Yüksekdağ: Tek suçumuz Mehmet Tunçu, Orhan Tunçu, Cemileyi kurtaramamış olmak

Önceki dönem Eş Genel Başkanımız Figen Yüksekdağ, tutuklu yargılandığı davanın bugün görülen duruşmasına SEGBİS ile bağlanarak savunmasını yaptı. Yüksekdağ’ın Cizre bodrumlarında yaşamını yitiren Mehmet Tunç ve Orhan Tunç’un cenazesine katıldığı gerekçesiyle hazırlanan fezlekeye dair savunmasının ilk bölümü:

Sözlerimizin hepsinin arkasındayız

Bu fezleke 2016 yılındaki özyönetim davalarıyla ilgili Mehmet Tunç ve kardeşinin Şırnak’ta cenaze törenine katılmam hakkındadır. Bu ülkede hala cenaze törenine katılmak suç olarak görülüyor. Bir cenazeye katılma hakkımızı kullanamıyoruz, katıldığımız da hakkımızda soruşturmalar başlıyor. Kendisine insan diyen herkesin cenazelere katılma hakkı vardır. Bizler ihtiyaç doğrultusunda siyaseten bunu yapan kişiler değiliz. Siyaset kurumunun görevini yerine getirmek gibi bir toplumsal zorunluluğumuz var. Bizler siyasetin bir kurumu olmamıza rağmen, devlet toplumun araçlarına, aygıtlarına el koyuyor. Bizler demokratik siyasetçiler olarak görevimiz olan yeni alanlar kurmak zorundayız.

Bugün cenazeye, taziyeye katılmak insani değerleri yerine getirmektir. Bir toplumda cenaze ayrımı yapılıyor, birinin camiye gitmesi caiz, diğerinin değilse bu sahtekarlıktır. Kimse bunun sonunu hesap edemez. Ahlaki norm kalmamış demektir. Bizler de siyasetçiler olarak bu ahlaki sorumlulukları bir araya getirmeye, ağır bedeli olsa da bunları yerine getirmeye çalışıyoruz. Siyasetçinin bir cenaze törenine katılması nasıl bir sorun teşkil ediyor? Devlet sen ne hakla bunu bir siyasi eylem olarak görüyorsun? Siyasi anlayışta cenazeye katılmayı engelleme gibi bir hak yok. Ölüm gerçekleştikten sonra orada yapılan insani eylemi görmek gerekir. O vahşeti örtmek için, kendi yalanlarını kapatmak için başvurdukları bir yöntem. Bu ülke bu yöntemlerle yönetilmeye zorlanıyor. Bir siyaset toplumun kültüründen kopmuşsa eğer o siyaset bitmiştir. Siyasetin normlarını topluma göre çalıştırmak zorundayız. Bugün iktidardaki yönetimin içi boştur. Cenazeye katıldım diye 10 fezleke hazırlamışlar. Bunların hepsini de öyle gerekçelendirmişler.

Cenazelerle ilgili oluşturulan fezlekeye baktığımızda, öyle zorlama hazırlanılmış ki! Önce fezleke hazırlamışlar davayı açmışlar. Bunun bir dayanağı olmalı diye bir dertleri olmamış. Elinizde değerlendirecek bazı şeyler yok ise, en azından bazı gerekçeler olur, elinizde bir şey olur yani. Hiçbir şey yokken birileri hazırlamış, dava açılmış. Basında bir tane haber görmüş partimizle derdi olan bir AKP yetkilisi, “Bundan dava açmamız lazım” demiş. Savcının önüne koydukları hiçbir şey yok, bir haber sadece, üstelik haberin de tamamı yok.

Delili, kaydı, belgesi olmadan dava açıldı

Cizre’de abluka kalktıktan sonra her on metrede bir kontrol noktası var ve sen devlet olarak tüm kontrolü sağladığını iddia ediyorsun. Madem mayın, tuzak var neden 500’den fazla insanın mezarlığa girmesine izin verdin. O insanların can güvenliği sizin için önemli değil miydi? Tamamen yalandır. Bu soruların cevabı bizim canımız onların umurunda değil. Bu dosyanın hiçbir haklılığı, meşruluğu yoktur. Bu dosya hükümsüzdür. 

Dava açılmış, hiçbir şey yok ortada. Konuşma yapıldı diyorsunuz, konuşma yok. Cenazede yasa dışı işler yapıldı diyorsunuz, bunun kaydı, belgesi yok. Siz bunu neye dayandırıyorsunuz? Emniyetin verdiği cevaplardan birisi şu, diyor ki: Biz kayıt yapamadık, bunları çekemedik. Orada ne konuşulduğunu aslında bilmiyoruz. Bize şöyle bir istihbarat geldi: Mezarlık alanının terör örgütü tarafından tuzaklama, mayınlama gibi operasyonlarla saldırı altında olduğunu duyduk. Biz o nedenle, güvenlik nedeniyle gitmedik oraya. Ben içler acısı buluyorum. “Bomba var dediler, tuzak var dediler o nedenle biz oraya gitmedik”. Madem bu kadar hakimsin, koskoca operasyonlar yaptın, asayişi sağladın, bir mezarlığa, üstelik bizim gibi savunmasız insanların girdiği mezarlığa nasıl giremedin? Bizi 5 tane, 10 tane kontrol noktasından geçiren emniyet mezarlığa giremiyor. Ama aynı ordu içerisinde birileri anlı şanlı... Bunlar gerçekten külliyen yalan. Kendileri zaten kayıt altına almıştı. Sorulması gereken birinci soru budur ve cevabını da verdim.

Emniyetin bize karşı tavrı: Onlar Kürt’tür zaten, muhalefettir, ölsünler

Madem o kadar ciddi bir güvenlik riski vardı ey anlı şanlı güvenlik biriminin sorumlusu 500 insanı, ki 500’den fazla bir kısmı sonradan geldi, mezarlık içine ne için soktunuz? Alamayacağız deyin. Bu soruya bir cevap yok. Bu sorunun bir cevabı yok çünkü. Çıkıp “Onlar Kürt’tür zaten, muhalefettir, ölsünler” derler. Böyle düşünenler var, biliyorum. Çok dertleri değil. Oradaki insanların canını savunmak gibi bir dertleri yok. Bizim canımız umurlarında değil. Dosyayı zorlaya zorlaya kriminal hale getirmişler o ayrı bir mesele. Bu dosya hazırlanma şeklinin hiçbir haklılığı ve meşruiyeti yoktur. Görevsizlik, yetkisizlik verilmesi gereken usulsüz bir dosya.

Ondan sonraki süreçte yargılama aşamaları devam ediyor. Mahkeme “Kayıt yok bana bir şey sunamıyorsun, o zaman cenazesi olan hayatını kaybedenleri araştırın” diyor. Ona emniyet ne yanıt veriyor biliyor musunuz? Orhan Tunç’un da Mehmet Tunç’un da haklarında hiçbir açılan soruşturma yok. Bir şey çıkmıyor ya Cizre’deki ablukanın kaldırılmasından sonraki süreçte gizli tanık, itirafçı ifadeleri devreye giriyor. “Mehmet Tunç falanca ile görüldü, filanca ile görüldü, şundan sorumludur” gibi ifadeler alınıyor. Cizre ablukaları ne kadar felaket getirdi. Korkunç bir insan hakları gaspı süreci yaşandı. Abluka sırasında ve abluka kaldırıldıktan sonra gözaltına alınan insanlar inanılmaz ağır işkenceler gördü. İtirafçı ifadeleri korkunç işkenceler altında verildi. Gizli tanık ifadelerinin ne anlama geldiğini hiç anlatmaya gerek yok. Bu gerekçelere dayanarak “teröristlerin” cenazesine katılmakla yargılanıyor. Bunun hiçbir ahlaki ve hukuki dayanağı ve karşılığı yoktur.

İddianamede benim iki cümlem ve diğer arkadaşların konuşmalarından alıntılar var. Cenaze törenindeki bayraklar, pankartlar, sloganlar, Abdullah Öcalan’ın resmi açıldı deniliyor. Ölen şahısların resimleri açıldı deniliyor. Dediğim gibi iddianamede konuşmalar dışında dayandırılan noktalar bunlar. Terör örgütü üyesinin cenazesine katılmak, Abdullah Öcalan lehine atılan sloganlar… Bütün bunlar, ulaştıkları bütün bilgiler, altını çiziyorum basın yoluyla, el birliğiyle tekrar bulunmalıdır. İkincisi cenaze töreninde yaptığım konuşma kriminal bir olaymış gibi, bir suçmuş gibi sunuluyor. Bayraklar açılmış, pankartlar açılmış olabilir. Bayrak da açılır pankart da açılır, poster de açılır. Ben bir siyasetçiyim. Milyon tane yere gittim, milyon tane mitinge, konferansa gittim, konuşmalarda bulundum. Bu, bu kadar olağan bir şeyken benim siyasetçi kimliğimin doğal, yan unsurlarından birisiyken böyle bir suç unsuruyla karşılaştırılmış olması mantık dışı, akıl dışıdır. Uzun uzadıya tartışma ihtiyacı bile duymuyorum. Ama esas olarak benim konuşmamın burada suç sayılması inkarcı yaklaşımın çok açık bir ifadesidir.

Türkiye’yi defalarca böldüler

Yapılan konuşmaları siyasi sorumlulukla yerine getirmişim. Siyasi içerikle yaptığım konuşmayı bu ülkede duymazdan gelemezsiniz. Bizler başta olmak üzere hiçbir siyasi güç, hiçbir siyasi dinamik bu gerçekten kaçamaz. Bu gerçekliği görmelisiniz artık. Kürt sorunu bu ülkede 500 yıldır devam ediyor. Türkiye’de Kürt sorunu diye bir sorun olmaya devam ettiği sürece, demokratik hak ve özgürlükler garanti altına alınmadığı müddetçe, demokratik hukuk devleti ünvanına uyulmadığı müddetçe savaşmak hiçbir iktidara zafer getirmemiştir. Sözlerle savaşan hiçbir iktidar kazanmıyor. Bakın aynı şeyler tekrar tekrar yaşanıyor. Daha önce de sözlerle, kelimelerin anlamlarıyla savaşıldı. 500 yıl önce de sözlerle savaşıldı ama kazanılmadı. Kim sözlerle savaşarak kazandı? Hiç kimse! Zaferin olmadığı bir savaştan bahsediyorum. Sonuç yine aynı bakın geldiğimiz noktaya. Yapılacak en son şeyi en başta yapan ve yapılmaması gerekeni yapan siyasi iktidarlar yaşamıyor. Son siyasi iktidar da yine yapılmaması gerekeni, savaş ve zulüm siyasetini Türkiye’de hakim kılarak siyasetin önünü tıkamıştır ve bütün konuları içinden çıkılamaz bir hale getirmiştir, bir düğümlenme yaşanmıştır.

O konuşmayı yaptığım süreç içerisinde Türkiye’de çok ağır bir trajedi gerçekleşiyordu. Ama en ağır gerçek de şuydu: Türkiye bölünmüştü. Hani diyorlar ya ‘Türkiye’yi böldüler, Türkiye’yi böldürmeyiz.’ Bu Türkiye’yi kaç defa böldüklerinin çetelesini tutsunlar… Bunları tarih de yazmaz. Türkiye’yi defalarca böldüler. 18 yıldır defalarca böldüler. 2016’da böldüler. Nasıl bir bölünme bu biliyor musunuz? Çok acı ve korkunç bir bölünmeydi. İnsanların yüreğinde, alnında, bilincinde, hafızasında çok derin yarıklar açacak bir bölünmeydi. Çok derin acılara ve sonuçlara yol açacak bir bölünmeydi.

Türkiye artık dikiş tutmuyor, Türkiye artık seçim tutmuyor

Türkiye’nin bir tarafında yorgun halk cenazelerini sayarken, Türkiye’nin en az yarısında analar, evlatlar, çocuklar, kardeşler, eşler barış olması için kendi hayatını feda etme noktasına gelmişken, diğer yarısı bu olanlardan habersizdi. Ya habersizdi ya da Türkiye’nin öbür tarafındaki “bir terör operasyonu” sanıyordu. Bir terör operasyonu olarak tasvir ediyordu. Türkiye’nin yarısı esaret altındaydı. Aslında iki yarısı da! Bir yarısı operasyonların, zulmün, gözyaşının esareti altındaydı. Diğer yarısı da yalanın, hiçbir acıyı paylaşamama, bir sorunu ortak değerler temelinde çözememe siyasetinin esareti altındaydı. Emin olun o acıyı bilmeyen, gerçeklerden haberi olmayan insanlar var. Çok farklı noktalarda yaşadılar o acıya yabancı kalmalarının, o gerçeğe yabancı kalmalarının sonuçlarını. Türkiye artık dikiş tutmuyor. Türkiye artık seçim tutmuyor. Türkiye’nin mayasını bozdular neredeyse, maya tutmuyor. Şimdi bunun 3 yıl öncesinde yaşananlarla alakalı olmadığını kimse iddia etmemeli. İşte bunun için anlaşamıyoruz. Bir savaşı, kanı, zulmü, çözümsüzlüğü bu kadar olağan hale getirirseniz demokrasinin d’sine muhtaç haline gelirsiniz.

Cenazesine katılmakla yargılandığım Mehmet Tunç bir kahramandır

Bugün Türkiye’de demokrasi kelimesinin anlamının hepsi yıkılmış, saçılmış o kelimenin bir tek d’si kalmış. O d’ye tutunarak demokrasiyi var etmeye çalışıyoruz. Demokrasi denilen kavramı tekrar onarmaya, ayağa kaldırmaya, tamir etmeye çalışıyoruz. Ama o kadar ağır bir abluka sürecinin bugün yaşananlarla alakasının olmadığını iddia edenler karşısında da bir hakikati hatırlatmak zorundayız. O günler içerisinde yaşanan bölünmenin önüne geçilseydi, Cizre bodrumlarındaki 189 insanın hayatı kurtarılabilseydi; ablukalar süresi içerisinde yaşamını yitiren yüzlerce insanı, geçen duruşmada da söyledim, eğer o günler içerisinde ben kurtarabilseydim, siyaset konuşabilseydi bugün çok daha farklı şeyler konuşulabilirdi.

O gün Mehmet Tunç’u selamladım. Çünkü selamlanması gereken bir duruşun sahibiydi. Mehmet Tunç, Cizre’deki bodrumda öldürüleceğini anlamasına rağmen, insanlar yeni bir katliam tehlikesiyle karşı karşıyayken bütün bir topluma, Türkiye toplumuna inancını hiçbir zaman yitirmedi. Türkiye halkının vicdanına seslendi, diz çökmedi. Bu yüzden kahramandır. Ve çok önemli bir mesaj verdi: “Diz çökmedik, diz çökmüyoruz. Bizimle gurur duyun”… Bütün insanlık bu sözlerle gurur duymalı. Çünkü gerçek kahramanlık arkanızda dünyanın gücü varken güzel sözler söylemek, iradeni/tavrını ortaya koymak, hareket etmek, eylemek değildir. Kahramanlık, dayanacak hiçbir şeyin yokken, yüreğinden başka, inancından başka hiçbir gücün yokken, elinin tutan, sesini duyan, seni anlayan tek bir kişi bile yokken inandığın değerlerden vazgeçmemektir. Türkiye toplumu bu sesi duymadı, cevap vermedi.

İktidar da polis de ordu da o bodrumdaki kişilerin sivil olduğunu biliyordu

Sadece Türkiye hukuku, Türkiye siyasi parlamentosu değil, bütün dünya açıkça işlenen bu suça seyirci kaldı. Bütün dünyanın gözü önünde bir katliam gerçekleştirildi. Şimdi beni bu sorunlar hiç yaşanmamış gibi katıldığım bir cenazeden yargılayan bir iktidar var karşımızda. Siyasi iktidar da polis de ordu da güvenlik birimleri de o bodrumdaki kişilerin sivil olduğunu biliyordu. Devlet kayıtlarında da, uluslararası kurumların raporlarında da kaç tane sivilin öldürüldüğü, kaç tane kadının, çocuğun, bebeğin öldürüldüğünün kayıtları mevcut. Bunları ne kadar saklayabilirsiniz? Ne kadar daha görmezden gelebilirsiniz? İnsanların tek suçu da Cizre’yi terk etmemeleri, Cizre’den çıkma şansına sahip olamamalarıdır. Hani deniyor ya Cizre sınırları içinde abluka altına yerlerde yaşayan herkes terörist. Terörist nedir, terörist kavramının nasıl tartışmalı bir konu olduğu ayrı bir konu, onu ayrıca tartışmamız gerekir. Ama kendi mahallesi sınırları içerisinde yaşayan, evi olan herkese terörist muamelesi yapıyor. Silahlı militan muamelesi yapıyor. Cizre’de birinci sokağa çıkma yasağı dönemi üç ay sürdü zaten. İkinci sokağa çıkma yasağı yaklaşık 20’nci gününde idi insanlar evlerini terk etmemişti. Sivil, silahsız bir kesimden bahsediyoruz. Şöyle bir duygu, durum var bunun çok iyi anlaşılması gerekiyor. Ablukanın yaşandığı kentlerdeki hanelerdeki insanlar toprağına bağlıdır, kimliği çok derin ve güçlü kentlerdir buralar. Ben de sonradan öğrendim, anladım. Toprağına bağlı, bir ağacına bile inanılmaz derin bir düğüm ile bağlı. Onu kimliği ve kendi geleceği ile özdeşleştiriyor.

Ablukalar sürecinde yaşananlar soykırım teşebbüsüdür

Çok önemli bir aşamaya kadar halk kentlerini terk etmedi. Aynı zamanda güvenlik güçlerinin, siyasi iktidarın operasyonel yaklaşımına karşı da bir tepkiydi bu. Ablukanın öncesindeki süreçlerde de çok açık operasyonlar vardı. Halk şöyle düşünüyor, ki haksız değil, “Bunlar beni yurdumdan sürmek istiyor”, güvenmiyor. O zaman ben ne yapayım, yurdumu terk etmeyeyim diyor. Gerekirse oraya hapsolacağım ama gitmeyeceğim diyor. 90'larda gidenler çok olmuş ama terk etmeyen, oraya bağlılığını koruyan çok geniş bir kesim var. Terk etmeyeceğim diyor. Şimdi bir siyasi iktidar bunları anlamazsa ya da anlamazdan gelirse, anlamasına rağmen operasyon yapmaya, saldırmaya devam ederse orada suçlu olan siyasi iktidarın kendisidir. Bu halka, ‘ben buraya operasyon yapacağım, ben geleyim sen git’ demeye kimsenin haddi yok. Halen kendi suçlarını örtmek için mağdur olan tarafı, bu halkı suçlu ilan etmeye devam ediyor. O nedenle Cizre başta olmak üzere mahallelerini terk etmeyen insanlara karşı işlenmiş ağır bir saldırı vardır. Bu suçlara, Türkiye’nin siyasi iktidarı ile birlikte bütün dünya ortak olmuştur. Herkes o süreci bilir. Abluka sürecinden sonra siyasi iktidar, operasyon güçleri şunu söylediler: “Sizi buradan çıkarmayacağız.” Raporlarda bu ifadeler var. Gerek İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin gerek Türkiye’deki STK’lerin hazırladığı raporlarda var. Çok açık ‘siz oradan bu zamana kadar çıkmadıysanız, hadi bakalım ben sizi oradan çıkarmıyorum’ demiştir operasyon güçleri. Ve insanlar göz göre göre keskin nişancılar tarafından, ağır bombardıman altında kalarak yaşamlarını yitirdiler. Bu süreç içerisinde çocuk, kadın, yaşlı, olayın içinde, dışında hiçbir ayrım yapılmadan herkes katliama maruz bırakılmıştır. Cizre halkının topraklarında kalma duygusu cezalandırılmıştır. Bu bir soykırım teşebbüsüdür. İnsanlar Kürt olmasından dolayı kendi topraklarında yaşamış olmasından dolayı bunlara maruz bırakılmıştır.

Muhalefet, siyasi iktidarın yıkıcı tavrı karşısında güçlü tavır alamadı

Siyasi iktidarın birinci avantajı şu; karşısında güçlü bir muhalefet oluşmadı. Muhalefet, siyasi iktidarın yıkıcı tavrı karşısında güçlü bir tavır alamadı. İkincisi; Türkiye’deki siyasi iktidar yeri geldiğinde desteklenmiştir. Hamaset yapmak söz konusu olduğunda, halka karşı işlenen suçlar söz konusu olduğunda, kritik süreçlerde bütün uluslararası güçler siyasi iktidarın arkasına dizilmiştir, AKP iktidarının hayatını kurtarmıştır. Ablukalar sürecinde yaşanan da budur. Bakın o süreç içerisinde AYM’ye başvuru yapıldı. AYM’den çıktı AİHM’e gitti. AYM’den sonra AİHM koridorlarında bekletildi. O süreç içerisinde güvenlik güçleri tarafından çıkışlarına izin verilmediği için içeride kalan insanlar milletvekillerimize ulaşıyordu. Bir masa kurmuştuk o zaman. İnsanların hayatlarını kurtarmaya çalışıyorsun, ablukaların kaldırılması için demokratik kitle eylemleri çağrısı yapıyorsun, bir yandan Meclis’i harekete geçirmeye çalışıyorsun.

Telefonla bulundukları noktaları haber veren siviller bombalanarak öldürüldü

Bizimle yapılan telefon bağlantılarında insanlar yardım istiyorlardı. Diyorlardı ki biz güvenli bir bölgeye geçmek istiyoruz. Biz İçişleri Bakanı ile Vali ile güvenlik güçlerinin sorumluları ile Başbakan ile konuştuk. Bize deniliyor ki, size ulaşan kişiler hangi noktada olduğunu bildirsin. Telefonu açan “şu noktadayım” diyerek bilgisini veriyor. Biz de bunları aktarıyoruz. Bunlar olduktan sonra aynı noktaya bomba atılıyor, keskin nişancı atışı yapılıyor. Yaklaşık 10 kişi böyle öldürüldü. Bu ne kadar korkunç ne kadar ağır bir şey tahmin edemezsiniz. Bunu yaşayanlar, bilenler dışında kimse bilemez.

Abluka operasyonları daha sonra devlet içinde ters operasyona dönüştü

O süreç içerisinde gayrinizami teşkilatlar, gayrinizami oluşumlar görülüyordu. İki şey söyledik onlara; kontra güçleri böyle bir operasyonun içerisine sokmayın. Bir parça tarih bilinci olur insanın. Bir siyasi iktidarın bunu bilmemesi imkansız. Operasyonu başarı ile bitirebilir ama yarın çok daha ağır başka bir sorunla karşı karşıya kalırsınız, bunu yapmayın dedik. Hiçbir gerekçe ile açıklanamaz. İki; gayrinizami yapılara tenezzül etmeyin dedik. Bunun da altından kalkamazsınız. Siyasi iktidar o süreç içerisinde kendini kurtarabilmek için böyle bir operasyon yaptı. Siyasi iktidarın bu operasyonlara ihtiyacı vardı. Türkiye’nin tarihine, geleceğine nasıl bir zarar verdiklerini önemsemiyorlar. 80 sürecinde yaşananları, darbe sürecinde yaşananları sağını solunu gören bir çok insan nelerin değiştiğini çok iyi biliyor. Siyasi iktidar da biliyor. Bir siyasi çözüm tavrı ortaya koymamak nelere mal oldu? Eski kontracı, özel harpçilere yeniden operasyon yapma imkanı sağlandı. Peki bu güçler devreye girdiği zaman ne oluyor? Bu güçler devreye girdiğinde Susurluk’ta olduğu gibi olur, ardından başka darbeler gelir. Çiller-Ağar dönemi Türkiye’yi içinden çıkılmaz bir çete devletine dönüştürdü. Devreye girmemesi gereken güçler devreye girdi. Şimdi bütün bunları yapan siyasi iktidarın ben ne yaptım deme hakkı yoktur. Çünkü biz onlara o süreç içerisinde çok net dedik, yapmayın dedik. Bu operasyonlar sizin başınıza patlamakla kalmaz ülkeye zarar verir biz onun derdindeyiz dedik. Siyasi iktidar kaybediyor ama Türkiye kazanamıyor. Orada görev yapan komutanları “FETÖ’cü” diye tutukladılar. Ablukalar döneminde gerçekleşen operasyonlar devlet içinde ters operasyona dönüştü. Yani operasyon içinde operasyon. O dönemin Başbakanı, İçişleri Bakanı tasfiye edildi. Doğrusunu söylemek gerekirse bütün güçler Halkların Demokratik Partisi’ne karşı konumlandırılmıştır.

Kirli anlaşmalardan dolayı ablukalar dönemindeki suçların hesabı verilmedi

Operasyonlara ve operasyonu gerçekleştirenlere yargılanmama güvencesi verildi ve alelacele onaylandı. O kadar kirli pazarlıklar dönüyor ki. Şöyle boşluk bırakmışlardı pazarlığı yapanlar sadece. Operasyondan dolayı yargılanmıyordu ama başka şeylerden dolayı yargılanabilirdi. O nedenle o yapılan kirli anlaşmadan dolayı belli kesim operasyonlar, ablukalar döneminde işledikleri suçların hesabını vermediler, yargı zırhına büründüler. Ama bir kısmı da değişik suçlardan gözaltına alındı, tutuklandı ya da tasfiye edildi.

Bir kısmı buydu. Suç işlendi ve herkes birbirine suç işleterek aslında kendisini temize çekmeye çalıştı. Cizre'de örneğin çok açık bir şekilde şu söylendi: Biz oradaki güvenlik güçlerine sözümüzü geçiremiyoruz. İçişleri Bakanı’nın söylediği buydu. Bir talimat veriliyor. Bakan bir talimat veriyor. O süreci daha içeriden gözlemleyen vekillerimiz, Cizre’de belli bir süreye kadar 3 vekilimiz vardı, şunu söylüyorlardı: "Ankara ne söylerse söylesin, başbakan ne söylerse söylesin, biz burada yetki almışız bizim kurallarımız geçerli biz ne yaparsak odur." Oradaki operasyonu yönetenler açık ve net bir şekilde bizim vekillerimize bunu söylüyordu. Biz Ankara’daki siyasetçiler olarak bunların siyasi hesaplarının karşılığını çok net olarak gördük. Bu koşullar içerisinde, böyle bir vahşet ortamı içinde 89 insanın belki daha fazla insanın yaşam hakkı elinden alındı. Çok ağır suçlar işlendi.

Bizim tek sancımız, bitmeyen ağrımız Cizre’ye gidememiş olmak

Öncesiyle ilgili birkaç şey daha söyleyip tekrar geleceğim bu bölüme. Bizler yargılanıyoruz ya ‘neden cenaze törenine gittiniz, neden Cizre’ye yürüyüş yaptınız’ diye; bizim en büyük ahımız budur. Biz o günler içinde ne katıldığımız cenazelerden ne söylediğimiz sözlerden, ne yaşadığımız onca zulümden geri durmadık, sancısını çekmedik. Bizim tek sancımız, bitmeyen ağrımız Cizre’ye gidememiş olmak. Mehmet Tunç'u, Orhan Tunç'u, Cemile'yi kurtaramamış olmak. Bizim tek sancımız bu. Bu sancı bitmeyecek bir sancı. Kimse sanmasın ki bu sancı sadece bize ait.

Bakın kan nasıl bir şeydir? Hayat verir. Beyninden ayak tırnağına kadar insanı yaşatan kandır. Ama kan aynı zamanda hafızadır. Sadece bir insanın değil bir toplumun hayatıdır. Kimse sanmasın ki bu kadar çok kan döküldüyse o kan döküldüğü yerde kalır. Hayır, o kan yürür. O kan başka bir yaşama dönüşür. Çok ağır suçlar işlendi. Kimse sormuyor, her insanın sorması lazım, özellikle siyasetçilerin sorması lazım: Bu ülke neden hala değişim sancısı içinde kıvranıyor?

Cizre bodrumlarında bir çeşit kimyasal yanıcı madde kullanılmıştı

O anları yaşananları kimse anlayamaz. Girdiğimizde yanık et kokusu vardı. Bir yananlar bir de yakanlar vardı. Cizre’de siyasi iktidar gözümüzün içine baka baka bir beka sorunu olduğunu söylemeye devam edip, bizi ikna etmeye çalışıyordu. Biz de unutmayacağız bu halk da unutmayacak! Oradaki kan kokusu, insan kokusu asla unutulmayacak. O kokunun, o kanın laneti budur işte. Etme bulma dünyası. Bu sadece bir söz değildir, halkın deneyimlerinden çıkmış bir sözdür. Bu kadar zulüm bir gün mutlaka ortaya çıkacaktır. Abluka kalktıktan sonra bizi karşılayanlara sorduk. Zaten biz sormadan söylediler. Operasyonlar var, çatışma var ve katliam var... 

Yetkililer 4 gün boyunca girişlerimize izin vermedi. Orada temizlik yaptılar. Sonunda engellenmemiz kaldırıldığında bizimle birlikte yüzlerce insan akın akın oraya gitmeye çalıştı. İnsan kokusu, et kokusu vardı. Barikatların olmadığı mahallelere de girilmişti. Gasp olayları vardı. Başka mahalleleri de gezdik ve en son bodrumlara girme kararı aldık. Bazen sokakları bulamıyorduk sokaklar birbirine karışmıştı. O kadar korkunç bir manzara ki. Evi daha az yıkılmış olanlar evlerini onarıyordu. Barikatların olmadığı mahallelerde de evler yakılmış yıkılmış, ağza alınmayacak yazılamalar, hakaretler yapılmıştı. İnsanların beyaz eşyaları, değerli eşyaları alınıp götürülmüş -ki bunların hepsi raporlarda kayıt altına alınmıştır, bunları görebilirsiniz. Cizre’nin belli başlı mahallelerinde -Cudi, Yasef, 4 mahalleden bahsediyoruz- ablukaların yaşandığı mahallerde ağır yıkım vardı. İnsanlar evlerini eşyalarını bulmaya çalışıyordu.

Biz sonra bodrumlara girmeye karar verdik. O da çok ağır bir aşamaydı. Zaten oralara normal biçimde giremiyorsunuz çok ağır kokudan dolayı. Yanık kokusu, ayrıca kimyasal madde kokusu. Önce kimyasal bomba atıldığı söyleniyordu ama bu gözleme dayalıydı. Daha sonra adli tıpçılar geldi ve kullanılan maddenin kimyasal olduğunu tespit ettiler. Bodruma bir çeşit kimyasal ve yanıcı madde atılmıştı. Kimyasal madde kullanılmıştı. O nedenle maskelerle girdik içeri. İçeriyi temizlemişlerdi ama tahribat, yıkım çok büyük olduğu için bütün delilleri ortadan kaldıramamışlardı. İnsan kemikleri vardı içeride. En acı olan tarafı da bu cenazeler içerisinde bir çocuğun, küçük yaşta bir çocuğun cenazesi vardı. Raporların içinde var. İnsan kemikleri, insan!

İnsanın unutmak isteyeceği ama asla unutamayacağı bir vahşet. İşte bu vahşet yaşandı. Bu vahşeti yaşayanlar, bunun sonucunda yaşamını yitirenler ölümsüzlüğe ulaşanlar oldu. Ama bizler, yaşayanlar bunu hiçbir zaman unutmayacağız, unutabileceğimiz şeyler değil.

Onları yaşatma görevini yerine getiremedik

İşte suç denilen şey nedir biliyor musunuz. Mehmet Tunç o son konuşmayı yaptıktan sonra o bodrumdan çıkamadı. Eşini ailesini çocuklarını göndermişler ama abisiyle kendisi oradan çıkamadı, biz onları oradan çıkarmayı başaramadık. Bize isnat edilen suç onların cenazesine katılmaktır. Onlara karşı son görevimizi yerine getirmiş olmamızdır.  Ancak onlara karşı esas görevimizi yerine getirmiş insanlar değiliz. Onları yaşatma görevini yerine getiremedik. Onlara karşı son görevi yerine getirdiğim için bana bunun için hesap sorabileceğini sanan bir siyasi iktidar gaflet içerisindedir. Başka bir hiçbir şey söylemiyorum. Bu rezalette boğulmaya mahkumdurlar. Bizim ne yazık ki büyük yetersizliklerimiz oldu. Ama ben şuna inanıyorum. Mehmet Tunç da, Orhan Tunç da orada hayatını kaybeden bütün barış demokrasi ve özgürlük şehitleri ölümsüzleşmiştir. Bizlerin onların anıları karşısında hala görevlerimiz vardır. Bu görevleri yerine getirmeye çalışıyoruz. Amacımız gayemiz budur. Onları yaşatamadık ama onların ölümsüz anıları karşısı görevimizi mutlaka yerine getireceğiz.

Ölümle burun buruna da olsak onların merhametine muhtaç olmadan yaşamasını bildik

Kendisini kaybetmiş bu siyasi iktidar ölümsüzlerimize karşı bu görevimizi yerine getirme çabasına mani ve engel olamaz. Onların gücü de cürmü de buna yetmez. Biz içeride de olsak dışarıda da olsak ölümle burun buruna da olsak, yaşamın tam merkezinde de olsak bu iktidarın zulmünden asla korkmadan onların merhametine asla muhtaç olmadan yaşamasını bildik, bundan sonra da biliriz. Ben sadece onlara kendileri için akıl diliyorum. Vicdanlı olmayacaklarını çok net biliyorum. Sadece bir parça akıl diliyorum o da kendileri için bizim için değil. Bizim çok şükür aklımız da vicdanımız da yerinde. Bu nedenle bizden intikam almaya çalışıyorlar. Bu kadar ağır koşullar içinde olmamıza rağmen bizim karşımızda aciz kalıyorlar. Bizim onlarca milletvekilimiz, yüzlerce binlerce parti üyemiz cezaevinde esaret altında, dışarıda siyasi çalışma yürüten arkadaşlarımız çok ağır baskı ve zulüm altında ama hala bu siyaseti yürütüyorlar.

Aradan önce 5 dakika kadar bazı alıntılar yapmak istiyorum Sayın Başkan. BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği raporunun Cizre ile ilgili bölümleri. Bir bölümünü geçen celse de okumuştum. Özyönetim ve ablukalarla ilgili olduğu için okumuştum. Şubat 2016’da Cizre’de ölen bir kadının erkek kardeşiyle konuşmuşlar. Bunlar tanık ifadeleri.

“Ailesi DNA eşleşmesiyle tanımlanan ceset kalıntılarını almak üzere savcılığa çağrılmış olup aileye kadının nasıl öldürüldüğüne ilişkin bir açıklama yapılmadığı gibi Adli Tıp raporu da verilmemiştir. Kadının ölümünden sonra yasal süreç ile sorumlu olanlardan hesap sormaya çalışan maktulün kız kardeşi ise terör suçuyla suçlanmıştır.”

Cizre’de yaşananlar o kadar ağır bir katliam süreciydi ki, sadece ölüm ve cenazelerden ibaret olarak görülemez. Cenazelere sahip çıkma hakkının da aynı zamanda ihlal edildiği bir süreç. Biliyorsunuz bütün dünya tarihinde, Türkiye tarihinde cenazeyi gömmek çok önemlidir. Türkiye tarihi insanların cenazelerini alma mücadeleleriyle doludur. Cizre bunun 21. yüzyıl Türkiye’sindeki en ağır ve inanılması zor örneğidir. Cizre’de ve Sur’da insanlar cenazelerine kavuşamadılar. Bakın hala cenazesi Sur’da yıkıntıların altında inşaat çalışmasının altında kalmış insanlar var. Çok kısıtlı örneklerden bahsediyorum. Bir aile cenazesinin diğer parçasını almak için uğraştığı için cenazenin sahibi terör suçlaması ile suçlanıyor ve bunun gibi onlarca insan var yargılanması devam eden. Morg kapısında saldırıya uğrayan, gözaltına alınan buna rağmen cenazesine ulaşamayan, hala DNA eşleşmesi yapılmayan, DNA örnekleri karıştırılan, çocuğunun orada öldüğünü bilmesine rağmen devlet tarafından onaylanmayan çok insan var. Bunlar bir toplumun hafızasında çok derin izler bırakacak hakikatlerdir. Bu Cizre’de çok daha ağır biçimde yaşandı.

Cizre’de Kerbela yaşatılmıştır

Sokağa çıkma yasaklarının olduğu zamanda çok uzunca bir dönem Cizre’ye elektrik su gibi temel ihtiyaçlar verilmemiştir. İnsanlar bu süreç içerisinde çok açık ve net bir şekilde abluka ile karşı karşıya kalmıştır. Kerbela yaşatılmıştır, bir su ambargosu uygulanmıştır. İnsanların suya erişme hakkı bile engellenmiştir. İnsanlar evinin bahçesinden başka bir bahçeye su almaya giderken, tandıra giderken vurulmuştur. Ambulansla yaralıların kaldırılmaması, insanların ölüme terk edilmesi... Yani insanlar hemen ölmüşse şanslı sayılmıştır. O insanın ailesi de şanslı sayılmıştır. Ama Cizre’de insanlar saat saat, gün gün ölmüştür. Bunlar canlı yayınlarda yaşandı. İnsanlar devlet güçleri tarafından vuruluyor eğer ölmemişse o yaralıyı hiç kimse bir Allah’ın kulu alamıyor. Alamadı. Bodrumdan çıkamıyor, çıkanı da vurdular. 3 kişi var çıkmayı deneyen, evlerinin kapısında hayatını kaybeden 3 kişi var. Kapı açılır açılmaz ateş açılıyor. İnsanlara işkence yapıldı. Cizre’de bütün izbe yerler işkencehaneye dönüştürdü ve insanlara işkence yapıldı. Bu kardeşin nasıl bir psikoloji yaşadığını düşünün. Abisi dışarıda 5 metre ileride bahçe kapısında yaralanıyor. Bize haber verdi, biz tamam senin başına bir şey gelmesin dedik. Hepimiz ambulans göndermeye çalışıyoruz. Emniyet ile vali ile görüşüyoruz. Başbakanlık ve İçişleri Bakanı ile görüşme yapıyoruz. Tamam hadi operasyon var ama cephe savaşında bile yaralı kaldırılır! Devletler arasındaki savaşta yaralı kaldırılır. Üstelik burada yaralanan savaşçı değil silahlı değil, savaşan taraflardan biri olan asker değil, sivil insan. Ve sen yaralıyı alamıyorsun, yaralıyı kaybediyorsun. Biz bunu bütün devlet kurumlarının bilgisine sunuyoruz. Bunu başaramıyoruz. AYM’ye gittik ambulans kararı çıkarsın diye, başka bir talebimiz yok. Yaralıları ambulans alsın diye. Hükümet bu kararı almıyor, o zaman yargı devreye girsin, insanların yaşam hakkı var bu sizin konunuz dedik. Kapı duvar. AYM mümkün mü siyasi iktidarın eğilimi dışında insan için karar verecek? Mümkün mü böyle bir şey. Bir umut uğraştık. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine gittik. Demokrasi, insani değerler, eşitlik özgürlük, adalet, hadi bakalım bunu gösterin. AİHM de acilen karar vermesi gereken bu kadar ağır bir tablo karşısında Türkiye’deki siyasi iktidar ile ortak çalıştı, AKP’yi destekledi ve tedbir kararı almadı. Onlarca insan ambulans gönderilemediği için saat saat gün gün kan kaybederek işkence edilerek, hem onlara hem de yakınlarına işkence edilerek öldürüldü, katledildi. Cizre nasıl yaşandı; polis fezlekesinde ne yazılmış dosyaya ne konulmuş bunun bir önemi yok. Ama davanın gerçekten yargının fonksiyonu ile ilgili boyutu var. Bu meseleyi çözebileceğimiz kadar çözmeye çalıştık.

Yine görgü tanıkları anlatımı. Güvenlik güçlerinin halka karşı örneğin psikolojik savaş uygulamaları var. Cizre’nin tümünde özel keskin nişancılar vardı. Bu süre boyunca askerler ırkçı şarkılar söyleyerek ve insanlarla dalga geçmişlerdir. Yine bir başka görgü tanığının anlatımında ki onları da kısa kısa aktaracağım, güvenlik güçlerinin klasik bir sloganı var. Çok sık kullandıkları bir slogan. 90’lı yıllarda işkencehanelerde işkenceciler tarafından söylenen parçalar. Buna maruz kalanlar, bilenler veya tanığı olanlar bilir. “Burada Allah yok biz varız” derler. Cizre’de operasyon yapanlar da şunu söylüyorlardı: Burada Allah yok devlet var. Bu söz bile başlı başına kurmak istedikleri hegemonyanın siyasi baskı ve zapturapt anlayışının nasıl bütün kutsal sayılan değerlerden azade tutulduğunun kanıtıdır. Diyorlar ki en kutsal değerler olan Allah, inanç. Biz bunları da tanımayız diyorlar. Bizim için tek kutsal değer vardır o da hegemonya. Bizim için tek kutsal vardır öldürmek. Bunlar bizim kutsalımız diyor. Bu sözün anlamı budur. Bu bir kelime oyunu değildir; bir zihniyettir, işkence zihniyetidir. Ölümü ve öldürmeyi tek yöntem olarak gören zihniyet hiçbir kutsal tanımaz. Bu bize Cizre’de gösterildi. En asgari insani değerin berhava edildiği bir gerçekliği yaşadık.

“Sivillerin çıkışına izin veriyoruz” deyip 60 yaşında kadını vurmak ahlaksızlıktır

Karşıdaki düşman askeri mi? 60-70 yaşında bir teyze, 10 yaşında bir çocuk, 18 yaşında bir genç; sen bunu düşman sayıyorsun sırf kendi psikolojini tatmin etmek için, egonu tatmin etmek için diyorsun ki beyaz bayrak taşıyın ki, ben senin nasıl yenildiğini göreyim. Yani bir teslimiyet halini göreyim. Bu aslında öyle bir kompleks ki psikolojik savaş enstrümanını kullanarak karşısındaki vurulursa kendisini tatmin ediyor. Sivilleri, kendi halkını bir savaş cephesi, karşı ordunun düşman askeri konumuna sürüklüyor, bu birincisi. İkincisi, yaşanan operasyonun, "beka" operasyonunun aslında adı konulmamış bir savaş olduğunu da itiraf ediyor. Buna rağmen beyaz bayrak taşıyarak kenti terk etme şansına sahip olanların yanında beyaz bayrak taşıyanlardan da yaşamını kaybedenler, en iyi ihtimalle yaralananlar oldu. Operasyonu yürüten güçler verilmiş söz tanımıyorlar. Söz vermek de insani bir kavramdır. Ahlaki bir şeydir. Bir de devlet kurumları tarafından verilmişse çok ahlaki bir şeydir. İki arkadaş arasında bir söz bile bu kadar önemli bir şeyken ahlaki bir şeyken devlet veriyorsa sözü, resmi bir kurum veriyorsa daha ağır ve ahlaki sorumluluk yüklüyordur. Ama sözü tutmamak da ahlaksızlıktır, kimse kusura bakmasın. Her açıdan ahlaksızlıktır. "Sivillerin çıkışına izin veriyoruz" deyip ondan sonra vurulan 60 yaşındaki teyze örneği gibi. Bundan büyük ahlaksızlık olabilir mi? Cizre'de bunlar yaşandı. Bunlar siyasi iktidarın taammüden uyguladığı zulmün parçasıydı.  

14 Haziran 2019