpheli bile olmaması gerektiği, PKK bağlantısına rastlanmadığı, hatta işin içinde –ucu polis teşkilatına dokunan– başka işlerin olduğu ortaya çıktı. Çok kötü bir yalandı yani. Ama mahkemede ve gerçeğe tamamen kapatılmış medya-kamuoyu kanallarında bu ifşa olana kadar kan gövdeyi götürmüş, meşhur 7 Haziran-1 Kasım arası siyasi felaket yaratılmıştı bile. Çok boyutlu ve yoğunluklu bir süreçti. Fazla ayrıntısına girmeyeceğim ama, bu konuda bizim söylediklerimize değil, AKP-Saray iktidarı temsilcilerinin söylediklerine bile baksanız, süreci bitirenin onlar olduğunu anlarsınız.

Hangi söylediklerine mesela?

“400 milletvekilini verin, bu iş huzur içinde çözülsün” diyen Erdoğan’dı. “Eğer yeniden iktidar yapmazsanız, sokaklarda yine Beyaz Toros’lar dolaşır” sözleriyle tehdit eden Davutoğlu’ydu. Biz 7 Haziran’da başarı kazanmayalım diye parti binalarımız, miting alanlarımız bombalandı. Bunlarla birlikte, dünyadaki bütün örneklerde olduğu gibi Türkiye’deki çözüm sürecinin de ilerleyebilmesi için yol temizliğine ihtiyaç vardı. İktidar ve Meclis’te statükoyu savunan partiler hiçbir zaman yasal, demokratik yol temizliğini yapmaya yanaşmadı.

Diğer yandan, 5 Nisan 2015’te Sayın Öcalan’la son görüşme yapılıp ardından mutlak tecrit uygulaması başladığında, bu noktaya gelişin iki güncel, kritik anlaşmazlık nedeni olduğunu biliyorduk. Birincisi Rojava ve Kuzey Suriye meselesi, ikincisi HDP’nin parti çatısıyla seçime girmesi. O dönem Erdoğan ve AKP, HDP’nin bağımsız olarak seçime girmesi için Öcalan’a baskı yapıyor, yüzde 10’la barajı aştığı durumda bile hükümet çoğunluğunu yitirmekten korkuyordu. Sonuçta HDP parti olarak seçime girdi ve barajı aşmakla kalmayıp büyük bir toplumsal destek kazandı. Artı, siyasi fenomene dönüştü. Ardından süreç kesin ve kesin olarak bitirildi. Aklımıza gelebilen ya da gelmeyen yöntemleri içeren bir siyasi saldırı konsepti devreye girdi. Yani o dönem her iki taraf da kararını verdi ve bugün sonuçlarını yaşıyor.

O sürece ilişkin pişmanlık duyduğunuz ne var?

Doğrusu bizim o karar ânında pişman olacak bir şeyimiz yok. Bu nedenle sonuçlarını daha rahat göğüslüyoruz.

Sizce HDP 7 Haziran 2015 seçimlerine parti olarak girmeyip AKP’nin iktidara gelmesini sağlasaydı, çözüm süreci biter miydi?

Eğer iktidarın tehditlerine boyun eğilip, kararsız kalınıp HDP olarak seçime girilmeseydi, süreç yine ilk fırsatta onlar tarafından bitirilecekti. Yine büyük acılar, kayıplar yaşayacaktık. Ama bugün tarihe armağan ettiğimiz bir mucizemiz var. Vura vura ezemedikleri, ölümlerle bitiremedikleri, haksızlığın, zulmün saldırıları altında budandıkça yeniden yeşillenen bir hayat ve siyaset hikâyemiz var. AKP-Saray iktidarı kendi hikâyesini yazmak için bu işe girdi, ama bizimkinin yazılmasına vesile oldu. Her popülist iktidar, benmerkezci lider, özellikle de AKP-Erdoğan örneğinde olduğu gibi, tarih başlatan-bitiren hikâyelere sahip olmak ister. Bir tür iktidar siyasetinin temel ilkesi gibi bir şey… Çözüm sürecinden bunun için faydalanmak istediler. “Kırk yıllık PKK ve terör sorununu bitiren lider ya da parti” söylemi kulaklara da, egolara da, sandıklara da hoş gelir tabii. Hayaller böyleydi, ancak gerçek, kendi çözümsüzlüğünde tükenen bir iktidardır. Sonuçta tarihsel ve küresel bir sorun haline gelmiş Kürt sorununu çözecek bir ferasete, cesarete sahip olmadıklarını gösterdiler. Artık başka hikâyeler yazılacak, bu kaçınılmaz.

Çözüm sürecinin akamete uğratılacağını ne zaman farkettiniz?

“İlk şu zaman fark ettik” diye bir imleme yapamam. Zaten belirttiğim gibi süreç çok çelişkili, gergin ve yer yer bıçak sırtı ilerledi. Rotayı bozmak, masayı alabora etmek için birçok provokasyon düzenlendi. İktidarın kafasında başlarken bile bitirmek olunca, güven verici bir zemin oluşmadı. Kendisini barışa ve siyasal çözüme adayan bir zihniyet ve pratik lâzımdı. Ama Erdoğan bu konuda siyasi şov ve retoriğin ötesine gitmedi. Çözüm için “baldıran zehiri içerim” lafıyla “Kürt sorununu düşünmezsen yoktur” arasında o kadar kısa bir mesafe ve içerik bakımından o kadar derin bir uçurum var ki… Yani karşılıklı güven tesis edilmediği, risk faktörleri çok olduğu ve masa siyasi iktidar tarafından konjonktürel çıkarlara endekslendiği için sürecin akamete uğrama olasılığı yüksekti. Ama işin artık aleni, resmi biçime büründüğü noktayı sorarsanız, Dolmabahçe Mutabakatı’nın bozulması ve inkâr edilmesidir. Erdoğan’ın yaptığı açıklamadan sonra bizim çabalarımız yine sürdü, ama araya seçimler de girip iktidar beklediğini alamayınca artık tepetaklak oldu her şey.

Bugün sosyalist tanımında sadece işçi, emekçi, yoksul köylü olmak yoktur. Sosyalist olmak aynı zamanda Kürt, kadın, Alevi, ezilen bütün inançların, ulusların sorun ve mücadelesinin paydaşı olmaktır. Hepsinden önemlisi de devrimci olmaktır.

Geriye dönmek mümkün olsaydı, çözüm sürecinin başladığı günlerden itibaren yürüttüğünüz siyasetten farklı herhangi bir adım atar mıydınız? O süreçte yürüttüğünüz siyasete dair nasıl bir değerlendirme yapıyorsunuz?

Bu soru daha önceleri de çok soruldu, ama yine tek bir andan, durumdan örnekle yanıt veremem. Bizim eksikliğimiz genellikle süreçlerde ve süreç yönetimlerinde yaşanmıştır. Barış ve çözüm süreci, daha sonra bambaşka bir aşama olan özyönetim talebi ve hendekler, barikatlar süreci gibi… Bu aşamaları gerektiği gibi toplumsallaştıramamak, yeni siyasi çözüm kanallarını, dinamiklerini devreye koyamamak, geriye dönüp baktığımda gördüğüm en önemli sorundur.

Hapishaneden bakınca Türkiye nasıl görünüyor?

Çıkış arayan, ararken bocalayan bir ülke gibi görünüyor. Bir dönem yılgınlık, umutsuzluk, pasifize olma durumu daha belirgindi. Bugün de bu tablonun ortadan kalktığını söyleyemeyiz, ama artık çıkış arayışları da var. Ne diyebilirim ki, daha fazla cesaret!

Cesaretten kastınız nedir?

Bazen çok karmaşık ve zorlu görünen sorunların çözümü tek bir kelimede ve ruhta yatar. Cesaret de böyle bir şeydir. Ama liderlerin, siyasetçilerin değil, toplumun, kadın ve erkek hak arayışçılarının cesaretinden söz ediyordum. Bu olmadığında bir ülke yine ayakta durabilir, ama boynu bükük olur. Bugün Türkiye’ye baktığımda da gördüğüm bu: Ayakta, ama boynu bükük bir ülke.

Sosyalist bir siyasetçi olarak, Türkiye sosyalist hareketinin mevcut halini nasıl değerlendiriyorsunuz? Pratik durum malûm, ama teorik anlamda Türkiye solunun mevcut vaziyete yanıt ve çözüm yolları üretebildiğini düşünüyor musunuz?

Türkiye sol, sosyalist hareketi tarihsel yanıyla ve ideolojik bir ana akım olarak birçok açıdan değerlendirilebilir, değerlendirilmeli de. Ancak güncel politik ihtiyaçlara yanıt verme düzeyini, taktik ve stratejik zemindeki pozisyonunu ayrıca ve öncelikli değerlendirmek zorundayız. Çünkü teorik-fikirsel gücünü, kapsayıcılığını, gelişme dinamiğini buradan alır. Marx yıllar önce Goethe’den alıntı yaparak “Teori gridir dostum, hayat ise yeşil” derken de, “Akan bir nehirde iki kez yıkanamazsınız” önermesi üzerinden diyalektik materyalizmi geliştirirken de sosyalizmin en temel teorik düsturunu işaret eder: Hayatın yeşilinde, nehrin mavisinde boy verip akmıyorsanız, sol ve sosyalizm iddianız bulanık kalır. Ayrıca hayatın ve akışın her ürününden, birikiminden yararlanarak yeni sentezlere ulaşmak gibi bir sorumluluğunuz vardır. Sosyalist teori size bir yöntem, kılavuz, dünya görüşü sunar. Eylemek, yıkmak, kurmak, açmak gibi fiiller ve buradan ulaştığınız sonuçlar tamamıyla size aittir. Türkiye sosyalist hareketinin temel sorunu da teoriyle pratik arasındaki canlı bağı kuramamasıdır. Dahası, her güçlü teorinin güçlü pratikten doğduğunu çoğu zaman unutmasıdır. Bu durum toplumsal, siyasal devrim süreçlerini, dinamiklerini tanıyamama veya tanısa da doğru ilişki kurmama sorununu da beraberinde getirir.

Bu değerlendirmenizi biraz somutlaştırır mısınız?

Örneğin bugün Kürt halk hareketini tanımayan, anlamayan, ekolojik yıkıma ilgisiz kalan, kadın özgürlüğü-hakları konusunda kendini yüz yıl öncesiyle tanımlayan bir sosyalist anlayış olabilir mi? Maalesef olabiliyor. Türkiye’deki emekçi sol ve sosyalist hareketin önemli bir kesiminin güncel sorun  ve tıkanıklıkları da buradan kaynaklanıyor. Bilhassa Kürt siyasal hareketi ve kadın özgürlük hareketi karşısındaki tutum ve görevler çoğu zaman teorik ezberlerin, sınırlılıkların çitlerine takılabiliyor. Ya da egemen anlayış ve zor aygıtları karşısında, ezilenden yana tavır alma ve bu tercihin getirdiği tutarlı duruşu sürdürme konusunda kararsızlıklar, risk almama sağlamcılığı sergilenebiliyor. Mevcut vaziyete yanıt olmak isteyenler önce bu sorunları çözmek zorundadır. Türkiye sosyalistlerinin, emekçi solunun memlekette demokratik halk hareketini geliştirmek, politik özgürlükler sorununu çözmek gibi bir görevi de vardır. Ve bunların bir kısmını üstlenip diğerlerini görmezden gelemez.

Bugün sosyalist tanımında sadece işçi, emekçi, yoksul köylü olmak yoktur. Sosyalist olmak aynı zamanda Kürt, kadın, Alevi, ezilen bütün inançların, ulusların sorun ve mücadelesinin paydaşı olmaktır. Hepsinden önemlisi de devrimci olmaktır. Aslına bakarsanız bu memlekette burjuvazinin bile devrimci olmaya ihtiyacı var. Ne hazindir ki gericiliğin, statükonun, küflenmiş ideolojilerin batağına gömülen egemen sınıfların işini de bugün sosyalistler, emekçi sol ve demokrasi güçleri üstlenmiş durumda. Yönetenlerin en ufak bir ilericilik barutunun kalmadığı, ülkenin savaşa, ekonomik, siyasal kaosa sürüklendiği, adaletsizlik ve esaret rejiminin yarattığı çürümenin yayıldığı koşullarda, en tutarlı demokrasi mücadelesi verenler ve verecek olanlar da sosyalistlerdir. Velhasıl, toplumsal gelişmenin önünü açmak ve sosyalist hareketin yaşadığı tıkanıklığı aşabilmek için teorik olarak da, pratik olarak da bugüne odaklanmak kaçınılmaz. 20. yüzyılın sosyalizm deneyimlerinden devralınan mirası 21. yüzyılın hareketiyle, hakikatiyle sentezleme görevi de hemen bugündür. Bunu yaparken Gezi’ye baktığımız gibi Kobani’ye, Şili’ye baktığımız gibi Rojava’ya, Bağdat’a baktığımız gibi Diyarbakır’a bakmayı başarmak gerek.

Partinizin ve HDK’nin hedeflerinden biri de solu bir araya getirmek veya solla bir araya gelmekti. Bu hedef neden gerçekleştirilemedi?

Sorunuz tartışmaya değer. Zira biz solu bir araya getirdiğimizi düşünüyor ve söylüyoruz. Mevcut bileşenlerin yetersizliğiyle ilgili gözlem ve tespitler olabilir, bu da doğrudur. Elbette istediğimiz bileşen genişliğine ulaşamadık, ama Türkiye solunu, sosyalist hareketinin ana damarlarını HDK ve HDP çatısı altında önemli düzeyde birleştirdik. Hem parti ve örgütler hem bireyler bazında bir araya geliş, geniş ve esnek yeni bir form da ortaya çıkardı. Bugün HDK ile HDP modeli, solun ve demokrasi güçlerinin birleşik hareket ve örgütlenmesine dair farklı bir emsal oldu. Dünyada ve bölgede bu özelliği nedeniyle incelendiğini ve emsal alındığını da eklemeliyim. Ayrıca son genel ve yerel seçimlerde izlenen ittifak politikası doğrudan ya da dolaylı biçimlerde, ama açık olarak solu ve demokrasi güçlerini bir araya getirmek, kapsamak üzerine kuruludur. Aslına bakarsanız HDP, hem yerel hem de merkezi düzeyde sol eğilimi güçlendirmek, demokrasinin önünü açmak için çok daha geniş ölçekli bir rol oynadı. Önemli olan, sol ya da demokrasi adı, iddiası olanlar HDP’nin açtığı bu alanı değerlendirebiliyor mu? Diğer yandan birileri çıkıp HDP’yi salt Kürt partisi yaftasıyla ve Kürt illeriyle darlaştırmaya çalışırsa, birileri de “sosyalistlerin Kürtlerin yedeğinde ne işi var” türünden yakıştırmalarla işi başka bir ucundan çekerse, ortaya çıkan kazanım zaten başta anlaşılmamış demektir.

HDP’nin asli misyonu nedir ve bu misyonunu yerine getirebiliyor mu?

HDP’nin asli misyonu Doğu’yla Batı’yı, Kürt özgürlük hareketiyle Türkiye sol, sosyalist ve demokratik mücadele dinamiklerini birleştirmekti; başardı da. Bu dinamiklerin birleşmesiyle bir ortak vatan ve yeni yaşam projesi sunuldu topluma ve Türkiye’nin dört bir yanında karşılığını buldu. Hâlâ da çok ağır saldırı altında olmasına rağmen Türkiye halklarının sahiplenmesiyle varlığını sürdürüyor, gelişme potansiyelini koruyor. Esas olan bu temel zemin üzerinde solu daha geniş bir perspektifle birleştirmektir. Aynı şekilde Kürdistani çevre, parti ve kurumları da birleştiren bir politik tutum izliyor. Yani önemli olan birleşmenin yeni bir yol açması, Türkiye ve Kürdistan emekçilerinin, halklarının, kadınların yaşam ve geleceği için alternatif oluşturması. Ve solun da böyle bir iddiayla politik sorumluluk üstlenmesi… Ne var ki, HDP’nin tüm çabalarına, hatta son genel ve yerel seçimlerde kendi sınırlarını aşmak, tabanını da zorlamak pahasına, oldukça geniş bir ittifak tavrı ve birleştirme perspektifi sergilemesine rağmen, Türkiye solunun belli bir kesimi açısından sınırlar aşılabilmiş değil. Bu nedenle solun kendi yapısal ve güncel hakikatiyle yüzleşmesi ve buradan çıkaracağı sonuçlar, sorunuzun asıl cevabını verir.

AKP’nin giderek zayıfladığı ve bölündüğü görülüyor. Sizce AKP ve Erdoğan’ın bir şekilde eski gücünü yakalaması, çeşitli ittifaklarla iktidarını devam ettirmesi imkânsız mı?

Elbette imkânsız diyemeyiz. Zira iktidar, çoğunluğunu, toplumsal desteğini yitirmiş olmasına rağmen hâlâ yerinde durmaya devam ediyor. Ama bu, ülkeyi yönetebildiği anlamına gelmiyor. AKP’nin yönetim gücü kendisi için günü kurtarma eylemine dönüşmüş durumda. Türkiye’yi zorla iktidarda kalma, bu uğurda rejim icat edip topluma dayatma tutumları nedeniyle içinden çıkılması zor bir krize sürüklediler. Mevcut ittifakları AKP ve Erdoğan’ı ayakta tutmaya yetmez. Kuzey Suriye (Rojava) savaşıyla tayin edici bir hamle yapıp durumu değiştirmek istediler, ama olmadı. Üstelik önümüzdeki dönemde bölgedeki Kürt karşıtlığının ve ölümcül ittifak politikalarının daha ağır ve stratejik sonuçlarını da göğüslemek zorunda kalabilirler. Ekonominin, yargının, demokratik nefes alma kanallarının ne durumda olduğu da ortada. Normal koşullarda bu durumdaki bir iktidarın bir gün daha yönetim koltuklarında, üstelik bu kadar devasa yetkilerle oturmaması gerekir, ama “burası Türkiye”, değil mi?

Sizce genel olarak muhalefetin bu süreçte yapması gereken nedir?

AKP-Saray iktidarının eski gücünü yakalaması olanaklı değil. Mesele muhalefetin gelişen toplumsal huzursuzluk, bıçağın kemiğe dayanma hali karşısında siyasi sorumluluk alıp meşru muhalefet gücünü kuşanmasında. Yoksa AKP, MHP’nin yerine İYİP’le ya da ikisiyle birden ittifak da yapsa, hiçbir şey önceki gibi olmaz. Toplumsal eğilimler, nesnel-bölgesel şartlar ve doğrudan baskı, faşizm araçlarıyla yönetimin son sınırına gelmiş olması artık başka bir durum yarattı. Rüzgârın yönü değişti. Toplumun sorun ve taleplerine tutarlı yanıt veren, rüzgârı arkalayan, gerçek bir demokratik değişim gücünü kuşanan bir muhalefet, bu bitmez gibi görünen iktidar zulmüne son verebilir. Elbette iktidarın kendini kurtarmak üzere yeni paketleri devreye koymasını, kimlerle ittifak yapıp yapmayacağını beklemeden, muhalefetin demokrasi ortak paydasında kararlı ve cesur davranarak kendi ittifakını inşa etmesi belirleyicidir. Şu an iktidarın kimle ittifak yapacağından çok, muhalefette duranların kimle ittifak yapacağı önemli.

AKP’den sonra gelenin gideni aratacağını düşünüyor musunuz? Sizce AKP sonrası iktidarın yeni namzeti kim, hangi parti olur?

Öncelikle düşünmemiz gereken, partilere ve iktidarlara mahkûm halk ve seçmen gerçeğini değiştirmek. Yoksa daima bu soruları sormak ve cevabını düşünmek zorunda kalırız. Doğrusu ben böyle bir konuda tahmin yürütmeme hakkımı kullanmak istiyorum. Ama bugün-yarın kim iktidara gelirse gelsin, ekseni demokrasinin, özgürlüklerin, adaletin gelişmesi olmak zorunda. Aksi durumda kendisini de, ülkeyi de, bu kadar kritik bir süreçte felakete sürükler. Artık Türkiye baskı ve faşizan yönetim politikasını taşıma, kaldırma gücünü yitirdi. Kim gelirse gelsin, bu gerçekle yüzleşmek zorunda. Ama dediğim gibi, bizler son yıllarda iyiden iyiye tasfiye edilen sivil toplumu, fiili meşru mücadele kanallarını, toplumun söz söyleme, siyasete katılma platformlarını yeniden diriltmeye ve inşa etmeye yönelmeliyiz. Ne olacağını tahmin eden değil de, ne olması gerektiğini tercih eden bir siyasi düzeye böyle çıkabiliriz.

HDP’nin kapatılması için alttan alta bir devlet kampanyası yürütüldüğü görülüyor. Sizce böylesi bir adımın sonuçları ne olur?

Hâlâ HDP’yi sadece bir parti ya da parti binası filan sanıyorlar. Ya da liderlerden, siyasi kadrolardan mütevellit bir yapı olduğunu düşünüyorlar. Oysa halk defalarca bunların böyle olmadığını gösterdi. Türkiye’de gelişmekte olan politik eğilimi çok hafife alıyor yönetenler. HDP tabanı, daha doğrusu HDP’nin ruhu ve dinamiği, politik halk hakikatinin ta kendisidir. Bunu neyle, nasıl kapatacaklar? Şaşarım akıllarına. Kapatma gibi bir adımın sonuçlarını hesaplamak bizim derdimiz değil. İktidar ve faşist kapatma korosu hesaplasın sonuçlarını. Bizler nasıl olsa hep kötüye ve daha kötüye göre ayarladık saatlerimizi. Haksız olmadığımızı, yalan ve zulüm karşısında meşruiyetimizin güçlü olduğunu biliyoruz. Ama siyasi iktidar, HDP’ye dönük bu yönlü politikalarla, kalan son meşruiyet kırıntılarını da tüketiyor. Bugün zaten fiili bir kapatma saldırısı yaşanıyor. Diyarbakır parti binamız kirli siyasi operasyonlarla, il-ilçe örgütlerimiz gözaltı-tutuklama saldırılarıyla karşı karşıya. 13 belediyemize kayyım atandı. (Yüksekdağ sorularımıza yanıt verdiği sırada kayyım atanan belediye sayısı bu kadardı.) Seçilmiş halk temsilcileri bir kez daha halka hakaret edilerek görevden alındı, tutuklandı. Ellerinden gelse bırakın partiyi, sandıkları da kapatacaklar. Son üç-dört yıl içerisinde o kadar ağır siyasi suçlar işlendi ki, altından kalkmaları çok zor. Bizler varlığımızı ifade etmenin başka yollarını buluruz. Üstelik varlığımızı bir siyasi parti çatısına borçlu olmadığımız için bunu sayısız demokratik, meşru yolla başarırız. Ama siyasi iktidar ve Nazi kafasıyla hareket edenler son kozunu oynamış olur. Şu an hesap-kitap yapıp ne getirir ne götürür diye bakıyorlar ama, seçimler üzerine yaptıkları tüccar aritmetiğiyle içinden çıkamayacakları, kazanamayacakları kadar ağır ve yanlış sonuçları olur.

HDP, Ekim ayı itibariyle yedi yılı devirdi. Bu yedi yılın muhasebesini yaptığınızda nasıl bir sonuca ulaşıyorsunuz?

Yaşanan saldırıların çapına, şiddetine bakılırsa bu yedi yılda çok büyük işler başarmışız. Yoksa bir partiyle neden bu kadar uğraşılır ki? Eğer HDP içi kof, kötü, yetersiz, haksız olsaydı, bugüne kadar kendi başına bile bıraksanız, çoktan erir giderdi. Bakın, iktidar partisi ve yancıları bir dünya güce, uluslararası desteğe, paraya, silaha, bütün devlet olanaklarına sahip olmasına rağmen nasıl da eriyebiliyor. Ama vicdanı, hakkaniyeti, bir insanlık mucizesi olan direnci temsil ediyorsanız, en kirli ve kuvvetli silahlar bile sizi deviremez. HDP, Türkiye’nin bu gücünü ve gerçeğini taşıyor. Aynı zamanda gelişmekte olan yeninin sancılarını, gerilimi onun üzerinde cereyan ediyor. Gelişen yeni, eski düzenin sahipleri tarafından hep en ağır saldırılara uğramış. Bugün demokratik yeninin, toplumda oluşan değişim heyecanının ve politik direnişin, kararlılığın sembolü durumuna gelen HDP, düzenin her türden saldırı okunun hedefi oluyor. Türkiye’de yaşanan sayısız mağduriyetin HDP’yle bir başarma gücüne dönüşmesi, saldırıları çeken önemli bir etken. Çünkü egemenler, mağdur hep mağdur kalsın, kendisinin siyaset alanına el atmasın, kuzu kuzu yönetilsin, buna direnenler de ezilip geçilsin istiyor. HDP bu yazılı olmayan yasayı değiştirip kibirli siyaset efendilerinin saraylarının karşısına kulübesiyle çıkma cüretini gösterdi! Her cüretli çıkışın olmasa da birçoğunun bedeli vardır. İktidar şu an bunun bedelini ödetiyor HDP’ye. Ama ödenen hiçbir bedel, HDP’nin siyaset tarihine kalın harflerle yazdığı böyle bir başarının değerinden büyük değildir. Ve bu, geçen yedi yılın ilk yarısında elde edilmiş bir seviyedir. Kadın özgürlük ve eşitliği için, merkez siyaset alanından en küçük yerel yaşam alanlarına kadar yayılan kazanımlar, HDP’nin tarihin akışını belirleyen güçlü yanlarından biridir. Tabii hâlâ gitmemiz gereken çok yol var. Kadınların yasal, siyasal kazanımları saldırı altında ve eşbaşkanlık kurumu bu saldırının özel hedeflerinden biri. Ama bunlar, kısa bir sürede elde edilen düzey ve başarıyı önemsizleştirmiyor.

HDP’nin çok bileşenli bir parti olması, siyaset pratiğine nasıl yansıyor peki?

HDP deneyiminden birçok sonuç çıkarabilirsiniz, ama yedi yılın toplamından çıkan en özlü fikir ve ruh, ezilen insanlık için imkânsızın olmadığı, umudun ve cesaretin ise kazanmanın anahtarı olduğudur. HDP fırtınalı denizlerin içine doğdu, emeklemeden yürümek zorunda kaldı. Sayısız eksiği, kusuru da bünyesinde barındırıyor. Homojen bir yapı olmadığı için çoğu zaman sorunların çözümünde zorlanıyor. Siyasi yetmezlik, kararsızlık olabiliyor kimi zamanlar. Ama topluma yaptığı umut ve cesaret aşısını hiçbir parti yapamazdı. Bu aşı tuttuğu için, HDP de toplumun hayat ağacıyla birlikte gelişip büyüme şansını yakaladı, bu topraklara sıkıca tutundu. Ve bütün Türkiye halklarının, siyasetinin bir şansı haline geldi. İçinden geçtiği çok ağır ve zorlu koşullara rağmen pozitif belirleme gücü arttı. Bana göre bu pozisyonu önümüzdeki süreçte daha da gelişecek. HDP’yi dizayn etmek, tasfiye etmek için yapmadık kötülük, çirkinlik bırakmayanlar, onun değiştirme ve belirleme gücünü daha da ateşleyecekler ve kendileri tasfiye olacaklar.

Peki HDP’nin mevcut siyaset pratiğine “içeriden” bakınca nasıl bir değerlendirme yapıyorsunuz? Dışarıda olsaydınız, partinize neler önerirdiniz?

Partim ve arkadaşlarım çok olağanüstü koşullarda politik mücadele yürütüyor. Bu nedenle bizim “içeriden” “dışarıya” söz söylememiz pek kolay değil. Sanırım en doğru olan herkesin durduğu yerde işini iyi yapması. Rolünün, görevinin hakkını vermesi. Ben bu süreçten de layıkıyla, başarıyla çıkacağımıza yürekten inanıyorum. Birbirimize güvenmek, güç vermek, yarattığımız değerlere sıkı sıkı sarılmak ve direnmeden kazanmanın olmayacağını bilmek çok önemli. HDP, Türkiye’nin bütün statükolardan bağımsız, devrimci demokratik değişim gücü olarak bu süreçte de misyonunu yerine getirecektir. Halkımız en zor şartlar altında dahi bunu unutmamalı.

Röportaj: İrfan Aktan

18 Aralık 2019